ama arkadaşlar iyidir



29.01.2015

az önce banyoya gittim bir de baktım ki ne göreyim duş ahizesi açıkta ve aşağı doğru sallanıyor. tanrıma bir nida yolladım. nasıl olurdu, o ahizeyi kim ne zaman kullanmış ve aşağı doğru sarkık bir şekilde terk edilmiş bırakmıştı. ne zamandır öyleydi acaba. ben onu ne zamandır kullanmamıştım. yıllardır öyleydi sanırım. yıllardır bana ondan mı ulaşılamıyordu? bu yüzden mi meşgul çalıyordum ben.

sonra elimde bir çift çorabın tekiyle onun eşini aramağa koyuldum. sağım bakındım solum bakındım bulamadım. aradım taradım mamafih bulamadım. etrafta pek çok tek vardı sağa sola savrulmuş, kalorifer peteklerine sıralanmış, koltukların altında unutulmuş, ama hiçbiri elimdeki tekin eşi değildi. hatta eşini ararken yıllar önceden kalmış birkaç bira tenekesi bile buldum koltukların altında, kutuların içinde zorda kalınırsa diye zulalanmış sigaralar bile vardı ama o çorabın teki yoktu. kapaklı dolaplarda yazılmağa başlanmış ancak "merhaba" dendikten sonra yarım bırakılmış mektup parçaları bile vardı, hatta yarısı içilmiş bir viski şişesi bile duruyordu, hatta sanırım bilyalı kapak döneminden önce alınmış yarım bir yeni rakı küçüğü bile tahta küçük valizin içindeydi ama o yoktu. nece aramadan sonra aklıma mutfak geldi, mutfakta aramayı hiç düşünmemiştim. bir de baktım ki ne göreyim. kulaklığı takmış bira içiyor.

kadınlar birkaça ayırdığımı belirtmiştim daha önce kerelerce. kadınları selma güneri'ye, gülşen bubikoğlu'na, türkan şoray'a, filiz akın'a, hale soygazi'ye, hülya koçyiğit'e, müjde ar'a benzeyenler olarak defaatle ayırıyorum.

26.01.2015

her şeyin filmlerdeki gibi olacağını kurgulamaktan kurtulamıyordum. halbuki çok film izleyen biri de değilimdir. sadece izlediğim filmleri iyi seçerim ve çoğunlukla pişman olmam. olurum aslında, neden izledim, yine yıllarca aklımdan çıkaramayacağım, diye pişman olurum çoğunlukla. umarım yanımda biri olmaz o filmleri izlerken. cümlelerim savrulacak az sonra. konfetiler gibi düşecek üstünüze. sizin üzerinize sahi hiç döküldü mü konfeti? benim bir kere döküldü sanki göğyüzünden, gelinle damadın arasından geçerken. ya da kalelere koşarken. kalelerde attığım voliler, ya da voleler. yad eller. triyelel lel la, la la la laya. adı maşha olan bi kızla tanıştım, tabii ki adı böyle yazılmıyor, ama adı böyle okunuyor. sizin adınız da yazıldığı gibi okunuyor mu? bazı şeylerin yazıldığı gibi okunması mühimdir malumumuz.

komşuda ateş pişti, dumanı bana pişti. (pişti olmak manasında). (ateş pişer mi hiç sorgulamasına muhatap kaldıysanız benim suçum değil bizzat.) ne demiş şair, ateş bilmez ki nasıl yaktığını. bazen fark etmiyor muyuz yandığımızı, içim el vermiyor, (yardım etmek manasında). çünkü ben o denizlerin tuzlu sularını hep yuttum, boğulmağa ramak kala formlarını hep ben doldurdum (ramak kala formatı çoğunlukla ağır sanayide ağır bir sıhhî sonuçla yaşanmasına ramak kalan tehlikeler hakkında uygulanır). türkçenin seçilmiş kelimelerindendir. oysa bana çoğun ışıklar az gelir. ışık yetmez bana, görmemeğe başlar gibi hissederim kendimi. geçen gün italyan teknolog, şeker hastası olduğu çün gözlerinin görme gücünün azaldığından bahsetti. sonra duydum ki şeker hastalığı insanlığı kör bile edermiş. benim şekerim yok allahtan, hep allahtan. bakın bu söz önemli, helal dairesi keyfe kafidir. sahi sizce de öyle midir? el yazılarınızı merak ettiğim ğadar bunları ve benzerlerini de merak eder dururum. benzen de güzel bir terimdir gibi gelir bana. sizin de elbet sevdiğiniz terimler olmuştur muhakkak. özellikle müzik terimlerini sevdiniz mi siz de benler ğadar. hamparsum limonciyan mesela. bunu en son linkedin'deki profilimde mi kullanımış idim ki. telefonların yeni uyarıları ne kadar güzel di mi. yahoo'dan mail gelince bi başka, facebook'dan mesaj gelince daha başka, samsung hariç, ya da ayarla işte kafana göre.

