ama arkadaşlar iyidir



24.12.2015

merhabaysa.

evde sigara içmeme tercihi ne kadar da can sıkıcı bir durum. hepimizin -ben hariç- şaheser niteliğinde mucizevi fotoğrafları var, grenli sepya ve sair, halbuki o esnada kaloriferin üzerine serilmiş kurusun çamaşırlar. elbette yaşantı sanata mâni değil. çay da sanata kâfi değil. değiliniz efendim. günümüzde malum çayı daha hızlı demlemek için çeşitli yollar geliştirildi, en bayağısı olan sallama işleminden bahsetmeden, diğer muteber olmadığını düşündüğüm yollardan biri olan demlik poşetlerini demliğe koyarak demlemek var, ki bu versiyonun masum bir işlem olduğu düşünülmekte kimi oryantalist arkadaşlarımız tarafından. bazı heterodokslar ise hâlâ çayı süzgeçle süzülecek kıvamda bildiğimiz eski usûlde demlemeye riayet etmektedir. kettleda suyu ısıtıp demlemek de varmış diyolar. çaydanlık deyimi yanlış kullanımmış bu arada, çaydan demek yeterliymiş, -dan soneki zaten -lık ekinin yerini tutuyormuş orda. bunu da size herkes söylemez.

ayık olmağa başladığımın beşinci altıncı günlerinde ancak anlayabiliyorum ayık olduğumu. yetmez ama evet. bugünler böyle. bugün buraya gelme sebebim de blogger arayüzünden aldığım bir uyarı. taslak halinde kalmış iki adet de menkıbem varmış bugün gördüm son yazıdan bu yana.

günümüzde saçmasapan şeyler olmağa devam ediyor. bu ülkenin bir taraflarında özyönetimler, bu ülkenin aşağı taraflarında halepler esedler hafızlar israiller israfiller surlar, bunlar hep konuşulan benimse sustuğum şeyler. işin ilginç yanı kimse tarafından a/de-politize olmakla suçlanmıyorum. ben sadece zaman zaman kendimi suçluyor muyum diye kendime soruyor ve sonra sorduğumu unutuyorum. bu ortamlar benim hem sanat için kendime baktığım hem de halk için dünyaya baktığım ortamlar. halkın günahını üstlenmek ya da bunun o şekilde olduğunu ifade etmekse haddime değil, aranızdaki en koylü kişi olarak.

sen bu dertten ölürsen söyle küçük bey, hiç mi kalbin sızlamaz, olmaz öyle şey. emel sayın filan bunlar güzel şeyler. geçen gün cüney tarkın fili zakın'a sarılıp ağlamış. bugün filan barış bıçakçı sempozyumu yapıyorlar msgsü'de sanırım, ama adam yine yok ortalıkta. telefonlar filan akıllı. yukarıda halep dedim de halep'le alakası olmadığını düşündüğüm fakat bir versiyonunu duyduğumda beni kahıra çalan halep'in yolları adlı yöresel eser geldi aklıma. halep'in yolları da a selvi boylum aman, dardır da geçilmez.


6.10.2015

istanbul o kadar guzeldi ki yagmur basladi. ilk defa sanirim mecidiyekoy'de bir otelde kaldim. ilk defa istanbul'a zaman ayirmadim. o kadar devasa o kadar buyuk o kadar okcu geldi ki istanbul bu defa gozume, ilk defa ondan korktum. benim gozumde ulkede yapilabilecek en iyi protestolarsan biri kitleler halinde istanbul'u terk etmektir. hani hic dememistim, diyecegimi de sanmazdim ama ilk defa dilimin ucuna kadar geldi, iyi ki burda kalmamisim demek. ustelik simdi yagmuru da basladi, denizi o kadar muhtesem gorunuyor ki. ama yine de degmez. kesinlikle bu cileye degmez. insanin insanligina eziyettir bence bu trafik cilesine mahkum etmek. bu yuzden gurur meselesi yapar ve burda yasamaktan vazgecerdim bu trafikle yuzlessem, gibi geliyor.

mecidiyekoyu hic degismemisti sanki. otobus duraklarini kaldirdilar saniyordum, az bir kismini kaldirmislar, yine duruyor meydan. olan bizim ali sami yen'e oldu. haftanin bazi gunleri besiktas'tan buraya gelir ve otobusten inip caglayan'a yururduk. ahmet'le orda tanistim. bu herifin yuzu durusu cok pozitif deyip direkt merhaba ettigim adamlardandir ahmet. iyi ki de yapmisim, hala duruyor ve suruyor guzel yerlerde ahmet.

sonra kalacagim otelin gulbag'a dogru oldugunu fark ettim ve oraya yurumege basladim. gulbag'in ogrenci nesli icin yeri ayridir diye bilirim. benim de arkadaslarim vardi, apartmanlarinin bir kotu dogrudan zincirlikuyu mezarligi'ni goren. bir gece raki bardagini onlar da icer belki diye pencerenin disina doluca birakmistim.

7.09.2015

ilk evlenme kararini on yasindayken alan, sevdigim kizlar listesi cikarabilecek kadar ayni anda fazla kizdan hoslanan fakat biriyle evlenmekte karar kilan ve bunu babasina on yasindayken acan, ogretmenine peygamber olmak istedigini ve buna uygun oldugunu dusundugunde yine on yasinda olan, peygamber olarak kitleleri pesinden suruklemek ve irsad etmek isteyen, eline sapanini copten buldugu cantaya iki salkim uzum ve kitaplarini alip genis ovada bir dut agacinin altinda tek basina kitaplarina daldiginda onbir ondort yaslari arasinda olan, "dunya delikanli olsa yuvarlak olmazdi" cumlesine sahip duvar kagidini yurttaki odasinin dolabina astiginda onalti yasinda olan, yine ayni dolaba kendi el yazisiyla "allahumme ecirna min serrin nisa, allahumme ecirna bin belain nisa, allahumme ecirna min fitnetin nisa" yazip o donemler buna inanan ve sonra bunu farkettigi otuzlu yaslarinin ilk yillarinda allah'in dupeduz ayrimcilik yaptigini anlayan, yattigi alt kattaki ranzanin uste bakan tarafina sevdigi kizlarin adini yine o donem yazmis olan, copten buldugu baska bir cantaya kitaplarini ve iki salkim uzumu ve havali tufegini alip yine dumduz ovaya cikip dut agacinin altinda hem erkekligine dokunan hem kus vuran hem de kitaplarini okuyan ve bunlari yaptiginda onalti yasinda olan otuzlu yaslarinin basinda bunu hatirladiginda doganin insani cinsel cazibesiyle de etkiledigine ve bu acik alanda yasanmak istenen ya da sadece filmlerde yasanabilen cinselligin geldigi yere ve ciplakliga donus olarak nitelenebilecegini dusunen, yalniz yalniz yalniz olan, yalniz olmak ugruna kendisiyle birlikte carsi iznine cikmak isteyen yurt arkadaslarini dogrudan reddeden, kitleleri pesinden surukleyemeyecegini anladiginda otuzlu yaslarinin basinda olan ve etrafindaki sevdiklerinin bir yerlerinde tureyen kitlelerin iyi/kotu huylu oluslarinin sorgulandigina sahit olan, uzerinde sektigi pamuk tarlalarini devlet istimlak ederek dogdugu koye havaalani kuruldugunda ondokuz yasinda olan ve ucaklar inip kalktikca icinde bir seyler inip kalkarak bir gun ben de onlara binip uzaklara gidecegim hayalleri kuran, ve buna otuzlarinin ortalarina dogru gercekten adamakilli yaklasmis olan, simdilerde yuvarlakligini reddedemedigi dunyanin icinde ama genis yerlerinde o ucak senin bu ucak benim gezen ve bunun mustakbel gunlerinde hayatina hakim olacagini dusunen bozca adam...

2.09.2015

onca zaman sonra eve geldim bir de ne göreyim, egon shiele'in woman sitting with left leg drawn up'ı düşmüş. daha önce de buna benzer şeyler başıma gelmişti, eskişehir'deyken madonna ve cüneyt arkın düşmüştü örneğin ama woman sitting with left leg drawn up'ın bunu ilk yapışıydı, onca zaman da dayanmıştı halbuki bana. rüzgara yordum, kötüye yormak istemedim. sadece o düşse iyi ya, onu muhafaza eden minyatür kulübe de düşmüştü onunla beraber, ikisi farklı yönlere savrulmuşlardı. bunu da kötüye yoracağım gelmedi. zira iyiye çok ihtiyacım vardı.
ben geceleri uyumayı tercih eden biriyim. gecelerden pek hazzetmiyorum. hatta ahmet haşim'le şiddetli tartışmalarımız vardır sabah ve gece üzerine, ama her tartışma sonrası sevişiriz o ayrı mesele. sahi, bir türlü de algılayamamışımdır filmlerde çiftlerin tartışma sonrası sevişmelerini. ben gerilirim tartışınca, kızarım içimden, o halde mümkün değil. bırak beni kenara, iki bira içeyim ağlayım kendime geleyim. filmler demişken, sadece filmlerde duyacağımı sandığım bir cümleyi duydum bugün gerçek hayatta, hazırlıklı olun, demiş doktor. kendinizi hazırlayın, demiş. o yüzden ben bu günleri sevmekte zorlanıyorum. kafam tıkabasa. alkol batağına saplanmış durumdayım. tedavi işe yaramadı itiraf ediyorum. alkol sorunları çözmeğe mi yetmiyordu neydi öyle bir şey vardı. evet çözmüyor hatta kronikleştirdiğini ifade ediyor mektuplar ve kitaplar. ama şu an yapabileceğim ya da yapabildiğim ya da o kronik ellerimden pek bir şey hissetmiyorum, zira gelmiyor. bu aralar bana italya'dan bir posta gelecek. sana hiç biri italya'dan posta kutusu attı mı fırlattı mı kafana. bu aralar ben annemlerin karadeniz gezisinden dönerken getirdikleri tuzlu leblebileri yiyorum, boşa gitmesin diye de yanında rakı bira artık ne bulursam içiyorum. karadenizliler gerçekten şu mısırı kurutma işini iyi yapıyorlarmış, üstüne türkü yaktıkları kadar var. şu dünyada en çok ayırt etmek istediğim şeylerden biri kimlerin türkü sevdiği ve kimlerin sevemediği. hani biriyle tanıştığımda ona sorabileceğim ilk soru bu olsaydı keşke, sonra alacağım cevaba göre üç kademe birden atlasaydık ya da sağol kardeş başka bir dünyada when we are both cats filan diye vedalaşsaydık. gerçi ben tartışmağı bile bilmiyorum.
bu aralar kısa soluklu bir yurtdışı seyahatim olacak ve ondan sonra hayatım ya değişecek ya da değişmeyecek. bu aralar kendimizi ebru'ya hazırlıyoruz biz. sadece beyninde olmayan kitleler beynine de sirayet etmiş. kitle ne lan, kitle ne, allah belalarını versin tüm kitlelerin. duramadılar tek başlarına yayılmadan bağımsız. allah kahretsin. şarkı demiş mesela, sevmesini bilmiyorsan bakma sakın gözlerime, ben sevmesini bilmiyorum, ben sevmeseni bilmiyorum ama seviyor gibi nasıl bakabiliyorum öyleyse, şarkılarda düşünmek seni bana getirmediğinden mi, peki ya martılarda düşünmek? onlara noldu, yuvamızın daim konukları martılar,
ben geceleri daha ziyade uyumağı tercih eden biriyim. çünkü benim ertesi gün sabah erken saatlerde işim olmuş oluyor, olmasa da ne yapayım uykum geliyor işte. gelmese de getiriyorum yapay koagulantlarla. benim içmediğim gece olmadı ki uyku sorunum olsun, malum içki bayıltır.
çünkü hava aydınlıkken esnemek pek hoşuma gitmor. bugün iki sene aradan sonra ilk defa onyedi kadar saat aralıksız çalıştım. terledim. hatta şimdi malum mevsim yaz olduğundan ve evimde klima yer işgal etmediğinden -masum ve mütevazı bir vantilatörüm oldu geçenlerde bu arada- yine ve hâlâ terliyorum. hemen sol elimin altında bir ter bezi. terimi kağıt mendillere silip de maaşımı buraya mı yatıraydım, ormanlara yazık, çünkü o kadar çok terliyorum. sahi balat'da yürümüş müydük ellerimizin üzerinde. terlemek aşk acısını unutturmağa yardım ediyordu filmin birinde, çok sevdiğim filmin birinde, adam da sırf bu yüzden habire koşuğordu. ben de bugün çok çalışmağı tercih ettim tercihan. zira benim kafam post gibiydi, sadece post ama, yerlere serilip üstüne basılası bir post. hem terlerim dedim hem de hesap kitap içinde yüzerim. iş görüşmesine girdiğim işçilere hep şu dört işlem testini yapıyorum, yüziki eksi ondokuz, ondokuz çarpı otuzyedi, yüzbeş bölü üç, altmış dokuz artı seksenüç. ve hemen hemen hepsi başarısız oluyor. matematik önemli şey, beyninizi yer ama beyninizi ebru'nun ve son sürprizi yapan babasının beyni gibi habis bir urun yemesinden yeğdir.
uzun zaman aradan sonra bugün eve geldiğimde rüzgârın her şeyi yerle bir yerle yeksan etdiğine şahit oldum, etmiş olduğuna daha doğrusu. bense yıllardır bir portmantoya asılı, sahibine verilmekten ümit kesilmiş kolye gibi hissediyordum. uzun zaman aradan sonra, sabah gece vardiyasından çıktığını gördüğüm işçilerin aynılarının o gün gece vardiyasına da geldiklerini gördüm. daha önce bunu çok yapmıştım ama iki senedir pek yapmığordum. bir de gecenin nesini sevmiyorum biliyor musun, geceleri müzik dinlediğinde sesi açamadığından kalp atışlarını baskılamasına şahit olamıyorsun, kulaklık sevmiyorum lütfen bu bir argüman olmasın.
lütfen sabah biri beni uyandırsın.

