ama arkadaşlar iyidir



29.10.2013

dünyadan çıkış yolları

öyle pek ölüden anladığım söylenemez ama ölüden anmalarım iyidir. geçen sene bu gün. neymişti be geçen sene bu günler. çok güzelmiştiler.


21.10.2013

'o kadar güzelsin ki yağmur başladı'nın abisi. söylenmek ister.


20.10.2013

adı sanı belli olmayan bir adam

bayram tatiline gittim ve bayramın birinci günü -malum bayramlarımız günlere doyamıyor- karadayı öldü. evet lakabı film karakteri adı gibiydi. hayatı da öyleydi ve gerçek adını bizler öğrenemeden, bi filme konu olamadan, üç beş satırın misafiri olup göçtü gitti pek çokları ve pek çocukları gibi.

geçen yıl mıydı, yok yok ondan önceki yıldı, kızkardeşimin düğün gecesinde açık havası bol bir düğün salonunda içki içilebilecek bir kuytu arıyordum ki gözlerim orayı keşfetmekte gecikmediler. düğün salonu sahibi tam da isteğime göre bir kuytu bar inşa etmişti. gittim bara yerleştim bizimkilerin düğün sahibi olduğumuz ve pek içmemem gerektiği uyarılarına tamam söz vererek. yampiri yampiri içmeye gittiğimden emin olan, amca tabir ettiğim babamın kuzeni de beni takip etti ve yanıma oturdu. amcama ne içeceğini sordum bi duble rakı isteyeceğini bile bile. gelinin erkek kardeşi olmamın, muhteşem takım elbisemin ve gece boyunca yan nesnesi olacağım flaşların gerginliğiyle gözüm çok da bir şey görmüyordu. barmenden iki duble vermesini rica ettiğimde gördüm ki barmeni bir yerden tanıyordum. ordan barmene seslenen başka bir elli yaşlarındaki gelecektekibenamca yardımıma yetişti. ibrahim bana da ver bi duble, dedi. yanımdaki babamın kuzeni amcamın gece boyunca içeceği rakılara nasıl para yetiştireceğimi düşünürken o üçüncü hakiki dublesini fondip yapmıştı bile. ibrahim'e dördüncüyü sipariş ederken canlandı ibrahim'in kim olduğu. ibrahim, -o saatten sonra kendisine ibrahim abi diye hitap edecektim-, çocukluk arkadaşım olan ama çocukluk sonrası tamamen yatılılığım nedeniyle ayrı düştüğümüz özcan'ın abisiydi. kendim ikinci dubleden yudumlar alırken, ibrahim abi'ye beni tanıyıp tanımadığını sordum. hatırlamaz olur muyum, dedi. aynı mahallenin çocuklarıydık, diye ekledi. ikinci dublemin yarısından sonra, düğün sahibi olmanın gerginliğini atmaya başlamış olmamla birlikte, içtikçe kızarmaktan korkarak, amcamın birinci saatin sonuna yetiştirmeye çalıştığı altıncı dublesine bakarak, daha önce de defalarca şahit olduğum bu sahneye şaşırmayı ihmal edemiyordum. kişisel ortalama hızımın üstüne çıkarak üçüncü dublemi söylediğimde ibrahim abi bir bana bir de yanımdaki amcama bakıyordu şaşkın. bense bu sırada ibrahim abi'nin kardeşi özcan, ibo, osman ve ben, bakla tarlalarında çiğ bakla yiyerek geçirdiğimiz ilkokul yıllarımıza gitmiştim çoktan.

