Son otel akşamı
Her şeyle her şeyin arasındayız
Birine öyle uzak, ötekine bu kadar yakın
bu gemi ne zamandır hurda
Merhaba'ydı tabii
Lisede sevdiğim kız "merhaba" yazmazdı, "meraba" yazardı, bunu hiç unutamam. Üstelik; adı, Türkçe miydi, Türk Dili ve Edebiyatı mıydı, her neyse işte o derste, en iyi kompozisyonları o yazar, o dersten en yüksek notları o alırdı, üstelik babası o ilin Milli Eğitim Müdürlüğü'nden emekliydi, üstelik on parmağında on marifetti. Çünkü bunu bilerek yapardı. Ben de bazen yazdıklarımızın yazdığımız gibi okunması gerektiği tarafında oldum. Bazense yazdıklarımızın konuştuğumuz gibi okunması. Bazen yazdıklarımızın sustuğumuz gibi okunması. Korkarım çok taraf değiştirdim. Tarafgir. Merhaba. Maraba. Berhava. ve çeşitli kelimeler susular. Bazı insanlarsa benim gibi sasılar.
"Günler günlerimize tane tane damlarken." Günler şakaklarımızdan tane tane damlarken. Yüzümüzden aşağı bir akgın. Sabahları katıldığımız toplantılar. Katlettiğimiz kendimiz. Ki sabahlar daha kaliteli olmamalı mıydı. Geçiniz. Rüyalarımız kendimizle toplantılarımız, rüyalarımız diyorum kendimizle yaptığımız toplantılardır. Şimdi yoklar, Mehveş, meneviş. Mehlika, çeşitli isimler. İnsan 40 yaşına yaklaşırken çeşitli özel isimleri hatırlamakta sakınca görmüyor, daha bir özgür daha bir boşvermişimdünyaya oluyorsunuz.
- Tamam da,
- Tamam da ne?
- Tamam da,
- Tamam da ne.
Size Mıcır ile Moloz'un hikayelerini anlatmışdım. Daha neler anlattım üstelik. Bazı semt isimleri çok güzel. Bazı isimler bazı saatler bazı terlikler bazı seramikler fincanlar içkiler kahveler kupalar sigaralar. Biz bunları birbirimize anlatamadık. Fırsat olmadı diyelim. Ama elbet bir gün doğacaktır vadettiği günler Hakk'ın. Sizlere ZeZe bitkisini tavsiye ediyorum. Odalarınıza yeşilliğiyle küşayiş verir. Geyikleriniz ona bir başka hasetle bakar. Bakar bakar bakar.
İnsanın 40 yaşında en çok da zamanı olmuyor, ki yazabilsin.
Merhaba,
Birbirimizi bolca a yırdık. Birbirlerimize ay rı lıklar boca etdik. Sonra suçu ıslak mendillere mi atdık. Yağ satdık bal satdık, ustamız olmadı biz satdık. Sahi bir mendil niye sanar Ahmet Abi. Bir mendil ne olduğunu sanar. Her şey sandaldandı o kadar. Sandalwood. Woodstock. Woody Woodpecker. dUR bakalım heybeden daha neler çıkacak; hah; Polonyalı mendil. Ötesi yok, bence burada durup dinlenmelisiniz :) Yoksa siz de bir vakit birilerinin dinlenme tesisi miydiniz?
Malum babalarımız annelerimiz hep derler, sayılı gün çabuk geçer. Şunun şurasında ne kaldı. ... Bundan yaklaşık kırk takvim yılı öncesinde Ege'nin bir ilçesinde müstakil tek katlı bir evin tek katında dünyağa geldim. Ebemin kim olduğunu hatırlamıyorum ama ebem varmış. Ebeme hiç küfrettirmedim. Şiddete karşıyım ama bunun için gerekti ve adam vurdum, orta ikiye gidiyordum. Ha beddua edenler olmuştur o da ay rı. Her neyse, ebe diyorduk. Körebe diye beni seçdiler, kırk yıldır döner dururum da bulamam.
