ama arkadaşlar iyidir



30.08.2013

marina




bu şarkıyı ilk dinlediğim seneler içimdeki doksanüç harbini işaret ediyordu. oniki yaşlarındaydım. ortaokul hazırlık sonrası ortabirinci sınıfa geçmek üzereydim. bende ingilizce ile ilgili ufak tefek bir köz olduğunu anlamıştı öğretenler. zira, zaten ilkokul dört ve beşte türkiye gazetesi'nin verdiği nasreddin hodja eklerinden ve milliyet gazetesi'nin dağıttığı ingilizce türkçe-türkçe ingilizce sözlükten epey bir şeyler kaparak gitmiştim o yedi yıllık anadolu lisesinin ortaokuluna. meraklıydım ve merakımın haddi hududu yoktu. hazırlık sınıfını prep. d'de bitirip orta bire geçtim. ben bildiğin ingilizce öğreniyordum, hatta öğrenmiştim. bizim eve her gün türkiye gazetesi getirilirdi sabahları bi motosikletli tarafından. ben ilkokulun ilk sınıflarındayken de tercüman. evin entelektüel vaziyeti bu şekilde anlamlandırılabilirken, babam sağolsun ingilizceyi rahat öğrenebilmem için elinden geleni yaptı. misal, bir gün markete gittik benim ilk ingilizce bilmiş yaz tatilimde, -ki o yazın devamında mühim bir salı pazarı kurulan ilçemizin en çok turist ziyareti alan halıcılarından birinde harcayacaktım günlerimi sırf ingilizcemden dolayı-. babam marketten ot bok bi şeyler alırken ben dergilere bakıyordum ve zamanın gençlikçe meşhur blue jean dergisinin bir kaset hediye ettiğini gördüm. o zamanki hayat görüşüm bende blue jean okuyacak göz olmadığını göstermesine rağmen içinde ingilizce bir kaset hediye olduğundan dergiyi aldırdım babama. eve geri dönerken hemen pakedi açıp kasedi teybe taktım ve bu şarkı başladı. fakat ingilizcesinde bi sıkıntı vardı adamın, öğrendiğim şeylere dair hiçbir şey yoktu sözlerde, herhalde tam öğrenememişim deyip hayalkırıklığına uğramıştım, italyancadan hiç şüphelenmemiştim.aradan yirmi yıl geçti ve ortalama her on yılda bir bu şarkı benim aklıma geldi ama adını hatırlayamadığım, sözlerini zaten anlamadığım için bulamamamıştım internette. geçenlerde denk geldi. öyle sevindim ki bu tutti frutti kılıklı şarkıyı rasgele görünce. ingilizceme sonra otellerde tatilköylerinde garsonluk yaparak devam ettim yaz aylarında. bir yaz da muğla otogarında geçti.

rahmetli dedem, lisede yatılı marangozluk bölümü öğrencisi olan ve fakat mezun olduktan sonra hayatına ilginçtir devlet memuru olarak devam eden babamın yatılı okuduğu ilde kitap okuduğunu duymuş. birileri tam da ihtilal zamanı zaten karışık olan devirlerde babamın kitap okuduğunu ispiyonlamış dedeme. dedem de, babamın kendisinden altı yaş büyük kuzenine demiş, aydın'a git, g'yi patakla, kitap mitap okumasın, adamın asabını bozmasın, alırım okuldan. amca dediğim babamın kuzeni, suçu sadece çizgi roman okumak olan babama gitmiş, iki tokat aşketmiş, skerim senin okuyacağın kitabı da okulu da, anarşist mi olucan başımıza demiş, ve bu ayarı alan babam liseden mezun olduktan sonra kırk yaşına kadar okul ve kitap yüzü görmemiş. bunu neden anlattım bilmiyorum. şimdi azcık babamı görmeye gideyim de üç beş duble atıp birbirimizden nefret edelim, sonra ayılınca sarılalım.

