O Eskidendi
“Bir dâme düşürdü
ki beni baht-ı siyahım
Vallahi bu
sevdada benim yoktur günahım”
Hacı Faik Bey’e
ait Rast eser
Fabrikanın misafirhanesinde kalacaktım. Hangi fabrika, neresi, sen ne
iş yapıyorsun diye sormak yok. Olay başlıyor işte bir yerden, bu yerden. Tek
kişilik bir odaya yerleştirildim. Misafirhane sorumlusundan müstakbel odamın
anahtarını aldığımda çok heyecanlıydım. Beni nasıl bir yere uygun gördüklerini
pek merak ediyordum. Bir görevli sağ olsun odamın kapısına kadar eşlik etti.
Misafirhane, fabrika sınırları içerisindeydi, üç dakikalık bir yürüme
mesafesi vardı üretim tesisine. Apartmandan içeri girdiğimde eski tip bir
kapıyla karşılaştım, kalitesiz suntadan mamul ve her iki tarafında kol
bulunanlardan. Şimdi apartmanlarımızda böyle kapılar pek bulunmuyor, dışında
kolu yok kapılarımızın, belki bir tokmak. Tek kollu kapılarımız, çelik, güvenli
kapılarımız. Dışarıya tamamen kapalıyız. Bu eski tip kapıyı görünce odanın içi
hakkındaki umutlarım zayıflamıştı ve anahtarı kapıyı açma yönünde çevirdim.
‘Başka ne yönde çevirecektin ki,’ demeyin şimdi, yüzgöz olmayalım, ters adamım
ben.
Çevirdim işte, ve, ‘umutlarım gördüğüm manzarayla tekrar bulutlara
çıktı,’ dersem abartmış olurum, fakat yine de mütevazı kapısına göre gayet
gayetli bir odayla karşılaştım. Küçük valizimi hemen yere bıraktım. Nostalji
olsun diye senelerdir şu Yeşilçam filmlerinde gördüğünüz tahta valizlerden
taşıyorum ben, pek bir ağır oluyorlar, ama dedem var onların içinde, Kore’den
çakısı ve madalyası gelen dedem. Durun da ben bi içimden NATO’ya, Amerika’ya,
zamanın hükümetine falan küfredem.
Etrafa göz gezdirdim hemen, okuma hastalığım vardır bir de, ne görsem
okumaya kalkarım ve okuduklarım da doğrudan akıl defterime yazılır, şimdi bir
açıp baksak neler vardır neler, daha geçen gün şu Kibar
Feyzo filminde gördüğüm tuvalet kapısında yazan ‘agaya beleς’
yazısını sildim.
Kapıdan girdiğimde tüm hareket alanım görüş mesafesi içindeydi.
Yirmi-yirmibeş metrekare genişliğe sahip, içi bana ve geçmişime göre lüks
denilebilecek eşyalarla süslenmiş bir oda. Kapısı açık olan bütünleşik
banyo-tuvalete girdim. Bütünleşik, evet, üniversiteye gelene kadar aynı odada
bulunan banyo ve tuvalet görmemiştim ben, ayrıydı, zinhar yasaktı yıkandığın
yerde abdest bozmak, öyle alıştık. Sonra İstanbul’a bir geldim, bir de baktım
ki ayrı banyo ve tuvalet yok. Ve hayatta tek dileğim banyosu ve tuvaleti ayrı
bir eve sahip olmak -nereye sahip oluyorsun, kiralamak- oldu, şimdi pek
mesudum. Güzeldi banyo-tuvalet. Televizyon da vardı odada. Tek kişilik bir
yatak, aynalı bir masa -demirbaşlar listesine baktığımda bunun makyaj masası
vasfıyla orada öylece ikamet ettiğini öğrendim ve müşerref oldum-. Halı yoktu
yerde, halısız bir oda düşünemezdim ben, ama dur bakalım, bir düşünelim.
Yatağın başucunda bir lamba. Küçük bir yemek masası ve sandalyesi. Mini
buzdolabı. Elbise dolabı. Bu kadar geniş/dar bir odaya bunların hepsi
muntazaman yerleştirilmişti. Ve ben bu lüksü garipsemiştim. Ha bir de amerikan mutfak. İki bardak, iki çay kaşığı,
hazır kahve ve çay poşetleri, poşet çayları.