Merhaba ey güzel çiçek,
Biz sanki o zamanlar dünyağa neden geldiğimizi hiç sorgulamıyor muyduk sahi neydi. Oysa evet hiç öyle yapmıyorduk. Dünyanın toprağıyla teyemmüm biz, yo hayır biz öyle yapmıyorduk. World was on fire. Parmaklarımıza ve özellikle tırnaklarımıza çıraklıklarımızın siyah izleri sirayet ederken sanki o izler ömürlerimizden hiç silinmeyecekmiş gibi hissetmiyor muyduk sahi. Duvarlara yazı yazanlar arasında biz neden yer almıyorduk. Yo, öyle değil muhabbet kuşu. Evet bir muhabbet kuşu da ben olurum sev diye sen. Şimdi, dur, başa dönelim. Günler yeni ağarıyordu, sabah kalkılıp işe gidilmiyordu, dur ben bunu hatırlamalıyım, woke up on a good day. Aklıma sürekli Istanbul üşüşüyor. Bir sandalyeden doğrulup kalkıyorum mutfağa. MUTFAKTA BİRİ Mİ VAR? MUTLAKTA BİRİ Mİ VAR? Herkesin soru işareti kendine. Herkese benden çay. Hermes'e benden çay. Mizantropluk filan, sahi biz bunları yaşadık mı. Duyan da Fransa'da yaşayan bir sevgilimiz oldu sanır. Halbuki biz bu dünyağa düştük düşeli. Çatalları kendimize, bıçakları düşmanlarımıza batırdığımız bir çocukluk. Kendi mayhoş tadımızın farkına vardığımız bir ergenlik. Yo, o ağaçlara ben tırmanmadım, o memeleri ben öptüm o ayrı. Biz oralardan kendimize bir gecekondu beğendik. Aman neyse, tırnaklarımızla kazıyarak ulaştığımız bu yerde uzlaşmamak için elimizden ğeleni yapamadığ, yapamadığ, yapamadık. Blues sevdik. Öğrenmeyi sevdik. Şimdi, kollarımda lekelerin arttığı, motor melekelerimin azalmağa başladığı bu yaşımın arefesinde, "güzel gözlerinin meyhanesinde" [kalp kalp kalp] yüzümde kızarıklıklar. Durun sahi bunu anlatmalıyım, ortaikide okulun rehberlik hocasına gitmişdim, ben konuşurken yüzüm çok kızarıyor diye, bakın insanların talihi eğitilmezdir. Tarihin eğilir bükülür bir şey olmadığına da yıllardır inandım zaten, 16 C, Açık. Geçti sevdalarla ömrün, ihtiyar oldun o gün.
Yine kaşlarımı çatdığım bir akşam. Geçen gün Hasan'la konuşduk, Mustafa'yla da konuştuk, Selim'le de konuştuk, Nazım'la da konuştuk. Dedik ki konuşabilmek ne bileyim. Tabii çeşitli konuştuklarımız oldu. Konuştuğumuz oldu. Have I told you lately that I loved you. Kiremitler, kuruyemiş kabukları filan. Sahiller, çadırlar.
Yo ben bu yaşın adamı değilim arkadaş.
I remember you well in the Chelsea Hotel
Merhaba. Güle güle abi. Merhaba.