29.08.2013

bugün yeminimi bozmaya and içtim. dört tane biram vardı dolapta. bir de ta ne zamandan kalma yarım şişe viski. dolabımda genelde farklı tipte içkiler bulundururdum ki biradan kısa bir uzaklaşma anında onlara dokunayım. yine de ağır biracıyımdır. dün çok fena baktı bana dolaptaki biralar. gittim geldim gittim geldim. bugün oralı bile olmadılar, bu defa da onlar naz yaptılar. biraların yetmeme ihtimali vardı ve akşamüstü akşamüstü bira almak için üç-dört km. yol gitmeye hiç takadim yoktu. bira yetmezse de geceye biradan sonra viskiyle devam edemezdim, ederdim de etmeyi tercih etmezdim. bira hep kapanış içkisidir bende. bu nedenle viskiyle başlayıp, iki bardak sonrası birayla devam etmeye karar verdim. bunun yeteceğinden emindim ama yetmezse de viskinin geri kalanıyla idare edebilirdim en kötü ihtimalle. tüm saat, promil, bardak, şişe, müzik, sabah iş incehesaplarını yaptıktan sonra içim rahat bir şekilde başlayabilirdim. bu yeni işimde gece aranma ve çağrılma oranım daha düşük olsa da böyle bir ihtimale karşılık telefon çalarsa, gözüne projektör yemiş tavşan olmamak için psikolojimi de hazırladım, ne de olsa eski fabrikamdan yayılmış olan gece arandığında ayık bulamazsınız ünüm buraya benden önce gelmişti. ve ilk yudumu aldım viskiden. hiç vakit kaybetmeden kanıma karıştı ve bana hükmetmeye başladı. içtiğim içkinin türü ve derecesi hiç fark etmiyor, ilk yudumu aldıktan sonraki kimyam ile üçüncü kadehi/şişeyi içtikten sonraki kimyam aynı oluyor, bunu iyice tecrübe ettim artık. hızla sarhoş oluyor, uzun süre o sarhoşlukta kalıyor, ve sonra uyuyorum. geçenlerde ayık kafayla, içerken dinlediğim şarkıları barındıran bir blog açmaya koyuldum, ancak henüz çok başındayım, biraz dolarsa adresini veririm. dolabımdaki biraların dün bana sitemkar davranmalarının sebebi, ve bu yazıya içkiyi meze edişimin sebebi, uzun süredir takip etmediğim ancak bir vakitler yazılarının hayli dostu olduğum bir blog yazıcısının dün rasgele uğradığım blogunda içkiyi bıraktığını okumuş olmamdır. adam benim gibi biracıydı ve müthiş methiyeler düzerdi biraya, benden müthiş olmasın. ne zaman okusam canım bira çekerdi, ve zaten ya içiyor ya da içmeyi planlamış olurdum onu okurken akşam saatlerinde. sonra sonra onu okudukça daha da canım çekmesin diye okumayı azalttım. sonra da onun başına türlü işler geldi gözucuyla gördüm, kardeşi vefat etti, gencecik, bir kızı sevmeyi başladı, acıdan uzaklaşmak için içkiyi bıraktı. çok tipik bir adama döndü. benim hayatımı görseniz ben de pek atipik bir adam sayılmam, hatta hiç, ufak tefek pürüzlülüklerim vardır benim yaşımdaki erkeklere nazaran, gündüzleri zaten hiç göstermem onları, geceleri de kendi kendime takılırım zaten. sonra da nişanlandı o arkadaş. ben onun kadar yapıcı, onun kadar akıcı, onun kadar edebi bira güzellemesi yapan insan okumadım hiç. karamsar insanları oldum olası sevmedim, acılı insanları da sevmedim, sevemedim ayrılığı. acı insana kafayı yedirtir, bunda ciddiyim, acı çoğunlukla insana biraz biraz kafayı yedirtir, hakiki acı tümden kafayı yedirtir, ama kafayı biraz yiyip de merhaba ben geldim diyen insan, işte onu sevmem. ya tümden gel ya tüme git. ya sev ya terk et. sahi ben acıdan ne anlarım di mi bayım. her neyse, meselemiz içmek. bu ara taşınma arefesinde olduğumdan sıklıkla eski defterlerimi koliliyorum, hayatımı kolaylamaya çalışıyorum, geçmişimi kalaylıyorum, ve içkili blog hayatıma başlangıç zamanlarında en sevdiğim eserlerden olan adalet ağaoğlu'nun bir düğün gecesi romanı ve timur selçuk'un ispanyol meyhanesi şarkısında geçen içmek üzerine olan teğellemeler beni benden alırsan seni sana bırakmam. biliyorum o eski halimden eser yok şimdi, ve çok iyi biliyorum ki ayşe'nin de dediği gibi, değişiyorum ve bu değişme şeklim arkadaşlarımın sevgililerimin analarımın babalarımın dayılarımın hiç hoşuna gitmiyor. elimde değil hâlâ. ve ekledi, üzgünüm leyla. şimdi üzerine daha fazla yorum yapmak istemiyorum ama o sanal içki arkadaşımın, aylarca onu okuyarak içtiğimin farkında olmadan yazan bira dostunun içine girdiği analize ben de gireceğim sanırım ya da girmemle çıkmam bir olacak. ve o adam artık yazmayacak, üstelik belirtmiş de hiç yazar olma hayali kurmadığını.