Uydu alıcısına sahip televizyonu açtım. İtalyan ekolüyle donanmış
kanalları gezdikten sonra kendi zevkime uygun bir radyo istasyonunda karar
kıldım. O günden sonra o kanalın değişmeyeceğine adım gibi emindim. Elimde olsa
ve bana kalsa bütün elektrikli eşyaları müzik çalar ilaveli üretirdim.
Müzik eşliğinde giysilerimi, kitaplarımı ve kişisel temizlik
malzemelerimi -umumi olacak hâli yoktu ya, tabii ki kişisel, hey Allah’ım ya,
adama bak çay demle- yerleştirdim. Her şeyi akıl etmiştim de terlik almamıştım
yanıma ve odaya da bırakılmamıştı, bıraksalar da kullanmazdım zaten mantar
vesaire korkusundan. Anlaşılan oydu ki ayakkabılarıma terlik amaçlı iş
gördürecektim, halı da yoktu. Ayakkabılarımın arkasına basarak tuvalete
yürüdüm. Ve şu yukarıda gördüğünüz manyak adam birden değişti. Ayakkabılarımın
arkasına bastığımda oldu ne olduysa.
Veli oldum.
***
Köye döndüm. İlkokuldan sonra babasının okuldan aldığı, ama aslında
zehir gibi olan ve bu zehrini Milas Sanayi Sitesi’nde Pirol-Mak. Ltd. Şti.’de
kamyon tamirciliği yaparak akıtacak olan Veli oldum. Ben artık geleceğini
kamyon tamirciliği ve kaynakçılıktan kazanacak bir çocuktum. Onüç yaşında babam
öldü. Sessiz sedasız büyürken, Müslüm Gürses dinleyip ahırda anamdan gizli gizli
sigara içer oldum. Ben ondört ve kendisi yirmi yaşındayken ablamı evlendirdik,
biraz da amcamların ısrarıyla. Henüz küçük sayılırdım ve anam da genç bir yaşta
dul kalmıştı, ablam büyümüş serpilmiş bir genç kızdı ve evde iki tane kadın
öyle erkeksiz durursa laf olurdu. Bereket ki eniştem iyi bir adam çıktı, sadece
biraz asabiydi. Onbeş yaşına geldim ve eniştem istersem ortaokula göndermeyi
teklif etti. Yaşım geçmişti, kabul etmedim. Zaten sanayiye de ısınmıştım,
birikimimi bulmaca çözerek, harita üzerindeki illerin ve ilçelerin yerlerini
ezberleyerek ve illerin plaka numaralarını eksiksiz bilerek arttırıyordum. Bir
yandan da büyüyordum. Eniştem sattığı arabasının teybini bana verdi sağ olsun
ve haftalıklarımı kasete yatırmaya iyice alıştım. Sonra bir erkek yeğenim ve
iki yıl ardından da kız yeğenim oldu. Onlara oyuncak almak için de para
biriktiriyordum bir yandan. Ablamlar ilçeye taşındı ve köyde anamla yalnız kaldık.
Babam tüm bağımızı bahçemizi şarap şişelerinde eritmişti. Anam da ben de
çalışmak zorundaydık. Anam hep derdi, “Bari şuradaki tarlayı satmayaydı da
gündeliğe elin bahçelerine gideceğime kendi bahçemi işleyeydim,” diye. Yine de
babamın ardından kötü laf ettiğini duymadım. ‘Boyu bosu devrilesice’ demek için
de çok geçti, babam ölmüştü.
Hiçibirimiz ağlamadık öldüğünde. Kurtulmuştu çünkü. Su boylarında
sızıp kalamazdı artık, tabakhanede zabıtalar tarafından sopalanamazdı. Eve
geldiğinde anamın onun için hazırladığı sofrayı sırf tuzu koymayı unuttu diye
tekmelemeyecekti, geceleri öksürükleriyle bizi uyandıramayacaktı. Babamdı,
biricik oğluydum, gözünün bebeğiydim ama ağlamadım, ağlayamadım, mezarına da
gidemiyorum şimdi bayramlarda, belki ilerde şatafatlı bir mezar taşı yaptırırım
diye de düşünmüyorum, o sevmez öyle gösterişi. Uyusun…
Büyüdükçe güzelleşiyordum, ben demedim, kızlar diyordu. Hatta ahırda o
kızlarla beraber büyüyorduk ama öylesineydi, çünkü şarkılardaydı aşkım.Müslüm Gürses’de, Ferdi
Tayfur’daydı. Derken askere gitme yaşım geldi, yoklamayı yaptırıp
yollandım. Ardımdan gereksiz gereksiz insanlar ağladı, sırf babasız uğurlandım
diye. Yeğenim biraz büyümüştü ve anamın yanına onu koydular ben gelene kadar
yoldaş olsun diye. Bizim yeğen de pek tatlıydı maşallah, uslu çocuktu. ‘Dayı’
dedi mi içim giderdi. Sapan yapmayı, fak kurmayı, kuş avlamayı öğrettim ona.