30.08.2015

evet müzik beni manipule eden en kuvvetli etmen. etken. etkin. musahip. namusahip. musalla. musallat. musab. musab bin umeyr çok yakışıklı adammış bu arada, hatta neydi ona musallat olan kadının adı. belkıs mıydı, müseylemet'ül kezzab mıydı. nuh'un gemisi miydi. siz tufan nedir ne bilirsiniz. tuhafsınız zira. geçen gün bir psikiyatr nastassja kinski'den selma güneri'ye geçiş sürecimi incelemiş. bir başkası da nasıl da bu kadar bazı günleri unutabildiğimi. yani bana demesin mi, sen bir yılı fiziken ortalama üçyüz gün yaşıyorsun, ben de diğer insanlardan daha yavaş yaşlanışımı buna yordum sonrasında napiim. hayır dedi, bunu da kabul etmedi. yaşadıklarını unuttuğun için altmış günü yiyorsun belki ancak diğer günlerde diğer insanların ortalama düşünce/gün katsayısının üzerine çıktığın için bir yılı ortalama üzyüzdoksan gün yaşıyorsun. dedi. ve bence diğer insanlardan daha hızlı yaşlanıyorsun ve sebebi de bu dedi, ondan sonra beyin ve kemik yaşlarımı söyledi, ama bunu şu an özel hayatın mahremiyetine girdiğinden burada paylaşmak istemiyorum.

şimdi bence kişinin zihni kapasitesini belirten ölçeklerden biri de hayatta maruz olduğu anadilde kaç kelime türetebildiğidir. dört işlemlerden en çok bölmeyi sevdiğimi söylemiş miydim daha önce. hepinizi de anneme söyledim. çünkü bölme işlemi bizim kendimizi bulmamızı sağlıyor bize. nerede olduğumu nerde durduğumuzu ifade ediyor. her ne kadar bunu hiç sevmediğim kıyas unsuru üzerinden yapsa da. zira kıyastan ve rekabetten nefret ederim. ama dünyanın hangi katmanında olduğunu göstermesi açısından iyi.

bir evde yemek pişmiyor, çay demlenmiyor, ya da ekmek dilimlenmiyorsa o evin duvarlarına ne kadar da yazık. otel mi amono koyum burası. diş fırçalamağa mı geldin lan bu dünyağa. evi botanik bahçesine çevirmeğe karar verdim. tabii benim elimden ve dikkatimden ne kadar sağlıklı çiçek büyütülür emin değilim. bu hususta iyi tecrübelerim de kötü tecrübelerim de var, bakalım. ama hep büyüyebilen ve yapraklı çiçeklere önem verdim bu defa, normalde çiçekli bitkilere daha çok önem verilir malumunuz, hem çiçekli hem kokulu olursa tadından yenmez ancak ben öyle davranmadım ve ağacı andırabilecek bitkilerden aldım. büyümelerini görmek, mürüvvetlerine tanık olmak istiyorum. ayrıca iphone'u olup iyi fotoğraf çekebilen arkadaşlarımı eve davet etmek istiyorum sonrasında, bitki-ev'de yaşayan adamın hayatından bir kesit diye çeksinler fotoğraflarımı ve sosyal medyaya yüzüm kapalı olarak yaysınlar. çünkü hayat paylaştıkça güzel.

şu an memlekette çocukluk arkadaşımın oğlunun sünnet töreni var. sünnette neden tören yapılır ya da sünnet mefhumun erkek üzerindeki travmatik bozumu konularına sonra gireriz ama bugün işte adet yerini bulmuş bi kere. ha yaşıtım olan arkadaşımın dokuz yaşındaki oğluna sünnet töreni düzenlemesi ve oğlunun dokuz yaşında olması konusunun derinliklerine de bilahare deyiniriz de mesele bunlar değil. mesele, şu an canciğer üç çocukluk arkadaşımın orada oluşu ve an itibariyle davul zurna orkestrasının etkisiyle kafalarının güpgüzel oluşu ve benim orada onlara eşlik etmiyor ya da edemiyor olmam. mesele bu. birazdan eminim beni arayacaklar ve bana önce benim için yaptıkları isteği dinletecekler ve ardından da isteğim olup olmadığını soracaklar. bunu iyi biliyorum çünkü bu dört kişinin arasından biri o programa katılamadıysa işleyiş budur ve fakat ben ne isteyeceğim konusunda bir türlü karar veremiyorum.

sizce ne isterdim.

24.08.2015

bir daha dünyaya gelse idim, amerika'da bir italyan mafyası olarak yaşamak isterdim, dedim bugün iş arkadaşıma. o da, kısa ama güzel yaşamak isterdin yani, dedi. böyle düşünmemiştim aslında ama geçiştirmek için evet dedim geçtim. benim içimde bir türlü olamayan bir mafya var. bu yerli bir mafya da olabilirdi elbette ama olmadı, tercih meselesi değildi muhtemelen, o göt yoktu da denemez de vicdanım annem ve imkanlar arasında gittim geldim. yoksa yeterince film izlemiştim. fakat bu bende daha sonra şöyle bir etkiye yol açtı, bol bol bruce lee izleyip sokağa adam dövmeğe çıkan fakat sonra vicdanıyla bir anda başbaşa kalınca acıyıp vazgeçen ben, bol bol kadir inanır izleyip sokağa kötü adam dövmeğe çıkan ve ama kötü adamlara bile acıyan ben. bu bende şöyle bir etkiye yol açtı ki, izlediğim filmler beni ben yapıyor. bugün bunlardan bağımsız olarak ömrüm gözümün önünden filmler şeritleri gibi aktı. sürekli çocukluğundan yola çıkıp anlatan edebiyatçıları, çocukluğunu iğdiş edip bunu döken ve söken edebiyatçıları tiye alır, onları aşağılardım. fakat bugün aldığım bir haberle irkilişim, başta çocukluğumun ve bütün hayatımın en temel taşlarından olan birinin, yurtdışına taşınma kararımda en caydırıcı olabilecek birinin, şarabını döktü, ekmeğimizi çaldı. sonra ben tekrar düşünmeğe başladım. düşünmeğe başlayınca duramıyorum.

22.08.2015

sizlere bugun bu aksam saatlerinde garagoyun'un hikayesini anlatmaga hazirliyordum ki kendimi yanima adi zeynep olan bir kiz cocugu geldi kose masalardan siyrilip. adi zeynep olani kim sevmez, ben de sevdim elbette. garagoyun'un hikayesini oteledim bir sure. sonra tam yazmaga basladim, zeynep yine geldi. bes yasindaymis. beni pek sevdi. bense cekindim annesinden babasindan. malum devir biraz kotu. sonra yatsi ezani okunmaga basladi. aranizdan kac kisi yatsi ezaninin okunma saatini biliyor sence, ya da aksam. bunlar benim onemli veriler. bu ulkede yasayan talihsiz cogunluk dusunuldugunde ezana maruz kalan, inanan ya da inanmayan hic muhim degil, bir topluluk hakkinda karar verebilmem icin onemli doneler. dane dane benleri var yuzunde. halbuki o yuzune bile bakmadigimiz benler ne kadar da onemli varliklar, misal poposunda hangi benin ne derece onem tasidigini ne kadar azimiz bilebilir. ya da benim, sadece o bilebilir. bu yuzden mi acaba adi oyle. neyse, zeynep'in baliginin geldigine dair annesi uzaktan seslendi, benim yanima kadar gelmek istemedi, cunku biz turkiye'de yasiyoruz ve nesine lazim bi laf filan cikabilir, hele hele yalniz basina raki icen bir adamin bir kiz cocuguyla olan diyalogu bu mevsimde bile simsekleri uzerine cekebilir ya da kocasi gereksiz kiskanclik krizlerine bile girebilir. halbuki ben yek basina icen bi adamim altiustu ama hayir bizim ulkemiz jeopolitikligi geregi boyle bir onemi haiz ve kaldirmaz. bu yuzden hem zeynep'in annesi uzaktan kizina seslenerek cagirdi hem de ben tedirgin oldum cocuk benle iyi anlasti. meselenin ozunun bir ozu de su, benle cocuklar ve yaslilar iyi anlasiyor, dillerini biliyorum. sonrasini ya da oncesini bilemem, tecrube etmedim. bu koy pek cok deniz kasabasindan koyunden bence cok daha leziz bir koy. ben buraya buyudugumden bunu net olarak fark edemiyor olabilirim fakat sizler eminim ki gelseniz severdiniz. bu kohne koyde elbette yunan mimarili dar ara sokaklar ya da begonvilli balkonlar pek bulunmuyor cunku burasi inek sagilan bir koy. koy halinde bir köy. zeynep bana, sen yalniz mi oturuyorsun, dedi. cocuk sanirim hayatinda ilk defa yalniz yemek yiyen birine sahit olmustu ve hayatinda her sey yolunda giderse bir daha sahit olmayacakti. aradan bir saat kadar gecti ve zeynep'le cok iyi arkadas olduk bu arada, en yakin arkadaslarim 3-7 yas arasinda bu dunyada. annesi cok evhamlaninca zeynep'e uzulerek annesinin yanina gitmesi gerektigini soyledim. bazen annelerimizin dediklerine uymamiz gerekiyor maalesef, ya da babalarimizin, ya da onlar her kimlerse. ama zeynep yine kacti geldi yanima. annesi ikna olmus olmali bana. anneler cok yalnizmis gibi geliyor bana bazen. evet aradan bir saat kadar daha gecti ve zeynep'le kanka olduk. ona kavun ikram ettik, zira cok seviyormus. zeynep beni uc saat filan mesgul etti, sarildi bana. saclarim firca gibiymis oyle dedi.

ne'den sonra ben yazinin fikrine donebildim. su an icin donmesem de olurdu da garagoyun ölmüş iste. garagoyun, soyadindan hareketle. bu köyün ya da bu koyun en onemli adamiydi, baktiginda italyan mafyalarina da benzetebilirdin yugoslavya cingenelerine de, ama ortada bir yerde oldugu kesindi. ve benim icin buyuk adamdi. buyuk adam olmagi dusleyen tasranin nice kucuk adami gibi, ama bir gun punduna getirip buyuk adamliga evrildikten sonra omru vefa etmeyen. evet, arnavut gocmeni garagoyun ölmüş. zeynep de gitti.

11.08.2015

biraktigim her seye yeniden tekrar tekrar basladim. cayda israr ediyorum su an, caya sekerden bahsediyorum. ama bu yeni bir olay tabii, nerden baksan maksimum uc aylik bir mevzu. maziye bakma mevzu derin. bakalim ne kadar ve nasil gidecek.

sarapci sulo etrafimda yani yakinlarimda cok yakinlarimda gordugum tek alkolikti. alkolik coktu etrafimda ama hayatina sahit oldugum azdi. bir de onun gibi bozmadan alkolik olan azdi. digerleri hep tozuttu. bu nevden onu kendime benzetirim cok. yine de bu bilince sahip olana kadar ben, o oldu gitti. dedelerime yetismem zaten mumkun olmadi da en azindan dedemin kardesi sulo'ya mental olarak yetisebilseydim bari. diyebilseydim ona, kizinin dugunune gitmek yerine sarabin basindan kalkmamaktaki tercihini kendine vicdanina nasil acikliyorsun, sorabilseydim. ama o vicdan kelimesini bilmez idi elbette, vicdan cok sehirli bir kelimeydi. neyse, sulo bir taraftan atlarla cift surerken bir taraftan sarabini yorumlardi. ramazanda icmedigini soylerlerdi ama ben bunun bu sekilde haberlendirilmesini toplum baskisina yorardim, yoksa yengem olan esi bunun aksi gercekligini acik etmege korkardi muhakkak.

mesele bu degil de, ona danismak istedigim birkac soru vardi, yetisemedim. ilkgencligimde ona ve abisi olan dedeme hep neden ictiklerini sormagi hayal ederdim, songencligimde sorum degisti.