Bu hafta Badem öldü. Badem son sanıyorum -almost- bir senedir büyük bir teselliydi. 'Porto Teselli'ydi. Dimitra Kopulo'ydu rahmetli. Leonard Cohen bir gözü kör bir köpek olsaydı kesin Badem'e benzerdi, ama değildi. Beşiktaş'ta bir tekel bayii vardı, hemen Kartal Heykeli'nden yukarı doğru tırmanırken sağda, adı Küçük Ev'di, yine burada mutlaka anlatmış olsam gerek - [bazen burada kesin anlatmışımdır diye aradığım şeyleri bulamıyor ve şaşıyorum, hayret, nasıl anlatmamış olabilirim ki diyorum, bazense burada anlattığımı hiç hatırlamadığım bile şeyleri alakasız bir websitesinde bu blogun linkiyle görüvermez miyim, şaşıyorum, 'şaşıyorum hâlâ insanı kanatan hakikatler olmasına', küçük kliklere, linklere, klinkerlere, herbirine her birine.] [İnternet öyle bir alem ki oraya koyduğunuz her şey bir gün elbet karşınıza geri çıkacaktır ki biz buna reenkarnasyon diyeceğiz gelecek nesillerde, buraya koyduğunuz her şeyin bir gün karşınıza çıkması sizi kırk yaşına geldiğinizde utandırabilecek ya da en azından mahcup kılabilecektir, neyse ki kırk yaşında değilsiniz değilseniz.] - beni Dimitra/o Kopulo şaraplarıyla tanıştırmıştı, o zamanlar Kısa Ballıca içiyordum, pakedi 1.000 TL idi. İşte o adam, sonra Eskişehir'deki o adam, bakkalından kasabına, manavından tezgahtarına zihnim insanlarla dolu. Sizleri hiç saymıyorum farkındaysanız. Di gel otur o güzel boyuna ben de ölim. Makinistinden hostesine imamından müezzinine zihnim. Bazen Mustafa'yı düşünüyorum geçtiğimiz günlerde doğumgünü olan. İnsan diyorum, hayatında hiç alkollü içki içmemiş, nasıl olur da katlanır, zihnini nasıl atlatır, aklım almoor, ama demek ki olmuş ve oluyor. Olur a.
Gel bana güle güle de. Hem biz burada kırk yaşına yaklaşıyoruz bayım. Şimdi, buradan hep beraber Çin'e gözyaşı gönderelim mi ne dersiniz.
Merhaba idi Bayanlar Rotringler,
Yaş ilerledi. Yaş ilerledi de insan kurudu mu, su çürüdü mü, suydun sen de bırakmadılar mı gidesin? [Bıraksalar*] Bundan yıllar önce yine bir akşam Eskişehir'de evde müzik dinliyorum, o zamanlar 20'li yaşlardayım, Muse filan çok meşhur, Muse bence hakkıyla meşhur, hem adı Muse, ne kadar güzel, ne kadar talisman, yine hatta belki tarihlerden 3 Haziran, 2009. Yo buraya nostalji kuşağına gelmedim. Demem o ki, pek çok şeyi çok geç öğrendim. Yani öğrendiğimi anladığımda akıl alır gibi değil dedim hatta kendime. Kendime o hatta bir minibüs aldım. Yok, bu gün bu itiraflara hazır olmadığımı fark ettim şimdi. Demem o ki, bunu lütfen 'demem o ki' tonlamasıyla okumayın, o bir lafın gelişidir beni bilenler bilir. Düşünsene adam film çekiyor ve karakterlerinden birinin lakabı İskoç, diğerinin Maradona, elbet her şeyin bir hikayesi var. Misal, ben şiirleri sesli okuyup sesimi kaydederken -ki yaparken çok keyif aldığım bir hobidir- 'her' kelimesinin her geçtiği yeri 'er' şeklinde okuyormuşum gayrihtiyari. 'erkese benden çay.' parmaklarım kaşınıyor kaşıntılardan. gözlerim doğuyor dünyanın beni kestiği konturlardan. İlk güneş gözlüğümü aldığımda -ki hâlâ güneş gözlüklerine inanmam- otuz sanırım yedi yaşındaydım. Bana ilk güneş gözlüğüm hediye edildiğinde -ki hâlâ güneş gözlüklerine inanmam- otuz sanırım üç yaşındaydım ama kendim alana kadar hatra binaen dahi olsa takmadım. Güneş ilk gözümü aldığında sanırım altı yaşındaydım. Ha benm gözlerm çok güneşler çalmıştır o ayrı mesele ve bilahare.
