ama arkadaşlar iyidir



31.01.2010

nöbet tutarken bol bol şehri gözetleme imkanım oluyor. bazen kar yağmış oluyor, bazen sis, bazen yağmur, bazen dolu. dört mevsim olayı bir arada yaşanmış oluyor. aşkımızın sevgimizin üstünden yağmur geçti dolu geçti kar geçti, sisi ise unuttuk ey sevgili.
evet tekrarlıyorum, küçükken yapılan şakalarda olduğu gibi yapmak istiyorum, bir kağıda "sevdim inanamıycağn kadar seni esmer kız" yazıp, seveceğim kızın sırtına yapıştırmak istiyorum haberi olmadan, altında da imzam.
birileri benim için bol bol şarkı dinlesin, bilhassa bazı şarkıların özellikle girişlerini sekizyüz kez ihmal etmesin. davullar yaylılar girdikçe beni imlesin.
aylin diye bir isim geçiyordu okumaya çalıştığım kitabın sayfalarında. aşkla ilgili bir öykü arıyordum, aşk; kavuşmuş ama anlaşamamış iki kişi, atıyorum biri sevmiş diğeri sevmemiş, falan felan filan. gündelik hayatın hayhuyu, varoluş bunalımı, sosyal mesaj, bunların hiçbirini okumak istemiyordum. elbette ahmet'in aylin'e olan platonik aşkının ıZdırabını ve müntehir ahvalini de okumak istemiyordum; ne bileyim, ahmet'le aylin bir yerde tanışsınlar, bu yer tercihen kitapçı kafe bar olsun, pekala internet üzerinden de olabilir. tanıştıkları ilk gece yatağa ayrı ayrı kendi evlerinde girdiklerinde çoraplarını çıkarmayı ve dişlerini fırçalamayı ihmal etmeden, mümkünse aylin gözlerindeki hafif makyajı da pamukla tonikle temizlesin; bismillah diyerek sırtüstü yatsınlar, ve gözlerini tavana diktiklerinde ahmet aylin'i, aylin ahmet'i düşünsün, ne kadar da tatlıydı desin ikisi de, -tatlı kelimesi cinsiyetsiz bir kelime bence-; flamingo gibi kız desin, impala gibi, karaca gibi kız desin, aylin'in ne diyeceğini bilemiyorum ama onun ağzı da torba olmasın ki büzelim, o da güzel bir şeyler söylesin içinden, ahmet'i düşünerek uykuya dalsın. ahmet de bu sırada boş durmasın, aylin'in sağ tarafına dönüp sağ elini sünnete riayet edecek şekilde sağ yanağının altına koyarak ve dizlerini karnına çekerek uyuduğunu düşünsün. birlikte uyuduklarını hayal edip aylin'e arkadan sarılsın, kasığı aylin'in poposuna değsin. aylin ordan, "popoma bi şey batıyoo," desin. midesinde larvalar kelebeklensin.

buna benzer, insanda hayal kurmayı özendirecek, aşkı imrendirecek bir öykü okumak istiyordum. sadece isimlere ve bazı kelimelere bakarak sayfaları karıştırdım. evet düpedüz 'aylin' yazıyordu. yirmidokuz yaşındaydım ve bu güne kadar birebir sohbet ettiğim aylin adında bir arkadaşım olmamıştı. adı geçen sayfalarda ahmet'ten henüz haber yoktu, kelimeleri de eledim bir taraftan, mesela içinde transformatör geçen ya da başlığı "telefon parası" olan bir öyküyü okuyacak ruh haline sahip değildim. pekala bunlar da fevkalade bir aşk hikayesine zemin oluşturabilirdi ama tam elli gündür kitap yüzü, aşk yüzü, kadın yüzü görmemiştim ve böyle zamanlarda aşkı arar oluyorum ben. üstelik 'badi' adını verdikleri ranza arkadaşımın sevgilisi asker doğan herhangi bir türk gencine yapılabilecek en kötü şeylerden biri olan askerdeyken terk etmek eylemini gerçekleştirmişken, benim aşk denen naneye karşı olumlu duygular beslemem ve bunun için de aşkla ilgili bir öykü okumam gerekiyordu. bundan önceki öyküde hatırlarsınız, rıza askere gitmeden önce müzeyyen'i terk etmişti sırf kendisine güven vermediği için. müzeyyen'in tek dediği, "hahah, ben seni zaten terk etmiştim!" olmuştu da rıza o an ne kadar da yerinde bir karar aldığını anlamıştı, acı dediğin şey zaten tespihin ikizinden başka bir şeydi, af tazeleyin otuzbir hakeza.