9.08.2015

geçtiğimiz günlerde merhaba. merhaba, bizim büyüklerin ayarladığı bir görüşmede kendimi biraya vurduğumda saatler öğleden sonra üç sıcaklarındaydı, malum ege'de temmuz ve ağustos ayları acılı geçer biraz. iki üç dört derken, araba da kullanacağım için şimdilik yeter demiştim kendime akşamüstü beşbuçuk gibi. emaneti köye geri bıraktım. sonra biraz beynimi mayaladım. aynı köyde dedemin mezarı da bulunuyor olmasın mı. o kafayla gitmeği kendime biraz çok gördümse de dayanamadım, bayram seyran olmadığından herhangi bir gün yalnızlığı vardı mezarlıkta, merhaba dedim dedeme ve ondan ayrı yatan babaanneme. en son kardeşim evlendiği gün gelinliğiyle ziyaret etmişti babaannemi, ama dedemi ihmal etmişti. dedemi tanımazdı zira. ben her ikisinin de gönlünü hoş tutmağa gayret etdim bu sürpriz ziyaretimde.

dün gece kalabalık bir arkadaş muhabbetine meze olduktan sonra kendimi ilk bulduğum yerde uyutmuşdum. ve sabah kalktıktan sonra içinde bulunduğum organize sanayi bölgesinde pazar günü kahvaltı yapılabilecek tek yer olan otelin birine uğradım. siparişim sonrası etraftakilerin sohbetlerini dinlemeğe kulak gezdirdim ve ortamda bir adet dede vardı. o adamın o tipini giyimini kuşamını saçlarını sohbetini gördükten sonra sağlığıma biraz dikkat etmeğe karar verdim. dede olmak istiyordum.
çocukluğun ne zaman bittiğini keşfettim geçen haftanın başında aldığım bi haber üzerine. çocukluk, ilk olarak, çok yakınlarında olan birinin sağlığının normalin dışında bozulması ya da ölümüyle darbe alıyor. bu, anne baba kardeş anneanne babaanne dedeler dayılar teyzeler enişteler kıvamında birinci ya da bilemedin ikinci dereceden bir yakınlık sözkonusu olduğunda başgösteriyor. bu kişilerden herhangi birinde bahsettiğim şekilde bir durum gerçekleştiğinde ilk çocukluk ölüyor. ve ardından ikinci çocukluk başlıyor, daha yetişkin bir çocukluk bu, tabii kişiden kişiye kaderden kadere değişen bir durum sözkonusu burda ama genellemelerim doğrudur, ikinci ve asıl çocukluk'un kaybı ise aynı minvalde bir ölüm ya da bunun yakınlarda olacağı haberi üzerine gerçekleşiyor. işte o an içinde bulunduğun şartlar, hayatının geri kalanını bize açıklayacak olan şartlar. geri kalanın gidişatını üzerine oturtabileceğimiz temeller orada ve ondan öncekinde gizli. ya da ben saçmalıyorum, bilemedim.
bak evlat istanbul canavardır, bizans burası

kenara çekilip konuşulabilecek biri değilim. fakat bu günlerde yeni bir şey öğrendim. dayağı yememek için ilk yumruk ilk bıçak ilk mermi kesinlikle senden çıkmalıymış. ben de tam tersini yapardım halbuki ömrümün bu son günlerine kadar. o yüzden bu kadar dayak yemişsem demek ki, sonradan üstüne saldırıp var gücünü harcamak sadece iz bırakmağa yarıyor, başka bir şeye değil. neyse, babamla annem beni kenara çekip ağlamağa başladılar; oğlum sen neden böyle oldun, dediler kesilince. filmler yüzünden, dedim. ve konuyu kapatdım.
IX

Ey deniz! sen bile ıslanırsın
Ben senin sonsuzundan bir alkolik çocuğum.

Düşer ilkyaz kalır bir zeytin dalı hemen
Bir doğa sayımından değilse kendiliğinden
Ben çıkarım bir yükseklikten düşmeye
İnerim inerim bir kuğunun sağa ve sola bakma serüvenine
Ey deniz sen bile ıslanırsın ki, anla
Günlerden saatlerden bir alkolik çocuğum.

Az mı kaldım sayılır bir otelde bir yerde
İçi buz dolu bir bardakla aynı değerde
İsterim geçmek isterim az az yaşamakla bir şeyleri
Mavi bir zamandan kalmayı, mavi bir zamanı bilmeyi
Oysa ben yaşamaktan da yoğun
Bir sıra yalnızlıktan bir alkolik çocuğum. 

Gökanlam - Edip Cansever
son günlerde merhaba. merhaba son günlerde "eğlenmek" lafzını sıklıkla duyar oldum. bunun sebeplerinden biri, genelde pek yapmadığımın aksine bu haftalarda toplum içine katılmak, çağrıldığım davetlere icabet etmek oldu. çağrıldığım yerler daha önceleri hep bir punduna getirip katılımı reddettiğim arkadaş gruplarıydı, gruplu buluşmaları pek sevmem, ikili görüşmeler taraftarıyım, o da nadiren ama oluyor işte bazen. her neyse, doktor arkadaşlarımı değiştirmem gerektiğini söyledi. tamam da arkadaşlar değişmiyor. burada bir tezat var, onları ben mi arkadaş olarak seçtim, onlar mı beni arkadaş olarak seçti, bu konuda kısır bir döngü var, başka türlü ben arkadaş olmaz mıydım. benden sana yar olmaz gel olak bacı gardaş, ne saçma bir türkü sözü. bu katıldığım, geniş katılımlı ama tam da müthiş kadrolu buluşmalarda "eğlence" deyimi çok geçti. çok eğlendik, iyi eğlendik, müthiş eğlendik. ben bunu son bir iki aydır düşünmeğe başladım. daha önce eğlenmemiş olduğum anlamına mı gelir bu, hayır elbette. ama eğlenmek nasıl bir şey tam olarak kestiremiyorum. burada dikkatimi çeken şey, bu yargıya varırken insanların ne kadar güldüklerini sayısal olarak ifade edemeseler bile maddi olarak kestirebilmeleri bu değerlendirmeyi yapmalarında etkili olması. son kurduğum cümleyle başa çıkamadım ama anlaşılır olmuştur sanıyorum. ben de dün akşam bir deneme yaptım uzun süredir planlanıp da ancak dün akşam gerçekleşen arkadaşlar buluşmasında. orada bulunmam ve bu teklifi reddetme çabalarıma rağmen beni arabanın oraya götürmüş bulunması bana hâlâ garip geliyor olsa da, son bir saatlik kapanış dilimini -normalde pek yapmadığım üzere- kendime ayırdım. yani bu defa, bile isteye odak noktası olmağı tercih ettim. bunda alkolün payı yoktu, alkolün payı bu son bir saatlik süreçte sadece rahat davranmamda etkili oldu. ve kendimi insanları katılasıya güldürmeğe harcadım. orada bulunanları iyi tanıyordum ve kimin neye nasıl güleceğini iyi kestirdiğimden, doğaçlama gelişen bir konuyu kendime baz kılıp muhabbeti minarelere çıkardım çıkardım attım. habire güldüler. hiç komik duruma da düşmedim bunu yaparken. buna normalde pek yeteneğim yoktur ama bazen iyi şiir çıkar ya çok okuyanlardan, ona benzer bir yorum yapılabilir bu hususta.
yav ben aslında başka bir şey anlatacaktım. ama iyi eğlenceler yine de size işte.

3.08.2015

merhaba ben abd. abd derken kul manasında olanı raksediyorum. yeni bir vantilatör almağı düşünüyorum markası raks. aslında burda hayatıma dair daha demin bir anlatım bozdum, hiç vantilatörüm olmadı ki yeni'sini alayım. ya da acaba ikinci el değil de sıfır bir vantilatör alacağım mı demek istedim acaba. 'sıfır' demek yerine daha farklı bir söylem bulamaz mıydı acaba atalarımız. benim çocukluğumda sıfır alınan bisikletler ya da diğer şeyler için, -ama özellikle bisikletler sözkonusuydu malum- "acenteden almış" derlerdi hiç kullanılmamış olduğunu belirtmek için. zira benim ilk bisikletim acenteden değildi, 1976 modeldi ki alındığında sene 1992 filan olmalı. sorma, ezikliğini çok çektim. ulan bi bisiklet için değer miydi onca açlığa. ne demişti emile ajar, onca açlık varken, ya da romain gary. bu saatlerde gözlerim acaip kısılıyor. moğollu atalarıma benziyorum sanki. ki ben ne yaparsan yap ne yana çekersen çek onlara benzeyemem. zavallı atalarıma benziyorum, ki ben zaval nahiyesinde doğdum. hayır yani bir çocuk bi skindirik bisiklet için bu kadar acı çekmemeli diye düşünüyorum. ki şimdikiler çekmiyordur diye tahmin ediyorum. bu aralar geçici olarak eski d.
merhaba ben abdussamed. çok iyi kuran okurum. tilavetim epey iyidir enaniyet olmasın. çocukluğumda mahalledeki diğer çocuklar sadece kollarını benim omzuma atmak için birbirleriyle kavga ederlerdi. biri sağıma biri soluma geçmek için kavga eden birlerce çocuk. şu kemal sunal'ın talih kuşu filmindeki gibiydik. ya da bu filmin bir sürü versiyonu vardır yeşilçam'da, ayhan ışık'lı olanı da vardır hatta, belki benim bilmediğim izzet günay'lı olanı da. çocukken bunun için yarışırken çocuklar, ergenliğimde de arkamda namaz kılmak için yarışırlardı. devir işte, nerden nereye, devir öyle bir devirdi ki daha sonra beni, sormayın gitsin. helal dairesi keyfe kafi olmadı. yani o dönemler lider özelliği taşıyordum. lakin sonra bu kapitalist düzenin bana göre olmadığının farkına vardım ve liderlikten ziyade neferliğe soyundum kimseyi lider bellememeğe gayret ederek. ne vardı ki illa ki bu topluma bir lider gerekiyordu. bunu anladığımdaysa buralardan gitmeğe çoktan karar vermiş bulunmakta idim. ve kendimi stockholm'de buldum. barda oturup o her yerde duyduğum şarkıyı dinlerken kadının biri dedi, why you look so upset. no, dedim. sonra gittiğim bi barda elime bi sigara tutuşturmaları ise geçen seneye rastlar, ki nerden baksan arada yedi sekiz sene var. her şeyi kaybedişim bu yedi sekiz senelik döneme periyoda rastlar zaten. sonra ben rastetmeğe başladım işte, raksetmeği bıraktım.
merhaba ben halid bin velid şeklinde anılırdım sahabeden. her zaman ne yaptıysam onu en iyi yapanın ben olduğuma hükmettim, bu anlamda dıştan dışa bir hikmettim. bu umudum da çok sürmedi desem yalan, hâlâ sürer, çift sürer, koyun kuzu sürer, sürü sürer. iki konu var ki o iki konuda en iyi olmadığıma kimse ikna edemedi beni. babam da bu geçtiğimiz haftasonu iki şeyi hazmedemiyorum dedi benim için benim hakkımda. hazmedemeğimiz şeyler birbirine mutevazı idi. bu muvazeneden kimin galip çıkacağı, kimin kime galebe çalacağı meçhuldü elbette.
merhaba ben amr ibnul as. belki de beni yüzyıllarca sevmeyecek hikayemin aslını bilenler. ziyanı da yok bence. ama bu hafta sonu öğrendim ki sevdiğim bir kişi daha yakın dönemde gözlerini hayata yumacak. benim sevdiklerim zamansızca -kime göre neye göre zamansız değil elbette, bana göre, ben yaşıyorsam alem de bana göre dünya da bana göre düzen de bana göre, ben ölürsem gerisini düşünürsünüz, ama ben varsam ben vardım- gidebiliyorsa ben bunca sabrederken - jean seberg'in selamı var bu arada- burda benim ve evrenin yanlış yaptığı birtakım şeyler vardır demektir. mutlu olsaydım sadece o ölecek olan kadın ve onun ölecek olan babası için mutlu olacaktım, bu çocuk da mutlu olabiliyormuş, el çırpıyormuş, zeybek oynuyormuş, desinler diye. şimdi bir anlamı kalmadı. o ikisi ölmeyecek olsaydı ben belki başımın çaresine bakacaktım. ya da asıl şimdi başımın çaresine bakacağım. bu zamana kadar başımın çaresine bakmağı gerçekten düşünmedimse ben.

başımın çaresine bakmağa karar verdiğimde görüşürüz o halde.

4.07.2015

kayıkçının yeni kayığı.


