ama arkadaşlar iyidir



31.01.2011


outer space is a lonely place

-oğlumuz olursa defol kızımız olursa aptal koyucam adlarını
-oğlumuz olursa moloz kızımız olursa mıcır koyucam adlarını
-salak koysan daha isabetli bir vuruş olurdu bilirsin, beynimden ışınlanmışa döndürebilirdin beni
-şurası çok acıyor, bak bi, bi dokun
-benim de şurası acıyor ama buna kafa yoran yok
-kendini arabanın önüne atıyosun, bok yoluna gidiyorsun. kaldırımda beraber elele yürüyorduk halbuki
-telefon rehberindeki ismimi değiştir ve "çiğ kadın" yap, olur mu
-bu eski sevgililerimden hangisini bile unuttuğum birinin adını "kezban" diye değiştiren sen misin rehberimdeki
-keşke beni arasan ve sesini duyabilsem
-hani senin bi benin vardı omzunun üstünde, onu boyayabilir miyim her defasında farklı renkte
-bana mısır püskülü koleksiyonunu göster lütfen
-turunçgillerden misin sen
-yanımda olmadığın günlere yama yapıyorum ben
-kalbindeki basın toplantısında tek gastecin olmak istiyorum, yalnızca bana konuş
-ama beni daha fazla sevmezsen davamız düşecek sevgilim
-yanımda olmadığın günlerde tebdil-i kıyafetle kanalizasyona düşüyorum
-bizim bilmeceli masalımızda onlarca lamba arasından sadece bir tanesi bu duya uygundu sevgilim ve ben bunu sonunda buldum
-bensizken, seni nasıl sevdiğimde ışığı bir dakka aç kapa
-kalbimdeki ozon tabakası delindi senin yüzünden, ekolojik dengem bozuldu, habitatımdan ayrı düştüm
-gömleğinin düğmelerini üzerindeyken dikip iğneyi kalbine çuvaldızı kendime batırmak istiyorum sevgilim
-"bi daha o kızı görmiyceksin konuşmıycaksın selam bile vermiyceksin"
-okul var mı bugün, öğretmenini seviyor musun
-ben bugün üzgün bir çorba içtim
-taklit de yaparım istersen
-sevdim inanamıycaan kadar seni esmer kız
-üzgünüm reytingin düştü koçum

çok hopba bir kız mı, hayır bence değil. muntazaman zaman / murtaza'm aman. yeni türkü yazdım olmuştu muymuş? burası duştur, gel yıkan bence. yolları tokuştur. bam teli atanda / kafa sökende. yeni türküm devam ediyor, şurası tırt izmir radyosu. alkışlalar doldu bugün / aney / arthur doğdu bugün. ne demiş hacı hasrettin: "ye türküm ye.", orası tırtıl istanbul radyosu.

belki de o bir delgi. tavus kuşu çalarım. biliyorum sen de madonna olacaksın. belki de blues biri o. hoşlanmak yetmez ayrıca. belki de istanbul beşiri hoyratı. ahaha delgeç de bir ilgeç, buyur geç içerimden, delebilirsin, deli mi ne, ne münasebet. kaç dakikalık bir şarkı olmalı sence, makul bir şöy seyle. makus talihimi yeneyim. muhabbet kuşu da sen olursun, sevsin diye zeki müren. aman yesinler yesi

hani bir istikbal marşı olduğunu hiçe sayıyorum, o halde bir şiir dünden beridir. ahmet akif koyanlar varsa da çocuklarının adını, farketmez o da bir şairdir. down sendromlu mic inc. keşişlemenin hangi yönden estiğini ezberleyince şair olacaksın. bu satıra da çocuklarının yazsaydım üsttekiyle aynı yere gelecekti, den den, gibi. noktalar arasında boşlukları uzat lütfen, yoruldum.

elved hesabına göre a [ebced değil miydi diyecek ordan meraklı bir azbilir]

kucağıma oturtup onu çok söveceğim. hayır, kimsenin buna izin vermesine izin vermeyeceğim.

elved a.

-kuantuma çakayım sana bi şey olmasın doktor

27.01.2011



ben bu gif özellikli parçayı bir tumblr üstünde görüp. bana bakmamla birlikte bir şeyler hatırlatması, daha da ihtimallisi çağrıştırması da cabası. hayır hayır hayır, kimseyi hatırlamadım. kendmi hatrladm. mesela sene doksansekizin yaz ayları, haziran temmuz ağustos'un üçünden biri olmalı. adı güzel olan bir yerleşim yeri var bizim o tarafta. hem de anayol üzerinde bi sayfiye yeri. ben lis 2'den lis 3'e geçmişim, babam da ben ders çalışayım için bana kıyak geçmiş ve arkadaşının o sayfiye yerinde bulunan, boş bulunan yazlığını bir aylığına benim için tutmuş. evi bok götürmekte, uzun süredir kirli kalmış, kimsecikler girmemiş, örümcek yuvası bir ev. içeri girdim annemle, temizledik, bana yiyecek aldık yetmesi planlandığı kadar. sonra bizimkiler, ben o zaman üniversite sınavına hazırlanmaktayım, çok ders çalışmamı tembihleyip ortadan kaybolmuşlar. ben onyedi kadar yaşımda yalnız olup eve yerleşmişim. korkusuz bir korkak olup ben. mavi sakal'ın kan kokusu albümü çıkmış o sene. uzay heparı da o sene mi ölmüş ne, kan kokusu'nu dinleyip duruyorum. sabahları altıbuçuk gibi uyanıpdurup, denize gidiyorum denizin çarşafsı haline gözlerimle bizzat şehadet etmeye. şüheda fışkıracak denizi sıksam şüheda. sonracığıma, sigaraya başlamışım yalnızlıktan. aç karna bi tane kısa camel tellendiriyorum. eve çıkıp kahvaltı yapıyorum. onlarca test kitabı getirmişim. okuduğum lise ve hayatımın bana biçtiği hedefler icabı çok ders çalışmam gerekiyor. içimden gelmiyor. aklımda bi kız var, tırmalıyor, elime birkaç kitap alıyorum, beni tımarlıyor.

hani biz bazen yaparız; bir yere yetişmeye hızla koşarken ceplerimiz de doluysa bir şey düşürmüşüz gibi zannedip, hop durup aranırız, bazen bunu bir ses duymuş gibiliğimizden anlarız. bir at, bir at da koşarken bir şey düşürmüş gibi hissetmiş midir hiç kendini,

tabii bu arada şeyde fonda şey çalıyor, buena vista social club'dan o meşhur albüm, gitarda ry cooder var, adamın adı gitar adı gibi zaten, nerde görsem tanırım. ben sotemde getirdiğim kitapları okuyup okuyup okuyorum, denize filan giriyorum. olta sallıyorum denize. o kızkardeşiyle denize ayaklarını sallandırıp üstüne öyküsünü yazan meşhur kadını tanımamışım daha, onun da o sıralar bacaklarındakiler tüy olsa gerek, ben tüyleri seviyorum bu arada. ne diyoduk, yalnızlık arasıra tık tıklatıyor, etrafta bi tane kafe var, adı şey, bir şey nine'nin yeri, şimdi ben hatırlamıyorum ama nine işletiyor. ortalık yerli yazlıkçı dolu, güzel kızları var, bakıyorum, etkiliyor ve etkileniyorum ama o aklımdaki kız pek fena ediyor beni, hergün bi kontörlü kart alıp aramaktan vazgeçerek çöpe atıyorum. bi kere cesaret işte, ev telefonu ya mübarek, babası çıkıyor. o zaman tabi biz kızların babalarından abilerinden korkulduğu çağlardayız.

akşamı ediyorum örümceklerle. tavanlarda felan dolaşıyorlar, yazlıkların sarı balkon lambalarına baktıkça büyüyor örümcekler. ben de zayıfım o zamanlar, örümcek adam gibiyim, dolaşıyorum, birkaç bira atıp, herif yaşımı soruyor, ondokuz diyorum, yemiyor ama veriyor yine de birayı ve kısa camel'ı. sahile iniyorum, işte deniz bu fotoğraftakinden, aynısı. şiirler ne kötü şiirler. yine de özlüyorum tabii.

ova sokak, halıkent mahallesi, ayazma, gül reçelleri, güney kampus, levent lvz sb sitesi, ortaköy mezarlığı, yüzüncü yıl, mecidiyeköy gülbağ, kumbaracı yokuşu, guatemala, basın şehitleri cad., eskişehir, çınar apt., bodrum, kadıköy, hasanpaşa, izmir, sığacık, alsancak, guatemala, izmir, melbourne, when the music's over...
“Merhaba. Sen beni tanımıyorsun ama benim adım Edward Bloom ve sana aşığım.”