babama yurtdışına gideceğimi söyledim. almanya dedim. sonra aklımda tüy hafifliğinde bir sarı loş ışık belirdi, içinde konuşma kutucuğu vardı ve aynen şöyle yazıyordu: "seni de götüreyim mi?" ampulü söndürmek için çabaladım lakin bu kutucuk ağzımdan guguklu saatlerdeki kuşların çıkışı gibi çıkıverdi. babam da kabul etti sevinçle, -aslında sevinçle demem yalan olur,- babam pek sevinmez zira. hayır buradan sevimsiz bir adam olduğu anlaşılmasın, kıyamam. hevesle, demem daha doğru olurdu belki. her neyse, ben o sırada rakı kadehinden yudum alarak zaman kazanmağa çabalıyor ve zihnimdeki senaryonun nereye gideceğini dinliyordum özsuflörümden. babayla oğul arasında geçen çeşitli sahneler canlandı oynadı kafamda. birkaç film geldi geçti aklımdan. malum filmlerde babalar ile oğullar arasındaki sahneler biraz vurucu olur. ya da gelir gelir bana mı vurur bilemem. benim üstüme alınmak gibi bir zaafım var. hayatta her ne olursa olsun üstüme alınıyorum. yan komşunun evinde yangın mı çıkmış, ben çıkarmadım di mi. apartmanın otomatiği mi bozulmuş, benim yüzümden mi oldu acaba. fabrikaya giderken yolda kaza mı olmuş, hatalı sollamalarım geliyor aklıma. gözüne kirpik mi kaçmış, ben baktım diye mi oldu acaba. karıncanın beli mi kopmuş, ben basmamış olayım lütfen. ve daha bi sürü şey. o filmlerdeki sahnelerden bir veya birkaçını üzerime alındım işte babamla almanya seyahatimizi tartışıyor gibi görünürken tartışmanın tartışmayan tarafı olan ben.

kafamda bir plan yaptım. tabii planımızın üstü kapalıydı, şehirlerdeki tarihi eserleri gezip fotoğraf çekiyor çekiliyor gibi görünmeliydik. ama tarihin altında yatan şey başka olacaktı benim zihnimde. yeryüzünün en eski dramı olan baba ve oğuldan daha tarihî bir şey mi vardı ki gezdiğimiz soğuk avrupa şehirlerinde onlara zihnimiz kalsın. lakin babam benim gibi düşünmüyor olacaktı. işte babalar ve oğullar hep burdan peydah oldu. burdan ve buralardan bir oğul daha ölü doğdu babasından.