3.07.2015

yın yın. ying yang. merhaba bang bang. ben big bang. saçma sapan bir rüzgâr var dışarıdada. bazen rüzgârlar saçma olur. bazen yalanlar güzel bazen gerçekler aciymiş. tooman. bir rüzgârdır gelir geçer sanmıştım. meğer içimde esen bir tornado. hepinize benden birer tufan. herkese benden. ik ben ik ben ik ben çikilengo. kalbe ben. adınız pekala eleftheria olaydı, hadi bilemedin yorgiya felan, daha çok sevebilirdim sanki. daha daha çok çok. daha dahaya kavuşmaz derlermiş. bir gün bir de bakmışlar ki kavuşanlar dağlar açmış. dün evde yoktu, dağlarda dolaştı. sonra bir de bakıyorum ki herkes benzer şeyleri seviyormuş meğer. hepimizin dünya adlı kıza âşık oluşunu buna borçlu olabiliriz, terzim dünya çünkü. her ne kadar yamalı bir yüzle dolaşsam da aranızda, aranıza girmek istemedim hiç. ah eğleniyor kendi yaşına, ah neşesi yeter. saik fait demiş ki, birtakım şeyler var ki başkalarına anlatıldığı zaman onlar üzerinde hiçbir tesir bırakmıyor, halbuki aynı şeyler bende neler yapmamıştı. gibi bir şey demiş. ben kendisinden daha önce, birtakım şarkılar var ki, diye bir versiyonunu saz etmiştim bunun dilime. ve zuhal'in adıma yaptırdığı defterime yazdığım ilk alıntıydı bu. o zaman daha mülksüzler'i okumamışım, mal mülk peşinde koşuyorum. hâlâ da öyleyim laf aramızda. her neyse demem o ki, yangın çıkan evine yardıma ilk gidenlerden olup evinin badana boyasını yaptı diye bir erkeğe âşık olunur mu. olunurmuş abiler. şu kızlara söyleyin de abi lafzını pek dolamasınlar dillerine. allahım şekersiz çay da neymiş tanrım. her an yeşil çay içiyorum sanki, öyle kötü bir his. dişlerim kamaşıyor yaldızlardan, buna da alışacağım. yine de banyodan sonra terlemeyeydik iyiydi.

bugün berbere gitti makşam iç şıkışı. iki senedir aynı berbere gidiyorum sanırım hatta belki daha bile fazla. her ne ise, yarın foça'ya cezaevine arkadaşını ziyarete gidecekmiş. aldı mı beni bir askerlik korkusu. daha geçenlerde rüyamda yine askere çağrılıyodum. arkadaş, insan bu kadar sık askere çağrılır mı rüyalarında. tamam bu bir kabustur ve askerlik yapan her erkek askerlik dönüşü ilk zamanlar bunu yaşar ama benimki biraz fazla olmadı mı sence yüce forslu yüce lordum. zaten yoksuluz gecelerimiz çok kısa dörtnala rüyalar görüyorum saçma sapan. kullanılan ilaçların rüyaları etkilemesini de hiç adil bulmuyorum ben. ayıp değil mi yani insanoğlunun insan beyninin kimyasını etkileyen şeyler türetmiş olması. hayır bunun çeşitli doğal şeylerle yapılmasına karşı değilim ama ecza girdi mi için işine, o zaman bak kendimi haksızlığa uğramış, iğdiş edilmiş, mağdur hissediyorum ve bunun sonrasında mağrur da olamıyorum. halbuki ben dünyaya karşı mağrur olmakla meşhurdum o mahur beste çalarken arka bahçede. birazdan kudurur deniz, birazdan kılınır teravih. kılmadığım namaz cinsi azdır bu arada, teheccüd evvabin beş vakit vb. ben bir film yapsam şahsen ben de adını ilkbahar yaz sonbahar kış koyabilirdim ya da beş vakit. ne demiş paul verlaine, musîki, her şeyden önce musîki. emin ol böyle demiştir, müzik dememiştir ha, musîki demiştir kesin. kim çevirdiyse artık bunu, sabahattin eyüboğlu'na ve tahsin yücel'e ve can yücel çevirilerine inanmıyorum. antalyaspor da david villa'yı alıyormuş sanırım. hayır onu alıp ne kadar top oynatabilirsin ki, adam kaç yaşında mübarek.

morrissey miydi the smiths miydi, birinin lafı vardı, last night i dreamt that somebody loved me. [bu arada dream hem regular hem irregular bir şekilde past tense'lerde çekimlenebilir, isterseniz dreamed dersiniz isterseniz dreamt, ben portekiz ingilizcesi konuştuğum için dreamt kullanmayı yeğledim, dreamt daha metalik bir görüntüye sahip, daha etkileyici bence, dreamed ise daha sade ve daha kendi halinde, ne o, bana mı benzettin] saat çok çabuk 22:22 oluyor ve ben buna yeterince üzülmekteyim. yani bu kadar çabuk olmamalı sanki, düşünsene bazı saatlerin arasını açabildiğini, ne derdin? hoş olmaz mı idi? ama bir düzen var işte, bizleri bir d.

mehmet günsür'ün ölümünün ardından arkadaşlarının yazdıklarını okumuş muydunuz. ben o zamandan beri nedense ben ölünce arkadaşlarımın arkamdan neler yazacaktığını düşünür dururum. benim çoğu arkadaşım okuma yazma bilmiyor ne yazık ki, en iyileri ilkokul ikiden terk. yani öyle şeyler yazılmayacak. gerçi sanırım bu bende hastalık. attila ilhan okumalarımın ardından da onun kitap sonlarında yazdığı meraklısına notlar başlıklı bölümlerdeki gibi ben de henüz bir şey yazmadan önce okuruna onu nasıl yazdığımı anlatan notlar tasarlardım. sonra işte, doktora yeterlilikten geçtim ama tezi henüz veremedim on senedir.

bi sigara içim gelim.

30.06.2015

14.06.2015



güzel olmamış mı ama.

10.06.2015





ne bileyim. günler bi değişken.

18.05.2015

ben burda az bar kapamadim. o zamanlar barda dogduguma emin oldugum zamanlardi, simdi de eminim de barlar tarafindan terk edilmis gibi hissetmiyorum degil ara ara. her ne ise, bu sokakta ben gece ikide -ki o zamanlar o sokak bu sokak degildi- bari kapatip, elimdeki pet siseye baska acik yer bulamayacagimin bilinciyle votka doldurtup parasini verip sahile cikmisligim cok vakayi adiyedendir. ha bunu burda anlatisim marifetmis gibi gelmesin elbet de maksadim, maksadim yok. hava guzel onu diyorum. muzik de var biraz. daha nolsun.

15.05.2015

sizlere bu mühim kandil gecesinde merhaba zeki alasya gibi sevmekden bahsedecektim lakin tam bilgisayarı açdım ki aklıma nerden estiyse -sahi, sanki hiç esmiyormuş gibi konuşdum di mi, arasıra eserdi halbuki- winamp geldi. bir de bakdım ki hâlâ yüklenebiliyormuş -ya da tekrar devreye alınmışdır bilemem-. ilk işim yüklemek oldu. takdım harici harddiski bilgisayara ve bütün varımı yoğumu winampın insafına bırakdım. az bi şey de rakı koydum söylemesi günah. komşuların şarkı seslerini duymalarından çekinmekle birlikte saatin bunun için pek geç olmadığına hükmetdim ve başladım çalmağa. önce maresias'dan gaip arabesk çaldı. sonra celia cruz'dan la vida es un carnaval. sonra fleetwood mac'den albatross, sanki dilimi biliyor gibiydi. bütün şarkılara bir anda hükmedebilmek ne kadar mutluluk vericiydi. mutluluk vermek ya da almak da ne demekse dedim kendime. hah.
günaydın.



10.05.2015

merhsbs. ya da merhaba. "lan vurdun oldurdun" der bir rebetin orta yerinde. baska bir rebette de "aman tombul omrune bereket" der ama digeri daha ziyade ilgilendiriyor. vurdun oldurdun. demin nerden geldiyse aklima fusun diye bi isim geldi. efsunla ayni aileden olsa gerek, tahmini zor degil. sonra didem madak'in fusun'lu bir siiri geldi aklima rahmetlik. senin hic ahretligin oldu mu. benim birkac kere oldu kendimi yedim. daha bu aksam konustum bi tanesiyle. fenerbahceli oldugu icin onu en yakin arkadasim secmekte hata mi ettim acaba diye dusundugum ve kendimden suphe ettigim olmustur arasira ama kendime kizdim bugunku telefon konusmamizdan sonra ondan en ufak suphe etdigim icun bile. adam cok guzel guluyor bi kere, guldugunde nerdeyse butun pozitif ilimler tum parametreleriyle sahaya iniyor, tum pozitif kan gruplari dunya capinda bir enjektore naklolunuyor. dunya capinda derken kelimenin harbi anlamiyla captan bahsediyorum. malum dunya yuvarlak ve bir miktar sumak iceriyor. cogunlukla da acili. ben sahsen dunya olsam korili mi olurdum acaba, naneli olacakdigim kesin. neyse bunun uzerine dusunmek icin fazla ortayasliyim. hic fusun diye tanidigim olmadi bu ara. ama bomonti oyle mi ya, bir donem epey beraber takildik. hatta skol da tanidigim en siradisi kisiliklerden biriydi. skol dedim de gecti barlarda omrum, ihtiyar oldum bugun.

kendimizden buyuk ama yoneticileri oldugumuz tecrubeli iscilere adiyla degil de ihtiyar diyerek seslenmemiz hep saygimizin icabi. yine de benden yirmi yas buyuk adamlara adiyla hitap etdigim oluyor elbet, iste butun bunlar hep dunyanin isleri rast gitsin diye. suzinak da gitsin. suzidilara olma mi, o da gitsin. hepiniz gidin mina kodumun makamlari, sanki ben dogarken yanimdaydiniz da, ben dogarken olmussem demek ki. ya da yagmurlu bir gunde dogmussam anamdan, gokler agliyormussa ben dogdum diye. annalar gununuz de bu arada. muslum gurses'in mezarinin ustune de amma yagmur yagti ha. gecen sene bu zamanlar sanirim eskisehir'de gece saat onbirde bana bira satacak tekel bayii ariyordum gizli izli. hayatimin en muhtesem zamanlari miydi yoksa onlar, bence opoyleydi. ki hayali cihan deger.

skol dedim de bugun eskisehir'e gelirken, yillar cok degistiginden yanlislikla yanlis bir yola saptim ve o yil beni eskiden burdayken kaldigim evin onunden gecirmesin mi. allahim gozlerim doldu. dortluleri yaktim durdum onunde apartmanin. aklima o muthis ozlu soz geldi, "bugun sinyal yakip gectigin bu kalbi, bir gun dortlu yakip bekleyeceksin" benim aklima ozlu ozsuz pek cok sozle doludur zahiren. biz hammaddelerin suyla kolay sekillendirilebilir olanlarina ozlu, olmayanlarina ozsuz diyoruz bu arada. daha kolay anlatmak gerekirse, ornegin kum ozsuz iken, killer ozludur. ben insanin alkolle sekillendirilebilenine ozlu, hicbir soke yaramayanina da ozsuz diyorum. siz hangisisiniz sormasi ayip. skol dedim de, eski evimin onunde dortluleri yakmis trafikten sovguler yerken, ciktim arabadan ve arkamda korna calan pezevenge cok agir kufurler etdim burda yer almasini istemedigim, "su an cok duygusal bir an yasaniyor burda herhalde" dedim. adam anladi beni. duygusal an demisken, herkesin zihninde yer etmis muhtelif duygusal anlar muhakkak vardir, var midir, var sut misiiir, benimkinde var en azindan, ustelik sut misirlarla ve sut bacaklarla ve sut memelerle beraber nedense. benimkilerden biri "her gonulde bir aslan yatar" filminde zeynel'in danyal'a "gule gule danyal" dedigi sahnedir mesela rahmetlik zeki alasya. icimde bir sey kirildi onu duyunca. babaannem oldugunde de ayni sey olmustu. sarhostum, yeni uyanmistim. aglayasim geldiydi. ben cok guzel "metiiiiiin" diye taklit edebilirim bu arada onu. daha ziyade metin akpinar taklitcisiyimdir ama zeki'yi sadece metiiiin deyisiyle ben.

skol demisken, bazen biraz fazla feminen bulmuyor degilim kendimi ama gerek yok bu yirtici dunyada buna. ipne misin derler adama. arabaya dortlulere yaktirmis, arkadakilerin alayina gum gum giderken, omerov'un dukkanini aradi gozlerim hemen apartmanin yaninda. omerov'un dukkani tam bir skol deposuydu benimcun. yikmislar omerov'un dukkanini. merve'yi de yikmislardir o zaman dedim. merve'yi kimler yikmadi ki. bu sirada aklima o sarki geldi emel sayin'in odevlerinden, "sen de git sevme unut, kimler unutmadi ki." o sirada dunyanin en iyisi radyo 3 seyi mirildandi, mavri xioni, ben sarkilara inandigimi soylemis miydim size. hani dunyada tansik falan gibi sktirboktan kelimeler ve melih gokcek ve emin colasan gibi adamlar olmasina ragmen beni dunyada tutan nadir seyler iste sarkilar naparsin. hatta o radyo 3 bana yine bir gun is cikisi yine tam apartmanin onunde yine arabanin radyosunda hisarli ahmet'in agzindan "ben kendimi gulun dibinde buldum"u ogretmisti. simdi de yaptigi ise bakin'di. bu defa da dunyanin en acimasiz turkulerinden mavro xioni'yi caliyordu, hem de tam gozlerimin dolulugu capaklarimi calkalarken. ya da diger bir deyisle ederlesi avela, tam da gecen gun balkondaki nanenin dibine koydugumde ben o nesneyi. olur bazen oyle, dedi ici gecmis bar filozofu.

skol demistik ya demin, bizim apartman yerinde duruyordu durmasina da, bitisik nizam olan yanindaki apartmani muteaaaaahhhite vermislerdi anlasilan. benim o seks kolesi guvercin komsularama uzuldum en cok. cunku iki apartmanin ortasindaki bosluk tam da onlarin mekaniydi, ilk defa gordum o boslugu cevresiz. sahi, cercevesiz fotograflarla cerceveli olanlari ne kadar fark ettiriyor. sonra kendime bi iltifat etdim, tefal gibisin dedim.

sen her seyi dusunursun.