23.01.2011

sen de kimsin

iki günlük bir doğa oturumuna çıkmışdım. cuma akşamından oltayı salladım. yemenimi bağladım. yemenimde hare vardı, ne bu çare derde vardı. her damla yaş oyuk oyuk iz bırakırdı kalbimde, hayat şarap gibiydi keder de vardı neş'e de. yola çıktım. günlerin köpüğünü otobüste gerçekleştirdiğim üç saatlik yolculukta uyuyarak atmaya kalkıştım, ama bazıları köpüklü severdi mutlak. otobüsten indiğimde yağmur biraz önce dinmiş fakat tekrar yağmak üzere son hazırlıklarını yapıyordu. kömür kokuyordu ve işte bu önemli bir ayrıntıydı. orda doğalgaz yoktu, kaloriferli ev pek yaygın değildi, doğal olarak ısınmak için tek çare soba yakmaktı ve bizim mahalledeki cümle alem soba yaktığından ortalığı leş gibi bir kömür kokusu bürümüştü. akşamları sis mahiyetinde evlerin çatılarına ve sokaktaki insanların sırtlarına tünüyordu. olsun, ne çıkar bundan.

saat epey geçti, onbire varmak üzereydi ve bizimkilere beni yemeğe beklememeleri konusunda ısrar etmişdim. onlar da varacağım saat üç aşağı beş yukarı belli olduğundan o saatte taze olacak şekilde çay demlemişlerdi, sobanın üzerine kestane sergisi açmışlar ve gözleri televizyonda, kulakları merdivende yükselecek adımlarda beni bekliyorlardı. nitekim geldim. televizyonda zamanın yüksek hit alan dizilerinden biri vardı, çay sobanın üstünde fokurdamaktaydı ve birazdan damağıma hitap edecekti. o saatlerde yemek yemeyeceğimi, yanımda yiyenden de hazzetmeyeceğimi iyi bilen annem, yine de ister miydim diye çorbanın hazır olduğunu söyledi, hadi dedim bir tas yiçeyim. babam şakaya kondu sonra, "iç oğlum iç, sayende biz de içelim, sen gelmesen annenin çorba filan yapacağı yok," dedi. "nankör," dedi annem sinirli sinirli ona dönüp. gün içinde buna benzer yüzelli cümle kurdukları kesindi. gece oldu. epey yorgun olsam da otobüste uyuduğumdan saat yarım olmasına rağmen uykuya pek ihtiyaç duymuyordum. biraz sohbet ettik.

sabah oldu. sobalı evde yaşamanın, özellikle kaloriferli sisteme alıştıktan sonra, çeşitli zorlukları vardır. bir oda hakikaten sıcaktır ama diğer odalar öyle mi ya, onlar da morg gibidir benzetmesi ayıp. kardeşim de geldi sabah. çekirdek aileyi tamamladık. kahvaltı, hahah köy kahvaltısı, müthişdi elbette. filan, akşama tüm ailenin toplanmasını istedim. ben öyle isterim ve ben istedim diye olur. kuzenler, halalar, aileler, torunlar, yemekler, rakılar, yağmurlar. babaannem bu tabloda eksikti birkaç aydır. kötüydü bu eksiklik. kuzenim kötü bir hastalığıa yakalanmıştı. kötüydü. ama mutluyduk topluca. kuzenimin kızı, ilkgözağrım giderek büyüyordu, ona anlatıyordum şimdi hatırlamadığım bir şeyler. başka bir kuzenim, çocukluk yaverim, o da burdaydı. bir gün önce içtiği rakıların çarptığı, yüksek tansiyondan dolayı artık bir dur demesi gereken bizim 'gocaman' da ordaydı, herkes ordaydı. tablo müthişti. ben toplarsam toplanırlar.

yağmuru çok severim. hakiki aileleri çok severim. bizim baba bey bizim evin terasına epey hakimdir. artık işe yaramayan metal su deposunu bozup onu şömine haline getirmiş, haftasonları üstü kapalı terasa çıkıp, bu şömineyi yakıyor, ve anneme yemeğini mezesini hazırlatıp rakıyla zevki sefaya dalıyor. ben de oraya gittiğimde onlara eşlik ediyorum. rakıyı yedikçe sesimizin tonunu ayarlamakta zorluk çeksek de, tartışmalarımız belli bir desibeli aşmadan kapanıyor ve anlaşamadığımız yerlerde işi sessizliğe döküp dışarıda yağan yağmura bırakıyoruz sözü. epey bir şehir, bir iki ülke gezdim ama ben oraya yağan yağmuru hiçbir yerde böyle şiddetli böyle güzel görmedim. mesela istanbul'a yağan yağmur, ankara'ya yağan yağmur yağmur değil kesinlikle. ahmak ıslatan gibi bir şey sadece. ama orda öyle mi, cats and dogs mübarek, öyle böyle değil. harika oluyor seyretmesi, dinlemesi, seviyorum nitekim.

sabah uyandığımda da yağmurun çatıya vuruşlarını hissederek gülümsedim kendime, gördüğüm, annem seslenmeden önce görmekte olduğum erotik rüya da cabası. kalktım, yatağımı topladım, etrafa göz gezdirdim nerdeyim diye. sonra kuşları duydum yine, acaip bir ses potansiyeli var orda bulunan kuş cennetinin, buna tavuklar horozgiller da dahil. ve sonra gördüğüm limon ağaçları. allahım böyle bir güzellik pek az. limon ağaçları. limonlar. dünyanın en tatlı mayhoşları. evet, kafam güzelleşiyordu sanırım.

20.01.2011

incecikten bir kar yağar, tozar elif elif diye. dar heji roke adlı şarkıyı pek severdi, askerde birlikte nöbet tuttuğu, türkçesi kıt diyarbakırlı arkadaşından bu türküyü söylemesini isterdi. o da, "ben söyleyemem dayi, ama bak sana ne dinleteceğim!" deyip, yanındaki yasak cep telefonundan sevgilisini arar ve onunla önce kürtçe birkaç cümle konuşup telefonu hoparlörler açık moduna getirir ve kızın sesini doğanın köründe yankılatırdı. işte bu pek hoşuna giderdi bizim komutanın.

bugün dolunay yine ordaydı. ve ben bunu düşünerek sevmeye karar verdim. "napıyorsun?" dedim, "duruyorum." dedi. "hay allah iyiliğini versin!" deyip gülümseyerek yürümeye devam ettim, cebimin bana uzattığı anahtarla ayaklarımın beni götürdüğü odanın kapısını açtım, içeri dahloldum, ayın orda durmaya devam edeceğini biliyordum. umarım, tam da doğaya açılmayı planladığım cumartesi günü ortadan kaybolmuş olmazdı. hâlâ inanılmaz geliyor bana ikimizin de tek bir aya bakıyor olmamız, bu kadar olamaz tanrım.

aşk bu mu

sevda bu mu

hayat bu mu

bir müddet içtikten sonra, müzik ve ses ona yetmez olurdu. artsın artsın isterdi. daha önce sıkça burda anlatırdı ki bara bu yüzden sık giderdi. evde diyelim. içer ve içtikçe bir müddet sonra müziğin sesi yetmez olurdu. hep de her zaman da komşular muhakkak olurdu. onlardan ayıplığından çekinirdi. ve dolayısıyla en yakın bulduğu kulaklığı kulağına zapt edip sesi sona kadar açardı. kulaklık edinemezse, iki adet hoparlörü iki adet eliyle tutar ve iki adet kulağına götürürdü ardışık olarak. işte bu müthiş gelirdi. ve bunu sadece arkadaşı nazım ortalıkta dolanıyorsa rahatlıkla yapabilirdi çekinmeden, aksi halde yalnızlık gerekirdi, yoksa arkadaşlar ne derdi ama iyi olmalarına iyi.

19.01.2011

merhaba, ben johnnie walker,

bugün akşam işçıkışı karanlık gökyüzüne bir göz atayım dedim. gökte yuvarlak bir cisimcikle gözgöze geldik. bugün akşam işçıkışı karanlık gökyüzüne gözüm kaydı. bir de ne göreyim. dolunay, yusyuvarlak, koccaman. buna benzer bir şeyden bundan birkaç yazı önce bahsetmiş olmalıyım. dünya üzerinde her şey yolunda giderse, ozon tabakası delinmezse, kıyamet kopmazsa birkaç yazı daha sonra bahsederim gibime geliyor. insanın gibisine gelmesi nasıl bir şeydir bilirsin.

dolunay bende hep su kenarında içen adamları çağrıştırır. hep mi bunu çağrıştırır yahu,

i'm keeping walking.