hadi incir ağacına çıkıp incir çalmayı, bostanlardan kavun karpaz çalmayı anlıyorum da şimdi düşündüğümde, tarlanın içine bir güzel kurulup bakla yemeyi hiç aklım almıyor. ama birkaç sahnesiyle hafızamda o kadar net ki bunu yaptık. şimdi baklanın yüzüne bakmayan ben, o zamanlar özcanla, osmanla ve iboyla bakla tarlalarına girip, tarla sahibinin hışmından korka korka çiğ bakla yerdik. ağzımda bakla ıslanmaması bu yüzden midir acaba. ... özcan ve ailesi, yeni yeni kurulmaya başlayan, her tarafı tütün, fiy, ekin, bakla, bostan tarlalarıyla dolu mahallemizin kıyısında bir kulübe inşa etmişlerdi, ve çingenelikten konarlığa karar vermişlerdi, tabii ben o zamanlar bunu bilmiyordum. kulübelerinin yanında bir kuyu vardı ve hepimiz o kuyudan korkar, o kuyunun aslında bilmemne kalesine bağlantısı olduğunu düşler ve içinden çıkacak geçmişin savaşçı askerlerinin ne zaman çıkacağını beklerdik. kızkardeşi vardı özcan'ın, iki tane de abisi. babasına karadayı derlerdi herkes. özcan da, kardeşleri de, babası da, anası da kapkaralardı ama aramızda bunun bir hükmü yoktu. ben de kendisine bu yüzden, adının fonetiğinin de etkisiyle, öcü lakabını takmıştım ve o lakap öyle devam etti. arasıra çocukluk kavgası ettiğimiz de oldu tabii özcan'la. bi kere burnunu kanatmıştım yumruğumla, o da benim kafamı yarmıştı taşla. ama aramızda böyle şeyler çok doğaldı o zamanlar. büyüdükçe esamesi bile okunmadı. sonra sonra benim ortaokul lise filan okuyabileceğim, okuma kafasına sahip olduğum anlaşıldı toplum mühendisleri öğretmenlerimiz tarafından, özcansa hayata atılmak zorunda kaldı ilkokul beşte üç kere sınıfta kalınca. ben il merkezine gidip de ayda bir mahalleye gelmeye başlayınca, özcan da oto sanayiye çırak diye yazılınca irtibatımız koptu. tarlalardan bir şeyler çalma yaşını geride bırakıp kızlar çağına girdikçe düğünden düğüne karşılaşır olduk yaz aylarında. onlar, yani okumayanlar olarak ibo ve fatihle muhabbet halindelerdi, biz de okuyanlar olarak osmanla. sonra dağıldık. burada, sadece duygudurum bakımından özdeşlik taşıyan, murathan mungan'ın "vahşi atlar" adlı şiirini çalıyor aklım şiirler tarlasından.

liseyi bitirdiğim seneydi sanırım. her memleket ziyaretimde konuşturmaya, anlattırmaya çalıştığım annemden, o napıyor, bu napıyor, diye sorduğumda, özcan'ın kardeşi kaçtı, hikayesini dinlemiştim. adı nasibe'ydi ve alımlı bir kızdı, ve karaydı. karadayı evlatlıktan reddetmiş, eve gelirse vururum demiş., filan. [unutturmayın da kardeşi gülümser evden kaçtığında, mahallemizin kaba abilerinden erol abi'yi ve gülümser'in kaçtığı adamı vuruşunu anlatayım bir dahaki sefere]

amcam durulmaya başladığında ve dokuzuncu dublesini söylediğimde düğün orkestrası gelin hanımın ailesini zeybek oynamaya davet ediyordu. evet, hiç istemediğim şekilde yüzümün kızarıklıktan yandığını hissediyordum sahneye çıktığımda. babam şöyle bir baktı yüzüme, içinden 657'ye tabi devlet memurlarının işlediği yüz kızartıcı suçları saydı belki de, ben kendi suçumu üstlendim sadece ve üç beş döndüm ortalıkta. evet dönebiliyordum sendelemeden. daha önce fotoğraflarda kırmızı çıkan gözlerime bu defa yüzüm de eşlik edecekti sadece. o gecenin düğün mesaisini atlattım zannederek, -bir dahaki sahneye çağrılışıma kadar- kuytuma geri çekildim. amcam yavaşlamıştı, ve oğlu beni uyarmıştı giderken, babama fazla içirme diye. daha ne kadar fazla içirmeyebilirdim ki, adam yerinden kalkmadan bir büyük rakıyı iç etmişti çoktan.

ibrahim abi'ye, özcan napıyor abi, diye sordum. çok tuhaf baktı suratıma. anlamadı mı acaba, ben sorarken sarhoşluktan kekeledim mi acaba, yoksa ibrahim özcan'ın abisi değil mi acaba, öyle bir soru kuyusuna attı beni. öyle tuhaf baktı ki, soramadım bir daha.

