Ekim 09, 2008
turntable
akşam oluyordu genç adam. buna dair pek çok şarkı vardı ve hepsi
de senin söyleyebileceğinden çok daha iyi bir şekilde söylemişlerdi. şehrin
ışıkları bir bir yanıyordu. ve sen, bir vatoz balığı gibi pencerene dayanmış,
bu ışıkların merhabalarını aleyküm selamlıyordun. yavaştan evlerden yemek
kokuları da yükselecek ve okul çıkışı yurtlarına dönen üniversite öğrencileri
bu sıcak yemek kokularına ve evlerin yanan sıcak ışıklarına bakıp
içleneceklerdi. kış geliyordu ve yazın kendilerine ara verilen hava durumu
bültenleri en çok izlenen programlardan olacaktı, ve bunu yine yüce halkımız
başaracaktı. -bayramda hava yağmurluymuş, tüh- ışıklar yanıyordu, en güzeli de
bunu şehrin yüksek bir katından karanlık altında izlemekti. hayır, belki de hiç
de güzel değildi. öylesine bir şeydi. sabah erkenden, hep aynı yolu kullanarak,
hep aynı otobüs veya servis camlarına dayalı şekilde işe giden insanlar, aynen
geri döneceklerdi. otobüs duraklarında bir genç otobüs bekliyor gibi yapıp tüm
bu gitmece gelmeceyi izleyecekti. işin ilginci deliler de otobüs duraklarını
mesken tutardı. sabah aynı insanlara bakıp işyerinde başkaaynı insanlarla
çalışan biz insanlar bu durum yüzümüze vurulduğunda mesela hollanda'ya okumaya
gitmiş bir arkadaşımızı veya kazakistan'a öğretmenliğe gitmiş cesur bir
arkadaşımızı düşünüp kendimizi teselli edecektik. fırından, bakkaldan,
pazardan, ordan burdan, bir teselli verip karşılığında bir teselli alacaktık.
sabahları her sabah, her sabahları sabah, yani her'in başka biçimlerinde
karşılaştığımız insanlardan kaçının bizim gibi düşündüğünü hesap edip, her gün
tam önünden geçerken dükkanını açan kuru temizlemeci kızın makyajlı mı
makyajsız mı daha güzel olduğunu filan düşünmeyecektik, ya da bilhassa o
millipiyangobiletçisi yaşlı adam, o şapkanın o kafada artık gerçekten de saç
olduğunu düşünüp sattığı biletlerden birine büyük ikramiye çıksa ne düşünürdüyü
kendimize sormadan edemeyecektik. sahi kuru temizleme nasıl bir şeydi, makinası
mı vardı, bilmiyorum. sadece bazen iş dönüşü giydiklerimi askıya asarken, eski
evimden ve şehrimden tesadüfen kalmış ve buraya getirmiş olduğum askının adına
dikkat edince içim bir hoş olacaktı. kısmet kuru temizleme, beşiktaş. hep
emrah'ın o ucuza aldığı takım elbiselerin temizlenme seanslarından kalma. sahi
nasıl temizlenir kuru. az kuru az pilav az ıslak ya da.
şöyle bir düşündüğümde fark ediyorum ki bundan iki gün önce
kendime hayatımın en büyük kıyağını yaptım. bugün de üstüne tatlısını yedim.
yıllardır içimde büyüyen bir bitkiyi suladım, ya da dalından meyvesini
kopardım, bir güzel yedim. ya da yıllardır içimde yapılan bol kubbeli bir
caminin minaresine çıkıp ezan okudum. ya da yıllardır elimde patlak duran bir
meşin yuvarlağa hava bastım. ya da yıllardır uçsuzluk nedeniyle yazmayan ince
uçlu bir kaleme uç aldım, mürekkep doldurdum, filan. işte, buna benzer ya da
benzemez, güzel bir şey yaptım. sonra bunun bir burjuva zevki olduğu
hatırlatıldığında çisentiye maruz kalan yeni kurutulmuş tütüne benzeyen
sevincim, ıslanıp çürümeye yüz tutsa da, bugün yaptığım ilaveyle çürüyen
kısmını attım, tazeledim. süperim. ama işin şu "yıllardır" kısmına
tekrar vurgu yapmak istiyorum, bu da bir vurgun. yıllardır sahafları
antikacıları dolaşırım ben. bu içimde bir apandisit benim. aldırırsam boşalır
rahatlarım belki ama bomboş olurum, aldırmazsam da çaktırmadan rahatsız eder,
bazen de böyle patlama anları olur işte, gider parayı bayılır alırım. bakmayın
para bayılmak dediğime, çok bir şey değil aslında. on tane orjinal cd parası.
yıllardır gezdiğim sahaflarda antikacılarda ikincielcilerde filan gözüme
kestirir dururdum, pazartesi günü bu işe noktayı koydum. dual serisinden 412
numarayı aldım, evime koydum. mülkiyetin getirdiği yadsımayı ya da
yabancılaşmayı ya da körleşmeyi filan şimdilik düşünmüyorum, ve düşünmek de
istemiyorum, tartışılır bir konu bu, bunu diyene tek söyleyebileceğim sen
yapabiliyorsan, yani sahip olamamayı becerebiliyorsan sahip olma arkadaşım, ben
sahip olmamayı beceremiyorum bazen. neyse, 412 demiştim, internette
dolaştığımda böyle bir marka bulamadım, yani dual var elbette ama 412 kodlu
ürüne rastlayamadım, o yüzden hâlâ sahte olup olmadığı konusunda şüphelerim var
ama çok da sorun değil, antikacı değilim nihayetinde ve maksadım bu cihaza iş
gördürmek. alıp da saklamak veya sergilemek de değil. memleketten dede yadigarı
plaklar getirmiştim sırf bunun için, yıllardır da onları çalmak için beklerdim.