16.01.2011

yalnızlık başa bela, insana neler yaptırmıyor ki. biz buna güzelim şarkıyı piç etmek diyorduk eskiden:


nereye bakıyo bu adamlar
bugün ergin günçe'nin ölüm yıldönümü. bana şiiri tekrar tekrar öğretir. eminim çoğumuzda kitabı yoktur. şunları burdan okuyalım lütfen. sonra da bana şairin bu şiirleriyle anlatmak istedikleri konusundaki düşüncelerinizi yazarsınız.

avcı

kalbim bu sessiz sonbaharda
bugün atlaslara inanma sakın
düz bir tepsidir dünya
yolun sonuna ulaştın artık
güzel bir durum kıyısındasın

bir kırmızı fenersin bir hayli dokunaklı
uzayan kar tipisi altında
kalbim, dağların kaybolmuş senin
kurtlar falan inmiştir bembeyaz ovalara
bir ağlayışı sustuğun belli
şarkılarını söylerken

kalbim göller bölgesindesin
ne olur gölgeli yollardan yürü
avcısın, çünkü bir orman içindesin
sulardan içiyorsun, meyvelerden yiyorsun
tırmanmak istiyorsun bir tepe daha
güleçsin nedense bir çocuk gibi
köpeğine gençliğini anlatıyorsun

güneş bir portakal çığlığıyla battı
tutukluk yapıyor kırma tüfeğin
derme çatma kulübenden uzaksın
kalbim bir telgraf çek kendi kendine
seni bekliyor son yolculuğun
tenha bir istasyonda

ilk karakola teslim ol ya da
köpeği bir dostuna emanet bırak
ormanda bir köşeye göm fişeklerini
anıları bir müzeye gönder istersen
bunca yıl yaşadın yakalanmadın
güzel suçlar işledin bir tarih oldun artık
eğer bana sorulacak olursa

her hüznü her sevgiyi ayakta alkışladın
gül kökünden bir pipo
bir yasemin ağızlık
yadigar kalsın bezirganbaşı
tüm avcılara yadigar kalsın





gençölmek

ay mıdır kar mıdır pencerede
boğulmuş çocukları martılara taşıyan
kara köpek karşı kıyıda uluyor
bence o çocuk öyle gülmemeli

atları çayıra saldım diş kamaştıran erik ağaçları altına
nisan toprağı kalbimde ağarıyor
bence o çocuk öyle gülmemeli
şimdi bir kadın çay demlese

bahçemdeki korkuluk nar ağacıdır
erken ölmüş, iyi giydirilmiş
sular soğuyor ovada duran ince gölgesinde
büyük ateşler, kuytu köyler gibi

alınlarına vişne çiçekleri yağan
o kızlar, delikanlılar ve lohusalar
oyulmuş bir bebektirler ıhlamurdan
kestane mangalları, masallar, talikalar

ölüm alışsın artık bize
bir dans gibi bahçemize gelsin
gelsin otursun ılık minderimize

ben o çocuk öyle gülmemeli
ay kar gibidir pencerede




saçmasapan bir şiir

"kedi pepik". evet, kendisi bir çeşit bilgelik taşır
"çuv köpek" ise öldü. ömrümün yorgun kısımlarıdır
aklımla ben birbirimizi oynatıyoruz
tarlam yağmura esintiye deliliğe açıktır

kaç gündür boş duran bir tabanca gibiyim
insan şapkasız da delirebilir kumral ve sarışınsa

aklımdan geçenler bugünlük bunlar
ve tabii birtakım hovardalıklar
vergi ödemeden yaşıyor olmalıyım

yüzüm de bir kedidir boş zamanlarımda
kalbimde kuş kadar bir köpek havlar
kafkas haritasından çerkes köylere indik biz
atlarını vurdu ve-gömdü, kente-yerleşti
gümüş eğerlerini karartıp sakladı
ne diye homurdanır sanki dedem

iğdiş geyik gibidir çerkes tabanca olmayınca
çaresi arada kovboy sinemaları

kamu düzeni ile aramda fark var

şakayla öfkeyle geçti şu son beş on yılın delilikleri
bir köpektir çerkes aklı, ağzından bulutlar akar
ben maymundan falan türemek istemedim
kediden, köpekten ve attan gelirim

evde herkesten daha iyi yazarım
arada bir pencereden bakarım ve daha eğlencelisi
yokuştan ilk çıkanı öldürmektir işim

tuhaf bir adamım arada tabancam tutukluk yapar

aklımdan geçenler bugünlük bunlar
ben asılırken bile gülen adamım

sevr ve lozan bana vız gelir

çerkesler bile eskir zamanla fakat
şimdi anladım ki bende ölüm kokan bir dalgınlık
yaşar
kaç kere söyledim evdekilere
"n'olur bir kedi alalım, n'olur bir köpek alalım
"insan boş bir tabancadır ama bakarsın birgün
patlar!
komşulardan çekinmesen hüngür müngür ağlarsın
o zaman da hergele gazeteler yazar

aklımdan geçenler bugünlük bunlar
oğlum ergin sen galiba üzüntülü adamsın

tanrı bile baksana senle oyalanıyor

çerkesce konuşmayı bilmezsin, lazca bilmezsin
unuttun bıçak atmayı ve saplamayı
adam olsan bir köpek ve bir tay edinirdin
ellerini yalar keçilerin sabah esintisinde
bana kalırsa kendinden boşan
bir celsede boşanırsın
yeter artık bu kadar yabancılaşman!

13.01.2011

kolları bağlı odysseus

bunu yarın hatırlamak için yazdım. yarın ya da daha sonra bunu yazmalıyım.
bizim ergenliğimizde ve onu takip eden ilk gençliğimizde çok sevilirdi, adettendi. şimdiki durumun nasıl olduğunu bilemiyorum, ilkgençleri takip etmekte zorlanıyorum. "abi, niye böyle oluyo bu amına kodumun dünyasında?" dedi stajer çocuk. ilk defa küfrettiğini duydum o uysalın. işyerinde böyledir, yanındaki iş arkadaşlarıyla daha çok diğerleri hakkında dedikoduya evrilir muhabbet, ve kimsenin bunu sevmediği gibi ben de sevmem, ve ama diğerlerinden farkım, ben bunu sevmemekle birlikte yapmam. başka ne konuşacaksın, özellikle benim gibi cümle fakiriysen. işe odaklanırım, harıl harıl çalışırım, hem de görsen öyle böyle değil, şaşarsın bu salyangoz nasıl böyle fırıl fırıl dönüp emir alıyor rica ediyor diye. her neyse, böyle stajer çocuklar geldiği zaman da sohbet ayaküstü kahve molalarında aşka meşke dayanıyor, çünkü onların duyguları pek taze, hem de lise çağındaysa.

bu çocuğun en büyük lüksü neskafe içmek. "abi neskafe içelim mi?" en tatlı sorusu bu, "şunu halledelim de içelim ahmet," diyorum, bi koşu hallediyoruz. sonra o kahvelerimizi hazırlıyor. "abi şunu içmesen?" diyor sigarayı gösterip, "adamı hasta etme lan!" diyorum ve susuyor. fakir bir çocuk, hem de epey fakir, babası yok, bizdeki stajından çıktıktan sonra bi ekmek fırınında çalışıyor geceleri. haftanın üç günü bizde, iki günü okulda. meslek lisesi son sınıf öğrencilerinin böyle bir staj zorunluluğu var.

üzgünüm, benim anlattıklarım genelde böyle arabesk oluyor ama napiim yaşadıklarım öyle. bu çocuk birbuçuk yıldır bir kızdan hoşlanıyormuş. hoşlanmak ne demek? seviyormuş. anlatıyor: "abi, bir sene uğraştım telefonunu alabilmek için, en sonunda verdi, mesajlaşmıştık, görüşecektik, dün görüşmeyelim diye mesaj attı." "derdi neymiş?" "bilmiyorum abi, dün msn'de kamera açtık, yarım saat belki bir saat konuştuk. sonunda ağladı, 'görüşmeyelim,' dedi kapattı." "niye ağladı ki?" "bilmiyorum abi, 'ben senin düşündüğün kadar sana layık değilim,' dedi."

içimden gülüyorum, hâlâ aynı hikayeler yürürlükte demek ki diyorum kendi kendime. devam ediyor: "hani gıda çarşısı var ya abi, orda bi mahalle var, biliyorsundur?" derken yüzünün şekli değişiyor, orda oturan insanların durumlarını anlıyorum yüzüne bakınca. sen de anlıyor olmalısın ben böyle deyince, şüpheyle karışık. zaten iki ihtimal var öyle değil mi, ya çok fakirlerdir gecekondu mahallesidir, ya da geneleve yakın bir mahalledir ve kadınları da öyledir. "gıda çarşısını biliyorum da mahalleyi bilmiyorum, ama anladım," dedim. "işte abi, ben de 'önemli değil ben seni seviyorum' diyorum ama ikna edemiyorum kızı."

"ahmet, bırak bu işi, vakit kaybetme böyle durumlarla, sonra dönüp bakar ben napmışım ben kimi ne kadar sevmişim deyip vahlanırsın, şimdi sana çok büyük geliyordur ama geçecek," dedim. şöyle bi geçmişe gittim. "ben altı sene bekledim," dedim. "sonra noldu abi?" dedi. "davetiyesi geldi, ben de üstüne şiir yazdım, sonra günlük kabuğu yaktım ve yakarken o şiirle tutuşturdum." dedim. bizim orada birisi öldüğünde ardından okunan mevlitlerde günlük yakarlar. ama ben hiç ben kimi niye de sevmişim diye vahlanmadım. durdum.

sonra sahile gittim. ben herkesle uzun saatler geçiremem sahilde. biraz seçiciyimdir o konuda. hele bir de içki de içmiyorsam çok zordur. hint kumaşı olduğumdan değil, fıtrat icabı. yoksa beni kimler seçsin. sonra aklıma gelmiştiği geldi aklıma. sahi, o, kimseyi çok sevmiş miydi, soracak gibi oldum, soracağımı anlar gibi oldu, sormadım, söylemedi. o, benimle yaklaşık aynı dönemde yaşarken ergenliğini, ilkgençliğini, o da çok sevmişti de ondan mı böyle uzaktı, ondan mı böyle uzaklaşmak üzerine kurmuştu hayatını. onun da, "ben de ..." diye başlayan bir kocaman hikayesi var mıydı hepimizi hüzne garkedecek, olmuş olmalıydı da ben bunu zaten dinlemeyi kaldırabilir miydim o kadar seviyordumken. aklıma takıldı.

bizim zamanımızda çok sevilirdi. en yakın arkadaşınla aynı kızı severken bile çok sevilirdi. hâlâ da öyledir bazı yörelerde.

görüşürüz.

