ama arkadaşlar iyidir



17.06.2016

bugün adile naşit'in seksenaltı'ncı doğumgünüymüş. yaşasaymış seksenaltı yaşında olacakmış. bizim şirketin patronu yaşıyor ve sanırım seksenaltı yaşında ve sağ. dedemlerden biri yaşasaymıştı seksendokuz yaşında olacakmıştı. diğeri de seksenüç. nedense onların doğumyıllarını unutmuyorum hiç. bizim patron her gün ozon tedavileri filan öyle bir şeyler görüyor ve gayet dinç maşallahı var. allah uzun ömür versin diyelim. google, adile naşit'in hababam sınıfı'ndan olduğunu sandığım bir görüntüsünü masaüstü yapmış, ya da adı neyse işte o görüntüleştirmenin. adile naşit'i çok sevemedim ben, yani şöyle ki, ben çocukluğumda anlatırlardı; geceleri radyoda program yaparmış adını yanlıyanlış hatırlamıyorsam uykudan önce diye. radyoda mıydı, tv'de mi, yanlış mı hatırlıyorum. uyumamakta direnen çocukları uykuya davet edermiş, hatta birinde, "ahmet sen hâlâ yatmadın mı bakiim," nevinden bir şeyler söylemiş de ahmet abim üstüne alınmış, bu kadın beni nasıl gördü diye korkup hemen uykuya yatmış. ben o döneme yetişemedim. ben adile naşit'in adile naşit olduğunu öğrendiğimde ortaokulda filandım. o zamanlar içinde bulunduğum topluluk da adile naşit'in kafir olduğunu söylediğinden soğumuştum kadıncağızdan. sonra topluluktan soğuyunca anladım ki ben de kafirim sanırım. anneme çok benzer rahmetli, annemin de kaşları yoktur, annem de kısa boyludur, annem de doğdudoğalı anneymiş gibidir. herkes olduğu yerde sağolsun, ne demekse.

kırlangıçlar diye bi şarkı öğrendim bugün. dinledim mi emin olamadım ama adı hoşuma gitti. yerli gruplar hafif rock yapmayı çok sevdi, ve değişik eğişik isimli gruplar, yaratıcı olduğu düşünülen. olsun, müzik yapsın gençler. biz yapamadık onlar yapsın. herkesin bir alıcısı var, mı ne öyle bi laf vardı sanki. sahi, nasıl olur da herkesin bir alıcısı olur. yani güzel güzelse neden herkes ona âşık olmaz ki, çok saçma bence. herkes aynı insana âşık olmalı gibi geliyor bana. yani bir film güzelse herkes sevmeli değil mi onu, bence yanılıyoruz. bazılarınız da hatta kırılıp gidiyorsunuz. kırlangıçlar deyince, memleketteki evin balkonunun üst köşesine yuva yapmışlar. epeydir gelmiyorlardı. çok sevindim, hatta bir de baktım ki ne göreyim, bi sürü yavruları var. hemen tabii refleks olarak cep telefonuma sarıldım ki fotoğraflayıp sizlere görsel yayın yapayım. sonra, bi durup düşündüm, ben çoğunlukla bi durup düşünürüm, açıklama yapmak gibi bir zaafım var. açıklama yapmağı çok seviyorum, sevmiyorum aslında ama yapmazsam rahat etmiyor içim. ne düşündüm nasıl düşündüm neden öyle düşündüm, sen ne düşünürsün, filan, bunlar benim için önemli şeyler. korkarım yaşlanınca ve özellikle içtikten sonra sohbeti çekilmez biri olacağım. özü unutup kenarı kıvıracağım. sonra kendimi frenledim, ben ne yapıyorum, dedim. sanki benim cep telefonum o kırlangıçların fotoğrafını çekse onları oldukları kadar güzel gösterebilecek miydi. tamam bunda benim kötü fotoğraf çekiciliğimin de etkisi vardı ama yine de hiçbir fotoğraf bende gerçeklik algısı yaratmıyor. tiyatro gibi, adamlar orda oynuyor ve benden onu izlemem bekleniyor. fotoğrafın da fotoğraf olduğu çok belli değil mi. sinema yine bi nebze. sonra dedim kendime, skerim deklanşörünü enstantaneni, zaten çekemiyorsun. ha şu da var, iyi bir fotoğrafçı olsam ya da bir iphone'um olsa ve cam gibi fotoğraf çekse belki bu düşüncelerimi açık edemez hatta üstüne çektiğim güzel fotoğraflarla artistlik yapardım. yaparım çünkü ben, su gibiyim, hangi kabın içindeysem onun şeklindeyim. kalıbımı sikeyim.