Kırk, kendime yorulabilir bir insan olduğumu itiraf etmeğe yeltendiğim ilk yaş olacak gibi görünüyor. Ki henüz bunu kabullenmiş değilim ama sanki bu yaşımdan sonra ben de diğer insanlar gibi yorulan biri olacağım sanırım. Bence, bundan Gülen Adam gibi Yorulan Adam adlı bir film yapabilirdiniz. Yorulmam yani, yorulmak nedir bilmem ben.
Yaş dönümü demişken, geçtiğimiz günlerde pek çeşitli Mustafaların doğumgünüydü Mayıs'ın 22'sinde. Kuğu gibiydi Mustafa di mi, 22'yi kuğuya benzetmiştik yine yıllar önce burada sizinle birlikte. Kırk yaşamamdan itibaren sevdiğim sevmediğim herkesin doğumgününü kutlamağa karar verdim, nasılsa illa ki birilerinin o gün doğumgünü olduğundan haberdar oluyorsunuz, kutla gitsin, tüm insanlık kendini iyi hissetsin, ben kutladım diye değil, onun günü kutlandı diye. Benim kadar kendini insanlar kendini iyi hissetsin diye adayan azdır. Yakınlarıma zulmüm ayrı.
Bu kırık kırk yaş arefesinde kendimi hayatımın hiçbir döneminde bu kadar çirkin hissetmemişdim. Ki ben güzel bir çocukluk ve gençlik geçirdim.
* Buna daha önceki yazılarımda değişmişdim.
Herkesin bir Istanbul'u vardır ben bilmez miyim. Herkesin bir Istanbul'u bir de Istanbul'suzluğu.
Merhaba,
Her şey sandaldandı o kadar. Atıflarıma matufsunuz biliyorsunuz. Atıflarımdan medet umarsanız bildiriniz, mail atınız. Her yazdığım bir şeye çağrışım yapar bu bu arada burada dipnot. Atfederim, çağrışım ne kadar Türkçe kaldı di mi bu arada, ara'da yani. Arafta değil, ara'da. Atûf da Allah'ın güzel isimlerinden biridir bu arada.
Son cümlemi sandaldandı o kadar diyerek bitirmişim malum. Hakan Taşıyan'ındı di mi, sandalcı diye bi şarkısı olsa gerekti. O ada gitti karaciğerinden köreldi.
Bundan yıllar önce yine tarihler 27-28-29 Mayıs diyor. Kim diyebilir ki 'bundan sekiz yıl önce bugün' dediğinizde tarih yine 28 Mayıs'ı gösterir. Hayır, göstermez. Çünkü yıllar artıktır malum. Ama onca milyonlarca yıllık insanlar ve timsahlar tarihçesinde bir-iki günün lafının edilmemesi gerektiğini düşlüyorum düşlerimde. Yani, bundan sekiz yıl önce bugün, Selen, Selin ve ben Bostanlı'da Catch'in bahçesinde oturuyoruz. Tuborg içiyoruz onların özel isteği üzerine. Ehliyetimi ve arabanın anahtarını atıyorum masaya. Haftasonu Ayvalık'a gitmenin planlarını yapıyoruz. Haftasonu biter bitmez pazartesisi Haziran'da da ben uzun yıllardır çalıştığım işyerimden ayrılıp onun komşusu olan işyerine geçiş yapacağım. Kutlamalı bir haftasonu olacak. Derken Gezi olayları patlak veriyor ve biz kendimi Istanbul'da mı buluyorum, yoksa Ayvalık devam mı. Böyle bir şeyler. Evet bu gün o olaylar gerçekleşmeğe başlayalı sekiz yıl oldu ve tarihte bugün Taksim'de bir cami açılışı yapıldı. Benim ilkgençliğim Taksim'de geçdi. [İkinci gençliğime ayrıca geliriz] Bir devir son buldu bir daha sanki, bence, gibi geliyor bana yoksa şüphen mi var. Fuckin genius actually. Kiliseden havradan yana olmadığım kadar camiden de yana değilim ve ama sembolizmden hiç hoşlanmam. Ulusların, mafyaların, devlet adamlarının, devlerin, devirlerin, partilerin ve başkanlarının, cumhurbaşkanlarının sembolizm sevdasından hiç hoşlanmam, bir devrin hayatını skmenin hiç anlamı yoktur ama yaparlar, ve bu yüzden biz içimize çekiliriz, yazıklar olsun biz içlerine çekilenlere. Anamız babamız bizi böyle yetiştirmiş olmanın hesabını korkarım vermek zorunda kalacaktır diye.