10.01.2011

iyileşmeye başladığımı canımın içki çekmesinden anlıyorum, ki bu iyileşmenin başlangıç safhasını canımın sigara çekmesi ve dumanın kokusunu almam oluşturur. askerden döndüğümden bu yana bu kadar ara vermemiştim. "dikkat!" çekilirdi, ve iki saat soğukta, tam da ocak soğuğunda ayakta eğitim aldıktan sonra komutan lutfeder ve, "bir dakika!" deyip duraklar, ki bu duraklamanın süresi de nizama tabidir, "istirahat et!" diye bağırır, beşyüz kişinin elleri ceplerine gider, bu bir dakikada soğuğun şişirdiği ve vücudu ısıtmak için kıyasıya doldurduğu böbrekleri mi boşaltacaksın, yoksa sigara mı içeceksin. dalga geçer gibi. gibisi fazla. koskoca bir ordu dalgalarla büyüyor, "kim geliyor, kim geliyor, astlarıyla üstleriyle örnek bir bölük." gerizekalılar.

beni çok mu yalnız bıraktılar sevgilim

hani insan bazen hayalin bir ucundan tutar da sonrasında sonrası kendiliğinden gelir, bana böyle olur çoğunlukla. bir kurmaca yazacağım zaman da böyle olur, banyoda otobüste tuvalette yatakta vs aklıma bir fikir tüner ve sonrasında bir bakarım ki zihnim onu kanatlandırmış, ve o an yazmam gerekir. hayal de şöyle, ben tek başıma içmeyi çok severim. haftanın bir gününü insan görmek için dışarıda geçiririm, dışarıdaysam ve akşamsa bilin ki içiyorumdur, ama bu içilen şey bana kesinlikle yetmez. o akşam ne kadar içmiş olursam olayım, ertesi gün veya başka bir gün mutlaka tek başıma içmeliyim. tek başıma içerken de kendi seçtiğim müziklerle girerim, ilk kadeh veya şişede bir şeyler karalarım, ondan sonra hiçbir şeye dokunmam, öylece dinlemeye ve içmeye devam ederim. yeterince kafayı bulmuşsam bilin ki msn'deyimdir. msn'de online isem bilin ki içiyorumdur. içmiyorsam kesinlikle online değilimdir. hiç çaktırmıyorum değil mi, ama bu hep böyle gelişir. hani şimdi, hayal dedik ya, ben bi başlarım, sevdim, çok sevdim, sevildim de, evlendik, birkaç hafta geçti, ikimiz de normal buluyoruz, sonra bana haftada bir gün tek başıma içmeyi çok görecek mi, ya da ben haftada bir gün tek başıma içip müzik dinleme ihtiyacı hissetmeye devam edecek miyim, bunlar büyük arşivsel sorular, elbette hiç önemi yok ama düşünmüyor değilim.

"gidiyorsun işte, gitmektesin
mani mi dinlemektesin
aptalım ki ağlamaktayım" bu replikler hangi filmdendir bilene iki adet bira, fıçı

duman, yürekten: bu şarkı başlar başlamaz elim mouse'a gidiyor ve hemen şarkıyı ikinci dakika ellibeşinci saniyeye getiriyorum. bunu ikiyüzelli kez yapmışımdır rahat, özellikle içerken, hemen elim hoparlörün kulağını çekip çeviriyor ve ortamdaki ses etrafı rahatsız edici boyuta geliyor ama kendimi alamıyorum. tekrar üstüne tekrar. bu pek çok şarkıya yaptığım bir uygulama. napiim, olduğu gibi sevemiyorum pek çok şeyi, illa bir tenkit illa bir koca dırdırı, üzgünüm leyla.

duman, ah: bu şarkıyı ben keşfettim desem, üstüne bir de yemin etsem, yemin ederim başım ağrımaz. sene ikibiniki aralık, ankara'dan hiç içime almadığım ama altı yıl ağzımda gevelediğim bir arkadaşımın aşkısını kusup gelmişim, tekme tokat girişmiş bana sıvılar, sabaha karşı otobüsten inip güneş doğmadan yağmurlu bir beşiktaş sabahında dördüncü kattaki öğrenci evimize girmişim, bir de ne göreyim çatı nasıl damlatıyor, ev arkadaşım seferber etmiş bütün kap kacağı, dım tıs dım tıs usul usul damlıyor, uzakdoğu işkencesi işte bu. ev arkadaşım gamsız, bendeyse her ikimize yetecek seviyede gam, işte o sıralar çatımızdaki nemin duvarımızı yıktığı gibi o gam ben yiğidi yıkıyor, pür pak ediyor. sonra bir öykü patlatıyorum sulu sepken diye, acaip iyi gidiyor duruma. öyküyü en sonda bulacaksınız, daha önce de koyup silmiş olmalıyım buraya. şimdiki zamanın bir hiçi olarak geçmişle bir kısa süre daha idare edeceğim, bahara kadar, baharda biliyorum yine gelecekler. işte o zamanlar duman'ın bu albümü çıktı, "her şeyi yak" adlı müthiş yorumlarını da içeren. ah'ı o zaman ben keşfettim. bu kadar.

blind lemon jefferson, matchbox blues: işte benim sevdiğim tarzda bir blues şarkısı. ben daha önce de ifade etmiş olmalıyım ki küçüklüğümde kibrit kutusu koleksiyonu yapardım, hatta fotoğrafını da göndermiştim dünyadaki bir kişiye. tuttum sonra büyüdüm ama kibrit kutusu gibi kızları sevmeye devam ettim, edeceğim.

chet baker, thrill is gone: şarkının yaratıcısı b.b.king'in çakıp söylediği versiyonuyla bu yorum arasında dağlar var. klasik caz dinleyemem çeşitli sebeplerden dolayı ama chet baker başka, bir de chet baker'ı nedense cesare pavese ile eş zamanlı anarım, onu dinlediğim ilk zamanlarda onu okuduğumdan olabilir. birlikte hareket ederler. severim. bu şarkıyı hayata karşı ilham beslemek amacıyla b.b.king'den dinlemek lazım gerektiğini düşünüyorum.

the tea party, temptation: aa bu şarkıda bağlama var, iyi şarkı. bu albüm de iyidir. temptation deyince aklıma tom waits gelir elbette. hepsi iyidir, hepimiz çok iyi insanlarız. sevgilim beni neden yalnız bıraktın.

turgay özüfler, ah helidoni mou: sait faik öykülerinden kalma bir alışkanlıkla aşık olduğum rum kadınlarına adıyorum bu enstrümantal çileyi, onları hiç görmemiş olsam da. ah helidoni mou, kes bu kordonu, bunu bir yerden hatırlayan var mı?

moby, dream about me: moby bu, az değil. büyük adamdır gözümde, büyük balıktır. çok büyük. bu şarkıya gerçekten yakılır.

the whitest boy alive, island: evet bu son dönemlerin concon grubu da mayıs sonunda istanbul'da nevizade'de şahika tarzı bir yerin terasında karşılıklı içmek için müthiş bir bahane. ben olsam hiç durmaz sürkeli çalardım, öyle bir ortamı bulmuşum, daha ne isteyim.

tofiq guliyev, sene de qalmaz: bu yorum beni şöyle bir uzbekistan'a kırgızistan'a kazakistan'a gönderir, ama kapıyı kapalı bulur ve geri dönerim.

cesaria evora, bia d'lulucha: benim de ilk olarak ausencia ile tanıdığım bu halam, bu şarkısıyla epey bir sabah benimle dans etti, halalarla dans etmenin tadı başkadır. onlar kızları gibi değildir, gülmeyi bilirler. gülen kadınları seviyorum, gülen insanları seviyorum. bir kadın gülmeyi bilmelidir. bazı şarkılar öyledir, o çalarken karşınızda bir ihtimal oturuyorsa o ihtimal evrensel bir gerçeğe döner, size de olmalı bu, izin verin.

markos vamvakaris, mavra matia mavra fridhia: yunan ezgilerine uğramadan geçemedi winamp. bu bindokuzyüzotuzlardan kalma amcada ise sadece yunan melodizmi yok, ekstradan akdenize uzanan bir kısrak başı var, portekiz fadolarının tadını almanız bile mümkün buzukiyi dinlerken.

üç hürel, son günümüz: türk popunun medar-ı iftiharı ve aşılamamış bir topluluğu olarak çok sevip çok saydığım bu grubun yine önde gelen şarkılarından biri. iyi bir veda oldu bu post için. bu adamda harika bir ses rengi var. tayf mübarek.

bu da hediye:



M. yöresinde deniz otlarından ve kabuklarından elde edilen İsmiLazımDeğil kişi mizacı; safra, muhat (balgam), kan (dem) ve sevdadan üretilip, yurt odalarında ve nemli binalarda eskitilmiştir. Alkole batırıp duman altında saklayınız.
Suyuk


Sulu Sepken

Şimdi hatırlıyorum da, ağlamaktan gözlerim şişmiş miydi acaba? Fark etmişler miydi ağladığımı, fark edip sana söylemişler miydi; Rıza çok kötüydü dün akşam, hastaneye kaldırdık, diye. Acımış mıydın bana? Sarhoştum, hatırlamıyorum.

Kanunî Rıza Paşa, çıktığı Ankara seferinden büyük kayıp ve yenilgiyle döndü sayın edebiyat tarihi öğrencileri. Kendi kendine koyduğu, kafasında hepsinin kellesi başına birer ampul yaktığı, beraber yatıp kalktığı ancak kimsenin oralı bile olmadığı şifahi maddelerden oluşan kanunlarıyla İstanbul’dan Ankara’ya dostlarını ziyarete çıkmıştı.

Orada, kahpe Bizans asıllı olduğunu sonradan keşfettiği bir kadınla tanıştı. Tabii bu gönülçelene karşı ne kanun kaldı ne hesap kitap; defteri dürüldü, o kış ortasında yegâne ısıtıcısı olan ciğeri söküldü bu devletlere taş çıkartacak güzel tarafından. Ardından da sadece şuh bir kahkaha bırakmasın mı! İstanbul’a geri dönüş için yeterli cesareti topladıktan sonra, bıraktığı şehrin Yıldırım Beyazıt’tan bu yana gelen lanetinin kendisini de vurduğunu düşündü trende, rakının yaverliğinde. Ha Timurlenk, ha ÇileOPapatya.

Döndüğünde de tabiat kanunları yakasına yapıştı Paşa’nın. Sabaha karşı trenden indiğinde şehir acayip yağmurduyordu. Rumeli Ovası sise gömülmüş, yağmurun yansımalarıyla aydınlanmaya çalışıyordu. Bu yoğun yağmuru, Bolu Dağı’nın zirvesine astığını sanarak geçici bir rahatlık yaşadığı ve fakat aslında başkentten bu yana onu takip eden terk edilmişlik yumağına yordu. Buna benzer, ha bire bir şeyleri bir şeylere yorar, oralardan kendine yeni yeni kanunlar ve kararlar tasarlar, kafasında ölçüp biçip, nice faniyi hayalgücünün darağacında asardı. Yorduğu şeylerle en çok da kendini yorardı ya, doğası böyleydi Paşa’nın.

Yağmurdan ve yakasını bir türlü bırakmayan terk edilmişlik yumağından kaçmak için bir an önce son kattaki dairesine sığınmak istiyordu. Ev arkadaşını uyandırmamak için kapıyı sessizce açtı ve odasına girdi. Işığı açtığında, dışarıdaki yağmurun yoğunluğu çok azalmış bir biçimde, adeta bir piyangonun teselli ikramiyesiymişçesine odasında da yağdığını fark etti. Ne var ki; ev arkadaşı bu durumu daha önce keşfetmiş olduğundan, pencere kenarındaki yatağının üzerine saray mutfağından geniş tencereler siper etmişti; kornişlerden damla damla mermi yağıyordu... Paşa duraksadı, bütün çağların kızgın adamlarının diline doladığı sunturlu birkaç küfür savurdu. “Fesuphanallah,” buyurmayı ihmal etmedi cümlenin sonunda… Yıldırım’ın gözyaşlarıydı bunlar, kesin… bırakmamıştı işte peşini... Morali bozuldu, hanedanın tek üyesi olduğundan ve hemen yan odada kıçını devirip yatmış, atlarını otlatırken bir ağacın altında uyuyakalmış seyis gibi horuldayan ev arkadaşından ne köy olurdu ne kasaba, ne sadrazam ne veziriazam.

Yalnız kalmak istemedi, sabah sabah uykusu da kaçmıştı, en iyisi milattan beri arkadaşı olan Hüseyin’e gitmekti; komşu komşunun bazen kahvaltısına da muhtaç olabilirdi. İki sokak yürüyüp zili çaldı. Paşa’nın yaveri Hüseyin’in gözlerinden biri açılmış diğeri de açılmak üzereydi kapıyı açtığında. “Hayırdır lan!” dedi. Paşa, bu kaba karşılamaya karşın istifini bozmadı; bozgun yemiş, bütün kaleleri zapt edilmiş, bütün tersanelerine girilmiş olsa dahi, o hâlâ Kanunî Rıza Paşa’ydı.
Hiç konuşmadan içeri girdi. Hüseyin tuvalete gittiği sırada müstakbel zevcesi uyanıp, “Kimmiş o hayatım?” diye seslendi: “Rıza’ymış canım.” Hemen kalktı Feride Hatun. ‘Hayırlı sabahlar’ı bırak, zamaneye uygun ‘günaydın’ bile demeden, “Rıza, ayrılmışsınız?” dedi. Şaşırdı Paşa, ne çabuk ulaştırmışlardı güvercinler haberi. İçindeki ateşi harladı, dumanıyla okkalı bir küfür daha gönderdi Ankara’nın burçlarına. “Öyle oldu,” dedi.

Kahvaltıda ayrıntıları anlattı. Başlangıçta birer tırtılken Susam Sultan’ı coşturan; ve Paşa’nın bütün temkinliliğini, kanunu, dinini kitabını alaşağı eden, sonsuz biat etmiş bir yeniçeri ordusuna benzeyen aşk böcüklerinin, birden nasıl olup da Sultan’ın midesinde semirerek, rengarenk kelebeklere değil de, isyan eden hamamböceklerine dönüştüğünü anlayamadığını ve sonunda zaten elinde zar zor tuttuğu kara parçalarını da orada bıraktığını anlattı… Doğanın rutubet teorisi gözlerine hükmetti Paşa’nın…

Hüseyin ve Feride, Rıza’yı yalnız bırakmanın sakıncalı olacağını düşündüklerinden o akşam onlarda kalmasını istediler. Kendine gelir diye de iki bira içirdiler. Eve gitmeye kararlıydı Paşa, dediği de dedikti ayrıca. Zaten kafasına yağan sazlı sözlü sağanaklar, eve gidip iki bira daha içerek rahat bir uyku çekmesini, ertesi gün de elinde kalan son sokakları saymasını emretmişti. Susam Sultan bütün sokaklarını dolaşmış olsaydı, onu terk edemezdi.

Hüseyinlerden kalkıp evine vardığında, tam şehrin anahtarını yerleştirmişti ki kapının altından sular aktığını fark etti. Yooo, bu kadar rutubet fazlaydı; sarayın çatısı uçmuştu da yağmur içeri mi yağmıştı tümden, yoksa içindeki iki bira hacminden ibaret olan sarhoş deniz, Paşa’nın sultankayığını bu şiddette sanrıya yol açacak kadar mı dalgalandırıyordu… Anahtarı çevirdi, sağ ayağı bir su birikintisine doğru gömüldü, sonra da diğeri… Işığı açtı. Sarayı su basmıştı ve hamam-ı hümayundan gelen su sesleri her yerde yankılanıyordu. İki ayağında on balık büyüdü banyoya gidip, kim bilir ne zamandır açık olan musluğu kapatana kadar… Hemen ev arkadaşını aradı, söylediğine göre gündüz sular kesikti ve dışarıda yağan yağmura nispet yaparcasına ikisinin de beyninde şimşekler çaktı; telefon dalgalarıyla, Rıza’dan ev arkadaşına, Rıza’dan ev arkadaşına, küfürler iletildi… “Çabuk buraya gel.”

Hayatın böyle dramatik bir olayı bu kadar sulandırması çok ilginçti.

O sırada önünden bir terlik geçti gitti Paşa’nın, kayık misali. Bunu Susam Sultan hediye etmişti ayacıkları üşümesin diye. Duygulandı… Biraz vakit olsa, üzerine sövgülerini yazdığı bir kâğıttan yapacağı gemiyi, sarayın içinden geçen nehre bırakıp, ‘şu terliği takip et’ der miydi, veya bu da durumun vahametine bir olta mı sallardı, bilemiyordu.

Birkaç dakikaya geldi ev arkadaşı. Sular kesikken musluğu açık bırakmıştı ve olan olmuştu. Evdeki, pardon, saraydaki suyu kovalarla camdan beş kat aşağı boşaltarak tahliye ettiler. Hüseyinlere gitti o gece Rıza. Ev arkadaşı da sevgilisine.
Anlaşılmıştı... Fetret Devri kaçınılmazdı; tebdil-i mekân ilk umuttu.
Ertesi gün, sular çekilince başka bir eve çıkmaya karar verdiler.

Kanunları olduğu gibi çeşitli ritüelleri vardı Paşa’nın, ‘taşınmak’ ayininde olduğu gibi. Müzik açtı, birkaç bira aldı eşyalarını kolilerken. Ev arkadaşı işten gelene kadar sakin sakin yapacaktı bu işi. Her ganimette gözleri doldu, birer yudum aldı, şarkılar dalga dalga yayıldı. Yardıma gelecek olan Reşat’a telefonda şarap ısmarladı. Hüseyin de çıktı geldi birkaç birayla. Herkes bir tarafını işgal etti sarayın. Saray orkestrası ‘yârin bu kadar cevri gelir miydi hayale’ diye inlerken… Koliler, bantlar, çuvallar, battal boy çöp poşetleri. Bir taraftan da alkoller. Kafayı buldu Paşa. Fena buldu hem de…

En son gömme dolabın içindeki giysileri katlarken görülmüştü, sonra da dolabın içinden yükselen hıçkırık sesleri, ‘yüreğim kanıyor’. Tuzlu sular, yağmur suları, biralar, şaraplar, kanlar, bütün salgılar*, hepsi birbirine karıştı.
“Paşa Çıplak!” diye bağırdı sırılsıklam muzip bir tahtakurusu.

Tebâ el koymadı duruma, sustular, üzüldüler. Ev toplandı o gömülmüş hıçkırırken. Gece oldu. Evi o halde bırakıp ertesi gün gelerek boşaltma kararı aldılar. Rıza’yı hiç, bu kadar (parantez içinde) görmemişlerdi… çıkardılar… kendi aralarında konuşup en yakın ev olan Hüseyinlerinkine götürülmesinde sözleştiler.

Gidemedi oraya kadar bile. Gözlerini kapayamadı. Daha da ağlayamadı. İçinden hiçbir şey çıkaramadı Rıza. Birikti, birikti, birikti…

“Alkol koması,” dedi başmabeyinci. Sabaha karşı serum yarılanmıştı ki kendine geldi Kanunî Rıza Paşa. Nöbet değiştiren hemşirelerden biri sordu Hüseyin’e, “Ne oldu arkadaşınıza?” “Şarapla birayı karıştırdı da ondan oldu herhalde.” “Biz de karıştırıyoruz ama bize bir şey olmuyor,” dedi kötü kalpli cadı.

Oysa, altı üstü ormanda yediği elmadan zehirlenmişti Kurbağa Prens.


* * *


“Ananne, ben Fetret Devri’nden çıkana kadar bana ‘Paşam’ deme, olur mu?”

“O ne ki oğlum?”









* Ortaçağ Avrupası’nda geçerli olan felsefeye göre, evreni oluşturan ve ‘anasır-ı erbaa’ olarak anılan ateş, su, hava ve toprak insanın dış dengesini sağlarken, ‘ahlât-ı erbaa’ olarak anılan ve mizacı oluşturduğuna inanılan salgılar kişinin iç dengesini oluşturur. Bu salgılar safra (sarı), balgam, dem (kan) ve sevda (kara safra)’dır ve ideal insanda her salgının eşit miktarda bulunduğu görüşü egemendir. Salgılardan birinin eksik ya da fazla olması halinde kişi asabi, ağır tabiatlı, sıcakkanlı ya da melankolik mizaçlı olabilir.










9.01.2011

altı günlük bitmez tükenmez bir mesai sarhoşluğunun ardından, üzerinize afiyet biraz soğuk almışlığımdan dışarı da çıkamadığımdan, bloga uğramayayım da napayım. film de izlemek istemiyorum. müzik varsa yoksa müzik. ve dua, işyerinde bir sorun çıkmasın da çağırmasınlar. sizlerle bir oyun mu oynasak, ya da çoğunlukla gibi kendi kendime mi oynasam.

evet izmir'i tek başıma elime yüzüme bulaştırdım, içinden çıkamadım, yardım istedim sadece, olmadı.

şarkılara mı baksak biraz winamp'ın insafına göre. klavyedeki "b" tuşu shuffle modundaki winamp'ta sıradaki şarkıya geçer, "z" tuşu ise bir önceki şarkıyı tekrar çalar, bunu bilmek epey iyi bir şeydir. en azından ben çok faydalandım.

stevie wonder, superstition: funky bir ritm. fena değil pazar günü.

the cure, close to me: iyidir iyi. bu grubun baslarını herkes gibi ben de çok seviyorum. hoparlörlerim de tazeyken, the holy hour dinlemeden geçmeyeyim en iyisi. bu arada bu faith albümü bindokuzyüzsensenbir'de çıkmıştı diye hatırlıyorum. ben doğduğum yıl. ne demiş müslüm gürses, yağmurlu bir günde doğdum anamdan, gökler ağlıyordu ben doğdum diye. evet evet bu albüm yağmurlu bir havaya ve lise yıllarında geri vokallerinde öpüşülen izbe kafelerin kasvetlerine pek uygun, ki benim lise yıllarımda böyle bir hayatım olmadı, kafe köşelerinde öpüşmekten ziyade yollarda öpüşmeyi kesinlikle tercih ederim laf aramızda. müslüm gürses demişken bir hileyle ona geçebiliriz.

müslüm gürses, hangimiz sevmedik: görece hareketli olan bu şarkı, kafası özellikle keyifliyken daha bir keyif verir insana. sarhoşken araba kullanma isteği doğurur içinde. sarhoşken araba kullanmak konusunda iki kez ceza aldım, bunun hoş olmadığının farkındayım, napayım dünyadan çıkış yollarını sarhoşken daha içim rahat arıyorum ve ama duvara karşı'da depeche mode'un i feel you'suyla açılan sarhoş ve arabalı sahnesini unutamıyorum. o halde buna geçelim.

depeche mode, i feel you: bu şarkının placebo coverı da vardı, tam da brian molko havasında bir şarkı gerçekten de, ama orijinalinin yeri ayrı elbette. shuffle please;

thao with the get down stay down, bag of hammers: ne biçim bir ismi var bu grubun, bir albümüyle arşivimde yer eden bu grubun aynı albümden en beğendiğim şarkısıdır bu, indie kavramıyla tekrar tanıştırıyor bizi.

ilhan irem, dua: oha, biraz sert bir geçiş oldu yerli müziğe. ama iyi şarkıdır, hem de epey iyi. ilhan irem deyince de aklıma boşver arkadaş filmi gelir. tarık akan ve güzelliğinin doruklarında bir selma güneri seyrederiz bu filmde. fonda hep ilhan irem'in plaktan çalındığı özellikle gözlenen boşver arkadaş şarkısı. böylesi tek şarkı üstüne bina edilmiş filmleri de ayrı bir severim eğer o şarkı güzelse. ama bu filmde selma güneri'nin bulunması, benim için filmin defalarca izlenirliğini, özellikle de tarık akan'ın boşver arkadaş çaldığı bir sahnede onu tokatlayarak yaptığına pişman ettiği sahnesiyle arttırıyor. selma güneri'nin varisi olarak, yani pek çok kimsenin güzel bulmadığı, güzel bulanlara şaşırdığı bir kadın olarak, ama benim güzellik anlayışıma tam da uyduğu için, şimdilerde ceren moray'ı gösteriyorum. pek çok kişinin ismini bile bilmemesi önemli ve kendiliğinden bir kriter elbette. selma güneri deyince kadir inanır'la oynadığı gaddar ve özellikle askerin dönüşü adlı filmleri de unutmamak lazım. askerin dönüşü'nü izlememiş biri eksiktir bana kalırsa, tamamlarız o ayrı mesele.

metro, son gidişim: kesmeşeker'lerin murat çekem ve mercury'lerin kramp'ların fink attığı tarihlerden bir doksanlar grubu, yumuşak, alımlı, basit bir müzik. avucumda gökyüzü adlı albümde yer alan bu şarkı ve hemen öncesindeki siyah kadın adlı şarkılar, yok yok bu albümün tümü başarılı. platonik bir pazar günü albümü, bahara daha varken.

george mcrae, rock your baby: evet bu soul klasiği, taa yetmişli yılların ilklerinden kalma. iliklerin alkolle sıvılandırılmasına teşne, keyifli, dansa yönelik bir şarkı, nitekim hatırlayacaklar olacaklardır ne güzel günlere gebe olduğunu bu şarkının. plağı da vardı bende.

taksim trio, gitti de gitti: of, müthiş bir orhan gencebay bestesi olan bu şarkı, bu grubun enstrümantal yorumuyla bir kez daha canlanmış, aslına rücu etmiş. çarpıcı bir yorum, özellikle girişteki elektrobağlamanın kalın tonları ve hüsnü'nün klarneti, aradaki kanun solo da grubun "biz bir şey yapmadık, şarkı zaten iyiydi," demeye getirdiklerinin delili gibi.

l'ham de foc, historia curta d'un vent: yerel esintiler, özellikle semah usüllü bağlama esintileri taşıyan bu şarkı ve bu grubun yaptığı diğer şarkılar, oturup soluklanmalık.

saban bajramovic, pena: evet güzel bir tercih sevgili winamp. bu şarkı söylerken ağzından sigara dumanları ve katranlar çıkaran çingene amcamız, bizim şarapçı sülo'ya çok benzettiğimden midir nedir, severim. roman milli marşı olan djelem djelem yorumu ise önceki yorumcular dinlenince epey ilginç gelir insana.

placebo, commercial for levi: black market music albümündeki versiyonu kesinlikle akustik versiyonundan daha tercih edilesidir benim için, plase don't die, evet bence de.

keb' mo', am i wrong: benim anladığım bağlamda blues yapmayan, john lee hooker sınıfında kabul ettiğim bu güzel amca bu klasiği epey güzel icra ediyor. yine de blues deyince benim aklıma keb' mo'dan ziyade mississippi john hurt, skip james, blind willie johnson filan gelir.

