ama arkadaşlar iyidir



28.10.2010

dedik ki izmir'e -aha istanbul çıkacaktı az kalsın ağzımdan, allah söyletecekti, sürçtürdü, süpürdü [ve biliriz ki onun süpürgesi yoncadandır]- yağmur yağmış. işten erken çıkalım, dedim ahmet'e. ahmet beni kırmaz dinler sağolsun, kırmadı, incitmedi, kırılmadı, açık seçik sizle takılmadı, daralmadı. ahmet de kim biliyor musunuz, hani bazen başıma gelmeyen şeyleri kendim yaşamışım gibi anlatıyorum ya, işte onlar aslında ahmet'in başına gelen şeyler. hani bazen yaşadığım şeyleri başka birinin başına gelmiş gibi anlatıyorum ya, işte onlar aslında ahmet'in üstünden anlattığım şeyler.

benim saat sabah altıdan beri tanık olabildiğim kadarıyla bugün izmir'in bu yöresinde yağmur hiç hız kesmedi, birara geceden kalmış olabileceğini düşündüm, yağmur da bana benzer, çoğunlukla akşamdan geceden kalmış olur. öğleye doğru kendime gelmek için adım attım ki bir baktım hâlâ yağdırmakta mevlam su. şimdi keşke bir pencerenin arkasından yüksek bir kattan yağmuru izleyebiliyor ve cama vuruşlarını hissedebiliyor olsaydık. sahi ıslanmaktan nasıl korkar hale gelmiş bulunduğumu anlatayım biraz da. hastalık filan derdi taşımıyor insanoğlu beş-onbeş yaş arasında. boylu boyunca çamurlu yağmur suları içinde hoplayıp zıplayabiliyor. hatta ailesi bir süre sonra onu durduramayacağını anlayıp bari naylon çizme alayım da sağlık suları içinde yüzsün veledim diye düşündükten sonra o güvenli sularda yüzmek yok mu, onun zevki. evin sıcak olduğunun bilinci ve dayanağı da var aklın bir köşesinde, gittin mi ısınacağın şart. eline bir ip alıp, ucuna kolpadan bir kancayla çamurlu sulara balık yakalayacağım hayaliyle olta niyetine atıp boş boş büyümeyi beklemeye ne demeli. evrim olsa o sudan balık çıkarırdı bir kez olsun bana, sadece arada sırada kurbağalarla rastlaşırdık elbet, üstümde haklarını ihmal edemem. her ne kadar mevsim geçişleri tanrımız tarafından ihlal edilmiş olsa da çağımızda, bana dokunuyor bunlar. e dünyanın dengesi de oynadıkça, çivisini çıkardıktan sonra kaybedince, bi daha bulamayınca, mevsimler hep değişiyor oluyor. biz de öyle oluyoruz ister istemez. bak daha sözü ay'ın hallerine vardırmadım bile, mevsimlerdeyiz henüz. ay zaten sandalyesinden bi kalkıp eli belinde piste çıkıp oynamaya bi başladı mı, durdur kendini durdurabilirsen, kafası güzel oluyor insanın ister istemez. hele böyle işten gündüz saatlerinde çıkması yok mu, çalışmamış gibi benziyor insan bir şeylere.

yine de üniversiteden dersten çıkmış gibi yapabiliriz gibi geliyor bana hâlâ. umutluyum bu konuda. bunun için vardiyalı sisteme geçmeye bile razıyım, sırf dörtte çıkıp okuldan çıkmışım edası yaşayabilmek için. ama yedide sekizde dokuzda onda çıkınca aynı hissi bulamıyor insan. ben seni tanıyorum bi kere sevgilim, senin ciğerini biliyorum ben, sessiz sedasız açardın gecelerde, biliyorum, benim çok konuşmama izin verirsen bu şekilde laf salatalarına hazır olman gerektiğini de biliyorsun. benim uyuz atlı bir prens çakması olduğumu da biliyorsun, ne kadar da polim yapabileceğimi, kükremiş sel gibi olup bendimi çiğneyip aşabileceğimi de, de de. ama hazır yağmurla karşılaşmışken ve ege'de yağmurun hakikaten başka olması hususiyetine eğilerek, yine de şemsiyeden yana olmadığımı, ilgilerinizi arz ederim sevgilim. fesat olduğum, biraz kesat olduğum, boş baktığım doğru ama yine de kötü bir insan olduğumu söylememeli kimse. ayıp ederler yani. hem bi kere, ben kendimi gülün dibinde buldum yani, bunu unutmamanı ve ilgili sunumunda dikkatleri bu yöne çekmeni rica ediyorum.