4.05.2015

yoğurtçunun kızı

bahar akşamlarını evlerde geçirmek ne kadar kötü. hatta bu hususta edip cansever'in de bir sözü vardı, "evlere sığamıyoruz, öylesine büyüdü kü vücutlarımız" gerçekten de öyle, çok korkardım vücudumun büyümesinden ama artık kendimi tanıyamaz hale geldim fotoğraflardaki, noldu, neden niçin. bahar akşamları evde öyle saçma ki. hatta bu konuda ahmet erhan'ın da birkaç lafı vardı sanırım, "evlerde oturmak bana göre değil" gerçekten de öyle. ahmet erhan'ı ilk gördüğüm haliyle son gördüğüm hali arasında ne kadar da büyük fark vardı hakkaten. öylesine büyümüştü ki vücudu rahmetlinin, tanınmaz halde çirkinleşmişti. şimdi ben de aynı durumdayım korkarım, halbuki bundan öyle de çok korkardım. ama rakının tadı çok çekici değil mi sizce de.

bu aralar askerliğe merak saldım. nerden esti bilmiyorum. bundan binlerce yıl önce tam da bu zamanlar askerliği terk ettiğimden ve hâlâ o günlere dönüp dönüp baktığımdan mı, bir yaren geçenlerde askerde olduğuna dair bana mesaj attığından mı, müslüm gürses'in o şarkısını keşfedişimin bir askeri filme rastlamasından mı, bilmiyorum. ama bir seviyor bir sevmiyorum askerliği. bu aralar spora başladım, zira vücudum alabildiğine büyüdü, önüne geçilemiyor. ben de bunu kompleks edinen bir insanım, sevmiyorum yani, kafamı taşımak bile zul gelirken kendimi komple taşımanın zorlaşmış olması daha bi beter, kafam yeterken bana, salakken üstelik ben bunca. sporda kendimle baş edebilmemin ilk yöntemi olarak bir şeyler izlemeli ya da dinlemeliyim düsturuyla telefonumun yardımıyla film açtım bisiklet esnasında. daha doğrusu son dinlediğim şarkılardan hareketle youtube bana önerdi ve ben de önerisini değerlendirdim. dağ diye bir film. askeri ve askerliği ulvi gösteren bir film, ama ben askeri ve askerliği pek ulvi görmedim bu zamana kadar, göreceğimi de sanmam. tabii hayat bir bileşkeler toplamı. bileşke kuvvetleri'ni bulmak fizik derslerimin tek başarılı yönüydü sanırım, bu da bir şeydir muhakkak. göstergeleri izleyip gösterilene ulaşma başarısı belki benimki. bilemedim, pj harvey çirkin mi sizce. her neyse, işte bugün spora gittim iş çıkışı, taktım kulaklığı, yürüyordum habire varılmayacak bir yere doğru. ne kadar acı bir şey bu yürüme/koşma bantları, ne kadar yalancılar, sanki bir yere erişecekmişsin gibi habire yürüyorsun ama durduğunda aynı yerdesin. kapalı bir salonda spor yapmak ne kadar acınası, inanmıyorum ama neden uydum peki. bu da bendeki tecellisi tesellisizliğin, diyelim geçelim. yapamam dedim nihat, yapamam dedim, ben benim işte, her şey böyle, niye böyle nihat, niye böyle be. habire uğraşıyorum bir şeylerlerlerlerle. sonra o filmi izlemeğe koyuldum. iki askerin kahramanca hikayesi mi, bence hayır; müslüm gürses şarkısının bir filme yedirilmesi mi, bence hayır; kahraman türk ordusu mu, bence hayır; bir ölür bin diriliriz mi, bence hayır. elbette normal seyirci gözünde muhakkak bunlardan biriydi ama bende değil. bu filmi belki dördüncü beşinci izleyişimdi, ki her filmi izlemem öyle defalarca ama bu filmle beni çeken/iten bir şey var idi işte. o çocuğun fiziksel olarak bana benzediğinin söylenmesi değil, milliyetçi duygularımın o çocuğunkiyle benzeşiyor olması hiç değil, diğer çocuğun serseri tabiatının ulaşamadığım ama istediğim tabiatta olmasıyla ilgili değil. neyse, fazla uzatmayayım her zaman yaptığım gibi [bu defa her zaman yaptığım gibi uzatmayayım, her zaman yaptığım gibi uzatmama işlemini yapayım değil yani]. bugün mevsimin ilk eriğini yedim laf aramızda. feriğim diyeli bile on sene oluyorduysa nerdeyse, ben bu hayatı neyleyim bu şekilde. bilgisayarın bulunduğu odada sigara içmeme kararı almış olmak ne kadar kötü. bazı kararların fazla mı peşinde ve bazılarının hiç mi peşinde, im/değilim. neyse, o çocuk bana benzetiliyordu ve askerlik fazlasıyla sıkılınılacak bir yer değildi. askerde sıkılmağa hiç fırsat yoktu, en azından benim yaptığımda öyleydi. kurşun altında değildik, it puşt altındaydık, küfür kayar altındaydık. ve şimdi beni rüyalarımda tekrar tekrar askere alıyolar, hep de aynı terane, diyolar ki askerlik uzadı, eksik yapmışsın, tekrar gelip eksik yaptığın kısmı tamamlayacaksın. bu, askerden dönen pek çok gencin ortak kabuslarından biridir ama benim için hâlâ artık zaman aşımına uğramamış olması allahtan reva olmamalı.

diye düşünüyordum ki tam da, bugün duş altında, aklıma geldi. benim tam da bu aralar yeni bir askerlik tipi beyin erozyonuna ihtiyacım var. tam yeri tam zamanı, tytz. bu an bunlardan bahsederken gece rüğyama girecek olmalarından fena halde endişeli olsam dahi şu geçmiş cümlelerim bilmem bunu göze aldığımı anlatmama yetiyor mu. bugün az daha mail atacaktım beni askere alır mısınız diye, o kadar ihtiyacım var bu asimilasyona, tam da bugünlerde.

dur bi kafamı toplayayım da devam edeyim.

19.04.2015

simdi bunu buraya unutmayayim diye ekliyorum. gecenin bir yarisi. gecenin bir korunde ucak var donus icin. sacmasapan bir donus olacak yine hic tasvip etmedigim gibi. ama olacak el mahkum ayak mahkum. patricia, antonio ve ben. biz uc kisi olduk. ve biz uc kisi oldugumuzda illa ki akcaburgazli yekta. sonra marti sesleri vardi guluslerde. cagrisim bi yana marti seslerine lutfen soz yok ses yok. martinimi cektirmeyin bana. seagull dedim, biz seamouse diyoruz dedi, gulduk. biliyor musun, gulunce gozlerimin ici guluyor.
iyi bir yonetmen olsam su hallerimi filme ceker iyi bir film yapardim, ama degilim, hatta yakinindan bile gecmedim. fotograf makinalari benim kadar iyi bakmadigindan onlara deginmiyorum bile.

geyik'in bende yeri baskadir, ister geyik diyelim, ister impala ister karaca. ki belki bilinir karaca ismini ne kadar sevdigim. kucukken bir kismimi halam buyuttu benim annem calistigindan, onlarin tuvaletinde aynanin hemen ustunde bir tablo vardi. bu tabloda kacmak uzere yeltenmis bir geyik ve tufegini ona dogrultmus bir avcinin fotografi vardi. o fotograf kendimi bildim bileli icimde urpermeyle karisik bir hosluk yaratmistir. o avciyi benzettigim insanlar bir yana o geyigi benzettigim insanlar bir yana. halamlar bundan yillar once evlerini tadilat ettirdiginde o tablo ortadan kayboldu ama benden kaybolmadi o goruntu. bugun de porto sokaklarinda gezerken avcisi olmayan bir geyikli tabloya rastladim. seramik karo uzerine kotu resmedilmis bir goruntuye sahipti ve gorur gormez aldim onu. eve dondugumde asacagim evdeki binlerce duvardan birine. sirf evime gelen kucuk bir cocugun zihninde omur boyu urpertiyle karisik kalsin diye.

sonra tutsun onu baglasin cesitli ezgilerle geyikli gecelerle filan.

17.04.2015

en son, "hayatimin geri kalanini boyle gecirebilirim sanirim," deyisimin uzerinden henuz cok gecmemisti ki bir yenisini demek daha nasip oldu bu gune. yolculuklar dahil besbucuk gun surecek olan gezimin uc gununu is gezisi olusturuyordu, otelin anket metninde neden orada oldugumu soran soruya bu yuzden "business" bosluguna carmih atarak cevap verdim. son iki gunumu gecirecegim otelin ayni minvaldeki sorusuna ise "leisure" diyecektim. size bunlardan bu sekilde bahsediyor olmamin sebebi aslinda horlama'nin ingilizcesini nasil ogrendigimi anlatmaktir oldugundan burdan gireyim dedim. belki fark ettiniz belki etmediniz ama tum yazdiklarima girdigim bir yer muhakkak vardir. her neysa,

ben bu ranzalara boyla cok baktim biliyor musunuz. su an sizlere sekiz yatakli yani dort ranzali bir hostel odasinin bir ranzaaltindan sesleniyorum ve, "sanirim hayatimin geri kalanini boyle gecirebilirim," dedigim yer tam da burasi. lafimi degistiriyorum, durma ranzaya bakalim. yurtdisindaki seyahatlerime ne kadar onem verdigimi bilenler bilir ve bu defasi da ayni, digerlerinden daha mi guzeldi dersen, hayir en az onlar kadar guzeldi derim. birlikte geldigim genel mudurumu isimiz bittikten sonra ilk ucakla gonderim kendimi serbest bolgede dolasima cikardim. hava sartlari uzucu degildi. mevsim normal bir mevsimdi ve kendi basima kendime ayirttigim yokus sonundaki hostele dogru cekcekli valizimle yola koyuldum. benim gibi yokuslardan nefret eden biri icin bu sehirde de yokuslar beni bulmustu ama cumleme ben de anlam veremedim, ziyani da yok zaten. ranzamda yatarken disaridan da marti sesleri eslik ediyordu yatisima. "abi," dedi yan ranzadaki cocuk, "insan, odasina marti sesleri dolarken olmek istemez mi sence" (brother, humanbeing wants to die when his ears are introduced to the seagull´s voice during he is resting by the nature itself, doesn´t he?) obur ranzadaki atladi ordan, "hacilar, marti sesini bosverin de ben olsam can sesini duyunca olmek isterdim ve nitekim." (hajjis, don´t give a shit to the voice of seagull, i would like to hear the bells ring if i were to die and indeed.) ust ranzadaki kiz bos durur mu, "babos, o degil de burasi porto, ben diyorum fado, siz diyorsunuz la fa la sol la fa la sol." (daddy, here is porto, where the braves are blended, i am saying fado, you are telling kayahan, is it worthy of the god) bu noktadan sonra uluslararasi diyalogumuza son vermenin zamaninin coktan gelip gectigini anladik ve susmaga karar verdik elbette.

yani demem o ki, ben bu ranzalara cok baktim. hayir demin az kalsin ust kattaki kizin memelerini goruyordum diye degil de, bu ranzalarin altinda herhangi bir centik ya da yazi ya da baska bir ask darbesi yok. benim baktigim tum ranzalarda ise koca koca romanlar, anekdotlar, menkibeler kaziliydi. anyway. benim de kazimisligim vakidir evvelde. devlet malina zarar vermekten iceri atilsak ne bileyim bu bir mesele bile olmamali aslinda. yani bir devlet buyugunun ranzanin altina yapilan kazintilarini anlayabilecegi benim aklima bile gelmiyor yine de, sirf bu yuzden bir devlet buyugu olmak isteyebilirdim.

her neyse, dun o toplantilarda siki pazarliklara imza atan, maden ocaklarinda dunyanin ve andalusia´nin zihninde kuse kagida haritasini cikaran, win-win koalisyonuna ortak olan negotiation ustasi adam gitti ve yerine bildigin lúmpen kokulu, cohen uzantili adam geldi ve yerel birasindan yudumlar almaga basladi.

sonra dun gece barda tanistigim ya da tanistim mi tanismadim mi emin olamadigim kadin geldi gozlerimin onune. "did you get the tantric message i have sent you," dedi. "message or massage?" demis bulundum gayrihtiyari. -burdakiler gayrihtiyari kelimesini hic duymamislardi ve oldukca ilginc buldular.- "please!" dedi i´sini uzatarak, "get away of your sexual feeling, believe in the tantric healing." diye ekledi. bir harf bile nelere kâdirdi tanrim.

yahu daha neler neler yazacaktim da su sag kolumun uyusuyor olmasi yok mu, bu vasco de gama´nin memleketinde bile rahat birakmadi beni. bir de "gaia" diye meshur bir yerlesim adi var burda, aklima tiamat´in gaia sarkisi gelmedi degil hani o metalci gunlerimden kalma.

bundan onceki son, hayatimin geri kalanini -elbette insanlardan bagimsiz olan hayatimin geri kalan gunlerini gecirebilecegim gunlerden bahsediyorum, aksi halde insanlara bagimli olan ve hayatimin geri kalanini boyle gecirebilirim dedirten gunleri kalem disi tuttum simdi- boyle gecirebilirim sanirim dedigim gunlerden son olan, altay´in mekaninda, sag yanimda ertugrul bey, sol karsimda polis murat, onun yaninda yani karsimda aziz, simdi ne oldugunu hatirlayamadigim bir sarki caliyordu fonda, ucuncu kadehi bitirmek uzereydim, o an dedim iste, o an onu oyle hissetdim.

bugun de boyle gelisti a dostlar. porto´nun rio douro´sundan bahsedemeden bana ayirdigim gecici sure doldu. halbuki ispanya´nin soria koyunde baslayip porto´dan gecen ve atlantik okyanusuna dokulen bu nehrin bendeki hikayesi bambaskadir azizler. onu da bilahare anlatacagim.

gecen gun kardesimle beraberdik, sagolsunlar beni ziyarete geldiler yegenimle. kucagimda yegenim, kardesim ve esi asansorle benim eve cikiyorduk. porto´ya gidecegimi soylemistim onlara tam da asansorde. "abi bu cocuk kac yasinda?" dedi, "iki." dedim. "sen ilk asansore kac yasinda bindin?" dedi, "oniki." dedim.