Tarihe imreniyorum, nasıl bu kadar acımasız bu kadar hoyrat olabildiği hususunda. Üç dört yıl önce temelini attığı bir binanın acısını bugün daha bi güzel çıkartabiliyor.
Bi kırk yaş müktesebatını bile rahat yaşatmadı.
Bugün emekli şair K. İskender'in doğumgünüymüştü ve aslından onun indinde indie nevinden bir şeyler yazacaktım lakin uzak durduğum haberler canıma yetdi bugün. Du bakalım, bulacağız bir müsekkin.
MUBİ'de Mystery Train var di mi, birkaç kez daha izleyeyim, sonra uyku kardeşim ver elini.
Blue Moon, you saw me standing alone.
Merhaba,
Saat 22.22. Fatih'in Istanbul'u fethettiği saatten oldukça uzak lakin güne yakınsamışız. Birbirine muvazi iki salmışız. Salmışlar bizi sanırsın Göksu Deresi'ne, aheste çekiyoruz kürekleri mehtab uyanmasın. Yıllar önce Mehtab'dan bahs açmıştık hatırlarsınız, hatırlarsanız. Hatta bir bahisti ki parlayan gümüşten. Porsuk Çayı'nın kıyısında oturdum ağladım. Yıllar önce böyle bir seri yapmağa yeltenmişdim, "... Irmağı'nın kıyısında oturdum ağladım" cümleli ve fotoğraflı bir silsile. Velhasıl yapmış idim de lakin araya pandemiler futbol maçları tezahüratlar karaciğer sancıları karınca baskıları ve muhtelif aliteratif halüsinasyonlar seyran edince yarım kaldı. Nice ceylan boyunlu kadınlar ve Ahmet Erhan şiirleri ve Franko Buskas şiirleri ve erguvanlar ve ıhlamur kokuları filan İstanbul arası. Sonra, sonra Italyan musîkisine merak buyurdum, klasikleri dinlemeğe başladım, yaşım kırka doğru kırk nala ilerliyordu, Achille Togliani, Nilla Pizzi filan kendimi İtalyan kasabalarında bulmağa yeltendim. Ne dediniz, yoksa Nilla Pizzi, İtalya'nın Yüksel Özkasap'ı mıdır?
Yazılarımda özel isim kullanmağa bayılırım. Daldan dala dala daldan dala sekmek. Daldan bir kuş gelecek döne döne, bir kuş gelecek daldan döne döne, daldan gelecek bir kuş döne döne. Bu tekerlemeyi Susam Sokağı'ndan biliyor olsanız gerek. Aslı böyle değildi tabii ki. Hangimiz aslımıza hürmeten sadık hidayet kalabiliyoruz ki ;)
Sonra oluşturduğum playlist'imin adını İtalyan Kasabası koydum. Acaba dedim İtalyan'ı da Istanbul gibi I ile mi yazmak icap ederdi? Sonra dedim ki kendime, ne alakasI var? Bütün soru işaretlerim kendimedir tabii her zamanki gibi. Başkasına sorup da cevap alamamaktansa kendine sorar kendin kurar kendin düşünür kendin söylersin. Mufassal kıssa başlarsın garip efsane söylersin. Deli gönül neylersin. Ne demiş şair, deli gönül gezer gezer gelirsin. Yok, aslında şunu da demiş temel olarak, deli gönlü bir dilbere bağladım. Ha bir de şunu demiş, bir gözleri ahuya zebun etdi beni felek.
Bu yazdıklarım, kırka mendil bağladığımız şu günlerde, mendiller ifade ve iade ederken birbirimize, merdiven de dayadıksa eğer, bu yazdıklarım potburi yerine geçer ve zihninizden zihin seçer, çekiliş yapar. Çekiliş, karaya çekiliş, kıyıya çekiliş. Ne demiş Erkin Koray bir şarkısına isim vermeyi de kafasına koyarak, Düşünüş.
Düşünüş yapanlara Düşünür diyorsak şayet, Çekiliş yapanlara [kenara/kıyıya/karaya] Çekilir diyebilir miyiz. Çekilmez bir adam oldum yine, huysuz aksi hay aksi nalet. Süper şiir değil mi dostlar. Şayet ben bir amigo olsaydım, bir GS maçının arefesinde bütün stadı haykırttırırdım bu şiirle. Ben amigo olsam neler yapardım da işte olamadık bir miço bir de amigo.
Her şey sandaldandı o kadar.
Günlerin Davrandığı
Merhaba, bu günlerde hiç paragraf yok. Ardıardıardıardına cümleler cümleler. Cemi cümle, cümbür. Günler gümbür. Gümler gümbür gümbür.
Evde olduğumda görmeyi ıskalayamadığım bir nine var, balkona çıktığımda o aşağıdan geçiyor ve çöp dökmeğe gidiyor oluyor. Çok kambur olduğundan, boyu, taşıdığı çöpü doğrudan çöp kutularına atmağa yetişmiyor ve bu nedenle kaldırımı geçip çöp kutularına arka taraftan dolaşması gerekiyor. Fakat bacakları kaldırıma çıkabilecek kadar güçlü değil, bu yüzden de belediyenin bisiklet, vb. için meyil düzenlediği tarafa kadar yürüyüp oradan yükselerek çöp kutularının düşük kotta kalan kısmına gelip çöplerini atıyor. Bu bana Kieslowski filmlerinde yer alan aynı insanları hatırlatıyor. Kieslowski filmlerinde yer alan yaşlılar da aynı şekilde kamburluklarından ve boy kısalıklarından geridönüşümlü malzemeleri ilgili kutuya atmakta zorlanırlardı hatırlarsınız. Tabii o filmlerde bu sahnelerin bizlere kıydığı bir mesaj daha vardı. Aldık mıydı o mesajı.
Şimdi artık,
Merhaba Bay Tombo,
Mektup dediğimiz ne ki, değil mi. Şubat geçmeden yetişeyim istedim lakin bu isteğim gerçekte kendine yer bulamadı. Gerçek parşömen kaplandı. Şubat geçmeden olmadı, Şubat bu yüzden geçdi gitdi. Mard'ın da bu minvalde geçmesini ve gitmesini beklemedeyiz.
Akşamdan beri en son ne zaman şarabı şişeden içtiğimi hatırlamağa çalışıyorum, hatırlayamıyorum. Halbuki seneleri tanırdım, senelerde yanılmazdım. Hakan in da house, gimme the music, akşam dediğimiz gibi. Akşam gibi akşam.
Mandalina çekirdeklerinde bi hüviyet seziyorum. Bana önceki hayatlarında insanmışlarmış gibi geliyorlar, hakkaten bak, bi de bu gözle bak.
İnsanları, kendilerine dedelerinden plak kalmışlar ve kendilerine dedelerinden plak kalmamışlar olarak ikiye ayırdığım oluyor. Ve sonra diyorum ki bu hayatta kötü oyunculuğum bulunan ne çok güzel sahne mevcut. İnsanları çok fazla ayırdığımı fark ediyor ve vazgeçmeye meylediyorum sonra, sonra nolmuş?
Bilenler bilir, benim sorularım soru değildir. Ben soruları sonuna soru işareti koymadan, bırakmadan sorarım, cevapları kimseye bırakmam, kendim cevaplamaksa hiç işim değildir, sorular cevap istemez. Ne gerek var. "Hiçliğine bakarsın." demiş şair rahmetli müteveffa ve virgül.
Görüşürüz Mr. MR Tombo. Görüşeceğiz Mr. Tombo, el Tombo.
merhabalar. nasıl gidiyor arabalar?
benim bunu espri sayıp sürekli dile getiren bir ingilizce hocam bile oldu biliyor musun. ben de elbette tam kafiyelere inanıyorum, kafiye olsun diye yaptığım şeyler muhakkak oluyor ama bu kadarı da fazla, a yoo, asla. ben yazmayalı blogger'ın kullanıcı ara yüzü bile değişmiş, user friendly olmaktan uzaklaşmış, kendi haline çekilmiş, bir dost bulamadım gün akşam oldu deyi inlemiş. en son yazdığım/aktardığım yazı da ne kadar kötüymüş, onun üstüne laf söylenmiş olsun diye geldim biraz da bu akşam ben buralara.
-buralara sık geliyor musun?
-arasıra bazı bazı. gelsen bile gönlüm razı.
benim masamda her zaman bir kurşun kalem, nerden baksan iki kalemtraş, bir adet silgi, olur. olmazsa olmaz. bir vakit bir portekizli ile iş için buluştuğumuz toplantıların ilkindeydik, adam çantasından kalemtraşı ve kurşun kalemi çıkarmaz mı, orada anlamıştım iyi anlaşacağımızı. ondan sonra ver elini porto, ver elini aveiro, ver elini leiria, ver elini karanfil elden ele. viskiyi neden seviyorum biliyor musunuz, hayır çok sevmiyorum ama seviyorum, ahşap koktuğu için, ahşap fıçılarda yıllarca dilendirildiği için üzülüyor olmakla birlikte ona elimde avucumda vereyim ne varsa diye biraz da. merak etme, konuşurken de böyleğim. göçmüş bir leyleğim, sadece boyum kısa. sahi, en son ne zaman kibrit kutusu kokladınız? sizin de sevdiğiniz matchbox'larınız olmuş muydu? benim bir kere oldu şairin giyindim. ve kuklarımız, ve kuklalarımız ve kulaklarımız sayın seyirciler. captain hook. elini hatırlıyor musunuz? bugün hoca'ya cuma günlerinin anla m ve önemi n den ve robinson'dan bahsettim biraz. aslında neden captain hook'tan da bahsetmemişsem*, şimdi aklıma üşüştü. darlar hep düşeşti.
[yazılarımda imla hatası yoktur, hepsi bile isteye yapılmıştır, yeni okuyuculara not]
yani şair, "darlar hep düşeşti." derken klostrofobisinden bahsediyor aslında. ki kişi, "darlar hep düşesti." de diyebilirdi. böyle deseydi ne anlama gelecekti, kadınların erkekleri kapana kıstırdığı filan diye yorabilirdiniz. ama yapmadınız değil mi.
there is a place where lovers go, to cry their troubles away. aslında burada özel bir şey demek istememiştim, sadece şu an dinlediğim şarkıda bu sözler geçiyordu daye yazdım. daye çingene dilinde üstelik demektir. bu akşam da nedense demeklere sardıysam, ben de bilemedim. alıştırma yapmak için sanıyorum. bu arada dream a little dream of me, bunu kim, gizem mi güzel söylerdi, a yoo, diana krall, a yoo, joss stone mu yoksa, neee, norah mı. bence artık sıkılındı.
şimdi birazdan gündelik hayatıma geri döneceğim, gündelikçi değilim bu arada ama günübirlikçi olduğum söylenebilir sanıyorum. tamam uzattım, uzatmağa bayılıyorum. abi ada'ya geleceğim elbette. balık avlar mıyız birlikte. ben size bir şey söyleyeyim mi ben, masamda hesap makinasının ne işi var, cetvelin, post-it'lerin. elleri kullanalım elleri. konuşurken çalıştıramadığım elleri.
görüşürüz, görüşeceğiz bence.
*lieutenant dan'den neden bahsetmemişsem.
adamlar işin anlam ve önemini kavrayıp böyle bir müzik grubu bile kurmuşlar. bayılıyorum bu ecnebilere. görüşelim.