bu çocuğun anası babası yok mu arkadaş dedirtmedim malum küçükken, ölçülü ağırbaşlı efendi, içten planlamacı, saman altından suyu ark sistemiyle tasfiye eden, çaktırmadan şehre su veren depoların üstüne tüneyip baykuşları gözetleyen, babaannesini uyutup en çok da yağmur altında pencereden uçup giden biri olsam da, su getir dediklerinde su götürdüm, tavukları yemlemeyi unutmadım, sularını eksik etmedim, üzüm kes dediklerinde üzüm kestim misafirler dalından taze taze yesin güzelleşsin diye. tanımadığım insanların incir ağaçlarından incir çalma girişimlerim oldu elbette ama sırf tanrı kulağıma fısıldayıp ipucunu taa o zamanlardan içime sarkıttığından; mülkiyete inat. zaten ne zaman ağaca çıktıysam yakalandım, sırf sen ağaca çıkıp düşme tehlikesi yaşama diye sevgilim, sen aşağıda bekle, eteğini biraz kaldır, içim zıplasın ah şimdi ağacın üstünde değil altında olmak vardı diye, eteğine kopardığım incirleri yavaşça bırakayım yukardan. o sırada o pezevenk sahibi geldi afedersin ağaçların, inmedim ben de mına koyim, sana dedim sen kaç ben oyalarım, ağaca da çıkamadı, alttan habire dürtükledi kargıyla sopayla, birinde tüfekle geldi işte o zaman kaçtım. sonra akşamüstü oldu sen yanıma geldin mahcup. kızmadım tabii beni bırakıp gittin diye, ben ısrar etmesem yapmazdın biliyorum.

dedim ya izmir'e yağmur yağdı yağıyor yağacak diye, ben bugün çalışmak istemiyorum sevgilim. çıkalım biraz dolaşalım istiyorum. çakmak ıslansın sigara yakamayayım ziyanı yok. paçalarımız ıslansın. boşver boşver. evet evet. paçalarım ıslandı. çakmağım da ıslandı. sigarayı da yakamadım. küfrettim biraz, mazur gör. insanlar kaçıştırıyorlardı. bugün içimden söylediğim şarkıları sayayım mı sana, sabaha mavilim'le başladım. iş arkadaşım eşlik etmeye başlayınca bitirdim mini konserimi. tenhada buluşalım mavilim. sonra şeye geçtim, karadır kaşların ferman yazdırır,.. karşıdan karşıya geçtim.

sonra bizim mahalleye bi çocuk geldi sevgilim. sen bu masalı bilmiyorsun. istanbul'dan geldi çocuk. adı ahmet. biraz tepeden inme oldu tabii mahallemize yapılan bu atama. özellikle ben mahalle reisliğimin zirvesindeyken. sert de bir çocuktu on bir yaşında. orada kalsa büyüdüğünde istanbul piçi olacaktı belli ki. öyle bir geldi ki çocuk. ufak bir müdahaleyle törpüledim elbette, ama sınırları belli ölçüde at oynatmasına izin verdim çünkü çocuğun müthiş bir öyküsü vardı sevgilim. zaten anlatmasını bilmeyen insanların hayatları böyle olur. diğerleri de anlatır. bu çocuk, bir yaşındayken istanbullu zengin bir aileye evlatlık veriliyor bizim ilçeden. fakir bir ailesi var, hatta öyle fakir ki babası annesini para karşılığında başka erkeklere izin veriyor. üç tane de büyük kardeşi var. çocuk orijinal anne babasını tanımadan başka bir ailenin oğlu olarak büyümeye başlıyor. ailenin maddi durumu gayet iyi. gel gör ki, bu iş hep böyle yürümüyor. çocuk onbir yaşında ve erkenden ergenliğe girmek üzereyken, ailesi iflas ediyor. beş parasız kalıyorlar istanbul'da ve o derece ki çocuk öz ailesinin yanına geri gönderiliyor. o sırada öz ailesi bizim mahalleye yerleşiyor bir kira evinde. annesi aynı işi yapıyor hâlâ. çocuk birden kendini fakir bir ailede, sanayide tamirci çıraklığı yapan üç abiyle birlikte, belediyede sezonluk çöpçülük yapan bir babanın yanında buluyor. ve bizim mahallede buluyor. gettonun kenarında. bir banliyömüz eksikti. o sana başta bahsettiğim çamurların içinde, kış çamurlarının, kurbağalı derelerin yanında. naylon çizmeli çocuklarla birlikte. o çocuğun düştüğü kaosa düşmeden düşmüş gibi yapabilir mi insan sence. geçenlerde kuzenlerden birinin düğününde gördüm çocuğu, çok fazla kalmamışlardı bizim mahallede. ben de kalmadım zaten, ortaokula gittim başka şehre. [ortabir kavramını hatırlıyor musun sevgilim] o beni tanıdı, ben onu tanıdım, ahmet abi nasılsın dedi, iyiyim ozan sen nasılsın dedim. eski bir dostumu görmüş gibi hissettim. abisi sanayide dükkan açmıştı, onun yanında çalışıyordu. bir gün uğrayacağımı ve çayını içeceğimi söyledim.

ben insanların çayını içmeyi çok severim sevgilim.