bob dylan, tangled up in blue: of of, hemen şarkıyı değiştiriyorum, uzun zamandır dinlemediğim amcamdan istek yapıyorum, blowin in the wind. how many times must a man look up, before he can see the sky.

metin alkanlı, gül dalında öten: ikibindörtte miydi neydi, incesaz, eylül şarkıları adlı ikinci albümünde bu şarkıyı yorumlamıştı. ben o sıralar tam bir incesaz fanatiğiydim, albümleri çıkar çıkmaz alırdım, hâlâ da alırım ama eski şevkle değil. hangi albümde kırklar dağının düzü adlı türküyü yorumlayacaklar diye bekler dururdum. bu türkü kırması şarkıyı da ilk olarak onlardan duymuştum fakat o sıralar meğer arşivimde böyle bir cevher varmış da farkında değilmişim. dünyada nefret ettiğim ve nefretimin sonsuza dek süreceğinden emin olduğum kişilerden olan ercan saatçi öncülüğünde üç serilik bir altın mikrofon albümü hazırlanmıştı. hatırladığım kadarıyla '65-'66-'67 senelerinde altın mikrofon yarışmalarında ödül alan şarkıları içeriyordu bu seri, ve bu metin alkanlı yorumu da ordan kalmadır. beni fena eder, ince gitar soloları içeren bu altı dakikalık şarkı bir şarkının hakkı nasıl verilire emsal teşkil eder.

ayşe tütüncü, mutluluk: sehr schön. mehmet güreli ve hatırlayamadığım iki kişinin daha katılımıyla hazırlanan bu vapurlar-blues albümünden nadide bir parça. dinlemeli, o zamanlar eve yalnız dönenlere adamıştım bu şarkıyı, peh, hiçbir şey değişmemiş yedi sekiz senedir.

arto tunç, damla damla gözyaşları: izlediğim kötü bir filmin bana kazandırdığı sanatçılardan biridir arto tunçboyacıyan ve bu şarkı da gönlümde onun en iyisidir. okan bayülgen ve mali erbil'in oynadığı hemşo adlı filmin müzikleri beni fena sarsmıştı ve çoğunlukla yaptığımız gibi sonuna kadar bekledim kim ne çalmış diye. orda topun poşetten çıkıp düştüğü bir sahne vardır ve bu şarkı orada girer devreye. on numara. sanatçının aile muhabbeti adlı albümündedir.

çağdaş türkü, yarın gece: hımm, bu dinlemesi zor şarkı, dinlendiğinde acıtan şarkı epey epey eski. tolga çandar'ın sesinden. bu tarihler bu albümü keşfetmemle birlikte haydar ergülen'in beni anladığına kanaat getirdiğim ve artık şiirlerini okumayı bitirdiğim tarihlerdir. daha sonra sadece kuzguncuk oteli'ni birkaç kez dönüp dönüp okudum o kadar. ondan sonra yolum ahmet erhan, birhan keskin ve didem madak kavşağında didem madak'ın yönünü seçtiğim bir yoldur. yine de hepsi sağolsun, severim.

enrico macias, aux talons de ses souliers: keyifli. bizdeki sev kardeşim'e tekabül eden, bu sesini çok beğendiğim amcadan. adieu mon pays'le tanışmamı ve kendisine hayranlık uyandırmamı sağlayan şarkı. taksim şarkıları toplama albümünde yer almış ilk olarak arşivimde.

barış manço, çoban yıldızı: oy oy, sarı çizmeli mehmet ağa albümünün bende en öne çıkan şarkısı, geri vokalde kuş cıvıltıları, enstrümantal. barış manço'nun bir türlü keşfedilemeyen, müziğe başladığı dönemlerin de havasına uygun müthiş psychedelic ruhunun geç kalmış bir temsili. şimdilerde baba zula filan seviyorum ya, barış manço bu adamların yaptığı müziğin yerli temelini taa o zamanlar atmıştır, erkin koray'la birlikte. ama örnek verirsek, erkin koray mogwai iken barış manço godspeed you! black emperor'dur.

nusrat fateh ali khan & eddie vedder, the long road: bu da müthiş bir birliktelik. ses ve saz birlikteliği, hepsi bir arada.

böyle bir yazının hiç bitmeyeceğini elbet biliyoruz. daha çok yolumuz var. şimdi lütfen bana old and wise'ı çal.

8.01.2011

tabii o zamanlar yeşil çay yok. o zamanlar nutella da bu denli objet petit a'ya, bir fetiş nesnesine dönüşmemiş, hatta o zamanlar nutella da yok, varsa bile bizim evlerimiz için çok lüks, annelerimizin kendi elleriyle yaptıkları şokella!lardan diş macunu tipli çokokrem'e ya da sarelle'ye terfi edebilsek sevineceğiz. o zamanlar eddie vedder & bruce springsteen my hometown söylüyor. ben de buna içleniyorum. pekala.

kapı komşum kapımı çaldı, "bıçağını versene," dedi. verdim, "sende kalabilir." dedim. bugün kapı komşumla ikimiz de çalıştıktan sonra dedik ki evde meyve yok kahvaltılık malzeme yok, en yakın ilçeye inip bir şeyler alalım. benim boğazım iki günden bu yana çok kötü. tom waits o buharlı lokomotifli sesiyle halt etmiş. bugün bir arkadaşım sabah günaydın'ımı ve ardından sesimi duyunca aynen şöyle dedi: "kesinlikle bir kızla bu ses tonunu paylaşmalısın, ama lütfen telefonda, yüzünü görmesin." epey güldüm, öğleye kadar idare etti bana bu tatil gününde mesaiye rağmen. sabahtan beri boğazım ağrımadan sigara içebilmek için bitki çayı üstüne bitki çayı yapıyorum. içimi bi bitki örtüsü bi de duman kapladı, farkındayım ama içmeden olmuyor işte. ha bir de bitki çaylarına karıştırdığım kaşıklarca bal. umarım bu gece bu ballar beni rüyamda erotizmin doruklarına çıkarmazlar.

söylemesi ayıp kivi almıştık, bilirsiniz c vitamini canavarı. öyle diyolar. hastalık da başa geldi bi kere. theraflu'ya sardım olmadı. kiviyi denedim. kivi mevsimi açıldı işte. bir haftadır da içki içmemiştim, bugün sesine noldu diyen müdürüm, içtin di mi buzlu rakıları, dedi. babam sesimi duysa o da aynı tepkiyi verirdi. ne alakası var. içmiyorum işte artık, en azından eskisi gibi. bıçağımı komşuma vermiştim. aklıma ne geldi biliyo musun, bizim askerde en çok yediğimiz şey, havuç kızartması ve kiviydi. neredeyse her yemekte bunlar vardı. bıçak kullanmak yasaktı. hatta bu yüzden bir keresinde bir kavgada atelyeden yürüttüğüm tornavidayı bıçak niyetine kullanmak zorunda kalmıştım. ben kızdırmaya gelmem, ve üç senede bi kere kızarım. kiviyi kaşıkla soymakta üstüme yoktu, işte aklıma bu geldi.

tabii o zamanlar bıçak yok. askerlik bana bunu da öğretti. bravo ona.

neymiş de blog yazmayı bırakacakmışım. nerden esti ki. sanki başka bir dünyam varmış gibi. al işte gerisingeri döndüm. bu vesileyle kimlerin okuduğunu da öğrenmiş olduk iyi mi.

o zamanlar şarapçı sülo var bir de. büyük amcam. annemin amcası. idollerimden biri. içer içer içer. oturur ve içer. karısı yarım dünya, ama gençlik fotoğraflarıyla bir keşfedilseymiş hani audrey hepburn'müş, anna karina'ymış, hepsi halt ederdi. kızından biliyorum, torunlarına bakınca emin oluyorum. karısı söylenir durur, ve ona karısı bile şarapçı sülo der, oğlu da sülo der lafı geçince. o habire içer, kızı evlenirken düğün merasiminde bile kılını kıpırdatmaz, gözünü şişesinden ayırmaz.

everybody else's just green. bloguna takayım, sana bir şey olmasın evlat. alkol yok. kafamda çeşitli bitki çayları. şerbetlenmek istiyordum halbuki bu cumartesi akşamı. şimdiyse şeyi söylüyor eddie vedder, long nights.