4.04.2015

bu soyle bir sey, hani piercing takiyorsun ama onu benden ve yazin herhangi bir plajda gordugun herhangi bir insandan baskasi bilmiyor gibi. ya da sirtinda bir yerde bir dovme var da onu benden ve yazin herhangi bir plajda herhangi bir insandan baska kimse bilmiyor gibi. oyle gizli, oylesine degil oyle gizli.


  • istanbul'a yeni gittigim zamanlardi. hep de nedense istanbul'a yeni gittigim zamanlar oluyorsa. son gittigim zamanlara girmege takadim yok belki ondandir, hele bi zaman asimina ugrasin ondan sonra. babamin zorla buldugu hemsehrilerim bana sehri tanitiyordu, henuz sabit kaldigim birbyer yoktu. haftasonlari onlara gidiyordum ve beni keyifle ama kendi rahatliklarindan odun vermeden agirlamalarini izliyordum. evin en buyuk ablasi depeche mode seviyordu, hatta omrumde dave gahan'in bu kadar hayrani kimseyle bir daha tanismadim, ama su cok guzeldi ki ben depeche mode'la onun sayesinde ve ondan habersiz tanismistim. ona evin evde kalmis kizi gozuyle bakiliyordu. babasini ve onu evin diger geri kalan uclusu dislamisti, ikisi basbasa ve kendileriyle ve birarada takiliyorlardi, diger ucu ise benle. anne tam bir hemsehrimdi, tam bizim oraliydi, bu yuzden kizdirsa da bana sordugu sorular icten ice hosuma gidiyordu. sicak birkac cumleye ihtiyacim vardi ve onlar buna sahipti. ne okul ne de yurt arkadaslarimda vardi bu sicaklik. senin gozlerin ne guzelmis dedi ben oraya gelip gitmege basladiktan bir ay sonra. evin ortanca ve kucuk kiziydi ama yine de benden uc yas buyuktu. hem ortanca hem kucuk olmasinin sebebi ikiz olmasiydi bilmem anlatabildim. ben de ayni okulda okumaga hazirlandigimiz evin ikizin diger yarisi erkekle vakit gecirmege calisiyordum daha ziyade ama yine de gozlerin mozlerin filan demese iyiydi. gap, armani, tommy filan bi seyler konusuluyordu anlamiyordum, ya da irsi olarak anlamak istemiyordum. o sira bi kitap okuyordum ama adi aklimda degil. o sira sordu iste bana, kayahan sever miydim. hayir sevmezdim. gizlerim guzeldi.
t. dev gibi bir oglandi. universiteden arkadasimdi. arabasi vardi. o zamanlar hem ogrenci hem arabali olmak az sey degildi. incecik kucucuk bir kiza asikti. bir gun bana hadi icmege gidelim dedi ders cikisi. gittik gittik sariyer taraflarina bi yere. ikiser bira aldik. ve ikinci birayi actiginda kayahan'dan yaz bi yere guzelim yok olamaz guzelim sensiz hayat guzelim var olamaz diyen sarkiyi acti. ve bildigin kahirlanmisti. ben omrumde hic ilk birada kahirlanmamistim, hem de bir kayahan sarkisi esliginde. sonra o kadar cok dinledim ki o sarkiyi. bunu da hep kendi kendime yaptim. t de oyle benden sonra. kiz ona yuz vermedi. 206 gti araba degilmis, o yuzden.

sagimda turkan soray fotografi. solumda filiz akin. az ileride izmirlilikten konmus ataturk'un her zamanki artist pozlarindan biri, bunu saymayalim. bi kenarda hale soygazi. kimi kime benzetmiyorum ki. burayi sevmemin ilk sebebi bu, ikincisi de emel sayin diliyle konusmasi. 

9.03.2015

haftaya merhaba.



2.03.2015

tıpkı hayallerimdeki gibi bir tekel bayiinin başına geçmiş ve orayı işletir olmuştum. teybe ilk koyduğum şarkı ise omar khorshid'in enta omri yorumu olmuştu. bu hikayeyi her anlatışımda teybe ilk koyduğum şarkının değişecek olması ise dünyanın ne kadar da devingen bir yer olduğunu bize anımsatacaktı. elbette dünya içindeki her şey zıttıyla kaimdi. sanırım kundera'nın varolmanın az hatırladığım dayanılmaz hafifliği'nde buna dair harikulade şeyler vardı. tadı damağımda kalan nadir kitaplardandır oysa. aslımda benim okuduğum her kitabın tadı damağımda kalır, izlediğim filmlerin de öyle. çünkü ben tadı damağımda yer etmeyecek filmleri izlemez, kitapları okumaz, kadınları sevmezim. tıpkı hayallerimdeki gibi elbette. bizim neslin böyle olur olmadık hayalleri vardı. bizim neslin benle konuşan, tartışan, kısacası benle muhatap olan kısmında ise böyle olur olmadık hayalleri gerçekleştirecek o biçimli şekilli diri popo yoktu. olsaydı benle ne işi olabilirdi ki. olsaydı benle haşır neşir olmazdı. çünkü benim tatar çölü sendromum var, ama ben şikayet etmezem, ağlaram halime. titrersin sen de mücrim gibi bakdıkca istikbaline. basın şehitleri caddesi'nde mesken tutmuş tekel bayiini işleten ömerov yeterince yaşlanınca dükkanı bana bırakacağını biliyormuşcasına bir gün telefon etti, ve o şehre dönmeğe tekrar karar verirsem dükkanı bana devrebileceğini söyledi, ilk etapta naz yapmağı düşündüm, öyle ya, yıllarca istemiştim de vermemişti, şimdi elden ayaktan düşünce mi aklına gelmişti. fakat yapmadım, ben insanı hep umduğu şekilde değil ummadığı şekilde yıkarım. ben insana beklediği değil beklediği ama beklemediği tepkiler veririm. çünkü ben insanı mağdur etmeyi sevmem, ben insanı üzmeği sevmem, ben insanın gururunu kırmağı sevmem, ben insanı mağrur tonlarda bırakırım. yine de terslerini yapmışlığım vakidir o ayrı mesele, zira ben de insanam.

dükkanı devralalı henüz iki ay mı ne olmuştu. ilk günlerin heyecanı geçmeğe başlamış ve her günüm bir öncekine benzer olmuştu, ne var ki bu beklemediğim bir son değildi. kendimi şaşırmamağa ama şaşırmağa programlamıştım büyüdüğümden bu yana. ne var ki yine de kendimi büyümüş hissetmiyordum tam, hiç, sadece para kazanacak kadar bir dükkan işletiyor, dilediğimce sigara ve alkol tüketebiliyordum. yanıbaşımda duran teyp de cabası. bu öyle bi teypti ki beni hayatta en iyi anlayan insan oydu. hani bir cihaz insanın aklını okuyabilir mi diye sorsalar o cihazı bulacaklar diye ödüm kopardı, nitekim yapıyordu. sonra bir akşam, o günlerde son günlerini yaşayan ömerov geldi. sahi ömerov'u hatırlayan var mı? varsa da ... yoksa da ... ömerov o sadece kendisine getirttiği iğrenç -tabii ki- şaraptan bir bardak içince gençliğindeki felsefi sıkıntılarından bahsetmeğe başladı: 

Dine ya da dünyaya duyduğum ilgi içerdiği müzikle doğru orantılı. İçinde müzik taşıdığını düşündüğüm şeylere ilgi duyuyorum, bu bazen inanmak bazen iman etmek bazen de sadece ilgilenmek boyutunda. Evet o piramitleri kim dizdi, tanrıların arabaları var mıydı, kimin yaptığından çok yaparken hangi türküyü ya da tınıyı mırıldandı, bunu böyle yapmış olmalı, en azından ıslık çalmıştır. Kuran okurken, tilavet, ya da kilise ayinleri, neden hepsinde müzik var. Ya da taşa-metale-plastiğe vurunca çıkan seslerden yapılan müzikler. A capella, falan filan. Rüzgarın ve yağmurun çıkardığı sesler (erkin koray’ın dediği gibi değil elbet ; ) gökgürültüleri, mide gurultuları, kovboy filmlerindeki şarkı söyleyen çalılar, zenciler, teke yörüklerinin uydurduğu enstrümanlar, tokat atılınca çıkan şrrak sesi, cep telefonu polifonikliği, ve çamur hazırlamadaki redüktör sesi. Çamur Hazırlama’ya ya da Sır Hazırlama’ya hakim olduğumu nasıl mı anlıyorum, bu muazzam ve sıhhi eşiği aşan ses ortamında herhangi bir motorun sesi değişirse orda değişiklik olduğunu doğrudan anlamamdan, bir rulman dağılsa sesinden tanırım. Bu da böyle, Bilal-i Habeşi’yi çıplak sesle minareden ezan okurken duymuş olanlara duyduğum haset sadece bundan ibarettir. Şimdi,  biz evet dünyanın geçirdiği evrime kendi evrimimizle otomatik bir tepki vermiş olabiliriz, hatta bu kesin böyledir bence de. Belki oksijen daha fazlaydı, daha büyük ciğerli daha cüsseli insanlar belki bu yüzden vardı; yollar yürümekle aşıldığından koca ayaklı koca kafalı insanlar belki bu yüzden vardı, ya da buna benzer mantıklarla açıklanabilecek şeyler, denizler altında binlerce fersah. Güneş % 3 daha yakın olsaydı şu halimizle buna karşı koyamazdık ama karşı koyacak seviyeye gelirdik. Basit mi, senin parmaklarınla benim parmaklarımın ateşe değil ama sıcağa dayanma takadi farklı, çünkü yüzlerce sıcak ürün tuttum parmak uçlarımla ve ilk katmanlar buna alıştı, artık yanmazlar. 

bu ağız pek ömerov'a uygun bir ağız değildi lakin onun da öyle bir huyu var ıdı. abi ben ne anlatacaktım sen ne diyorsun, dedim dayanamayıp. tamam ulan, dedi. iki lafın belini kırdırtmadın dedi şöyle çakırkeyif çakırkeyif. ve hiç umrunda olmadan devam etmeğe koyuldu.

Müthiş bir dengenin mevcut olduğuna inanıyorum. Ama bunun evrimsel olarak kendiliğinden mi yoksa bir yaratıcı eliyle mi gerçekleştiği konusuna pek girmek istemiyorum, girmek istemiyorum derken bunu düşünerek zihnimde hücre heba etmek pek tarzım değil. Hücrelerime yeterince çekici gelen başka konular var. İster afyon olarak ister psikanalitik olarak ister mantık olarak bir yaratıcı elinden çıkmış olmasını düşünmek, ya da düşünmemek, kendimi rahatlatmak maksatlı değil, bu dengenin bu nizamın bu mizanın oluşuna hayranlık duymak, bende gerçekleşen olgu budur. Bu dünyadaki en büyük mutluluk bu dünyanın şahidi olmaktır, demişti adamın biri, onun gibi. Bu pasif düşünce şekli de senin yazdıklarına kafa yormaktan alıkoyuyor beni, ama bir şeyi çok merak ediyorum, o antik yapılardaki –türkiye’de her ne kadar çok rastlamasak da- yani özellikle Helenistik yapılardaki devasa taşları kim nasıl koydu. Bu beni ölümden sonraki hayat kadar meraklandırıyor. Dini literatüre merak saldığım dönemlerde de ölüm sonrası hayata getirilen açıklamalar kısmına merak salmadım hiç, yani aslında oraya gelemedim, tam arap alfabesini öğrenip kuran okumaya geçecekken bırakmak gibi, tam siyah kuşağa geçecekken karateyi bırakmak gibi, bu yüzden de biri gittiği yerden çıkar gelir de açıklar diye meraklı bir bekleyiş içindeyim. Yine de babaannemin ölmüş olması çok trajikomik. Dedem neyse de babaannem ölecek bir insan değildi.

ömerov'un susacağı yoktu. o gece onu dinlemeğe mecburdum sanırım. bu nedenle hikayenin benim anlatacağım akvaryumlu kısmına yarın devam etmeğe karar verdim. 