inanmadım o ayrı mesele ama, bir süredir de bu konuya takılıyorum. bir vakit sevdiğim ve hakikaten şair olan kadının da uzun süredir şiirle ilişiğini kesmiş olması beni düşündürüyor. bazı insanlar gerçekten şair doğmuştur, tipiyle tavırlarıyla smsleriyle mailleriyle twitterıyla facebookuyla her şeyiyle anlarsınız. ama onlar bile bırakıyorlar. otuz yaş üstü yazma veriminin azalmasını başka şeylere yoran bir arkadaşımın bu konuyu açmış olması bile benim için bir kazanç oldu. uzundur düşünüyorum ama yazmıyorum. hatta epey uzundur da kurgusal yazından uzağım. zaten kurgusal yazın, yani öykü ve şiir konusunda kitap hacminde verimlerim olmasına rağmen bu konuda kendimi hiç başarılı saymadım, ben hep neyi iyi yazdımsa blogun eski zamanlarında, msn konuşmalarında, ya da maillerde yazdım. demek ki bendeki de bir hevesmiş, ve ama yapamadığım ya da yapamayacağım şeyler konusunda pes etmekten bugüne kadar hiç utanmadım, çünkü boşa kürek çekmeyi sevmem. bu da bir hevesti oldu bitti derim, ama bu zamana kadar en sevdiğim şiir dergisinin, bunda benim de şiirim çıksa keşke dediğim tek derginin adı da heves'ti, bunu da belirtirim. ziyanı yok, bir kızıl goncaya benzesin dudağın, yeter. ama ben bugün okumayı seviyor olsaydım, yine de gidip de şimdilerde revaçta olan m.ü.e (iletişim) ya da s.s. (sel) okumak yerine (ki ikisini de önyargısız okudum, adlarını google'layanlar beni bulmasın diye kısalttım) gider yine adalet ağaoğlu'nun romanlarını, yiğit bener'i, cemil kavukçu'yu, çok çok daha önemlisi vüs'at bener'i, hakan şenocak'ı, pınar kür'ün bitmeyen aşk romanını, m.mungan'ın eski öykülerini, okumamışsam kesinlikle h. ali toptaş'ı filan okurdum.

evet bugün kendime verdiğim sözü kendim kırdım. bunda çok etkisi olan -ya da bahane ettiğim- -no excuse please- bir noktadan daha bahsedip konuyu kapamak istiyorum. ben insanları gündelik hayatta kapamak ve kapatmak kullananlar olarak ikiye ayırırım. değerli okuyucular benim adım hakan. rahmetli dedemin adı hasan. bir harfle adını almayı kaybettiğim o adamın kişiliğine sahip olmayı fersah fersah kaybettim, bunun farkındayım ama üç yaşıma kadar tanıdığım bir adam hakkında elbette nesnel yargılarım yok. kulaktan dolma bilgilerle idare etmek durumundayım ve bu bilgiler hep müspet, rahmetli babaannemden dinlediklerim hariç. şimdi ben hangisine inanayım, yüz kişinin söylediği şeylere mi, yoksa onunla otuziki sene yastık paylaşan ve ama tek menfi yargılara sahip insan olan babaanneme mi. aynı durum benim için de geçerli olurdu şimdi ölsemdi, facebook'ta arkadaşım olan dörtyüz kişi iyi konuşurdu hakkımda, üç beş kişi de kötü, şimdi siz hangilerine inansaydınız. her neyse, bizim kültürde hâlâ çocukların isimlerine genelde dede ya da nine isimleri konulduğundan, çok muhatap olmadığım, arada bir düğünde seyranda karşılaştığım akrabalar benim adımı hasan zanneder hâlâ, öyle bilir, öyle hitap eder, ben de düzeltmem, çünkü severim, sevinirim. hiç tanımadım diyebileceğim o adamın adıyla anılmak hoşuma gider çünkü onun hakkında duyduğum şeyler hiç de yabana atılır, öylesine geçilir şeyler değildir, soyadımız da aynı olduğundan en azımdan adımla özdeşleşmek, hiç olan bana bir artı değerdir. bugün, ne hikmetse, uzundur yazıştığım alman bir şirketten adıma almanya'dan bir kaolen numunesi geldi, -işçiler buna kaolen demiyorlar elbette, toprağa benzediği için bu tip killi-kumlu malzemeleri toprak kelimesiyle özetliyorlar-, sekreter kargom olduğunu söyleyince işçilerden birinden gidip almasını rica ettim, ne ricası, git al dedim, hemmen abi dedi, üstüne hava tut da tozun dağılsın, böyle gitme idari binaya dedim, hemmen abi dedi. gitti geldi, abi toprak hasan x adına gelmiş, dedi. hakkaten de o alman adam, mailde adımı adresimi gayet nizami yazmış olmama rağmen, kargoyu dedemin adına göndermiş.