27.10.2010

tam sigarayı götürüyordum ağzıma ki burnuma türk kahvesi kokusu getirdi izmarit. nerden esti bilmiyorum ama yaptı bunu, inkar edemem. koklama huyum biraz abartılıdır, görürsen farkedersin sen de bunu, farketmeden ben açık edeyim diye düşündüm. bildiğin her şeyi koklarım, kahveyi tabağı çatalı içkiyi armudu elmayı saçlarını , ayrıntıya girmesem iyi olur. hepsini. gün içinde durduk yere ellerimi kokluyorsam saçma bulma lütfen, yaparım sık sık. burda türk kahvesi ne bulabilirim ne de yapabilirim ne de de yaptırabilirim şu an, bunu geçtik. rakının rakısını fazla koydun mu çarpar insanı. hah şimdi şuraya gelelim, ki, benim bazen için güzel kadın kavramım nedir; oturacak haftanın cuma akşamı, evlisin tabii o zaman o kadınla, karşındaki masaya, iki olay örgüsü var burda devrede, birincisini açık edeyim önce, senin hanım oturacak, güzel ya malum, karşında, sen rakını açmış ve ilk dubleyi doldurmuş bulunuyorsun bu sırada, arkadan zeki bey hafiften terennüm ediyor, birazdan sabite tur gülerman girecek devreye, o sırada senin hanım sana bakıyor, ve bana öyle bakma diye utanıp başını öne eğiyor, sen sevmişin belli ki, öyle bakıyorsan diyecek bir lafım yok sana, işte senin hanım seni kendisine öyle baktıracak, rakının ikinci dublesinde dedirtecek sana ne istersen, evet evet ne istersen, sen bakmaya devam edeceksin. ikinci olgu sen üçüncü kadehi dolduruptuktan sonra girecek devreye, hadi diyeceksin, hadi suzan, hadi saadet, hadi, başlayacak söylemeye, güzel kadın esansı yayılacak odanıza. sonrası iyilik güzellik tabii, sonrası allah kerim dedirtir bazen insana. yalanları geçelim de nereye gelelim kamil,

hep böyle mi olur?

26.10.2010

doktorun bu günlerde morali bozuk biraztırıktan. canı sıkkın. mutfakçığına gidiyor içki doldurmaya ama bardağı lavaboda bırakıp geri oturuyor, sonra soruyor ben ne yapacaktım diye, hah hatırlıyor, hay mına kuyum çekip lavaboda unuttuğu -boş- bardağı hatırlayıp sandalyesinden doğrulup doldurup geri geliyor. iki gündür bir eğitime seminere ne derseniz deyin katılıp geldi. otellerde kaldı yine. halbuki bu doktor yirmi yaşına kadar otel nedir bilmemişti, hatta edip cansever'in oteller kenti'ni okurken sorardı nasıl bir şey acaba diye, sonra bi başladı seri, bitmedi, bitecek gibi de durmaz. o eğitimde, seminerde, ne derseniz deyin, tatil gibi geldi valla doktora, izmir manzaralı, hem de en denizinden, yüksekte, taa beşinci katta, uzun zamandır böyle oturup ilgisini çekmeyen şeyler dinlememişti. uykusu geldi. şimdi insanlar da merak ediyordur bu herif bu kadar harıl ne yazıyor diye, bunları yazıyor oysa. halbuki her şey yansıda powerpoint düzeninde, amca da anlattıkça anlatıyor tekdüze, doktor daha iyi sunum yapar allah inandırsın. doktorun canı çoskıkılıyor. yazdıkları yüzünden okunmasın diye bazen kendine durup saçmalıyor. esneyecek esneyemiyor. kahve de yok. insanlar hiç pozisyon değiştirmeden oturabiliyorlar saatlerce. dünya aynı sıkıcılığına devam ediyor. bugün yağmur'a gidebilir doktor. yağmur bir orospu'nun mesleki adı. bütçe yapacak bugün doktor, program yapacak. uykusu geldi ama şimdi. redemption song çalsa kendine gelirdi mutlaka. bizim doktor bir yazıya odaklanmışsa ne yazdığını onu izleyerek -onun farkında olmadığı- mimiklerinden anlayabilirsiniz ve jestlerinden. jest insanıdır doktor laf arasında. günlük plan yapacak. uyku saatini, günlük alkol talimini düzenleyecek, toleransı yüksek program olacak. göbeği bile eritir bakarsın, nick cave gibi skinny ceketler trousers filan giyer. ay sonunu zarzor getirmeyecek bundan sonra, otellere bira kasalarına yedirmeyecek paracıkları.

doktor bugün gazozunu bile içmedi. taraçadan verandadan cumbadan, üçünden birden atladı ama üçüncü kattan çakılan bir izmaritin marifetini paylaşamadı. arkasında oturan kız kokusuyla doktoru içine çekti ama kızın içini bulamadı doktor, bekledi ki kendisi şey etsin, hiç de bulamaz zaten çakmak beyinli. doktorun canı bugün çok öfkeli. doktorun kendisinden üç yaş büyük bir kuzeni var, kız kanser, doktor bununla büyümüş, kanser her yerini sarmış allah belasını vermiş doktorların. besbelli ölecek, iki çocuk annesi, biri bir buçuk yaşında diğeri irem. what should happen. negotiation. three or four days filan dedi şimdi sunumcu amca, doktor birden kendine geldi. the project officer, herif bildiğin halis ingiliz. even worse in this case. pıtikyulırli. tea and coffee break.

kağıdın üzerinde sıkılma belirtileri gösterdi doktor. sonra çay kahve arasında yedinci kata çıktı terasa sigara tellendirmeye, vapur klark çekti ordan, swimming in the caribbean diye şarkı geçti aklından. doktorun canı bildiğin sıkıldı. a.yı aramak geldi içinden, bildiğin konuşamayacaklardı yine. kimseyi aramak istemiyordu doktor epeydir, bu bir belirtiydi, bildiğin depreşyon depreşiyordu. yani şimdi ölecek miydi bu kızcağız, o salak kız o salak kuzen bildiğin ölecek miydi, bütün çocukluğunu siker atardı eğer öyle bir şey yaparsa doktorun, ağzına işte o zaman sıçardı,

anekdot: geçenlerde bir arkadaşı aradı doktoru. dedi ki allah belanı verdi di mi, doktor da dedi ki, verdi valla. o arayan arkadaşı doktorun tescilli arkadaşıydı, hani ne derse tutturacak cinsten ve doktor üstünde hakkı olan. doktor resmen yalvardı arkadaşına, tamam bana beddua ediyorsun, etmeye devam et, ama lütfen biraz da beni düşün ederken, tamam allah belamı versin ama lütfen biraz da işe yarar cinsten beddua et, mesela geber de, biliyorsun sen içten dediğin zaman olur böyle bir şey. resmen yalvardı doktor arkadaşına, gözleri doldu doktorun, mesai saati olmasa bildiğin ağlayacaktı, o an fenasıyla istediği bir şeydi çünkü o, olmaz dedi arkadaşı, anladı, ölemeyecekti daha doktor, vardı daha çekeceği belli ki. the financial situation. some financial difficulties. hahaha. standard travel budgets should not be used. have to ensure participative management -not a dictatorship-.

bana ne yap biliyor musun dedi doktor. sarıl. mesela sarıl. bu çok önemli. sonra alnıma dokun elinin ayasıyla. sür sür, aksın gitsin bütün karakediler sktir olup. sonra bir daha sarıl. kötü fallar da ortadan kalksın. sonra bi daha sarıl mesela, orda olduğunu bileyim burda. sonra ayaklarıma dokun, güçsüz ellerinle. sık. sarıl. bana bunu yap dedi doktor.

project management should be ligthweight and flexible, this is R&D, not civil engineering.

bildiğin tozuttu bu doktor.

22.10.2010

"beni ne yap biliyor musun"?

20.10.2010

müzik

ege'nin en çok yağmur huyunu sevmedeyim. içerinden eline fincanla neyim bakarken pek keyifli, dışarı çıkınca bir çırpıda sefiller'i oynuyorsun. yaşadığım diğer şehirlerin böyle bir huyu yoktu mesela, ondan aramızda hep bir soğukluk oldu onlarla. şimdi, şehir iyi, gerisi kötü.

günaydın, gönyeden sapmak üzereyi(m/z/k)

17.10.2010

günaydın, groove is in the heart babe

hemen konuya giriyorum. dün akşam fena bi akşam olmadı. tekdüze bir göl çalkantısıyla, dalga demiyorum dikkat buyuralım, gölde olsa olsa çalkantı olur, o da rüzgâr varsa, her neyse, o durgun su mübarekliğinde süregiden hayatımın akşamlarına tam da bir yenisini katmak üzereydim ki dün akşam, ani gelişmeler peydahlandı ilerleyen saatlerde. ... işten yedide çıktım, hemen duş alıp sekizdeki servise attım kendimi. merkeze inip biraz insan görmeliydim, izmir'deki tek has arkadaşım özgür'ü aradım, buluşma yerini kararlaştırıp buluştuk. daha önce de gittiğim ama bir türlü sevemediğim, özgür ve arkadaşlarının takıldığı bir bara oturup bira söyledik. saat dokuza çeyrek bir kesik atmıştı. ugh. meğer bu salyangozu, adı güzel (z.) kendi güzel sevgilisi terk etmiş. hem de haklı ve kolayca üstesinden gelinemeyecek bir gerekçeyle. biralar geldi biralar gitti. saat on gibi aradı z.'yi, anlaşılan sesi affetmeye meyilli tonda geliyordu. geliyoruz biz dedi, hazırlan seni bi yere götüreceğim dedi. pat diye kalktık son yudumlarımızı alıp, taksiye atladık. taksiyi bekletip z.'yi aldık evinden, yüzü asıktı, normalde sarılırdık, bana bile sadece merhaba dedi ve bindi taksiye, özgür'ün suçunun ortağı gibi hissettim kendimi.

havuzlu meyhane diye bir yer varmış mersinli'de, özgür bahseder dururdu zaten, ama ben biriyle başbaşa gitmek istemem öyle yerlere, meyhaneler özellikle birahane tipiyse -ki birahanelerden hiç hazzetmem- sohbet mekanlarıdır. ki ben sohbet edemem, özellikle bir erkekle. özellikle içki içerken. erkek adamlar içer içer, dünyayı ve kadınları kurtarırlar öyle yerlerde, müzik yoktur genelde, ki içkili bir yere gitmeden önce ilk sorduğum soru müzik var mı, varsa nasıl sorusudur. dün akşam emri vaki oldu tabii, bir de ilişkisini kurtarması için işbirlikçi olmam gerekiyordu, z. beni sever o bakımdan. neyse, mekana vardık, iki katlı, alt katında küçük bir havuz olan hakiki bir meyhane, adı havuzlu birahanesi diye geçiyor ama tipik birahaneler gibi karanlık bir havası yok. üst kata çıktık. belki içerde yüz kişi vardı ama tek bir kadın yoktu, bir tane mi olmaz, valla yoktu. bu beni tedirgin etti tabii, içerdeki tek kadın bizim masamızda oturuyordu ve yüz erkek dönüp dönüp o kadına bakabilirdi ve bu yüz erkek sarhoştu ve ben bu konuda biraz nasıl derler biraz yerliyimdir işte. her neyse, rakılar geldi, mezeler geldi. kuru et diye bir şey getirtti özgür mekanı tanıyan olarak. ben bu sırada z.'nin gerginliğini azaltmaya çalışıyordum. özgür'le fazla muhatap olmak istemiyordu, olduğunda da laf sokuyordu ve ortam geriliyordu, ama niye gelmişti öyleyse bizimle, kadın yüreği işte, affetmek istiyordu belli ki. ama kendine de konduramıyordu, aradaydı, anlıyordum. mekanın mezeleri gerçekten de on numaraydı, ben biraz ağız tadı yoksunuyumdur, yıllardır sadece doymaya ve üstüne sigara yakmaya endeksli yaşadığımdan. ama o mezeler çok güzeldi. mekan da güzeldi. saatlerimiz bu gibi durumlarda onbirbuçuğu gösterirdi ve içerden bir müzik sesi duyuldu. göçmen orkestrası. izmir'in bu yönünü seviyordum. ederlezi yükseliyordu içerden, kırcali'yle arda arası yükseldi ardından, rodop dağları bre pakize'm yükseldi. meyhaneye gelen bir grup, orkestrayı -orkestar- özel olarak tutmuştu ve masaya gelmiyorlardı, öğrenmiştik işin aslını. ama ben çağırdım mı geldiler. özgür göçmen kızı'nı istedi, ben ederlezi avela'yı istedim ama anlaşamadık ederlezi'yi çaldılar. nazım'ın eşi maacir'di, nazım'ı arayıp dinlettim, bu gibi durumlarda içip içip aramak kavramı girer devreye bilirsiniz, keyif işte, paylaşmak lazım düsturuyla.