Topa iyi vurmayı da. Askere gitmeden bir çift krampon alıverdim. Ne köyde ne
ilçede yoktu öylesi, askerden izne geldiğimde bir tane de Mikasa top. Hatta üzerine bir deMetin Oktay’ın imzasını çektim, inandı
ve çok sevindi velet. Atladı boynuma garip. Para olsa ben onu ne maçlara
götürür, ne çarpışan arabalara bindirirdim. Askerliğim İstanbul’a çıktı, Hasdal
Kışlası. Küçük amcam geldi bir kere ziyaretime. Anama mektup
yollardım, bizim ufaklık da cevap yazardı bana. Geçti gitti yirmidört ay.
Döndüğümde eski işime tekrar başladım. Artık kalfaydım. Akşamları köy
kahvehanesine takılıyordum. Orda gördüklerimden alıştım ayakkabılarımın
arkasına basmaya. Yeğenim söyledi de siz meğer ‘kıro’ diyormuşsunuz bizlere,
ama napalım alıştık bir kere. Sonra komşulardan birinin düğününde, bir akşam
bir kıza tutuldum. Esmer, ufacık, kedi gibi bir şeydi. Bir baktım, bir daha
baktım, o da bana baktı. Bakışlarımız dolandı, karıştık. Haber saldım amcamın
kızı Meral’le. Ardından buluştuk mezarlığın arkasında. Aklıma babam geldi ama o
uyusundu. Elini tuttum. Alnından öptüm. O da beni öptü. Saçından kesmiş bir
tutam. Bir zarf içinde verdi. Günlerce kokladım. Laf aramızda hâlâ burnumdadır
kokusu. En sonunda enişteme söyledim, “Ben bu kızı alacağım,” dedim. Sordular,
soruşturdular, kız iyiymiş -sanki iyi olmasa bana ne, alacağım işte-, ailesi de
iyiymiş. Bir gün eniştem, ablam, amcam ve yengem istemeye gittiler. Eniştem de
amcam da memur adamlar, ikisini de iyi insan olarak tanırlar ilçede, gelgelelim
vermemişler Nurgül’ü. Doğrudürüst işim yokmuş, evim viranmış, arabam yokmuş,
köyde yaşıyormuşum, onların köye verecek kızları yokmuş sanki kendileri il
merkezinde oturuyorlarmış gibi. Anası çok çekmiş fukaralıktan, kızına da
çektirmeye hiç niyeti yokmuş. İki çıplak bir hamamda oynamazmış. Zamanında
babam alkolikmiş, ben de ona çekermişim. Allem etmişler kallem etmişler
bizimkiler, cadı karıyı ikna edememişler. Kız da dil dökmüş, yalvarmış
yakarmış, Nuh demiş peygamber dememiş illet.
Sonra da alelacele ilçede, tapuda memurluk yapan adamın birine
nişanladılar. Ama ben kafaya koymuştum, niyeti bozmuştum, bana gönlü vardı ve
kaçıracaktım. Konuştuk gizlice, kaçacaktı. Enişteme danışmazsam olmazdı
ve eniştem razı gelmedi. Nurgül’ün yaşı daha onyediydi ve kaçırırsam beni hapse
atarlardı. Ben ona da razıydım ama ikna edemedim ablamları. Hapislerde
çürürmüşüm, iş bulamazmışım bir daha. Gözümün önünde evlendi gitti. Ağladı
gitti. Bana da iki çift laf etti, “Yüreksizsin sen,” diye. Dükkânda gözüme
kaynak gözlüklerini takıp günlerce ağladım, enişteme küfrettim, eve geldim
ahırda ağladım. Anam kahroldu da tek laf etmedi. Sonra biraz para biriktirip
bir motosiklet aldım ikinci el. Arkasına da bir levha kaynakladım: O
Eskidendi. Sürdüm motoru ‘kavak’ın altına. En son bir şarap
şişesiyle konuşurken hatırlıyorum kendimi. Dengemi kaybedip su arkına
düştüğümde oldu ne olduysa.