ben de içmeyi ve yazmayı bırakan adamların adına toprağı açmaya niyet ettim.

25.08.2013

" gel ey hilal kaşlım dizim üstüne, "

24.08.2013

ne güzel, babam her istediğinde kendini sarhoş edebilecek şarkılara erişmek teknolojisine hâlâ cahil, o yüzden hiç benim gibi sarhoş olamıyor.
kendimi dost bildim, o zaman anladım ki kendinden bile dost olmaz insana. bunu yadırgadı psişik tanrıçalar, özümün süzlüğüne verdiler. bir nefes çektim bırakmadığım sigaramdan, iki tane ud tıngırdadı dar kesim olan içimde, fesimin püskülünü rüzgarlandırdı o ud sesi.
o zaman ben bize bi hikaye anlatayım. laboratuardaki çocuk laboratuardaki evli kızı sevdi, aşık oldu ona. kız benim en gördüğüm şakrak kızlardan idi. acıdım laboratuardaki çocuğun o haline. biz la laboratuarda üç kişiydik. kız beni merak ediyordu. çocuk kıza, kız evli. ben her sabah mesai saatinden bir saat önce laboratuara taşınıyordum rahat rahat kahve ve sigara içeyim de esnadaki dağlara bakayım için. çocuk da her sabah laboratuarı yankıya boğmak için geliyordu mesai saatinden yarım saat önce, başlıyordu seans laboratuarın bilgisayarının müziklerinden. kız da salınıp çıkıyordu mesai saatinden on dk kısaltma önce. biz her akşam çocukla laboratuara geri dönüyoru dk. ben iki üç bira içmiş oluyordum, çocuk iki üç şarkı dinlemiş oluyordu, laboratuarda buluşup o soba gibi fırının başına iş güvenliğimizi takınıp ölesiye sıcaklıkla boğuşarak içlerimizdeki soğuklukları ateşe yatırıyorduk. maskeleri çıkardıktan sonraki bile kıpkırmızı olan yüzlerimize bakıp birbirimize gülüyorduk, ateşini skeyim sağdıç, diyorduk birbirimize. sonra ertesi gün için yatmaya lojman dairelerimize dağılıyorduk, ikimizin de balkonu yoktu. tesi gün kız geliyordu içinde her dem tazenelen her zamanki kaçak akım röleleriyle beraber, röflelerinin gıyabında. sonra kız gitti laboratuardaki. laboratuardaki çocuk boynunu bükmekten imtina eyledi. üç sabah daha o şarkıyı dinledi. ben şahit oldum, eşlik ettim, müşahade ettim. gittim başka bir laboratuara yar oldum. çocuk orda hâlâ, onu kimse sevmiyor.
yeni işyerimde işçiler çalıştıkları ortamda müzik dinleyebiliyorlar. bütün üretim birimlerinde koca koca müzik setleri var. ortam çok gürültülü, gürültülü olmasına ama müziğin sesi de o raddede açık. elbette çoğun arabesk çalıyor. bir gün, önceden sevdiğim ama uzundur dinlemediğim ve fabrikada çaldığını duyunca aklıma gelen şarkıların listesini yapmak istiyorum. zaman zaman öyle şeyler çalıyor ki dinledikleri radyodan, ben de sizdenim diye bağırasım geliyor içimden, sonra sus ulan elyaf diyorum kendime. kendime elyaf mı dedim. evet neden olmasın, neden olmayayım, lifli bi yapım var, ha öbür yanım bar.
kendime küçük de olsa bir balkon almak üzereyim, yaşasın :)
her gün siyah giyebiliyordum tam istediğim gibi, yakamda da beyaz ve estetik bir yakalık. ilkokul beşinci sınıfın son günüydü, veda eğlencesi tertip edilmişti, çok ağladım. ülkü'yü çok seviyordum ve biliyordum ki o anadolu lisesini kazanamayacaktı.

23.08.2013

hmm. boşluk daha zor. boşluğa katlanmaktan bahsediyorum. yokluk öyle değil. çünkü varlığı bilmiyorsun. uyumayın ulaan.

22.08.2013

22 ağustos

turgut uyar demiş ki, dilerim haşre kadar hatırımda böyle kalırsın.

kazancı bedih demiş ki, korkarım haşre kadar böylece suzan olayım.

21.08.2013

bir kayık gibi yürüdüm. bir güneş bir irin gibi baktı bana, iri gibi demek istedi diye düşündüm. kirpiklerimden bir tanesi gözlerimden bir tanesine kaçtı, çıkaramadım. bunu bir yerden biliyordum ama çıkaramadım. onu biliyor muydum, çıkaramadım. sabah hız tutkum arttı. gözüm karardı, küpüme zarar vermek istedim. sahi, aptal bir insan mıydım, yo insan değil, erkek. dünyanın benle olan ten uyumu çöpe düştü. hayır hayır hayır hayır, bira filan içmedim, ardına bakmadan öpmek istedim. -kirli ağustos-


- ben senin yazını görmüştüm. çünkü peşine düşmüştüm el yazının. bizim sınıftakilerden biri sana soru mu çözdürmüştü öyle bir şey. siz mezun olmadan önceydi. gidiş yolunu da gösteren ayrıntılı bir anlatımın vardı. o sayfayı aldım kendime sakladım. ama bulmak istemiyorum.

- gidiş yolumun bu kadar boktan bu kadar ayrıntılı olacağını bilsem yine çözmeye kalkar mıydım merak ediyorum.


alerjik astımı olan, hayatımın mühim kadınlarından on yaşındaki irmik annesine büyük bir hevesle muhabbet kuşu aldırmış. alt komşularında duruyormuş, özledikçe gidip seviyormuş.
"dedemin at arabası varmış benim," deyip ağlamağa başlamasın mı.
süperacımarket'ten bildiriyorum. acılar süpermarketler zincirinin bir üyesi olan. acı bakkaliyesi'nin büyütülmüş, kompradorlaşmış, emperyal hali.


bugün biraz alıntı yapalım.

bugün ayın ışığı.
üst komşum aradı, evdeki iki tane koltuğu atacağım, lazım olacaksa sana vereyim evde yer varsa. eve koltuğun sığacağı kadar yer yoktu. hayatıma koltuk sığacak kadar yer var mıydı. sandalyeler işgal etmiş idi.
değişmez olur muyum. elbette değişiyorum. kahvenin üzerindeki köpük bile bazen iki kabarcıklı bazen dört kabarcıklı olabildiğine göre -allah var üç kabarcıklısını hiç görmedim- değişmemek ne mümkün? kurşun kalemin uzunca yazarken ucunun bitmemesi ihtimal dışı olduğuna göre benim değişmemem kabil mi? hiç falıma bakmadım ama baksam birinde dolunay çıkıp diğerinde hilal çıkacağı kuvvetle muhtemel olduğuna göre, değişmemek ne demek, o nasıl kelime. benim yarimin yaylalarda oturup ellerini soğuk suya batırabileceği ihtimal dahilinde ise ve ellerini batıracağı suyun sıcaklığını sabit tutmak imkansız olduğu zaviyesinden bakarsak konuya, benim sabit kalmam hâl meselesi midir gerçekten? çok muhabbetin tez ayrılık getireceği anonim tarafından muştulanmışken ve çok kavramını neye göre kime göre diye lifleyebileceğimizin hikmetiyle bizim aynı kalmamız ne kadar rasyonel? üç kadeh içmiş olmaklıkla altı kadeh içmiş olmaklık kafaları arasında ahmaklık kadar fark var ise, ben kim oluyorum da değişmiyorum? tanrıdan dilerken bile bu kadar dilerken, bu kadarın azlığı çokluğu tanrıya o anki -instant- ihtiyacımız heybetinde ise değişmeği kararında tutmak da neyin nesi?

go ask alice, i think she'll know.