ben yalnız içerken de malum alkol kimyayı bozduğundan, fizikle çarpıştırdığından, dil tarih coğrafya hepsini içiçe piç ettiğinden, matematiği unutturduğundan, bu gibi duygulanımlara gark olarım. elime telefonu alır ona bun mesaj atma isteği duyarım. o an aklıma geleni paylaşma isteğidir bu, çünkü alkol o hissi yoğunlaştırmış yoğunlaştırmış ve çiğ tanesi halinde, küresel, yüzeyi gerilimli bir biçimde beynime bırakmıştır. benim de onu yüzeye yaymam icap eder ve bunun için mesaj atarım. ama isterim ki karşımdaki bana cevap yazmaya çalışmasın, empati kurmaya çalışmasın, sadece o mesajı aldığına dair bir boş mesaj gönderse mesela yeğdir benim için. emrah'a bol bol mesaj atarım mesela yalnız içtiğimde, ama cevaplarını okumam bile. her neyse,

z.'nin ara ara keyfi yerine geliyordu. orkestrayı da görünce ferahlıyordu belli ki, ama ara ara da özgür'ün yaptığı aklına geliyor ve birden yüzü kesiliyordu. gecenin birine doğru mekan kapanmaya hazırlanırken özgür bir sürpriz daha çakıp alevli meyve tabağı hazırlattı, üstüne adını yazdırmıştı z.'nin. o zaman biraz büyülendi işte z. kadınlar ne tuhaf, kimi bunu ne kadar bayağı bulurken kimi etkilenir. kadınlar ne güzel. sonra veda ettik o güzel havuza, içindeki kaplumbağalara ve kırmızı turuncu balıklara. istersen seni de götürürüm bi akşam.

öğrenci evlerine vardık z.lerin. bir biraya daha yerim vardı ve içtim. sabah işe gitmem gerekiyordu, gece üç olmuştu. evde gergin bir ortam vardı. z.nin ev arkadaşı daha tavır koymuştu özgür'e, onun sevgilisi zaten orda oturmuş bilgisayarda ödev yapıyordu ve sallama herifin tekiydi, daha önce de karşılaşmış ve sevmemiştik birbirimizi. bira bitti, saat üçbuçuğa gelecekti eninde sonunda. orda kalmak istemedim, sıktı beni, bunalttı o hava. pazar sabahı işe gidecek olma düşüncesi zaten kemiriyordu. otobanın kenarındaydı evleri, indim sokağa. otobana geçtim. oturdum biraz. yürüdüm. yürümeye kalksam yirmi yirmibeş km. yolum olacaktı. sarhoştum ama o kadar da değil. yine de yürüdüm biraz. hava çok tazeydi, güzeldi. arabalar da çarpmamak için elinden geleni yapıyorlardı insana. azcık daha yürüdüm, yokuşu görünce korktum. etti mi sana saat dört. apo abi'yi aradım, gel beni al dayı dedim. geliyorum dedi. indirim de yaptı.

akşama görüşürüz, şimdi fabrikanın tişörtünü giyip işe gitmem lazım. demiş miydim, akşama görüşelim. nolur lütfen please. onbiri bulur kendime gelmem. pazar günleri fabrikayı seviyorum, rahatça sigara içilebiliyor laboratuarda. kumru alayıp poğaçacıdan. puaçiciii. kumru güzel isim. kumru mu koysak. adını kahpe koydum bırak öyle kalsın. ben gideyim şimdi. hava da ne güzel. tam balık havası. piknik havası. sarılalım gezelim dolaşalım havası. oynaya oynaya gelin çocuklar, el ele el ele verin çocuklar. kendinize gelin çocuklar. hava diyorum pek güzel. ortaköy'den hisar'a yürüsen koymaz adama. tavuskuşu havası. tarlakuşu havası.

tarlakuşunu biliyo musun

15.10.2010

kimimiz büyük konuşmamalıyız, misal ben. askeri cumhuriyet sınırları içerisindeyken ahd etmiştim, bi daha cuma akşamlarını kapalı alanda geçirirsem beni şey etsinler diye, ama geçen haftalara kadar tuttuğum bu sözümü son birki haftadır yerine eda edemedim. eda güzel isimdir ayrı ca. her neyse, bugün bazılarımız işten eve kendini zor attı, hem de sırf cumartesinin akşamlarına güvenerek. çıkıyorsun cuma akşamı tam da izmir'in orta yerine, sonra noluyor o yorgunlukla, iki bira içip vatoz çarpmış gibi oluyorsun, boyoza benziyorsun, gevrek gibi susamlanıyorsun alkol sosuyla, esnemeye başlıyorsun, ve tadı olmuyor. oysa sabahında şöyle alarmsız zilsiz sekize dokuza kadar uyunan cumartesi öyle mi ya, akşamına kuvvet tazelemiş ve bir kasa birayı iç edebilir kapasitede oluyosun.