9.02.2015

8.02.2015

müzeyyen senar ölmüş diyesiler. öldü kendisi, benden yana hakkım helaldir. kendimi şanslı sayarım ona şahit olduğum için. bende anısı azdır ancak olanları yeterlidir. soruyorum sizlere muhsin bey'in girişinde ve her şeyinde çalan "ağlamakla inlemekle ömrüp gelip geçiyor"u kim icra etmiştir? muhsin bey, müzeyyen abla der ancak müzeyyen hanım'ın sesine pek de benzemez o ses. evdeki ses. ha bir de kendisini anmak için misal ercümend batanay'la olan kayıtlarını dinleyiniz. youtube'da bulunma zona göre. ayrıca nermin memmedova filan var, onları dinleriz biz de napalım.

bugün pazar, beni dışarı çıkarmağı unuttular. behzat ç.'nin bazı sahnelerini neden sevdiğimi düşündüğüm bugün. insana yalgızlığı unutturor da ondan. yalgızlık içinde yağız olmak zo refendiler. dün bir çocuk şiirlerini gönderdi okumam için. Ve günah tek sigara bırakmak pakette, / Kimse haketmez o denli yalnızlığı. demiş. beğenmedim. yerlere düştü yalnızlık, erinmedim tuttum kolundan molundan kaldırdım. bugün ve diğer günler hiç yazasım yok ha. yağmur yağdı mı pek seviniyorum beni ıslatmıyorsa. şu an yağıyor da. tamam şeyapalım, görüşelim bi ara.

ha bugün bu arada ekmek almağa diye evden çıktığımda, yakınımda bulunan yöresel futbol stadında maç olduğunu anladım tezahüratlardan ve tamtamlardan. orda olmak istedim çok an. küçüklüğümde eksik kalmayıp giderdim yenixspor'un maçlarına. aynı böyle çalardı. canım çekti. tamam tamam.

1.02.2015

arşiv yapalım.

Şubat 01, 2009

pazar konseri
 

kış ortası ı
insanların topluca balkonlara çıkıp tırnak kestikleri bir gün // şehre serçelerle müthiş bir bahar hücumu // üç büyüklerin çarşafları balkonlarda // erkekler perde konusunda hassas olmalılar // burnumu çekiyorum // kışa feyk atan bir güneş // bunlar insanı kontrpiyede bırakan duygular // sinekler bile ayrı bir coşkulu girecek bir pencere arı // çam ağaçları kozalaklarına ne kadar da benziyor // benle babam gibi // bu apatmanlar hep var mıydı yoksa bu kış mı türedi // çıkıp biraz hava almalı // şehir stadından yükselen nağmeler // eskiden maçlar hep gündüz oynanırdı ya // kıç kıvrımında biten şortlarımla biz // halı sahalarda kısılı şimdi sesimiz // eşekler muhtemelen meralara salındı // aman dikkat başlarına güneş // güneşte sıcak gölgede buz şehirleri bunlar // kışı ortaladık sayın seyirciler // hadi herkes balkona // uzayan uzuvlarımız kesmeye // kırlangıçlar daha çok hakediyor elbet şiiri // ne var ki o da artık yaz gelince // tozları göze hitap edecek şekilde sunuyor güneş // çaya birbuçuk şeker atıp balkona misafirliğe gitmeliyim // burnum boşa çalışıyor ahanda varoluş acısı // dumanı bu defa içeri üflemeliyim // geçmişe geri gidince yazmıyor kilometrem // apartmanların doğal seleksiyonuyla islendi mahalleler // sümüklerim balon oldu // yo, artık koluma silemem.

Ocak 26, 2009

post box wars
-hakan sigaramız bitti, kısa ballıca göndersene?
-çok underground bi kişilik kendisi.
-bu adam manyak yazıyo ya.

Ocak 22, 2009

virgül
comma'nın coma'yla bir bağı olmalı. bağ demişken. bir süre burada olmayabilir kendileri, âlkommaya gidecek. atdaa. ne demiş şair: "innel insane le fi husr."


Ocak 17, 2009

parasetamol
merhaba.
içimdeki bazı odaların peteklerini kapadım. çok masraflı oluyordum kendime. sana şu porsuk'tan ellerimle çevirdiğim bir yönde adaçayı yapmıştım, gelmedin. bazı limonlarsa gerçekten çok ekşi oluyordu, sıkamıyordum. bazı kelimelerse gerçekten çok sıkıcı oluyordu, onlara bakıp eve çıkıyordum. odaların peteklerini yine açmıyordum, çünkü onları kullanmıyordum. koku alamamak gibi kötüsü var mı allasen, burnum varoluş acısı çekiyor.
 

Ocak 06, 2009

kader diyemezsin sen kendin ettin
sen git rüyanda tarım orman ve köy işleri bakanı ol, sonra da belediye otobüsünü kaçır. [farkındaysan otobüs fobini açık etmedim.]

shiny happy people
Eski bir balkan dedesi dedi ki, “Bizim zamanımızda tütün kolonyası vardı, keşke şimdi bütün gençler yumuşatıcı koksa.” “Ama dede,” dedim, “sen biliyor musun ne kadar çok çeşit yumuşatıcı var, Vernel’den Yumoş’tan Bim işi Bulut’a kadar. Sizin derelerde çamaşırlar külle anonim olarak yıkanıyordu tabii. Hiç unutmam Beşiktaş Mis Çamaşır Temizleme Evi’nde bir valiz dolusu çamaşırım kaybolmuştu, kaybolmadan gelenlerin yumuşatıcı kokusu ise hâlâ burnumda tütiy.” Dede devam etti: “Beni tanımak demek aşure ve tütün kolonyasıyla hesaplaşmak demektir, ayrıca bugün sabah kahvaltı ertesi sekizinci sigaramı içerken yerde selamlaştığım Falım sakızlarının 1713 nolu manisinde diyor ki: ‘Sevda kuşu tıklattı camı / Güzel kuş al şu derdi gamı.’”
“Allah beni çok güldürüyor dede, onu seviyorum,” dedim, coşuverdim: “Geçenlerde bir arkadaşın kitabında bi testle karşılaştım, hani şu kişilik testlerinden, geyiğini severim onların, ön beynimi kullanıyormuşum ben dede. Beyin düzleşmesi var ayrıca bende. Hani şu saçlar önden hafif hafif gidiyor ya F16’lar gibi geçtikçe haftalar* ve yıllar, ben onu yaşım geçtikçe ‘open minded’ oluşuma yoruyorum, iyi mi!”
“Cumaları ihmâl etme,” dedi ve tabakasından bir sıgara çekti.
Ayağım bütünüyle su birikintisine battığında, ‘hay mına koyim’ demeden önce, ne kadar da yumuşatıcı bir insan olduğumu düşündüm. Sahi.
*Murat Menteş'e aittir.
 

biberleyelim evlat
şimdi çatılar bütün uzuvlarını kaptırmışken kara, sokak lambalarımı kestiler çocuktum. belki patara plajında bu soğukta ne yapardır kaplumbağalar. güneşin değdiği yerden öpmek lazım tüm bu yazılı manifatura ve mefruşatı. gök yumurta üstüne yumurta fırlatıyor üstüm. kalın tabanlarım keçe aldılar kendilerine seyyar satıcıdan, seyyar olmaktan memnuniyeti nedir acaba sormak lazım, her şeyi sormak lazım, sormadan mümkünatı yok tüm bu evveliyatın. kara basıyorum iz oluyor. tombala oynuyorum, kaşım gözüm yar. içtim biraz, sonra karda yürüdüm. kartopu attım kendime. çocuk parkı yaptım garın orda, kardan. bardan adamdı bizim ziya. çok içmiş olduğumu. sallandım. insanlar gördüler. porsuk’un kenarında yürüdüm, içimden bir atlı geçti kayığıyla dıgıdık dıgıdık, anlayamadım. eğlendim. üşüdüm çok. en çok ayakları üşüyor insanım. atkım tıpkı benim gibi kokuyordu. sigarayla karşık bir hava vardı, karlı. kaybettiğim şapkam için kardan bir mezar yaptım, ağladım. cinderella benim külüme muhtaçtır diye biliyordum, komşu da komşunun. komşu komşu hu. ah ya, evde yoklar, doğalgazdan zehirledim o çocukluğu ben, intihar bombası yerleştirdim poşumun içine, atlarımın koşumuna dehledim, deh deh düldül sen bülbülsün ben bir şeyler. şüphesiz ki diğergam bir insandım ama sevgilime eziyet ben. eziyet de bir meziyet hey ziya. sizim ben, sizsiniz siz. o içinden duman çıkardığımız evi hatırladım, korktum, lületaşından bir kuş yonttum. yangın yananındır. şiir okuyum dedim biraz, kuyular geldi aklım, vaz. o kim bu kim şu kim, ya şu, ya bunda evetdır. içmeye niyetlendim çok. birbirine hiç de paralel olmayan, birbirini kesmeyen de bir sürü dünya sahibi idim, ne demişler atalar, mal sahibi mülk sahibi hani bunun ilk sahibi. sekiz adet yüreğim vardı yanlış saymadıysam, sekizi de sessiz, sert sessiz. hani bana hani bana demiş, müthiş de bir insan sevgisi tanrım ne yaman. “sıkıştıkça” ile başlayan bir cümle kurasım geldi. şarkı söyledim:
- “küçük kız, küçük kız, söyle bana nerdeydin? bu sabah bekledim, oynamaya gelmedin. bu sabah bekledim, hiç görünmedin?”
- “sormayın halimi, ah neler oldu. yüreğim sıkıştı, gözlerim doldu. başıma gelenler, eğer bilseniz. çok üzüntü duyar, ağlardınız siz.”
çok geldi sonra şarkı uzun içimden. madonna olacakmış dedim ya, inanmadınız, ama neden inanmazdınız. bu sırada karda açtığım kuyular çok derin oluyordu ve içine tüm pislikliklerimi dolduruyordum ve merdivenlerden düşüyordunuz. babam da artık beni aramıyordu, ismail amca da. ismail de amma da isim ha be kâmil. diğer dostlarım da unutmuştu beni. ben de yeni dostlar bulmakta pek mahir miydim neydim, çok kalleş biri olduğum su götürmez bir gerçek idi ve kendimi eşek suya üç tur düzenleyene kadar dövmeliydim. bi tur versene be ersan. bisikletine koyim ersan. ben merak etme oynayabilirim çıkma araba lastikleriyle, ellerimizin en sevdiğimiz rengi. ahah, aloe vera’lı bakım kremi. çocuğumun ismini aloe vera koymayı düşledim. ellerimden öpmelisin, avcumu öpmelisin, avcumdan su içmelisin, ellerim gözlerimdir benim, dolayısıyla bir öpüşte iki kuş. ya kuşlar, kuşlara ne demeli, sofralarımızın daim konukları kuşlar, onlar da mı yalandı. kuşlar, balıklar, hayvanları seviyor olmalıyız. bu işte bir cinlik var, eti cin. mahirdim evet, yeni dostlar bulmakta mahirdim, erkek olursa mahir, kız olursa çayan, yeni dostum olursa da adı ‘teğmen dan’. sağlam adamdı allah var, bana hiç benzemiyordu. kalemi bastırdıkça kara, bastırıyordum. sokak lambalarımı kestiler, traktör bisikleti çiğnedi, ezdi, kar ellerinden tutmuştu çatıların, kollarını da istiyordu. vallahi hayat pek zordu, hem de benim gibi dünyalar savaşı oynayan biriyle inanılmaz zordu ve neden bu kadar kalpsizdim bilmiyordum, küçükken kalp yerine bir pil sahibi miydim, kalbimi kumbaraya mı atmıştım, orada mı birikiyordu, yoksa annem benim annesi değil miydi, ahahah işte buna pek güldüm dostum ‘lieutenant dan’. sahi fransız teğmen’in adı neydi, kadını vardı bir de onun değil mi. ayva reçelim bitmek üzereydi ve annemi aramalıydım. içinden o dumanlar çıkardığımız evi hatırladım, annemin çocukluk evlerine benziyordu o sokak, oysa ben hep o sokakları gezmek, bu yüzden sanırım, yani içinde bunca sokak varsa ve hepsine bir şair ismi verilmişse, bir insanın içinde yani bunca sokak, sokaklarda top oynayan çocuklar, topunuzu keserim ulan, camları kırıp çok uzaklara çekip gitmiş çocuklar varsa, içinden duman çıkan ahşap kagir verandalı evler varsa insanın içindeki sokakların içinde, benim gibi oluyor diyebilirim sözgelimi, az kalpli ve bu yokuşu çıkmakta zorlanıyorsunuz farkındayım, kalp kelimesini de yasaklıyorum size genç şairler, bana yürek ve kalp kelimeleriyle gelmeyiniz, kalbinizi kırarım, sokak deyiniz mesela kalp yerine, ya da sokak lambası filan, onu o kadar eskitemedik henüz, esnetiyoruz mütemadiyen, siz iyisi mi harım veya avlu deyin.
havlu atmayın.

Aralık 27, 2008

özlü söz
her insanın kafa yapışı farklı.