Babam oldum.
***
Kırk yaşında, size bir kavak ağacının gölgesinden elinde şarap şişesiyle
seslenen bir Sarı Mustafa’yım ben. Çakır gözlü Sarı Mustafa. Gençliğimde, sizin
zamanınızla bindokuzyüz ellilere rastlar, hiç görmediğim bir kızla
evlendirdiler beni. Hâlimiz vaktimiz yerindeydi. Adı Elmas’tı, sevemedim adını.
İlk gördüğümde zifaf gecemizde, duvağını kaldırdım, yüzünü açtım, ağlıyordu.
“Gül,” dedim, “Güler,” dedim. Adı Güler olmalıydı, güldüğünde olacaktı her şey,
gülecekti her şey. Ama. Gülmüyordu. Ben ki köyün başında göründü mü kızların
camlara, tül perde arkalarına uçuştuğu, sesi ta ‘kavak’tan köye yayılan, içti
mi iki büyük rakıyı bayıltan Sarı Mustafa. Dizini yere vurdu mu efelere rahmet
okutan, baktı mı mavi güneşler açtıran çakır gözlü Mustafa… Gülmüyordu Güler.
Yemek, çoluk, çocuk, aş, para, her şey oluyordu ama o bakmıyordu yüzüme.
Zamanında büyük halam beni ilçe belediyesine sokayım diye çok uğraştı,
kafam çalışırdı. Ailenin en büyük çocuğuydum. Babam ben ondokuz yaşındayken
ölmüştü, rahmetli anacığım biz dört erkek kardeşi büyütecek güçte takatte
değildi. En büyüğü bile benden on yaş küçük olan kardeşlerimi okuttum. Bağa
bahçeye sebzeler dokudum ama ben emir altında çalışacak adam değildim. Girmedim
belediyeye, tarla bahçe bize yeter diye. Ama Güler’e yetmiyordum ben.
Gülmüyordu.
Salı günleri pazara satmaya zerzevat götürmeye gittiğimde iyi para
geçiyordu elime. Yan sergide pazarcılık yapan ‘Şeytan Kadir’le akşamları
‘tabakhane’ye takılmaya başladık. Her salı iyice içiyorduk ve Güler bana
gülmüyordu. Salıdan salıya derken köyde Kadir’in arkadaşı Muhammet’in at
arabasıyla ilçeye inip akşamcılığa başladık. ‘Tek tek’ falan derken, o bana
gülmezken, içmeye başladım iyiden iyiye. İçtikçe kahrım bir azalıyor bir
artıyordu. İçiyordum, artıyordu, eksiliyordum. Derken bağı bahçeyi unuttum, evi
barkı, evlâdü ıyali unuttum. Karıyı kızanı döver oldum, ağlamıyordu,
gülmüyordu. İzmir’e kaldırdılar bir kere hastaneye. “İçme,” dedi doktor,
“Gülmüyor,” dedim. Sigaramı da eksik etmedim. Su kenarlarından topladı beni
kardeşlerim, koca yaşımda halamdan tokat yedim, yetmedi hiçbir şey.
Bir kere daha götürdüler hastaneye, ciğerde leke oluşmuş, su
topluyormuş. Bahçeye vereyim dedim kendimi, pazara gitmedim bir süre ilçeye.
Türküler okuyayım da düzeleyim dedim. Çapayı vurdukça, toprağı belledikçe,
güneşe çattıkça kendime gelirim dedim. Ama gülmedi. Bir gün yüzünü ben mi
göstermedim, o mu, kim göstermedi? Çocuklarım da uzaklaşır oldular benden.
Kızım büyüyüverdi çabuktan. Dayanamadım, yürüdüm ‘kavak’a. Suyun başına
oturdum, içmeye başladım. Günlerce içtim, aylarca içtim. Dere şarap akar oldu,
ben dereye akar oldum. Bir gün kızımı istemeye geldiler, meğer küçük kardeşim
demiş, “Bu adam ölecek, ölmeden kızının mürüvvetini görsün bari.” Damat
memurdu, evi de vardı. “Olur,” dedim, “kızı verelim.” Nişanladık, ahırda
ağladım günlerce. Gülmedi yine.
Bir gün şarabım toprağa döküldü. Toprağa karıştı. Toprak çağırdı. Ben
oldum.
***
Ben öldüm…