bizim neslimiz şahsında şu medeni kanunu piç etmeseydi aslında fena mı olurdu. sözgelimi akşam işten yorgun eve geldin, ayaklarını ayağında ayakkabı diye taşıdığın şeylerin içine paketleyip seni eve gönderdiler, eciş bücüşsün, eve vardık yani onu diyorum. açlığı boşver, sen çıkardın çoraplarını, ben çıkardım çoraplarımı, sonra getirdim bi leğen koydum önüne suyu ısıtıp, başladım ayaklarını ovalamaya, sen aslında bunun ne kadar da önemli bi olay olduğunun, bizim neslimizin bununla yıllarca boşa dalga geçtiğinin farkına vardın, ayak lan bu, boru mu, demiştik ya hani insan ayaklarından başlar aşık olmaya gibi bir şey, sonra sıra bende dedim ben, sen getirdin benim için bir leğen ılık su, ben ayaklarını ovaladıktan sonra, kötü enerjini ayaklarından çekip sktiredip seni toprakladıktan sonra o sırada ne desem yapardın aslında da yine de ayaklarla başlayaydık biz madem, ocakta yemek de yoktu nasılsa, işten gelmiştik, ben aç ve huysuzdum bu yüzden ama olsundum. hatta üşümüşsem daha da huysuzdum, ama olsundum. iki çıplak bir hamama iyi giderdi. çok romantiğim de mi, biliyom.

taşınıyor muyuz?

aslında elimde yeterli laboratuar imkanı olsa ölen bir insanın kemiklerinden elmas yapabilirim bunu biliyorum. cümlelerine aslında ile başlayan insanlara acımayınız, onlar bu kaderi kendileri değiştirmek için bir halt etmemişler ve kendilerine sunulana tüneyip kalmışlardır. yok yok, bi sürü şey vardı işten eve gelirken kafamda yazacak, topluca maça gitti ibneler. dur gelir belki birazdan.

tanışıyor muyuz?

14.10.2010

kimbilir kimlerin doğumgünü bugün. ondördü yani ekimin. kimbilir hangi ilçelerin semtlerin pazarı kuruldu bugün. perşembe, haftanın günlerinden.
o.5 uçlu ince rotring'im bozuldu ve bence günün olayı buydu. iki tane rotring'im var, ince, ki rotring dediğin ince'dir zaten. biri '94 den diğeri '99 dan kalma. bozulan yeni olan. eskisi evde bir kutu içinde şimdi nerde bilemiycem. ama bu bozulan görece yenisi için üzüldüm valla, yayı gevşemiş sanırım. onlardan bulunmuyor ki artık. hadi bul da göreyim.
bugün ben biraz blog yazdım. ne mutlu bana. yatma saatimi öteledim, zaten bugünlerde hırpalamakla hırpalamamak arasında ince bir çizgi var vücudu benliği. ben hiç yazmasam, sen anlasan, ondan sonra da bana yazmalısın filan desen demeye devam etsen, yazmadığım halde yani. ben arasıra geri dönüp, hımm, bunu italik yapmalıyım felan desem.

12.10.2010

internetim olmayalı nerden baksan yedi sekiz dokuz gün olmuş, ve bu sürede ne çok şey hiç değişmemiş. bugünlerde herkesin kapüşonu var, bi sevimsizler bi sevimsizler bi görseniz, hele o erkek olanları yok mu, ama ne kullanışlı di mi bi bilsem. bugün bizim kosti ölmüş, dedemin ikizi. babam son iki senede iki amcasını, bi halasını, bi annesini kaybetti, daha ala yaprak dökümü mü olur, yaşlanmak buysa gerek.

ben o sırada bu geceye sarkan bir iş için işçinin birinin altından girip üstünden çıkmakla, yani kafalamaya çalışmakla meşgulüdüm. işi olmayan bir işidi ama rica minnet yaptırmam gerekiyordu. nitekim başardım ama bu iş yüzünden geceyi fabrikada geçirmem gerekebilecekti, ve annem aradı, böyle böyle dedi, kosti amcan ölmüş dedi. başka bir işçi ben telefonu kapattıktan sonra "abi bize iş çıkardın ya" dedi sitemle gülümseyerek. bak dedim telefonu gösterip gülümseyerek, "büyükamcam ölmüş, ben burdayım." susuştuk üzülerek.