Aralık 25, 2008

rüya
giderov kopteriç, genç ve kendi halinde bir adamdı. şayet onunla evlenmek isteseniz ve eski günlerde adet olduğu üzerine onu oturduğu mahallenin bakkalından sormaya kalksanız, bakkal muhtemelen size az ilerideki tekel bayiini işaret edecek ve milyonlarca sigara yutmuş sesiyle, “o giderov’u benden daha iyi tanır, ona sorun.” diyecektir. size de bu durumda ciklet ve şekerleme kokulu o bakkaliyeden ayrılmak zor gelecektir eminim, hatta teşekkürlerinizi bakkal amcaya uzatıp “hayırlı işler,” diyecekken aklınıza kimbilir ne sorular üşüşecektir, bakkallar gerçekten pirince taş katıyorlar mıydı, yoksa bütün bunlar film icabı mıydı, gibi. hatta belki çocukluğunuzu hatırlayıp eniştenize kısa samsun aldığınız günleri yad edecektiniz, hayır bakkalın kızı/oğlu yoktu, bu durumla ilgili bir hayal kurmayacaktınız. ve bu sırada tekel bayiine ulaşmış olup, giderov’un ne menem bir insan olduğunu, içkisi ve sigarasının olup olmadığını, hovarda olup olmadığını -tekel bayii bu durumu yorumlarken evine giren kadınların farklılığına veyahut da hepyekliğine bakarak karar verecektir- size anlatması için, konuya, “bey amca, biz hayırlı bir iş için geldik,” şeklinde girip, tekel bayisi ömerov’u birden heyecanlandıracaktınız. halbuki ömerov çoktan ununu eleyip bir yerlere asmış, iki kızını çıkarmış, iki de torun sahibi olduğundan bu iş için torunlarının henüz pek küçük olduğunu söylemeye hazırlanırken, siz, “biz şu iki yan apartımanın beşinci ve en soğuk katında tek başına oturan, gizemli genç adamın nasıl bir insan olduğunu merak ediyoruz.” diye söze başlayacaktınız. ömerov’un bu durumda size anlatacaklarını ben onun ağzından anlatayım:
giderov’u az tanıyorum. her akşam bana uğrar. bizim ekmek kapısına muhakkak “hayırlı işler ömerov abi,” diye girer. hayırlı bir iş yaptığımdan tam olarak emin olmadığım, ve mensubu olduğum islam dinine göre bunu içen de satan da bir olduğu için onun bu inceliğine pek cevap vermem, her nedense “iyi akşamlar giderov,” diye karşılık veririm. giderov’u tanıyışım onun bu şehre ilk geldiği zamanlarda kendisine gelecek olan bir kargo pakedinin bana bırakılıp bırakılamayacağını sorduğu güne rastlar, adını o zaman öğrenmiştim. bana da ilginç gelmişti ismi. hatta bir keresinde giderov’un bana verdiği bir kitapta buna benzer bir isme rastladığımı hayal meyal hatırlıyorum. ben yirmi senedir bu dükkânı işletiyorum, adım ömerov, buraya ipsizi de sapsızı da, öğrencisi de memuru da gelir gider, bu yüzden insan sarrafıyımdır diyebilirim rahatlıkla. giderov’un en merak ettiği şeylerden biridir, günde onbeş saat burda oturup nasıl ağzıma bir damla alkol koymadığım, bunu bana asla dikte etmemiştir ama anlarım, bilirim. hatta sigara bile içmediğimi söyleyeyim. popstar alaturka’nın ilk zamanlarında kırk yılda bir güzel şarkı çıktığında bi ufak açtığım olmuştur, onda da hep giderov’a yakalanırım, ilk zamanlarında hatta bana eşlik bile ederdi, ama konuşması yoktur pek, anlatmaz, ben anlatırsam can kulağıyla dinler, arada bir konuşmayı kesmeyeyim diye konuyu uzatıcı sorular sorar, beni devam ettirir. içtiği de içmediği de birdir. her akşam uğrar, ilk geldiği günler her gün altı bira isterdi, giderek azalttı, şimdi haftaiçleri dört, haftasonları beş bira alıp gidiyor. rakı, votka veya şarap istediğinde anlarım ki biradan sıkılmıştır, değişiklik arar, fakat eninde sonunda biraya döner. ben yan komşu erdoğanov burda olmazsa vaktimi kitap okuyarak geçiririm, nereden emekli olduğumu bilmiyorum ama emekliyim işte, hepimiz emekli değil miyiz zati, burda yani bu sibiryan şehirde doğdum büyüdüm. bu dükkânı işletirim, evim biraz ileride tren garının yanında olup, yaz kış dinlemez, işe bisikletle gider gelirim. giderov’un bazı geceler kafayı bulup pencereden sarkarak beşinci katından benim bisiklete binip gözden kaybolana kadar eve gidişimi takip ettiğini biliyorum. tanrı’nın bile misafiri olur ama giderov’un misafiri olmaz. çok nadirdir onun yanında biriyle buraya gelip bir kasa içki aldığı. öyle akşamlarda gözleri parlar nedense. arasıra laf atar, “abi ne var ne yok,” diye. ya da benim televizyonum hep açık olduğundan, o geldiğinde televizyonda ne varsa onunla ilgili bir konu açar, bilirim ki iki cümle edip gidecektir, nezaketten taharet, onun dininde var bu. bazen de soğuktan şikayet eder.
ömerov’un anlattıkları burda bitiyordu çünkü konunun anası soğuktu, babası rüzgâr, çocuklar karov. giderov bir gün işten çıktı… her gün işten çıkar o. her gün işe gider. haftaiçi haftasonu gece gündüz yılbaşı bayram dinlemez. işkolik de değildir, bir adet kolizmi bulunmaktadır, onu da açık etmek bana düşmez. ama o her an her şeyin kolisi olabilir, iyi de taşır nitekim, yeter ki üstüne “fragile” filan gibi uyarıcı birşeyler yazın veya, benzeri. giderov bir gün işten çıktığında yine aklında bir şarkı mırıldanmakta idi, her daim bir şarkı mırıldanır o, bir duymuşsunuz jose gonzales’ten crosses, bir duymuşsunuz mükerrem demirtaş’tan ben kendimi gülün dibinde buldum, bir duymuşsunuz neşe karaböcek’ten bile bile, bir duymuşsunuz ahmet günday’dan gelin ümmü, bir duymuşsunuz david bowie’den starman, filan. uzatmayı pek sever... giderov bir gün işten çıktı, sibiryan şehrine ilik soğuklarının geldiğini oracığında hissetti. şehrinde ‘palto film günleri’ başlamıştı, bu film günlerinin ismini pek seviyordu. evet, o da sizin gibi, çocukluğunda kendisine birkaç boy büyük gelen paltolarla geçirmişti kış mevsimlerini. üşümeyi adet bile edinmişti kendine. bilim adamı olup üşütmeyen palto yapmayı bile tasarladı hatta, oldu da nitekim, gelingelelim başka şeylerin bilimine adadı kendini, şimdi bunlarla uğraşıyor… giderov bir gün işten çıktı. işten çıkmayı adet edinmişti giderov, raydan çıkmayı da pek iyi bilirdi laf aramızda. raylar üstüne para koymayı... rayları sevdi o, çok sevdi, tren raylarının korozyona dayanımına karşı bir doktora tezi yazamadı ama tren raylarının tıpkı birbirine paralel doğrular gibi hiç birleşmeyeceğini düşünüp gayet ağlayabilirdi, lakin bu fazlasıyla lirik olurdu, lir adlı enstrümanın ve hatta diğer bütün telli çalgıların tellerinin de raylarla ve paralel doğrularla olan bağlantısını da bir gün iki bira fazladan içirip onun ağzından dinlemeyi çok isterdik fakat onun zaman sorunu vardı, zamanla bir problemi vardı, doktor uykusuna dikkat etmesini önermişti, kahvaltısız da çıkmazdı ne hikmetse, kim erken kalkıp ona kahvaltı hazırlar ki, kim uykusundan feragat ederdi?.. işte giderov işten çıktığında bu sorunun cevabını o filmde bulacağını hiç düşünmemişti. bir gün hep hayalini kurduğu kamyon şoförü olabilirse o da belki yine hep yazdığı gibi cover şiirlerinden birini yazıp kamyonunun arkasına “bir sana bir de sabah uykusuna doyamadım” şeklinde asabilirdi onu, belli mi olurdu.
cemil kavukçu öykülerini de bu yüzden seviyordu giderov, çünkü bu türk öykü yazarı ‘austin’ serisi kamyonları ve alkolü anlatıyordu ona. giderov birgün ‘as 900’ kamyonları tanıyan biriyle tanışmayı çok istiyordu, halbuki giderov’un bilmediği bir şey vardı, herkesin hayalleri çok farklıydı ve edebiyat denen nane hiç de hayat denen yemeğe katılır cinsten bir şey değildi. oysa giderov nane kokusunu ve tadını çok severdi, bir gün sabah kahvaltısı için bir koşu gidip beşiktaş balık çarşısından nane alıp kahvaltıya koyduğunda kimsenin buna gereken önemi göstermemesiyle anlamıştı bu olguyu, ondan sonra susmaya ve ummaya devam etti giderov. ve giderov bir gün işten çıktı. paltosunun yakasını kaldırdı, çünkü hayat çok soğuktu. annesini hatırladı, her anneler gününde annesinin en iyi anne seçilmesi için bir öykü yazmayı, her babalar gününde babasının en iyi baba seçilmesi için bir öykü yazmayı, her öğretmenler gününde ilkokul öğretmeninin en iyi öğretmen seçilmesi için bir öykü yazmayı tasarlardı. annesinin ona kalırsa en fedakar yanı uykusuydu, annesi onu gecenin köründe kalkıp otobüslere mi uğurlamadı, işlere mi uğurlamadı, annesinin uğurlamayı unuttuğu bir şey vardı ki, işte o çok uzun sürdü sayın seyirciler ve giderov bunu kimseye anlatmadı. giderov bazen atalarına müracaat ederdi ve onların şu sözünü pek trajikomik bulurdu: “zemheriden sonra ekilen darıdan, kocasından sonra kalkan karıdan hayır gelmez.” çocukluğu darı tarlaları içinde geçmiş olduğundan olsa gerek... giderov bir gün işten çıktı ve paltosunun yakasını kaldırdı. bir sigara yakmaya karar verdi, cebinden o dünyanın en güzel sesli çakmağını çıkardı, ve yaktı. bu sırada aklına binlerce ses üşüştü, bu sırada bunlardan en önemlisi muslukov’un sesiydi, çünkü onların bir sözü vardı dünya denen naneye verdikleri, kahpe dünyanın ta ciğerine üfüreceklerdi cigaralarını, ama muslukov giderov’u arayıp sormuyordu nicedir. efkârlandı giderov, efkâr adlı türk dostunu anladı, ona bir uzay selamı yolladı.
“sen benim uzaylı sevgilim misin?” diye bir cümle kurası geldi meçhule, vazgeçti, çoktan kurulmuş olmalıydı, bütün saatler gibi... bir gün işten çıktı giderov, paltosunun yakasını kaldırarak yola koyuldu. ‘rüya’ adlı filme gidecekti şehre tam da soğuklar indiğinde. filmden çıktığında tıpkı bardan çıktığı gibi, bardaktan çıktığı gibi bir ilime kaplayacaktı içini, bundan emindi. yalnız ve kendi halinde bir adamdı giderov. çeşitli korkuları olduğu muhakkaktı. gişeye ilerledi, “kapıya en yakın koltuk lütfen,” dedi. bilim yaptığı üniversitenin bir sineması ve gişesiydi bu. gişede güzel bir kız oturuyor olmalıydı. bu ricada bulunmadan önce, “merhaba,” dedi. babası ona küçükken bir öğütte bulunmuştu, “oğlum nereye gidersen git, önce ‘hayırlı işler’ veya ‘kolay gelsin’ demeyi ihmal etme, allah’ın selamını esirgeme.” çeşitli esnaflık zamanları da olmuştu giderov’un ve bu öğüdü hiçbir zaman aklından çıkarmadı. kendisine selamsız gelen kimseye de acımadı. atalarının, “böyle esnaflık mı olur,” sözünü pek benimsedi. gişedeki genç kızın, “yalnız sinemaya mı gelinir” gibi bakmamasından da pek memnun olmuştu.
giderov işten çıktığında ve sinemaya girdiğinde hâlâ korkubaskın bir haldeydi. üç kez derin nefes alıp verdi kapıya en yakın koltukta, rahatlatmaya çalıştı kendini. ışıklar sönünce biraz tedirgin oldu ama film başlayınca kapıldı gitti giderov, tıpkı ercüment batanay’ın çok güzel icra ettiği şahane bir türk şarkısında olduğu gibi, “kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgârına.” el yazısını çok severdi giderov, en çok sevdiği el yazısı hayatın el yazısıydı, bir şiirinde bahsettiği gibi biraz bozuk biraz okunaksızdı ama yine de çok severdi. ve el yazısı güzel bir insana doğrudan önyargılı yaklaşırdı, iyi bir insan olduğuna dair. hep iyi anlaşacağını düşünürdü ve yeni tanıştığı insanların en çok elyazılarını merak ederdi. işten çıkıp filme ilerlediğinde giderov, ‘rüya’ görmeye başladı. herkes bunu o filmi izlediğinde çok daha iyi anlayacaktı ama şairin de dediği gibi anlaşılmak kimsenin olamazdı, olamayacaktı.
bulgur pilavını çok sevdi giderov, birikmiş bulaşıkları yıkarken bunu düşündü. ve hayatın diafonuna seslendi, “bir çay bir oralet.”