en son ahmet'le aylin kendi kendi evlerinde birbirlerini düşünerek uykuya dalmışlardı. işte bu okumayı aradığım öykü için büthiş bir girişti, nerde tanışmış olurlarsa olsun, kafe bar kitapçı tercihen, internet de olabilir pekala. bir de yazar, öyküsünü mümkün olduğunda sündürerek ama roman tadında asla değil, heyecanı ve çayı taze tutarak, sigarayı kültablasında unutturacak kadar, telefonu sessize aldıracak kadar derin -burda zaten telefon yasak- gibi okutmalıydı bana. aylin hayallerimdeki kız olmalıydı, adı tercihen türküde geçen bir isim olabilirdi ama çok da sorun değildi ve ahmet de o an oradaki ben olmalıydım. tabii ki yazardan o an ahmet'e vatani görevini yaptırmasını beklemiyordum, o kadarı hem özel hayatıma tecavüze hem de müneccimliğe girerdi. ama pekala yarın elli günden sonra ilk kez çıkacağım çarşı iznimde çok özlediğim kitapçıları, çiçekçileri, akvaryumcuları gezerken ben de kendime böyle bir tanışmayı çok görmese miydim; yoksa kısa saçlarımdan, soğuk yanığı yüzümden, bir aydır sivil eşya deposunda sivil çantasında duran artık kırışık giysilerimden ve bilhassa kolumdaki casio saatten, "ayy, asker bu, kaçalım sapıktır deyip kaçarlar mıydı, not da bırakırlar mıydı arkalarından, "o şimdi asker canı neler ister" diye. "ama ben kısa dönemim, zaten bizi orduda da kimse sevmiyor şeklinde calimero moduna girer miydim ben de, ben de yapar mıydım bu ayrımcılığın daniskasını. bilmem...

ertesi gün ahmet elbette aylin'i arabasıyla okuluna bırakmadı, henüz çok erkendi bunun için. araba alacak kadar parası yoktu çünkü. aylin'le tekrar rastlaşmayı umarak aynı saatte dün karşılaştıkları web sitesine girdi. yok böyle bir şey, teknolojinin öykülere bu kadar girmesine henüz hazır değilim; benim okuyucumun da hazır olmadığını düşünüyorum.

ertesi gün ahmet çok hasta oldu. çünkü dün aylin'le ayrıldıktan sonra aylin'in bindiği dolmuşun arkasından sıkışık akşam trafiğinin de yardımıyla beş kilometreyi yirmiyedi dakikada aldı. eve döndüğünde annesi sırtına havlu koydu koymasına ama mikroorganizmalar onu tarumar etmeyi o minik beyinlerine koymuştu bir kere.

ertesi gün aylin'i eski sevgilisi aradı ve tekrar görüşmeyi, yaptıklarını affettireceğini, bundan sonra kulu kölesi olacağını, köpek gibi pişman olduğunu söyledi. aylin'in yelkenleri bir süre naz yapsalar da suyu sevdiklerinden - 'hidrofilik' - yumuşak iniş yaptılar. zaten ahmet'le yeni tanışmışlardı, onu tanıyacak, edecek, filan, bir sürü zaman alacaktı. hazır serdar geri dönmüşken bunu değerlendirebilirdi.

ertesi gün annesi ahmet'e aradığı gelini bulduğunu söyledi. kız eve bir geldi ki gerçekten cillop gibi, 'ama anne' bile diyemedi bu güzellik karşısında. kız da hakkaten on numaraydı; yemek desen yemek, ev işi desen ev işi, güzellik desen selma güneri halt etmiş, henüz bilmiyordu ama sevişmesi öpüşmesi koklaşması da alice harikalar diyarındaydı, e o zaman.

bu yazı tam gaz devam ediyordu ki şerefsiz bir komutan kaldırdı yerimden, darısı bir dahaki çarşı izninin başına. mektuplara açığım bu arada, isteyene adres verilir, er mektubu görülecektir.
tanrım nerden başlamalıyım. çok heyecanlıyım. tam elli gün sonra çarşıya çıkıyorum ve bu sekiz saatlik çarşı izninin mümkün olduğunca az olmasını istediğim bir bölümünü internet cafede geçireceğim, ve rahmetli dedemin bunu hissetmesinden çekiniyorum. çok garip bir duygu sayın seyirciler. işbirlikçisi olduğum askeri birlikten, üç numara traşlı esmer yüzlü arkadaşlarımla ordu halinde, sabah sekiz içtimasından ve öncesinde birbuçuk saatlik mıntıka eziyetinden sonra, nihayet çıkarken taksiciler kapış kapış adam avlıyorlardı, elbette reddettim. çarşıya yalnız çıkmak için tertiplerime küçük yalanlar uydurmuştum. en azından sekiz saat boyunca kalabalığa karnım toktu, hatta tıkabasaydı. çünkü neredeyse iki aydır her şeyi gruplar halinde yapıyor, tuvalete yatmaya vs. gruplar halinde uygun adım gidip geliyorduk. acemilik adı verilen dünyevi işkence dünyasından kurtulup ordumuzun yüksek rütbeli neferlerinin ve halkımızın 'mehmetçik' adını verdiği usta askerliğe erişince de değişmedi durum. eziyet devam etti. and goes on.

niyetim, pek sevdiğim bloguma askerlikle ilgili herhangi bir şey yazmamaktı ama dayanamadım. elbette hanım okurlarımızın iştahını kaçıracak ya da er okurlarımıza gına getirecek askerliğin detaylarıyla ilgili şeyler yazmayacağım, tabii bunu ne kadar başarabilirsem.