ertesi gün müydü, kırlangıçlardan bi önceki gün müydü neydi, babam aldı götürdü beni buğday harmanına. patoz mu diyelim adına, biçerdöver mi diyelim artık, hangisini biliyor hangisini tanıyorsanız. ne makinalar çıkmış arkadaş. adam buğdayın sapını bir çırpıda doğrayıp başaklarını hemencecik ayrıştırıveriyor. on dönüm tarlayı bi saatte biçecek kıvama gelmiş tarım makinaları endüstrisi. eskiden öyle miydi, hepsini orakla biçip makinaya dirgenle kendin atardın. hatta birinde babam orak sallarken yüzüğünü düşürdüydü de iki hafta koca tarlada yüzük aradıydık. nah bulursun. üstelik başkasının tarlasında icar usülü çalışıyorduk o zaman. kazanılan para yeni yüzük almağa gittiydi. şimdi yüzük takmıyor gerçi babam. büyüdü artık koca adam oldu, yüzük neyine. her neyse işte, yine buğdayların patozun giremediği ağaç altlarındaki kalıntılarını orakla biçerken yine aynı vesvese peyda oldu. telefonu dayıma verip kendimi çektirsem mi, dedim, ama bu defa fotoğraf da kesmezdi, şehirli arkadaşlarımın gözüne taşrada hayat imajını tam verebilmem için kısa bir video on numara olurdu. gerçi bu mazbut duruşumla, bu istemem yan cebime koy haletimle yine bir takipçi kazanamazdım o imajla ama yine de yaklaşık bir gecemi güzelleştirirdi diye hissettim. sonra çok bi daha kızdım kendime, aldım telefonu soktum cebime, ve çalışmağa devam ettim. belimden kuyruk sokumuma birkaç damla süzüldü. ne güzel, dedim, taşrada baret takmak mecburi değil, ve solelimin tersiyle terimi sildim. babam olmasa sigara da yakardım ama adam zaten oruçtu ve poposundan terliyordu, hadi dedim şimdi iyice zıvanadan çıkarmayayım. dayıma dedim, "ihtiyar, biz bu saçları orak çekiç sallarken döktük," babamı göstererek, "onun gibi klimalı odada masa başında değil," dedim. dayım, "kaşınma, adamın elinde orak var," dedi, "daha evlenmedin bile," dedi. susuştuk.

ama durur muyum, fotoğraf çekemedim ya, illa yayın yapacağım ya yediğim nanaları, attığım naraları. ben de buraya meşk edeyim dedim. sonra balkona çıkmışım, karşı komşu da balkona çıkınca fark ettim balkonda olduğumu. babamın geçen sene emekli ikramiyesiyle satın aldığı bahçenin komşusu teyzenin bana özel olarak hediye ettiği mor renkli süs biberi geldi gözümün önüne. geçen sene neredeyse solduruyordum ki son anda imdadına yetiştim. kendim edip kendim bulmuştum gerçi de yine de insan kendini kendine affettirmek istiyor. hele ben, özellikle sürekli kendine mahcup dolaşan ben, bunu çok yapıyorum. affettiremezsem de içmeğe başlıyorum. bu yüzden sanırım biraz sık içiyorum. bugün yedinci gün, af mevsimindeysek demek ki. tanrım beni av mevsimine düşürmese keşke tekrar. bi baktım ki süs biberi yine morlamış kendini. yüce yaradan işte, biberi bile süsleyip yaratmamış mı, ya da evrim her neyse işte, bi şekilde yaranılmış bana. pek güzel. hediye eden teyze de çok güzeldi. kızı olsaydı da alsaydım diye düşünmedim değil. beni sever insanlar. özellikle benimle az muhatap olanlar, ama mutlaka muhatap olanlar, beni seviyorlar. yüzümden ilk bir saatte nemrutluk, ikinci bir saatte ise samimiyet, üçüncü bir saatte ise sıcaklık akar benim. bunu kimse demedi de ben vehmediyorum. "hayallerde yaşıyor bazı ipneler" diye bir öbek vardır internette. çok severim, hatta motto gibi desem az gelir. "çok sevdik be abi"yi sevdiğim kadar severim. ve gün boyu işyerinde, lokantalarda, meyhanelerde, barlarda pavyonlarda o hayallerde yaşayan ip!neleri seyrederim. evde tek başımaysam da, ki genelde evde tek başımayımdır, kendimi seyrederim bu hususta. ben de çok yaşarım pekala. sonra süs biberiyle birbirimize bakıştık işte. biraz mahcup olmadım değil. o o kadar güzel ve süslüyken, ben ev kıyafetlerimle biraz eğreti durmadım değil, bir an kendimi sevecekse böyle sevsin diye aklamağa çalışmadım değil. sonra ne mi yaptım, gittim üşenmedim, ben üşenmem biliyor musunuz? üşeneni de hiç sevmem. lütfen üşengeçseniz arkadaşım olmayın, iş arkadaşım da olmayın, anam babam kardeşim de olmayın, çok kızarım. daha dün birini attım hatta işten. acımam az. soyadımla da muteber bir hayatım çok sözkonusu. her neyse, üşenmedim gittim takım elbisemi giydim. sonra da iki gündür yazı karşılayan ve bir anda sıcakla şoklanan izmir'de, kendini koyvermek üzere olan biberimi suladım. acı da tatlı gelebiliyor zaman zaman.