ama arkadaşlar iyidir



21.11.2017

11.11.2017

Canan bu gece Volley Hotel'de kalıyordu.

"Anlaşılan, insanoğlunun, kendi yarattığı şeyi bile elinde tutamayacak kadar zayıf ve çaresiz bir yaratık olduğunu bilmiyormuşum daha. Hatta ben, kendi dışında kalan birçok şeyi bilmediğim gibi, ne yazık ki insanın aradığını hiçbir zaman, hiçbir yerde bulamayacağını da bilmiyormuşum. Bulamazmış oysa... ona benzer birtakım şeylerle karşılaşabilirmiş belki, çoğu kez bunlardan bazılarını aradığı şeyin ta kendisi sanabilir, hatta onlara bir an için sımsıkı, hiç kopmamacasına sarılabilir ve işte böylece, insanın algılama zayıflığından doğan tatlı bir yalanın içinde bir süre de olsa oyuncağına kavuşmuş bir çocuk gibi avunabilmiş ama, nedense aranan asıl şey hep insanın içinde kalırmış..."

Bu sabah Gündoğdu Meydanı'nda doktordan çıkmış dolanırken onu gördüğümde, görmememin imkansız olduğunu biliyordum. Ne kadar dalmış, ne kadar dalgın, ne kadar karadenizde gemilerim batmış, ne kadar ne olursam olayım, onu ve entarili yüzünü görmemem imkansızdı. Kırmızı paltosu, pembe yüzü, beyaz buğulu upuzun çorapları ve lavanta gözleri, doktorun söyledikleri kulaklarımda bir yana, onu o yeni büyüyen sabah kalabalığının içinde seçmemem mümkün değildi. Ne var ki, gözlerimi küle ve kile bulayan Canan, cep telefonunun çalmasının ardından beni bol bayraklı Gündoğdu'da bıraktı ve gitti.

Ben de iki haftadır heyecanla beklediğim imza gününü beklemeğe devam ettim bir köşe kahvecisinde. İzmir'in Alsancak'ı, bir süredir Çukurcuma'ya ya da Moda'ya bezenir olmuştu ve Kıbrıs Şehitleri'nin arka sokaklarında köşe kahvecileri, vintage eşya dükkanları, butik kitabevleri türer olmuştu ama bu dar sokaklardaki araba kornaları her şeyi ama her şeyi öldürüyordu. Canan'ın kötürüm Yavuz'u öldürmeğe gelmiş olması gibi, Henry Ford da ara sokaklarımızı öldürmeğe gelmişti. Canan, beni görmeden, bana bakmadan çekip gitmişti. Ben de duruş olarak, bakış olarak, memleket olarak kendime çok benzettiğim yazarın imza gününü beklemeğe koyulmuştum. Saat henüz öğlen oniki idi ve saat ikiye kadar durmam vardı. Sonra o sakin duruşlu diğer adam gelecek ve bizim kalabalığa kitaplarını imzalayacaktı. Her insan bir memleket olsa, biz kesin o adamla hemşehir olurduk diye düşünmüşümdür hep. Ve uzun bir kuyruğa dahil oldum saat ikide. Meğer önümde elli kadar kişi onu bekler olmuş çoktan, hemen arkamda da yüz kişi peydahlandı.

Günümün planını yapmıştım elbette, plansız bir hareketim olmuyor maalesef. Tuvaletim, yemem, her şeyim planlı. Bir tek içmemi planlayamıyorum, ona her an hazırım. İmza saatinden sonra sinemaya gidecektim, ardından da müdavimi olduğum barda kendime bir şeyler ısmarlayacaktım. Ve Canan'ı orda tekrarladım.

Hasan Ali Toptaş geldi sonunda. Hiç geç kalmadı. Hayatımda ilk defa imza gününe katılıyordum ve beklemek bir saati bulunca zaten inanmadığım bu olayı tekrar sorgular hale gelmiştim ama o adamı yakından görecek ve merhaba diyecektim. Sesini duyacak, yakından bakışına bakacaktım. O kadar sıra ve kalabalığın içinde benim için kitabın ilk sayfasına yazacağı iki satırın hicbir hükmü yoktu, çünkü laf olsun diye olacaktı ama bunu biliyor ve kabulleniyordum. Ayakta beklemekle geçen ikibuçuk saatin ardından sıra bana geldi ve heybemden çıkardığım birkaç eski kitabına adıma imza aldım. Bu esnada kendime ve ona üzülüyordum da bir taraftan. Hem o yüzelli belki ikiyüz kişiye gelişigüzel satırlarla kitap imzalamak durumunda kalıyordu hem de ben çok değer verdiğim bir yazardan alelade bir imza almağı kendime yediremiyordum. Velhasıl olan oldu ve ona merhaba dedim. Bakışına baktım. Buna sevindim. Kalıp kalmayacağını sordum, bu gece kalacaktı. Rakı içip içmeyecegini, içerse de kimlerle içeceğini soracaktım, ama arkamda sıkılmış bekleyen kalabalığa bakınca vazgeçtim. Ona evlilikle ilgili de bir iki sorum olacaktı fakat bu rutinin içinde sorularımın da ezilmesini istemiyordum ve dedim ki, umarım geniş bir zamanda tekrar karşılaşırız, o da inşallahladı.

Yemek yiyip sinemaya doğru yola koyuldum. Hayatımın filmlerinden birini daha izledim. Bu ara ardarda izlediğim filmler birbirini mutlaka bir yerinden yakalayan ve tamamlayan filmlerdi. Eskiden de böyleydi ama uzundur ardarda film istemediğimden bu tecrübemi yinelemem mümkün olmamıştı. Şimdi tekrarladı, sabah gördüğüm ve beni fark etmeyecek derecede kaygılı olan Canan'ı akşam tekrar görüp kendimi yine fark ettiremeyişim gibi. Bende fark edilmeyen bir şeyler vardı demek ki. Bende fark edilmez olan ne var ki?

Canan, Mavi Ekspresle gelmiş İzmir'e. Bu devirde o kadar yolu trenle çekmek için değişik bir insan olmak lazım ama günümüzde değişik olmayan insan mı var ki? Tamam da, bende fark edilmemek de bir değişik yönüm değil mi? Yo hakkımı yememeliyim. Fark edilmemek üzerine kurgulu bir fark edilirliğim olduğunu yadsıyamam. Orda burda karşılaşmış olma ihtimalimizin çok yüksek olduğu Ezgi de beni fark etmezmiş mesela görseydi ya da gördüyse bile. Lakin benim fark edişimden anlardık en azından fark edilemediğimi. Çünkü ben ne olursa olsun görürüm. Bu sabah Canan'ı gördüğüm gibi.

Canan benim eski şehirlerimden birinden trene binip İzmir'e geliyor ve sabah gardan sahile doğru yürüyor. Benim onu fark etmemem kabil mi? Güzel olmasına güzel hatta belki biraz fazla güzel ama bundan değil elbette. Hasan Ali Toptaş'ın hafif kirli sakallarındaki tarla süren mazot kokusunu fark etmiş olmam gibi. Yo, zoraki bir benzetme gibi durduğunun farkındayım ama vallahi öyle değil, Canan'ı tanısanız siz de bir gün içinde bu kadar tanıklığın normal bir insana fazla geldiğine şahitlik ederdiniz eminim, neyse ki içince normal bir insan olmayabiliyor ve bu kadar Canan'ı Yavuz'u Leyla'yı Hüseyin Abi'yi kaldırabiliyorum. Aksinin aksi bana sözkonusu değil.

Canan, Leyla ile trende tanışmış. Mavi Tren'de. Çok uzun bir yolculuk yapmışlar. Tren arıza etmiş hatta, filan. Orda anlatmış hikayesini Leyla'ya. İzmir'e Yavuz'u öldürmeğe geldiğini. Bu işi ondan Hüseyin Abi'nin istediğini. Yavuz'un, felç olduğu için en yakın arkadaşlarından biri olan doktor Hüseyin Abi'den kendisini öldürmesini istediğini. Hüseyin Abi'nin bunu beceremediğini ve bir gün ağlayarak bunu hemşire Canan'dan rica ettiğini. ... Leyla ise bu şehre liseden mezuniyetinin yirmibeşinci yıl dönümünde arkadaşlarıyla buluşmağa gelmiş, ben de bunu Canan'dan öğrendim.

Canan bu gece o otelde kalıyor ve Leyla akşam eski okul arkadaşlarıyla hepimizin hayatının içinde bir diyaloğa şahit. Şimdi Canan'la biz, onun, akşamı benim yaşadığım bu şehirde yalnız geçirmesinin ve benim bunu dert edinmemin üzerine, ve şiir üzerine konuşuyoruz.

Şimdi Canan'ı daha fazla yalnız bırakmamak için ona dönecek ve hikayesinin sonunu daha sonra getireceğim.