zeybeklerle, fotoğraflarla, kahkahalarla, rakılarla, elma kırmızısı bir dünyayla o gece düğünü bitirdik. eve dönerken babam, ben kullanayım, dedi. sesimi çıkarmadım, o kullandı. annemle bana yeltenirlerken de o kullanmıştı, bana sorulmamıştı, sesimi çıkarmıyorum bu yüzden.

ertesi gün osmanla, fatihle ve iboyla buluştuk. düğün için aldığım iznin son gecesiydi ve kopmadığımız çocukluk arkadaşlarımla geçirmek istemiştim. o günün dünü akşamı ibrahim abi'yi gördüğümü söyledim bizim çocuklara. özcan napıyor, diye sordum onlara da. özcan geçen sene kendini astı, dediler.

aylarca öylece kalakaldım.

bu bayram, sela okundu ilk gün belediye hoparlöründen. hiç adını sanını duymadığım bir adamdı ölen. babam durdu, kim bu biliyo musunuz, dedi annemle bana dönüp. karadayı, dedi. önce canlanmadı hiçbir şey. sonradan oldu her şey. annem bile onun adı o muymuş dedi. sonra mahalledeki diğer arkadaşlarımdan dinledim hikayeyi dört gün önce bir bira akşamında. karadayı bir ay önce rahatsızlanmış ve hastaneye kaldırmışlar. ciğerleri iflas etmiş. bir aydır hastanedeymiş. öleceği belliymiş. bundan iki hafta önce de oğlu ibrahim kalp krizi geçirip ölmüş. ama ibrahim'in öldüğünü söylememişler karadayı'ya. cenazesinde kızı nasibe de varmış.


bildiğim tek yarıentelektüel sokağında alsancak'ın, gemgenç bir hevesle yeni aldığım dergileri süreli yayınları karıştırıyorum. dershane molası vermiş gençler yemek yiyor bolca bu sokakta ve salata. yüpyüksek yümyüksek yükyüksek topukuklarıyla genç kızlar, ne ki yürümeyi bilmiyorlar aparnavut kaldırımlarda. hiçkadın düşmedi hiç kadın kaldırmadım bu sokakta. dar kot pantolonlardan taşan yağlar gizlenmeye değer bulunmuyorlar. ben gizliyorum şehvetsiz, vücudumun tek on yaşındaki organları olan gözlerimi. geri kalan yerlerim otuziki tekmili birden otuziki yaşlarında. bir karasinek musallat oluyor başıma, olunca unutuyorum naifliğe dair bildiğim ne varsa. neden ben diyorum. neden bunca insan arasında neden ben kapkara sinek. yeterince pekişiyor sanırım sinirim bir sinek bile yüzünden. kahvemi yudumlamak için kafamı kaldırımımla birlikte yapayalnız bir çift ayakkabı geçiyor gözlerimin huzurundan. bir şey hissetmiyorum, gözlerim de mi yaşlı, anlamakta zorlanıyorum. içimin akordeonunun akordu bozuk, düğmeleri de eksik anlaşılıyorum. hoş bir kutu içinde hesabı getiriyor garson. tamamen kendimi bahşiş bırakmak istiyorum dünyadaki tüm barlara.

12.10.2013

denize gidip dönen mavilerin bire indirgenen üçlüğü

yalanlı dolanlı alçak doğruca yaşanmamış bir
bir gözsüz kulaksız elsiz ayaksız güdük bir gün
bütün yitiklerim karalarım üstüste üstüste bütün karışıklığım
gelip geçtiğim macera şu kadar binler yıllık
şu kadar binler yıllık karalarım karışıklığım üstüste
usul usul insan insan ölüm ölüm üstüste
şu kadar güneş şu kadar su şu kadar su yılanı şu kadar düzen
ben sebepliyim denizlere aylara kavgalara umursuzluğa
bir maviyi durup dururken birine benzetiyorum
bir balığın ağzını anıyorum durup dururken
serinliyorum

ben üç yer tasarlamıştım üçü de sana bana uygun
biri günebakanlarda biri otuz yaşta birini sorma
birini sorma gün gelir ben söylerim
daha usta olurum daha yiğit o zaman söylerim
bu kırgın karanlığı bir ışıtalım ilkin
yeniden şehirler kuralım şimdikilerine benzeyen
baştan başlayalım susamlara ekmeklere denizaşırılarına
sevmelere

gidip dönelim
belki bir yerde bir tohumda bir durumda belki
belki o ses o yudum o yumuşak döşekler yeşil yeşiller
ben taş çekerim yılmam çamur kararım yol döşerim
bakarsın göneniriz gidip dönelim
ben yılmam taş çekerim çamur kararım ben
senin de gürül gürül saçların var nasıl olsa.

turgut uyar

7.10.2013

who can you trust



köpürmeyen bir sabun, ya da şöyle diyelim köpüğü olmayan bir sabun ne kadar inandırıcıdır? ben de o kadar insanım işte. kızmayan bir insan ne kadar insandır. bağırıp çağırmayan bir insan ne kadar insandır.

işinde yükselmek isteyen genç mühendisler, bir de iyi olmayı deneyin. evet yanlış duymadınız, işinizde yükselmek için iyi olmanız yeterli. iyi biri olun. amirinize iyi olun. altınızdakilere iyi olun. altınızdakilerin altındakilere de iyi olun. üstdüzey yöneticilerinize de iyi olun. kör tuttuğunu skermiş hacı, her amirine saygı gösterirsen it gibi kullanırlar seni, dediklerinde inat edin onlara içten içe. işçilere iyi davranın. abi öyle deme tepemize çıkıyorlar sonra, muhabbetlerini es geçin. bi kere elini ver de kolunu kapsın işçiler, sohbetlerinde onları meze etmeyin. direkt laubali oluyo adamlar, diye size nasihat verdiklerinde gülün ve geçin. iyi bir olun. siz, sen, başka türlüsünü yapamadığın için öyle ol. sonra herkes reklamını yapmaya başlasın senin. herkes bir taraftan sadece iyi biri olduğun için senin dediklerini tam da sen istediğin gibi yapsın, hem de bunu başkalarına bu şekilde anlatsın. seni konuşsun üstündekiler kendi aralarında, aa o mu, iyi mühendistir o desinler. iyi derken iyi'yi kastetsinler. stajerler siz buraya fazla iyisiniz, desin. işçiler, abi bu herif bizden galiba desin, iyiliğinize inanamadıklarından sizin onları sadece aynı mezhepte oldukları için sevdiğinizi sansınlar ziyanı yok, mezhebinizin farklı olduğunu duyduklarında daha da inanırlar. aynı yörede başka bir firmaya geçin. orda aynı köylerin kahvehanelerinde farklı fabrikalarda çalışan işçiler dahi reklamınızı yapsınlar iyiliğinizin, orada da bu sebeple hızla yükselin. özel hayatınızda allahsız, sosyal hayatınızda alkolik olsanız dahi, iş hayatınızda iyi biri olun.

6.10.2013

merhaba filament -napıyosun? -hiç yapıyorum. -güzel oluyor mu? -bazen. -şu anki nasıl? -sana ne. -kalbin yok senin. -gırgır var bende kalp yerine. sen yemeğini yedikten sonra kırıntıları alıyorum kalbimle. senin göğsündeki pamuklar arasında fasulye yetiştirip sana yemek yapmak istiyorum. -iyiden iyiye küçülmeye başladın. yakında taşıyabileceğim seni sanırım cebimde. beslenme çantanda kiraz var yarınki menüde. -çantana attığın bir tavşanım ben. ama kanım kurumadan koydun heybene, sızıyorum sen yürüdükçe. -ben öyle şey yapmam. hayvanlarım mutludurlar benimle, severim okşarım onları ben, sularını yemlerini veririm. -çok sütlimansın. sinir oluyorum bu durgunluğuna. -sütten kelimelerim var da ondan.

5.10.2013

inanıyordum o zamanlar. tanrı'ya değil de allah'a inanır gibi inanıyordum.

3.10.2013

benim doğduğum yerlerde kız çocukları kulaklarına ip takarlardı. küpe alacak paraları olmadığından mı sanki, hh.
aynı

akşam işten çıkan kadınların, özellikle kış aylarında işten çıkış hallerini seviyorum ve bu işteşlik hissi eve varılsa güzel nihayetlenirdi diye düşünüyorum, yaşamadım bilmiyorum.