rakılarımızı bitirdik babamla. biz onunla rakılarımızı hep bitirirdik. ben sonrasında bir bira daha içerdim muhakkak. ya da o rahat sigara içebilmem için kahvesini içip salona geçerdi. o rakı sonrası kahve içmeden edemeyenlerdendi. velhasıl ince düşünceli de bir adamdı. ben yatarken uykuya dalmama ramak kala -bazı insanların uykuya dalmaları kendileri için 'ramak kala' vakalarını anımsatan bir durumdur. çünkü uykuları onları dinlendirmekten ziyade üzer, gerer, bozar. uykuları bir kabus tarlasıdır onlar için, üzerlerinde korkuluklar uçar, hasırdandır korkuluklar. korkulukların ceketleri güzel dikilmiştir. korkuluklar rahatlıkla sigara içebilir. siz çocukken korkuluğun sigara içtiği bir öykü okuduğunuzu hatırlıyor musunuz. ben neden? o yüzden uykuya dalmalarına ramak kala bir bahane bulur o insanlar uyumamak için. ben onlardan değilim, hiç olmadım-. uykuya dalmama ramak kala yattığım sırada zihnim birçok filme ve aşağıdaki filme gitti. en çok aşağıdaki filme gitti. benim seyrettiğim filmlerdeki çocuklar, okuduğum kitaplardaki çocuklar, babalarının kendilerini terk ettikleri çocuklardı çoğun, çünkü sanırım sanat böyle şeyler üzerine kuruluyor. ben sanatımı bunun tam tersi üzerine kurdum. benim babam beni terk etmedi, babamı hep gördüm, bi yerlerden çıktı hep. sizlere bu romanımda düzenli bir hayatı olan, düzenli bir aile yapısı içinde yetişmiş, iyi okullarda okumuş, iyi işlerde çalışmış, birinin neden çeşitli ayrımlara düşebileceğini anlatmayacağım pekala. o daha sonra. filmdeki gibi bir ölüm düşlerdim baba olsamdı kendime.

babam babasını otuz yaşındayken kaybetmiş. pek de erken değil, ama geç de değil. ve ani bir kayıp olduğundan, hastalık eseri filan yavaşlıkta olmadığından, onunla konuşmağa fırsat bulamamış. işte bunun eksikliğini şimdi hepimiz çekiyorsunuz. demem o ki, dünya ne kadar da interaktif bir yer, benim babam acı çekiyor, siz bunu okuyor ve of çekiyorsunuz. bana da der ki, böyle böyle işte. dayım da babasını erken kaydeden ve kaybedenlerden, daha ondörtken. ben bunları düşündüğüm için babamla gitmeği tasarladığım almanya gezisinin buna bir zemin oluşturacağını kurgulamıştım ona isterse onun da gelmesini söylerken.

ve ben iş icabı ziyaretimi tamamladıktan sonra onu dusseldorf havaalanından aldım. evet gezimiz tam da tasarladığım gibi yabancılık taşımıyordu. tıpkı buluşmuş gibi, ikimiz aynı yerden aynı yere gitmemişiz gibi aldım onu havaalanından. ilk kez yurtdışına çıktığı ve hiç yabancı dili olmadığı için yeterince tedirgindi. bir taraftan da sen olmasan da seni bulamasam da ben yapardım buralarda der gibi görünüyordu. o öyledir, her şeyi yapabilir, gayet muktedirdir. ona çekmemişim sanırım. sonra planımızı anlattım, merkeze gidecektik, yer ayırttığım otele valizlerimizi bırakıp bir şeyler yiyecek ve hatta içecektik. plana uyduk, atıştırma sonrası hava kararmadan şehri turladık, internet sağolsun seçimlerim yerindeydi, hava soğuktu sadece biraz. bir dost bulamadık gün akşam oldu. ben içki içmek istediğimi söyledim. istediğim ortamı ancak içki gibi bir katalizör hazırlayabilirdi. o ise perşembe akşamları içmemek gibi bir prensibi olduğunu bildiğimi, ama benim istersem içebileceğimi söyledi. bu fikre alıştırmıştım onu uzun münakaşalardan sonra. artık perşembe akşamları gönül rahatlığıyla olmasa da o oralarda yakın bir yerdeyken içebiliyordum. içmemesi, istediğim ortamı hazırlamama güçlük katacaktı maalesef. ama o içse de içmese de konuşabilirdi derin derin rahat rahatlıkla. yine ona çekmemişim. akşam oldu ve biramı söyledim. ona da bir ada çayı. ne var ki umduğum derinliği yakalayamadım. halbuki filmlerde v kitaplarda böyle olmuyordu. derin bir sorgulamağa dalıyorlar ve sonunda ya birbirlerini -gerekirse- affediyorlar, ya kavga ediyorlar, ya ağlıyorlar, ya da işte buna benzer uca yakın tepkiler veriyorlardı. bizse bir türlü ikimizden ve geçmişimizden konuşamıyorduk. üstelik ona geçmişine dair bir sürpriz hazırladığımı da söylemiştim. ve bunu sadece onu sorgulamağa itmek için yapmıştım. yoksa en son otuzbeş yıl önce gördüğü arkadaşını görmesini niye sağlayayım. o günleri ansın, düşünsün, nerden nasıl şu ana geldiğini süzsün ve bana, benim yaptıklarıma, içine düştüklerime hak versin istiyordum. beceremedim o akşam. içip içip sızdım. o ise burnunu çekmekle meşguldü. hava değişimi çarpmıştı ihtiyarı. ihtiyar balıkçı ve deniz geldi aklıma, ben denizdim elbette. it gibi bir denizdim, sabahları çarşaf gibi bir deniz, öğleden sonraları susuz bir deniz, akşamları alkollü bir deniz. o da balıkçı. ben zaman zaman da kayıkçı. olmadı.