-bu plaklar aslında çok büyük bir yazının konusu, çünkü ben bunların içindeki
şarkılarla karşılaştığımda sanki girift bir romanın bazı ayrıntıları açığa
çıktı, veya çözmüş gibi oldum- meğer bu plaklar haddinden fazla çizik olmasın
mı, meğer tam sarmaya hazır kasetlerin çıkardığı boğuk seslere benzer sesler
çıkarmasınlar mı. bütün sevincim altüst oldu. benim hediyem de öyle yalnız
kaldı salonda. büyük bir şevkle para biriktirip oyuncak alan ama eve vardığında
bir de bakınca ne gören, oyuncağının paramparça olmuşluğuyla karşılaşan bir
çocuğun duygularına benzer bir duygulanma dalgaları yükseldi içimde, yükseltti
yükseltti vurdu kıyılarıma, işte sahillerdeki kumlar bu şekilde oluşuyordu
ilkokulda, dalgalar hızla kayalara vuruyor ve kayalar ufalanıyordu, bunu andım
o gece. öyle bıraktım. bugün de bir vesileyle işten erken çıktım ve şehirdeki
tek antikacı bölgesine yürüdüm, üç gündür aklımdaydı bu yürüyüş ama erken
çıkamıyordum bir türlü, nihayet bugün, mutlu gelişme, zeki amca'yla tanıştım,
ve onbir tane plak aldım kendisinden çok da cüzi olmayan bir fiyata. artık
paramı nereye harcayacağım da belli olmuştu, kitaplar bu duruma üzülecekti ama
napalım kapitalist dünya, tercih etmek zorundasın bir şeyleri. ve eve gelir
gelmez ilk işim onları dinlemek oldu. bazıları çizikti yine de, ki buna bir de
'elbette' notu düşmek lazım herhalde, kırk elli senelik plak çizik olmayacak da
ne olacak, ben daha otuz senelik bile değilken bunca çizilmişim. mesela emel
sayın'ın 45liğinde sesi biraz boğuk geliyor, erkeğe yakın bir sesle söylüyor
gibi, ama müzik aynı, müzikte bir sorun yok, o halde ne gam. bundan sonra az
çizilmiş plak buldukça buradayım dostlar. bu vesileyle ne yazılar yazılır
biliyor musunuz. ki zeki amca bu işin menbaı gibi duruyor.
bir nesil sanayiye gitti onkusur yaşında. onüç yaşında çırak,
onyedisinde kalfa oldu. her akşam karanlıkta, elleri mazot kokulu üstüpleriyle
temizlenmiş, sabun niyetine tinerle arındırılmış boyalardan yağlardan azade,
dolmuş beklediler, el ettiler köye giden arabalara. onların çocukları var
şimdi. türkiye çok değişti millet, türkiye çok değişti, ve kimileri için baharı
görmeden yaz geldi geçti. bu hediye meselesinin benim açımdan birçok önemi var.
tabakalı yapıya sahip bir insanım. bazı malzemeler de sahip oldukları
tabakalara göre sınıflandırılırlar. ben de insanları böyle sınıflandırıyorum.
mesela killerin çok tabakalı olanları pek makbul değildir, ama benim gözümde
insanların fazla tabakalı olanları evladır. neyse, bu konuya şurdan girecektim,
bu pikap alma işinin birçok katmanı var, kaz kazabildiğin kadar, ama maalesef
biraz klostrofobim var, fazla inemeyeceğim madene. günümüzde bir şeyi satın
almak için para biriktiren, para biriktirebilmek için de tam zamanlı bir işte
çalışan ortaokul-lise mezunu yirmiyaş civarı gençlerin son temsilcisi olan
kuzenimden aldığım bir feyzdir bu benim. bu nesil, babadan para isteyemez. baba
da zaten kolay kolay para vermez. aslında verir, ama onu da bir gece vitrin
gözüne bırakır, sen kalkar sabah o mahcup parayı alırsın. ya da anneye bırakır,
anneden alırsın. anneden almak mübah, babadan almak mekruhtur. düşün artık,
çalmakla olan bağlantısını sen kur, ey kul. bir çocuk onyedi onsekiz yaşında
sigaraya biraya ve en masraflısı müziğe merak salar. tabii zaman şimdiki gibi
beleşe mp3 kopyalama zamanı değil, kaset alıyorsun, ondan bir önceki nesilde de
plak alıyorsun. tabii kasedin de plağın da korsanı var sonuçta, ama o bile bir
para. hele bunları çalacak olan alet. hele çaldıkça içilecek olan sigara ve
bira. kolay değil babam kolay değil, bir de ömrüm seni sevmekle nihayet
bulacaktır şarkısı, sen düşün. masraflı iştir sevmek. ödeyemeceksen
sevmeyeceksin. [her halukarda birkaç katmana sahip bir cümle kurduk] çalışırsın
bu yüzden. ben gencin müzik dinleyenini, sigara ve adam gibi bira içenini
severim. ve dünya üzerine özel olarak gönderildiğine inandığım bir insan benim
bu kuzen, allah bozmasın diyelim, çalışır ve teyp alır, kasetçalar alır, mp3
çalar alır, ben onun kasetçalarından dinledim en güzel hatasız kul olmaz'ı,
başka zamanlarda o kadar güzel söylemiyor orhan gencebay. şimdi ben bu pikap'ı
ona gösterdiğimde deli olacak, "hasan abi," diyecek, "para bok,
alırsın tabi mına koyiim," diyecek. mercedes sosa şu hikayemi bilse çok sevinecek.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder