öptüler. beni bugün müslüm baba
öptü.
sekiz yaşındaydım sanırım. d'm
askere gitmişti. anannem yalnız kalmıştı. beni de yanına vermişlerdi. okuldan
geldiğim vakitler d'mın kasetlerini karıştırıyordum. bir tane de araba teybi
vardı, arabasız da çalışabilen. kimler yoktu ki kasetler arasında: müslüm
gürses, ferdi tayfur, orhan gencebay, erol budan, ahmet kaya, cengiz kurdoğlu,
arif susam, ümit besen, huri sapan. adını hatırlayamadığım bir sürü isim, kaset
kaset. en çok ferdi tayfur ve müslüm gürses. sürekli dinliyordum. o yaşlarda o
müzikler. âşık mıydım ki, evet galiba, bir kız vardı sınıfta. ama ilgisi
olmamalı sekiz yaşındaki çocuğun içindeki arabesk ruhun bu kıza açılamamasıyla.
gaipten gelen seslerdi çünkü o sesler o zamanlar için. bildiğin dinlemekti
benimkisi. elimdeki sapanı bile unutup gidiyordum dinlerken. özellikle müslüm
gürses ve ferdi tayfur’u. ama müslüm ayrıydı. hepsine dair ayrı öyküler
anlatabilirim aynı zamanda yaşanmış. şarkıların isimlerini ve sözlerini de
ezberlemeye başlamıştım. hatta okulda orhan adlı arkadaşıma bile anlatıyordum
da anlamıyordu, küçüktü daha o, oysa ben büyüktüm, delikanlıydım, düşünsene
sekiz yaşında zil zurna âşıksın ve müslüm gürses dinliyorsun. içimde arabesk
bir ruh olduğunu söylerler, burada mı atıldı acaba temeli? “bizim gönlümüze
hasret düşüren, şu geçit vermeyen dağlar utansın.” ilk bu şarkıya takılmıştım.
sonra geldi gerisi. anannem de anlam veremiyordu kafayı duvara dayayıp araba
teybinden çıkan seslere baktığımı. görüyordum tüm sesleri ben. nota nota
yükseliyorlardı içimden. onlarla geçti zaman. [normal kilitlere sahip olmayan,
bastırınca dili yukarı kalkan bir kilit sistemi vardı kapının, arkasında da
koca bir müslüm gürses posteri, şimdi o posteri bulsalar da bana, tüm malımı
mülkümü bağışlasam… beyazdı müslüm gürses, beyaz bir takım elbise vardı
üstünde, siyah kıvırcık saçlar ve beyaz bir elbise, onun tüm resimlerinden
hatırımda kalan en büyük sahne budur] d'm döndü askerden. ben de şehrime
döndüm. yaşım on oldu.
bir gün motosikletiyle geldi d'm
bizim eve. ben de okuldan çıkmıştım çoktan, ödevlerimi de yapmıştım. d'msa
sanayideki işinden çıkmıştı, yağlıydı, paslıydı. “gel,” dedi, “seni konsere
götüreyim.” çok sevinmiştim. anannem okuma yazma bilmediğinden, ben de o askerdeyken
yeni yeni söktüğümden ona anannemin dilinden yazdığım mektuplara birkaç tane de
şarkı sözü iliştirirdim müslüm baba’dan. meğer d'm ağlamaklı olurmuş.
[“oturup ağladım çocuklar gibi,” der mesela müslüm gürses ‘bir avuç gözyaşı’
adlı şarkısında.] müslüm gürses konserine gidecektik akşama, ama önce d'mın
yıkanması paklanması ve günün anlam ve önemine binaen giyinmesi gerekiyordu.
yaz mevsimiydi, hatta yalan olmasın belki de onyedi yıl önce bugündü. köydeki
delikanlılar önce köy kahvesinde toplandılar, şu saatte buluşmak için
sözleştiler, ve bir kamyonet tuttular. atladık kamyonetin kasasına on kişi
kadar. hepsinin yüzünü tarif edebilirim isterseniz, hepsinin yüzündeki tarifsiz
sevinci, heyecanı, birbirlerine ettikleri tatlı dilli küfürleri. ben hatırlamak
istemiyorum, bir tanesi öldü geçen sene, ama siz isterseniz boynum kıldan ince,
elimde sigaram şu an külünden yüce. [ben de işi kötüşairliğe vurdum işte
naparsınız] onlara göre epey küçüktüm, aşağı yukarı hepsi askerlik
çağındaydılar, hepsi ilkokul mezunu, sorsan o zamanlar için benim kadar bile
okuma yazma bilmezlerdi [tamirci çırağı şarkısını mesela ben onlardan çok daha
önce duyacaktım tamirci çırağı olmadan, ama onlar tamirci çırakları olsalar da
o şarkıyı ve hüznünü (ilk dinlerken ve türkü barlara meze olmamışken) hiç
bilmeyeceklerdi, çünkü hepsi ta kendileriydi, biz ise avuntudan ibaret
hayatlardık, içine tam olarak giremediğimiz ve fakat yüksek duyarlılığımız
neticesinde kenarından kıyısından izleyip o hayatları sanata boca etmeye
çalışanlardandık] bana baktılar, d'm onlardan büyüktü ya, forsluydu o yüzden,
sevilirdi bir de, “benim yeğen,” dedi. gururlandım d'mın yeğeni olmaktan.
kamyonetin kasasında köyden şehre gidilen bir an, rüzgâr bile o kadar heyecanlı
mı olurdu be danyal? sigaraların dumanları bile o denli ateşsi mi olurdu?
şapkam vardı kafamda. galatasaray
şapkası; d'mın, uğruna onu atmam ve çiğnemem için getirdiği türlü beşiktaş
şapkalarına bile dönüp bakmadığım şapkam, çizgili, sarı kırmızı. bir taraftan
onları dinliyor, bir taraftan da konser denen şeyin, müslüm gürses’in
gerçeğinin nasıl bir şey olduğunu hayal ediyordum. derken bizim kamyonet
hızlandı ve rüzgâr, ve şapkam uçtu uçtu uçtu. bakakaldım, karanlıkta kayboldu
köyün derinliklerine doğru. [bir kadının derinliklerini de o derinliklere
benzettim sonradan hep. içinde yitip gittiğin. içinde çocukluğuna dair sevdiğin
bir şeyin kaybolup gittiği, sulu gözlerinin tecellisi bir zemin. karanlık,
gizemli, derûnî ve şarkkârî bir kayboluş. güzel bir yitip gitmek. kendini tam
anlamıyla bir an için kaybetmek.] arabeski de buna benzetirim ya ben, sırf
benzetme gereksinimimden. “bak işte, kayboldu senin galatasaray,” dedi ve güldü
d'm, diğerleri de güldüler. o zamandan beri kaybettiğim şeyleri tekrar aramam
ben, eğer kaybettiğime inanmışsam.
gidiyorduk işte sallantılı bir
mevsimde. sancılanıyordum heyecandan; canla cananla ilgili, en azından
canhıraş’la, cansiperane’yle, cancağız’la, canına yandığımın dünyası’yla bir
bağlantısı olan bir gidişti bu gidiş. ilçe merkezine geldik, meydanda insanlar
yavaş yavaş toplanıyordu. d'm ve arkadaşları bira aldılar, bana da gazoz.
zaman mı çabuk geçti, gazoz mu çabuk bitti anlamadım, hava kararıverdi ve
meydanda bir kamyonun kenarları açılmış kasasında, bildiğin kamyon kasasında
bir beyazlık beliriverdi. ışıklar ve sahne, sahne kamyonun kasasıydı. alkışlar,
ıslıklar, bağırışlar, çırpınmalar, sahneye çıktı beyaz adam kıvırcık saçlarını
da kafasına takarak. dayımın omuzlarındaydım. beyaz ayakkabılar, beyaz takım
elbise. beyaz ışıklar. elinde sigara, başladı söylemeye.
…
sonra büyüdük, adam olduk,
üniversitelere gittik. bir şey hep hatırlattı bana hatırlaması çok da acı gelen
şeyleri, bazen üç kere öpüp başıma koydum o hatırlatan şeyleri, keyiflendirdi
çünkü beni, bazen de yere tükürdüm tekmelemeye çalıştım boğuştum o hatırlatan
şeylerle, ama hep hatırlatıldılar, bir söz bir şiir bir göz bir diz,
hatırlattılar. müslüm gürses de öyleydi, ben şarap içtim o da şarap içerdi
diye. köpeköldüren içtim o da içerdi diye. bazen sabah kalkar kalmaz play’e
bastım, o belki söyler diye. ama noldu? kırk yıllık şarapçı, kolacı oldu.
‘sevgi mi nefret mi’ “adını sen koy” deyip, kötü sesimle “itirazım var”ı
söyleyerek ayrılıyorum huzurlarınızdan.
itirazım var baba, itirazım var bu
yalan dolana.