ertesi günkü planımız hollanda'nın bir kasabasında yaşadığını öğrendiğim, eski solcu bir arkadaşını görmekti. babam diğer kanattan olmasına rağmen arkadaştılar işte. çok yakın olmamış olsalar da. önemli olan babama hatırlatmasını sağlamaktı. adamsa tam bir meczup gibiydi gördüğümüzde. evsiz, orda burda kalan, saç sakal birbirine karışmış, hâlâ aynı değerleri savunan, fakat, fakatları olan bir adam. buluştuk, gezdik. babam cuma vaktinin çıktığını hesaplayıp içmeğe başladı bizlerle birlikte. anlaşılmıştı, beklediğim ortam bu akşam da olgun olmayacaktı. rakı hazırladılar bize. meze hazırladılar sağolsunlar. dört dörtlük bir akşamdı. avrupa'nın neresinde rakı içen türkler. ne var ki, babamın aklına aklına gelip gitti gençliği. tek kelime de etmedi. adını anar gibi oldu bir şeylerin, sonra çiğnedi geçti. ve her zamanki hilesine başvurup gitti, ben yatıyorum dedi.

sabah kalkıp türk usülü bir kahvaltının ardından ilk trenle amsterdam'a seyrettik. trenin de istediğim ortamın en azından tüm coğrafi şartlarına taşıyacağına tam kalbimden inandığım için, ve coğrafyanın bazen duygularımıza da iyi hükmedebildiğine iyi inandığım için, kendimi fırsatçı gibi hissediyordum. oysa babam masadaki hiçbir şeyini anlamadığı haritaya bakıp, biz bir yerlerden geçtikçe buralar nerelerdi deyip duruyor ve, bak buraya fiğ ekmişler, bunlar domuz mu yoksa, bak bak kesin sera bunlar, gibi cümleleriyle kafamı karıştırıyordu. derken vardık ve otele eşyalarımızı attık. amsterdam konusunda pek bilgim yoktu ama yine de yüzeysel olarak birtakım illegal şeylere legal çatıda sahiplik yaptığını biliyordum. babamı uyardım çeşitli konularda, bak dedim bu bu, bu da bu. ilk kez yurtdışına çıkan biri için bu elbette tedirgin ediciydi, ama babam tedirgin olacak biri değildi, pabuç bırakmazdı. tedirgin olmak bana ait bir rh haliydi. (rh!) yine tarihî mekân peşinde koşmağa başladık. orayı da görelim, burayı da görelim. gördüğümüz şeyler hakkında hiç bilgisi yoktu halbuki. kiliselerin tepesinde neden horoz figürü olduğunu düşünüyordu. anlatması da zordu. aslında burdan girebilecektim rahatlıkla konuya, bak sünnilik, hanefilik, şafilik, filan. fakat bu top kaleden çıkartması zor bir toptu ve yarısından fazlası çizgiyi geçmişti. ona daha vurucu, daha yaralayıcı dalmam gerekiyordu ama bunun için hava çok soğuktu. kendimizi lale festivalinde bulduk bi ara. birkaç lale soğanı çaldık. hayır bunları annem için değil, kendisi için. babam hep kendisini düşünür. babam hep herkesi düşünür. tıpkı benim gibi. ona çekmişim. ben de hep kendimi düşünürüm. ben de hep herkesi düşünürüm. siz orda öksürseniz benim burda burnum kanar.