20.08.2013

trafik o kadar hızlı ve ürkütücü akıyordu ki, dakikalardır bekleyip sonunda yapamayacağını anlayarak karşıya geçemeyen çocuk üzüntüsünden ağladı.

13.08.2013

http://www.youtube.com/watch?v=_Cx0A4EXsOA

ben bununla epey meşgul olduydum, dum duma.

yazıdaki gençlik nasıl da belli:

pencereden dar geliyor

“Bir yılbaşı gecesiydi. Dondurucu, kavurucu bir soğuk vardı. Yoldan geçenler paltolarının yakasını kaldırmışlar, atkılarına bürünmüşler, hızlı hızlı yürüyorlardı. Kimi evine geç kalmış, acele ediyor, kimi bir eğlence yerine gidiyordu.” ...

ellerimde mağaralar var. ellerimde mağaralarınkiler gibi yarıklar. sodra dağı’nın eteklerinin plilerinde kurulan bir evimiz vardı, birkaç da bacamız muhakkak. bacalarıyla meşhur bir kasabanın yoz bir çamurunda doğmak ne demektir bunu hepimiz biliyoruz. taraçanın ve verandanın ne anlama geldiğini hâlâ bilmiyorum, veronika ölmek istiyor bunu biliyorum, bazı kelimeleri hiç bilmek istemeyebilir bir insan, bunda mutabık mıyız, sundurmanın ise yağmurdan koruduğunu biliyorum. pergola ve ferforje’yi ise mesleki olarak biliyorum, gayrihtiyari bildiğimiz şeyler de vardır, bunu hepiniz biliyoruz. güzel kelimeler nitekim. ne demiştik, kır evinin verandasında bir rüzgâr gülüne rastladın, ve popüler kültür iliklerine kadar işledi. ellerimde karnıyarıklar var. ellerimde mağaralar. ellerimdeki mağaralardan teröristler yetiştiriyorum, peşmergelerim anaokuluna gidiyor. ben annemin son dostuyum, vere ağlamış. ne demiştik sevgilim, benim de en sevdiğim mısram “baba bana balkon almadın” oluyor durup düşündüğümde. durmadan düşünemiyorum ne yazık ki, durup durup, bir şehri tam kalbinden vurup, ah yine yaptı annesi. albayım albayın al beyinleri var ellerimdeki yetişkinlerin, kırkırmızı. kıskırmızı. kırmızısı kıt bir hayat başka türlü ne bileyim işte, çekilmiyor sanki. chris norman’ın midnight lady şarkısını erotik bulan var mı, ben inanın bulmuyorum, ahaha, ara ki bulasın. ayrıca ellerimdeki çocukların süper bir top sahası var, seksenlerden kalma kıçlarında biten şortları, galasataraylı beşiktaşlı formaları, arkasında on numara, metin ali feyyaz. bir çocuğun ramazanda taraçatıya çıkıp top sesini dinlerken baktığı dağın deliklerinde ne canavarlar büyürdü bilir misiniz hepimiz, o dağın eteklerini çekiştirir dururum hâlâ. anneler oğullarında alıyor soluğu. soluk oluk oluk oğul oğul kokuyor kış geldiğinde, “hoh!” de. aşk sence bir oyun mu, tri lay lay lo.

kış gelirken şeb-i aruz’la başlayan haftayı kibritçi kız haftası ilan ettiğim malumunu ilam etmiş miydim sizlere. ah hayoor, ne yaparsın ki şarkılar illa ki bitmeye programlanmış. repeat after me. kış geldikçe aklıma kibritçi kız geliyor, onu hepiniz tanıyor musunuz, tanımanızı isterdim, lakin bu durum zihin sağlığımız için zararlı, yine de zihne küşayiş verdiğini saklayamam. ve aklıma şükrü enis regü’nün “elma ağacı” şiiri, sizlerle paylaşmak istedim: Yine başladı soğuklar / Boyuna yağıp duruyor yağmur / Esiyor rüzgâr acı acı/Nasıl geçireceksin bu kış / Elma ağacı? / Gölgen de yok ki sana arkadaş olsun. / Tek başına kaldın bu kış kıyamette... / Artık kimse bakmaz oldu yüzüne; / Dallarına tırmanmıyor çocuklar / Kuşlar uğramıyor semtine. / Üzülme, bu günler çabuk geçer / Bir bakarsın bahar geliverir; / Yeniden allanıp süslenirsin. / Bizim için yine çiçek açar, / Meyve verirsin!

