ama arkadaşlar iyidir



26.01.2018

hasan, biz yazmayı öğrendiğimizde -sen bizden sonra geldin- bütün kelimeler özel dahi olsalar küçük harfle başlıyordu. hasan, afrin mi membiç mi? hasan, afşin mi bozkurt mu? hasan, sen öyle umarsız, uyusan da bir köşede, biz öyle işte. biz ikimiz de umarsız iki köşede uyumadık hasan. ikiye ayrılan çiçekler ikiye ayrılır ikiye malum, biz öyle ayrıldık da bize reva görülen bu muymuş diye sormadık hasan, sen bir kere sormuş olsaydın biz bu durumda olmaz ıdık hasan. sen şükretmeyi seçtin, ben iyi olmayı. bizi iyi ve şık ayıran da bu oldu be hasan. bu resimdeki kız, yıllardır burda bu kitap başlığında pierrot le fou ile (m'appelle ferdinand) birlikte yanyana duran kız, siz de hasan mısınız?

11.01.2018

Şu dağın ardında bi dağ var da şu dağın ardında bi dağ daha var [unutmayayım, bilahare]

6.01.2018

merhaba marianne,

ne çok oldu değil mi. belki yıllar yular oldu da ellerime, ben sana yazmadım. bu gibi hareketlerimi, cümle hareketlerimi sevmiyorsun değil mi, seviyor da belli mi etmiyorsun yoksa. cümlelerden başka bir şeyi hareket ettiremiyorum zaten son seyirlerde. ha tespihi unutmamalıydım pardon. ben tespih sevmezdim biliyor musun, biliyor olmalısın, bu kadar mariannesen eğer muhakkak bilmelisin. lakin son istanbul ziyaretimden bir önceki istanbul ziyaretimde -ki arası çok açık değil- girdiğim antika dükkanında kendime müzik kutusu arayıp bulamadığım bir esnada, sonradan tespih aradığını ve bundan kolye yapmak istediğini tespit ettiğim bir ispanyol kadının fena halde tercümeye ihtiyacı olduğunu fark ettim gezinirken. kadından ziyade, günlerdir belki de siftah yapmamış antikacının ihtiyacı varmıştı bana. kadın ingilizce biliyordu, kadın ne güzel yaşlı bir ispanyoldu, kadının kendi değil ispanyol olması güzeldi. satıcı türkî, bi sürü adını duymadığım malzemeden bahsetti ve kadına o tespihleri sattık beraber, umarım hakkı yenmemiştir kadının. kadın da alıp kolye yapmış olmalı o tespihlerden. satıcı türkî, bana da sözlü emeğim karşılığında bir tespih hediye tti. ama gümüş hâtimesi vesairesi, hakikî gümüş değildi biliyordum, kokularını biliyordum metallerin. o bana hediye ederken de biliyordum. aldım yine de, ve evde bilgisayar başında müzik dinleyip müzik dinlerken -başka bir şey yapmam bu esnada bilirsin- tespihi elime alıp şarkı yorumluyorum. şimdilerde düşünüyorum da ne kadar da güzel bir meşgaleymiş ellerime, gerçekten çok işime yarıyor. gümüş olmayan ve rahatsız edici kokuya sahip hâtimesine dokunmamaya gayret ederek -koku konusunda gerçekten de rahatsız bir insanım- tespihle şarkılara yorum atlatıyorum birdirbirlerle. eskiden bu elleri yazmak için kullanırdım, ona buna yazmak ya da bildiğin yazmak, şimdi anlamsız geliyor, ve tespihe sarılıyorum, buna da tesbihat diyorlar sanırım teolojide.

bugün çok dertleşeceğim geldi marianne. bana pek olmaz bilirsin. sahi bilir misin? hani bugün dertleşeyim diye eşim eşim insan aradım. mamafih bulamadım. ya da bulmadım. bir hergele haralagüreledeyim. bu tip hareketlerimi sevmiyorsun değil mi, seviyor da belli mi etmiyorsun yoksa. cümlelerden başka bir şeyi hareket ettiremiyorum zaten son düzlüklerde. müzik dinlemek de çok şaşaalı tabii apartman hayatında. hele bir de üç beş kadeh bir şey içip de kulaklarının hassasiyetini azaltmış ama duymaya iştahını da tersi yönde palazlandırmışsan. bu nedenle uşak'a taşınmak istediğim tutuyor şu günlerde. özellikle uşak'a değil elbette, ekmek orda olduğundan. mesele o da değil aslında, kariyerimin bana iyice uşak olduğumu hissettirdiği şu günlerde müstakil bir eve ihtiyacım var marianne. hani sen bana mektuğ yazdığında erişeceğinden şüphe duymayacağım kadar müstakil, kadar münzevi, kadar ırak, ama bir o kadar da kariyerime bekçi bir eve. yine ben işimi yapacacağım, yine gümüş olmayan bir metali kokusundan tanıyacağım, yine kaliteli bir camı dişimle tadacağım, yine kaliteli bir porseleni dilimle anlayacağım, ama evim müstakil olsun. böyle böyle, bir iki içtiğim ve müziğe hassasiyetimin kulak kabarttığı gecelerde, sabah tahsin abi'ye mahcup mahcup bakmayayım, diye. gece benim ne dinlediğim bilmesin diye. çünkü bilirsin, sen duruşunda bakışında ne kadar balerinsen ben de o kadar mahcubiyet yüklüyüm dünyaya karşı. hep bir mahcubiyet, ota boka mahcubiyet. musluktan akan suya dahi mahcubum. ve bunun sonu yok, çok denedim çok yanıldım, biliyorum. tükenmiyor bu. nerede nasıl bir ahşap tüketecek onu da biliyorum ayrı mesele. uşak banaz'da böyle evler varmış diyorlar, mahcubiyetini asgariye indirdiğin, işine gidip gelebildiğin. izmir bana yaramadı marianne. ilk defa bir şehirle ters düştük, olmadı, denedik yanıldık.

bugün birkaç gün oldu marianne. ha bunu demin tuvalete gittiğimde hatırladım. kaşımın açıklığı gitmemiş. çok uzun zaman aradan sonra şöyle güzel bir sazlı sözlü kavga ettim. yaşıma ve duruşuma yakışmayan bir hareketti kabul ediyorum ama o da memnundu ben de olaydan sonra. nasıl oldusu neden oldusu bir tarafa, geldiğini fark ettiğim anda kısmen savuşturabildiğim yumruk sağ kaşımda bir hatıra bıraktı, ha nizami kaşlarım bunu e-dünyaya ne kadar yansıtır bilemem ama çok iyi ıslandık o gün yirmiiki aralık yağmuru altında, yuvarlanırken sokaklarda. müthiş bir yağmur akıyordu bornova'ya. sonra birkaç gün sonra david bowie filan öldü, i've got scars that can't be seen diyerek.

gelgelelim sana marinanne. adının ne olduğu, nereden geldiği tartışılır olmalıydı dost meclislerinde diyeceğim ama dost meclisi yok, mebusu da yok. ben şöyle diyeyim önce, so long marianne. ve marianne renoir.

yine tamamlayamadım ama sonra pullayıp göndereceğim. yeter ki mahcubiyetim ahşap yapıya dayansın.