2.10.2013

ustelik imge'nin cafesinin adini guido's koymamislar mi : )
ankara'nin kitapcilarinda beni seven bir sey var. dost'un zayif siir reyonu, turhan'in kimsenin yuzune bakmadigi bir zamanki muthis dergi reyonu, imge'nin bahcesi. bir suredir devletin sanayi odakli organlarinda icinde calistigim ozel sektor sirketini temsilen toplantilara giriyordum ve isleyis hakkinda cesitli yargilara sahip olmaya baslamistim. bugun girdigim toplantida devletin mustesarlik duzeyinde bir temsilcisiyle, benim gibi bes sektor temsilcisi daha olmak uzere bulustuk. mustesar deyip gecmemek gerekiyormus meger, bakan yarisiymis adam, bakan da adamsa sanki. bu konudaki gozlemlerimi daha sonra derleyip toparlayacagim elbette ama bu vesileyle ankara'nin havasi kuduza donmeden, ince inceyken solumus oldum. evet ankara'da beni gizleyen bir iklim var her mevsim. bazi arkadaslarimin hatirlama ihtimali oldugu uzere imge'nin bahcesini fazlasiyla severim. diger kitapevlerini dolandiktan sonra u geri donus saatimi beklemek uzere imge'ye girdim. adetimdir, mutlaka yeni yayinlara ve cok satanlara bakarim, ben son yillarda pek okumaz olmus olsam dahi turk okuru ne okuyor, yayinci ne basiyor, yeni isimler kimler, ne kadar yaslanmisim konularinda fikir verir bana. onlara bakarken iceri otuzlu yaslarinda oldugunu tahmin ettigim (cok geleneksel bir giris oldu di mi, evet sakin ve gelenekselim, koku mazide bir ati oldugum da yadsinamaz) . "calikusu yok mu acaba" diye sordu kitabi bir sure dogru reyonda aradiktan ve bulamadiktan sonra. bir ay kadar once kuzenimin kizi irem de ailede konusarak anlasabildigi tek kisi ben oldugumdan ve memlekete gidis periyotlarimda onu sorulari biriktirmis halde beni bekler buldugumdan; "dayi calikusu'nu okumaya baslamistim, dizisi cikacakmis," dedi. "oyle mii!" dedim, bu gibi durumlarda ilk tepkilerim cok kisitli bir turkceyle ifade edilir tarafimdan. hadi ya, hmm, oyle miymis, deme ya, gibi sutten ifadeler gayrihtiyari sosyal tepkimeye giris cumlelerimdir. neysesinde, "aa erken degil mi ama senin onu okuman icin," deyip yasini hesapladim, onbire tekabul ediyordu. ben o kitabi okudugumda onuc yasindaydim. ogretmenin verdigi listede oldugunu soyledi. "tamam o zaman," dedim. demek ki cocuklarin askli sevgili kamuranli ferideli kitaplara yasi gelmisti. "oku da dizisiyle arada fark var mi bak bakalim," dedim. diziyi aile vesayetiyle izlememesi kacinilmazdi. o istemese izlemese muhakkak anne babasi ya da dedesi ninesi izlediginden maruz kalacakti. sonra genetik muhendisi olmak istediginden bahsetti. ben de ona basitlestirerek kalitimdan bahsettim ve oyle aradan gunler gecti. bu gidisimde diziyi izlediginden, diziye ekstradan bir kardes figuru koyduklarindan bahsetti ve elbette figur kelimesini kullanmadan. "gulbeseker'i sevdin mi?" diye sordum ona. anlamadi nasil nicin ne anlamda sordugumu. dun aksam annemle telefonda konusurken, naptiklarini sordugumda calikusu'nu izlediklerini soyledi. annemin okudugu ve ustune konustugu iki kitap bilirim sadece, biri sinekli bakkal digeri de calikusu'dur. "gulbeseker bunda degil miydi?" diye sordu bana durduk yere. "evet dedim," "ondaydi, izle bakalim gulbeseker'i sevecek misin," dedim anneme telefonu kapamadan once. nasil nicin ne anlamda sordugumu anlamadi. anlatmadim. calikusu kalmadi dedi ordan kitapci.