aslına bakarsan, drama derdinde filan hiç değilim şu an. tek düşündüğüm elimdeki projeyi sağlığa kavuşturup şu iki aydır başımın saçını yiyen işi başımdan savmak. ve bunun için sabahı beklemek durumundayım. aslına bakmanı istiyorum ki şu an bu da mühim değil, biliyorsun bazen benim için hiçbir şey mühim olmaz, da peki nedir o zaman mühim olan. mühim de neymiş lan,

yazarak anlatamayacağımı bildiğim, yani bu ölçüde muhteşem, sıradışı, olağandışı, vs. olan şey azdır diye düşünmedim hiç. ama bu cümleyi öyle bi kurmak istedim anlamı daha da pekiştireyim, kuracaktığım cümle şu idi ki, bu kosti namlı, namını gavur bir rum komutanından alan rahmetli moruk öyle apayrı bir adamdı ki, dedemle bu adamın ikiz olduğuna billahi inanmazdınız görseniz ikisini. ama adını kimse bilmezdi, herkes öyle bilirdi onu, kosti, hatta beş erkek oğlunun dördünü birden kosti'nin memet, kosti'nin nihat, kosti'nin x, kosti'nin y, filan diye çağırırlardı. aksiydi, huysuzdu, küfürbazdı, gavurdu, rakıydı, birinci'ydi. yelekti, cep saatiydi, fötr şapkaydı, menderes'ti, pamuktu, balıktı, karamekeydi. ne diyelim, allah rahmet eylesin, evet ondan, gani gani. toprağı bol olsun.

şimdi ben alıyorum o toprak deyip geçtiğiniz şeyi, ondan bir mamul yapıyorum. ara mamul ve yarı mamulleriyle birlikte. bildiğin mamul. mahsul değil, mamul.

o değil de, bugünlerde kendimi mamut yemiş bir boa yılanı gibi hissediyorum. mevsim değişiyor, hissediy, hasss.

hele bi işletmeye gidip geleyim, geliyorum, çayı demle, rakının üstüne pek severim.

3.10.2010

elbet her şey ortaklıktan yana değil dünya üzerinde, ya da elbet her şey ortaklıkla anlam kazanmıyor ama yine de aradığımız ilk olarak şey o. geçen haftasonu adana üzerinden mersin'e geçtiğim bana dünya üzerinde yaşaması en anlamlı gelen insanlardan birini evlendirmek ve bu törende en yakın iki arkadaş kontenjanından üstüme düşeni yapmak üzere. yaptım nitekim. ama ben zannettim ki adana'da iki satır ahmet erhan okumaya fırsatım olur, filan, anma yaparım kendimce, olmadı, yetmedi zaman. mersin'de kendimi adetleri yerine getirirken buldum. ha elbet kendime ayırabildiğim iki üç satırlık saati de körfez'e bakıp yudumlanarak geçirdim. allah'tan dolunay da ordaydı da pek yalnızlık hissettim. filhakika, bu neydi lan, ay dolunayken etrafım biraz kalabalık olur.

her neyse, mesela birine bir fırtına tuttu bizi diye türkü söylerken o size hayranlıkla dahi olsa bönlük içerisinde bakıyorsa, vehamet sözkonusudur maalesef. ya da siz ona adam cebinde taşır senin gibi gelini diye mesaj bıraktığınızda bu ne ki la iyi mi kötü mü diyor bu adam diye işkilleniyorsa bunda pek bir hayır yoktur maateessüf. girişte bulundurduğum ortaklıkta bahsim bundandı. aslında son zamanki gibi yazasım yok da, yazmalı bir işim de olmadığından, sadece arasıra excel'e uğradığımdan, ellerim klavyeden uzak kalmasın diye biraz langırt oynayım dedim. insan bu, hayaller kurar, birlikte langırt oynamanın bile hayali misal güzeldir.

hayat bu bisiklet sürmeye benzer dedi amcanın biri bu haftasonu. ben benzetmeyi sevdim ama kendime göre yorup yonttum. evet, sahi, bazen boşa almaya benzemiyor mu. en çok da hayıtları hatırlatıyor bana artık olmayan. hayıt deyince, mesela kimse bunu bilmek zorunda değil, işte burda ortaklık devredışı kalıyor ve ayrılık'ın faidelerinden nemalanmak burada devreye giriyor. ben birine hayıt'latı tarif edebilmeliyim ki aramızda ortaklık vuku bulsun. bu da ortak olursa o zaman mahallecilik olaya el atar ki o zaman babamdan farkım kalmaz, ki bu kötü.

en çok da, orta yerde "unutamazsın" adlı şarkıyı dilimden kayıtlara düşürmek istedim şu an bir an.