maalesef andersen masalları tutuştu ilk ellerime, ve ömer seyfettin, özellikle kaşağı ve diyet. en çok kibritçi kız’a ve kurşun asker’e takıldım -bu yüzden üzerinde balerin olan müzik kutuları da pek içimden gelir bana-. kış geldi. hayat bilgisi kitaplarında tanrım neden insanlar hep yılbaşlarına kar yağarken giriyorlar diye düşünüyorum yirmiyedi senedir. bu ülkenin elleri var, kesik elleri, parmakları. benim de gördüğüm en bıçkın tamlamadır “bu ülke”. cemil meriç’in toprağı bol olsun. ben hep kar bekledim yeni yıllarında. bir de, her defasında dedemi bir daha görebilmek için bir kibrit çaktım. bu yüzden, işte bu yüzden, sırf bu yüzden işte. en uzun gece’yi de geride bıraktığımız şu günlerde ellerimizde çıralarla yürüyoruz hayali hıdrellezlerde, bu yüzden mi yazdım “işte geldiniz” diye hıdrellez’e, ne demiş mfö ‘bir zamanlar fırtınalar estirirdim’ adlı şarkısında, “ah ne bileyim ben.”

araba arkasından boşa koşan köpekler gibi. siz öyle sanıyorsunuz. senin baban hiç mcdonald’s yavrum. önüne baksana be adam. bir şeyi ne kadar da ucuza aldığını komşusuna anlatan adam. her sabah karısını öperek arabasından uğurlayan banka şefi adam. kravatlı adam. iki keklik seke seke bizim evi yol eyledi. bak yeminle söylüyorum doktor. pike yapışı gibi bir ak babanın. insanity’nin crescendo’su gibi. vecihi çılgın pilotum benim. baba yaşaar. şükran hemşire’nin hangi filmde oynadığını merak edip üstüne bir de bulanlara benden iki bira, üçüncüsü o anki kafama bağlı, google’da yok... gördünüz işte koştum ama yetişemedim. kuş uçurtmadım içimde. sessizliği kapana kıstırdım. kayrak uçurtmalarla allahıma mektup yazdım. küflenmiş posta kutularının kilitleri, korozyona karşı duramadım. ahaha hayatın dolgusu düştü. babalar hep haklı çıkar bizim oralarda. ben uzun şiirleri pek okuyamıyorum sayın edip cansever. dikkat yarış atları! bir evden ayrılmanın vaktinin geldiğini duvarlara astığım güzide sanat mahsullerinin birer birer düşmesinden anlıyorum, size de hatırlatmıştım aylar önce marilyn monroe’nun düştüğünü, bildiğiniz gibi. izlediğim hiçbir filmin sonunu hatırlamıyorum, o yüzden hiçbir şeyi sonlandırmıyorum, sonsuza rehin bırakıyorum.. tam oniki hafta oynadı bu film, kapalı gişe. renkli. bir kitap çıkarırsam adı “renkli” olabilir. siz bir şey anlamayın diye. bunu da anlayın diye anlatıyorum. her anlatılan şey anlaşılması içindir anlamsız olsa da. beni geleceğe kaldırın, mesela, kadehinizi diyorum. siz de bitlendiniz mi ilkokulda, upuzun saçları vardı kızların, muhakkak, şu kızın saçlarını tokalasak da mı saklasak, şu saçları tokalamalı mı tokalamamalı mı. e daha dur daha dur dahadurdaha. güzelim sen sevişir misin benimle rebeka’nın yerine. sevme kızım yanarsın, diye söylerdi annen. i remember everything, bu yüzden the walk adlı şarkıdan hoşlanıyorum, açılıyor açılıyor ama kapanamıyorum. bu uzun kışa giriş gecelerinden birinde, hani kaloriferler. tıkabasa doludur televizyonlar. biz boş zamanlarımızda sigara içiyoruz müdürüm.