3.01.2011

dik duran boş pet şişelerden daha gıcığı yoktur, her an devrilebilirler. çağımızda marlboro'yu camel'dan daha içilesi buluyorum, bunu diyen camel'ın camel olduğu zamanlardaki tiryakisi, o günlerin şanını yiyor hâlâ. o logo camel'ı terk ettiği günden bu yana kendine gelemedi camel, her gün içilir durur.

kahvelerimizi koyduk ve birbirimize ilerledik. -işte bu kocaman bir düş-.

değerli dostlarım, bu blog kendi rızasıyla ve hiçbir baskı altında kalmadan burada yayın hayatına son vermiştir. hiç kimse sorumlu değildir. yayına başladığı dörtbuçuk kadar yıl öncesinden bu yana takip edenlere, katkıda bulunanlara, header yapanlara, paylaşanlara, okuyanlara, tiksinenlere, nefret edenlere, sevenlere sevilenlere, dünyanın tüm kadınlarına teşekkür ederim. ... sevdiğim bir yazar yazmayı bıraktığında ve haber dahi vermediğinde kendimi daha da yalnız hissettiğimden, bunu ben böyle yaşadığımdan, böyle bir açıklama yapma ve veda etme gereği duydum, ama neyzen tevfik'in kendi sesinden gerçekleşen cızırtılı bir ses kaydında üstad diyor ki: geçer.

bu blog sizlerin de farkında olduğu gibi kısır bir anlatı döngüsüne girdi. ben de maddi ve manevi olarak aynı döngüde olduğumdan ve blog artık bana kaçış keyfi vermediğinden, geçmişini anlata anlata bitiremeyen yazarlardan da pek hazzetmediğimden burada tadında bırakmayı uygun gördük biz ailecek, efkar'ın eleman'ın kamil'in ahmet'in ali'nin mustafa'nın telefon'un hepsinin selamı var. ... blogun ilk zamanlarında burada olanlar bilir ki bu yazmalı günlüğün amacı bana beraber içki içmek için arkadaş olacak birilerini bulmaktı. bunu yüzyüze gerçekleştirdiğim kişi sayısı iki oldu, gelecekte gerçekleştireceğimi umduğum kişi sayısı da iki oldu. bazılarıyla da msn semalarında haftanın alkollü günlerinde eyledik bu keyifli eylemi, dostlar sağolsun. ... karşılığını beklemeden şarkı göndermek, birlikte içki içme teklifinde bulunmak, ve bilumum mektubat için adresim thealph@yahoo.com dur. alıntı yapmak, kestirip atmak, küfretmek, bodoslama dalmak, ağlayıp sızlamak, gülmek, vs. için de başvuru adresi aynıdır.

sağlıcakla kalın. mutedil olun.

2.01.2011

tanıştığımıza memnun olsak ya

neden ensenden soğuk damlıyor bu gece. mesela keith richards'ı ya da atıyorum tim burton'u neden seviyor olduğumu düşünüyorum günlerdir: benim yapamadıklarımı yapabildikleri için olmasa gerek, daha başka bir şey var bu havalarda. biliyorum beni hep bu havalar. bazen diyorum nolur ki. hep böyle misindir, hep böyle sallanan bir çift baykuş tipli kolye gibi. hep böyle miyimdir, hep böyle sallanan bir baykuş kafası gibi, içe çekilmiş. kocaman bir kafam var, apaçık bir alnım. i remember felan diyor şarkıda. feminen bir ifade di mi felan.

hep böyle miskin misindir. mışkin diye bir karakter olmak gidiyor içimden bazen. burdan oraya ne kadar yazar acaba. karnı filan ağrır mesela sizlerin. bir şarkı çalarsınız. gecenin bir yarımında kapı çalar gibi olur, cama tıklar gibi olur bi rüzgar, ürperirim ben de bazen. kafaları berenin yakıştığı ve yakışmadığı kafalar olarak ikiye ayırıyorum. saçları berenin altından sarkan ve sarkmayan saçlar olarak ortadan ikiye ayırıyorum. ortaikide başıma gelen bir hastalıkla ortadan ikiye ayrılıyorum. kısa boylu erkeklere uzun saçın yakışmadığı ne kadar malumumuz. bir de şey var, üstümüze yeni bir giysi alıyoruz fakat onu denerken ayna karşısında yaptığımız ilk bakış yüzümüz ve saçlarımıza yönelik oluyor. ondan sonra belki giysi kazak pantolon tişört gömlek.

sen bunları nerden biliyorsun. kayıtta mıyız. bana iyi davranmaman için bir sebep göremiyorum. ben kimseye bir şey yapmadım. benim yükselenim ahmet. kapının arasına terlik sıkıştırdığımı fark etmedin mi, ne vardı dönüp gidecek, evdeydim ben oysa. yemek yedikten sonra afiyet olması kaçınılmazdır biliyosunuz. eğer mesajına hemen cevap vermiyosam bil ki kendime kontör yüklüyorumdur. kıyafetlerimi aşık olma dönemlerimde yenilerim, üstümdekiler korkarım yakında yama isteyecek.

bu neye benziyor biliyo musun, sen bir kağıda serçe çizersin sözgelimi, bakanlar kanarya zanneder, sen bir turunç çizersin, onlar bergamot zanneder, tutup reçelini yaparsın sen de, ne güzel olur. reçel yapmasını bilmek gibisi var mı. hanenize ay doğacak ve ekstradan on puan ilave edilecek. elinde akşamdan kalma milli piyango biletiyle yeni yılın ilk resmî gününün gazete sayfalarını yoklayan ve ardından boşluğa doğru bir sigara yakan bir baba kadar dokunaklı bir sahne çoktur. benim babam sigara içmez, annem de içmez, kardeşim de. blues dinleyemiyorsam bil ki kötü vaktimdeyimdir.

misafirliğe gidilen evlerde kolonya ve şekeri kimin dağıttığı çok önemlidir. toplumsal bir sorumluluk bu. günümüzde her şey. yazılmaktan ne kadar da uzak günler bunlar.

kibrit ister misiniz?

1.01.2011

martılar seni söyler, dinlerde nağme adın

merhaba. takvimî olarak bir yılı daha geride bıraktıktan sonra çıktığımız bu yolculukta. insana yirmibeşinde yirmidördünce yirmiikisinde filanken hiç gelmeyecekmiş gibi özellikle görünen yaşlardan biri de otuzdur. bu sene takvim ve rasyonel matematik icabı benim için çanlar otuzu gösteriyor, ustam oynayacak ben çalacağım.

geçen seneye pek de iyi girdiğimi söyleyemem. nelere nerelere nasıl girdiğimizin elbette hatıraları, önermeleri ve örneklemeleri yanlarında mevcuttur. ama ben geçen sene bu zamanlar ordunun elinde bir neferdim, ve dün akşam, geçen sene bu vakitlerde birlikte olduğum arkadaşımla yeni seneye merhaba demeye karar verdim. bakın burası çok önemli. önem verdiği bir zaman dilimine insanın ne şartlarda merhaba dediği. biz bu seneye ordunun bir neferi olarak uyuyarak merhaba dedik, uyuyarak merhaba demek çok önemli değil benim için, daha önceki senelerde de yapmışlığım oldu bunu, ama ne şartlarda? elli kişinin hep bir gırtlaktan horlayarak, malum mevsim kış, havada toz zerrecikleri, hastalık ranza boyu, aksırararak tıksırarak ve sabah yine dörtte kalkacak olmanın ve binaltmış kişi kahvaltı sırasına girecek olmanın bilinciyle. işte bu, daha önce başıma gelmiş bir şey değildi, bu seneye bu şekilde girmiş bulunduk, ben ve o sırada badilik müessesesinin bana ikram ettiği arkadaşımla. geçen sene dün birbirimize iyi geceler dilemiştik, bu sene dün birbirimize ellerimizde içki kadehleri, merhaba diledik. bizi en iyi biz anladık dün gece.

sonra ben biraz sarhoş oldum, laf aramızda ben pek sarhoş olmam, bildiğin olmam yani, ya duygusal olurum oturur ağlarım kendi kendimeysem, ya başım döner midem bulanır, ya da gider uyurum. dün akşam ben biraz sarhoş oldum, ve sarhoş olduğumda yapacağım azami şeyi yaptım, duygusallaştım ve uyudum.

baştan beri ifade etmeye çalıştığım gibi geçtiğimiz seneye iyi düşüncelerle girmedim. haziran başına kadar da iyi devam etmedi zaten benzeri şartlardan. dönüş itibarıyle anne evi, çok uzun yıllar sonra anne kahvaltısı ve ardından öğleyin başlayan, altı ayın acısını çıkarmaya ant içmiş içme seansları, philips 2.1 hoparlörüme duyduğum özlem. iç iç dinle. bir hafta kendine geçilmiş istanbul kıyağı. istanbul'un hayatımdan aldıkları ve verdikleri üzerine bir iki aylık bir muhasebe bir hendese. sonra temmuz ve tekrar işbaşı, yaz mevsimi. gidici bir misafir ve hayatın/yıldızların onunla birlikte yeniden keşfi. dur durak bilmeyen alkollü haftasonları, otel sabahları. kaldığım otellerin odalarından şehirlerin görünümlerini fotoğrafladığım pozlar makinemin azizliğine uğradı, ışık pozları öldürmüş, üzdü bu beni.

yıl bitti. bir yenisi başladı. mutlaka ki yenilikler olacak, eskimeler olacak. dün bir an artık yaşlanmak istediğimi fark ettim. önceden korkuyordum yaşlandığımı kabul etmekten, korkunun ecele faydası olmamasından değil de, onu yaşamak istedim. benim isteğime bağlı değil elbette, ama artık çoluk çocuğa karışmak, torun torba sahibi olmak istedim, bunları bir lunaparkta atlı karıncaya binen çocukların yüzlerine bakarken keşfettim. sonra gittim bi hoparlör, bi şişe rakı iki tane de bira aldım. çocukluğuma indim.

ben buna yarın devam etmeliyim. yarın'ın notu: ben buna devam etmemeliyim.