çok heyecanlı olmuştuğumu söylemiş miydim. gece iki dört nöbetinde bile normalde uykuya esir düşmemek için çırpınırdım ama bu gece öyle olmadı. uykunun zerresini düşlemedim, soğuk hava bile kesemedi heyecanımı. bunun sebebi ise heyoo çarşıya çıkıyorum, sivile çıkıyorum, insan göreceğim, kadın yüzü poposu göreceğim, çiğ köfte iskender şöbiyet yiyeceğim gibi bir düşle asla kesişmiyordu. sadece bu duyguyu merak ediyordum. haftanın bir günü, o da belli şartlara bağlı olarak verilen bir izne çıkış hissini merak ediyordum. bu teselli ikramiyesini nasıl değerlendireceğimden ziyade, milli piyango idaresine kendim mi gideceğim yoksa avukatlarımı mı yollayacağım düşüncesiydi beni heyecanlandıran. nitekim çıktım, dolmuşa atladım, allahtan ordumuz beni büyük bir ilimizde değerlendirmeye almıştı ve çarşıya çıktığımda yapacak şey çoktu, ben de interneti çok özlediğimden, internet bir yana müzik dinlemeyi özlediğimden bu cafeye geldim, nihayetinde er/erbaş olarak gidebileceğimiz yerler hayli sınırlandırılmıştı. gerçi asker yasak delmeyi sever, ben de öyle. internet cafeye girmeden önce mp3 varsa diye şart koştum. zaten sabahın dokuzunda ortalığa salıverilmiş binlerce genç askerin yapabileceği çok fazla şey yoktu bir pazar günü. ya kahvehaneye gidip kağıt atacaklar, ya mükellef bir kahvaltı yapacaklar, ya kerhanenin açılmasını bekleyip öğlen içtimasını orda verecekler, ya da internet cafelerin açılmasını bekleyip mesenelerini açıp sevdikleri ya da sevme ihtimali taşıdıkları ile söyleşeceklerdi. büyük bir şehrin kenar bir mahallesinden bir pazar günü salıverildik, ahmet erhan'ın "kenar mahallede bir pazar günü" şiiri geldi aklıma, aklıma neler gelmiyordu ki zaten. aklım başını alıp gitmişti.

dükkanlar kapalıydı. canım bir şey yemek istemiyordu. bir an önce müzik dinlemek istiyordum. nöbet tutarken söylediğim şarkılar türküler hep aynıydı, eskiden bildiğim fakat askerliğin unutturduğu şarkıları hatırlatmak istiyordum kendime ve yüksek yüksek sesle müzik dinlemek. bunun bir rsiki vardı elbet, o da milletin ortasında o şarkıları duyduktan sonra yavaş yavaş çözülmek. ama beni tanıyan yoktu zaten bu şehirde. hem asker dediğin ağlar mına koyim, ağlamayıp napsın. hımm, şimdi uzun dönem askerlik yapan arkadaşlar gelip, "lan yaptığınız topu topu altı ay askerlik, onda da muhallebi çocukluğu yapıyorsunuz" diyebilirler pekala. ben de derim ki, "sen devam et hacı, bana bu kadarı bile yetti." içimde zaman zaman dalgalanan bir millet şuuru vardı, suya düştü gülümüz, ötmüyor bülbülümüz oldu o da.

her neyse, askerliğin insan egosuna bıraktığı bir maraz var. belki de sadece benim egoma vurmuştur bu darbeyi, hatta eminim öyledir. insan zannediyor ki o içerdeyken herkes onu düşünüyor. aslında zannetmiyor, sadece an an böyle düşünme gafletine düşüyor. halbuki, askerdeyken bir erkeğe yapılabilecek en kötü şeyi yapan tertibimin terkeden kız arkadaşının da dediği gibi "oysa dışarda hayat devam ediyor!" herkesin işin gücü var, herkesin dertleri meşguliyetleri var, sen askerdeyken senin de olduğu gibi. o yüzden internete girmediği bir buçuk ay boyunca zannediyor ki kendisine mailler yağdı, ondan haber alamayan herkes onu merak etti, -hayır ben asla böyle düşünmedim, keh- sonra gidip bir bakıyor ki nanik. mail grupları sağolsun.

aslında internete girmeden önce yazmayı düşlediğim o kadar şey vardı ki. nöbet tutarken not aldığım cümleleri de almamışım yanıma. bir de istiflemeyi düzgün yapamadığımı fark ettim. düşündüklerimi hep yatay istifliyorum, e alttan bir şey almaya kalktın mı ya hepsini kaldırıp tekrar yerlerine koyman gerekiyor, ya da üsttekileri kaldırmadan çekmeye çalışırken yıkılıyorlar, sen de aradığını bulamıyorsun, karman çorman oluyor. bazen de tetris oynar gibi istifliyorum, o zaman da zaten asla çözülmüyor düşünceler, hiç yazamıyorsun. o nedenle ne demiş ferdi tayfur, "tebessüm edip de kaçma." ya da "sen de mi leyla!"

ya da ne demiş şair, "saçların tarumar, gözlerinde nem"

o kadar boş/dolu geliyor ki her şey, acilen sigaraya başlamam lazım.