balavca deresi geçerdi mahallenin önünden. içinde bilumum pislik. kış geldi mi yağmur yağdı mı dolar taşardı, bildiğin gibi değil. dolar taşardım kış gelince ben de, bildiğim gibi değil. pencereden kar geliyor, derken mahalleminizin ince ılık sesli şarkıcısı, gurbet bana zor geliyor, diye de eklerdi bunu hepiniz bilirdiniz. bildiğiniz gibi değil. pisliğini balavca deresine akıtan bir kireç fabrikası vardı, ilk icadım fabrikanın atıklarından tebeşir imâl etmek olmuştur. imâl usûlleri makina mühendisliği’nin önemli teorik derslerinden biridir.
ikinci palto film günleri başladı şehrimizde. bir şarap için cumartesi’den daha güzel bir isim bulmak ne kadar zorsa bir film festivali için de bu kadar güzel bir isim ancak böyle bulunabilirdi -itinayla cümle düşürürüm-. güzel filmler var, itinayla bozduğum beyin kimyamın redoksunu tamamlayabilirsem, tepkimeleri eşleyebilirsem bir iki filme gitmek istiyorum, tam da karın beklendiği şu günlerde, yeni paltomla birlikte. palto dediğinin yakası kalkık olur arkadaş. çünkü dikkat et, sokak lambasının altından paltomun yakasını kaldırmış ben geçiyorum, balkonunun baktığı sokaktaki boşluğa tebeşirle yazıyorum.

hahaha, onaltı yaşındayım. yedi meşaleciyim, beş hececiyim, filan : )

“dumanla dolu odam
yanıyor durmadan sigaram
kokuyor da buram buram

borçtan azade yakam
olmasa da fazla param

kimseyle etmem kelam
almam kimseden selam
anlatmam kimseye meram
çıkmaz ne sesim ne sedam

izi yeni geçmiş yaram
ağrımaz oram buram
ne bir ah, ne bir sızlanmam
allah vermesin belam”

duman, ah şarkısını burdan bakıp yazmış olmasın. telif isterim yeminle.




oltanın iğnesi ağzından düzgünce çıkarılırsa bir süre daha yaşaması imkanı tanınan balığın içine konduğu, altı ve kenarları ağla örülü, suyun içine bırakılan süzgüye yaşatma adı verilir. balık son saatlerini yaşatma'nın içinde geçirir.
memleket ne kadar da taşralı bi kelime. gurbet hakeza. ama sıla öyle mi ya. memleketten getirdiğim üzümün içinden hemşehrim karınca çıktı. ve bu karınca sivaslı* değildi.

*...
Yoktu fikirlerden, davalardan haberi, 
Yürümüyordu, 
Rüyası hiç. 
Buğday tanesi üzre, 
Yürüyordu, 
Sivaslı bir karınca. 

f.h.dağlarca - 1951

12.08.2013

geçmiş bayram mimozaları

uykuda mısın sevgili yarim, uyan uyan. adımın selim olmasını ister miydim, bence isterdim, sorsalardı, gerçi dört yaşında sordular ama o zaman şimdiki akıl nerdee. adımın tayyar olmasını ister miydim, bence isterdim, davut da olabilirdi pekala, ama bence hiç gerek yok bunlara. mimoza derken aklıma vazodan başka bir şey gelmiyor, vazo deyince vaşak, vaşak deyince başak, buğday ve aç tavuklar alemi ve tabldot dünyası ve dünyalar savaşı ve yıldız savaşları ve gökyüzünde yıldız seçen yalnızlar, yeryüzüne kah inerim gökyüzüne kah çıkarım seyreder alem beni.

bu bayram bayram gelmiş neyime mi yoksa bir selam gönder bari bayramdan bayrama mı alırdınız?

üçbeş bayramdan bu yana bu bayram çalışmama kararını, bayramlık bir çift şeytan sevinmesin çorabımı da alıp yola koyuldum. anlatasım yok biliyorsun. taam bakarız.

5.08.2013

fena oturdu erhan'ı tekrar bu şekilde hatırlamak.

4.08.2013

kenar mahallede bir pazar günü: ahmet erhan öldü. yazmak ve içmek için, içmek ve yazmak için doğmuş bir adam. sabah haberini gördüğümde boynumu bir dikenle telle doladılar, fena. bekliyordum onun o hayat temposundan bu zamanda böyle bir gidişi ama ama ama.

3.08.2013

sıkıntıdan biraz çarpanları ayırdım.


sıkıntıdan aşağlara koştum.


sıkıntıdan anonim bir çığlığa kulak verdim.


sıkıntıdan şöyle bir kadın düşledim.





bugün oturdum bunları yazdım. yazım bazen çok çirkin oluyor. halbuki bazen öyle mi.