akşam yemeğini de yedikten sonra, ben otele çıkacağım sen istersen takıl, dedi. benim soluğu nerede alacağımı düşünüyor ya da ondan rahatsız olduğumu vehmediyordu. bu defa doğrudan savunmayla saldırma taktiğini seçmişti ve kendini sahasına hapsetmişti, kontratak peşinde de değildi, gol yemesin ona yeterdi. otelde kalsam, saçma sapan bir rahat ortamda filmlere konu olabilecek konuşmalar yapamazdık, çünkü birazdan horlamağa başlardı. otelde kalsam sesimizi yükseltmemek için bir bahanem olmazdı ve babaya ses yükseltmek avrupa topluluğunda da sanırsam hoş karşılanmazdı. otelde kalsam da yapamayacaktık biliyorum.

sonra çıktım. kendimi yine biraya vurmalıydım. akşamın o saatinde açık postane görmüş olmam ne tür bir oyundu bilmiyorum. kendime bir kartpostal attım. evet bunu yaptım. sonra gözümün kestirdiği bir bara oturdum. tek başıma seçtiğim barların güzelliğine yanılmam çok düşük bir ihtimal olagelmişti hep. yine öyle oldu. rasgele çok hoş bir bar seçmiştim kendime. biraları da tam da filmlerdeki gibi çok güzel bir kadın servis ediyordu. hayır burdan bir "before sunrise" filmi çıkmayacaktı. çünkü bu filmin asıl konusu baba ve oğul idi, lennie ile george gibi, danyal ile zeynel gibi, şener ile şen gibi, baba ile oğul idi. ama bir türlü senaryomuzu oynayamıyorduk. çünkü benim oynadığım karakterin diyaloglarının amına konmuştu, hayatı sikilmişti. diğer diyaloglar sapasağlamdı. noktasına virgülüne bile dokunulmadan çevrilmişti allah tarafından. benimkiler google translate, benimkiler kah gazel kah rap kah arabesk. kahret oğlum kahret.

sabah oluverdi binlerce biranın ardından. olmayaydı iyiydi. türkiye'ye gitmekten, babama gitmekten, babamgillere gitmekten nefret ediyordum. bunları size bir bira karşılığında sonra açık ederim gerekirse, şimdi lüzum yok. yine trene bindik fakat bu kez trenden zaten umutlu değildim. uçağa biniş stresi yeterince sarstığından uçak için de herhangi bir umut beslemiyordum. geriye bir tek havaalanında inince bineceğimiz taksi kalıyordu. zaten günümüz sinemasında, giriş bölümleri çok uzatılmış ve gelişmeyle sonuç birbirine karışır olmuştu. belki burdan bir şeyler çıkardı. burdan ne çıktı biliyor musunuz? burdan birbirine kitap okurken sevişmeğe başlayan bir çiftin ellerindeki kitabın yanıbaşlarındaki mum tarafından tutuşturulması ve korkuyla karışık bir heyecanla saçmasapan sonlanması gibi bir son çıktı. uçakta yorgunluktan ve soğuktan birbirimize tek kelime etmeyip inince taksiye bindik. filmlerde ağır çekimler olur, taksi ile ulaşımın lüks kaçmasından mütevellit maksimum yarım saat sürebilecek bir taksi yolculuğu daha uzun sürmüş ve babayla oğul birbiriyle hesaplaşmasını taksideki uzun yolculuk sayesinde bitirmiş gibi çekim yapılır. bizimki taksiciyle kanka oldu. bi dahaki sefere beraber yunanistan'a gitmeğe karar verdiler.

babam o günlerde ne hatırladıysa hatırladı. unuttukları ve hatırladıkları kendine kaldı.