ama arkadaşlar iyidir



30.08.2010



bu blog üzerinde söylenmemiş yeni bir şey yokt. kitaP okuyorum. sahilde kafka, hediye. yoksa doğan kitap'tan çıkmış kitap mı alırım ben. yargılıyım. telefonla konuşmayı hiçbir şartla sevmiyorum, mesaj yazmayı çok anlamsız buluyorum. gözlerim görmüyor'sa aklım şaşıyor, mihriban. mihrimah sultan'a selamlar. yarın da hediye bir kitap alacağım ama hiç hevesli değilim buna çünkü nasıl bir şey olacağını az çok kestirebiliyorum, hediye almama lüksümüz var mı. doğadan'ın earl grey çayı içki içmediğimiz akşamlarda çok acı, hiç beğenmedim. nerde ışıl'ın full bitkili çayları. kahvenin de günde üç fincandan fazlası zararlı olsa gerek. fabrikada stajerleri üstüme saldılar sigarayı azaltmam husunda, ben de onlara 'o zaman bana sangria bulun getirin' dedimse de anlatamadım derdimi. "o zaman bize iki soslu patlıcan kızartma getir," quote budur hacı. şimdi bunu açıklamadan önce kitabıma geri dönmeliyim, tam rükua gidiyordum.

29.08.2010

bloga yazmıyorum ama şarkı, yok yok şarkı da koyamıyorum. niye ben de bilmiyorum. bu geçen on günde dünyanın şarkısını söyledim bi sürü. bu ay önem verdiğim en bir derginin kapanış ayı, bundan sonra çıkmayacak, haberiniz olsun ki bir derginin kapanması demek başka birinin çıkacağı da demektir. bu da benim için demek olur ki tekrar kendimi iyi bir yazı verirsem edebiyat alemi içersinde hissedebilirim, henüz karar veremedim, ya da iyi, hakikaten iyi bir şeyler yazmam lazım. geçen hafta kolumu öyle bir yakmışım ki geçmiş oldu, geçmedi hâlâ, izi kalacak, işk kazası. hayatımın son mühim iki haftasonunu geçirmiş bulundum. özleyeceğim şeyler hissettim. bloga yazmıyorum biliyorum, yazacak ne var ki. yarın mesai var, yarın zafer bayramı. ben bilmiyor. ikimizin aynı kişi olduğundan şüpheleniyorlarmış onunla. bende şeytan tüyü varmış. yüzümden pozitif bir sıcaklık yayıyormuşum etrafa, şimdi uydurdum bunları popomdan. popom bembeyaz kalmış geçen bi baktım da. bu yaz da hiç bronzlaşmadan geçti gitti. sonbahar da geçer gider bu gidişler.

daha demin koluma aloe vera'nın şeffaf sütünden sürdüm, yanığa iyi geliyormuş. bu aloe vera meğer yıllardır bizim peder babanın çiçekleri arasında dururmuş da haberim yokmuş, ne bileyim diken tipli bir şey diye önemsememiştim, halbuki her şeyin estetik olarak dışavurumcu olmasını beklememeliyiz öyle değil mi; bak bana mesela, tipime baksan dışavurum sıfır, ama içim öyle m ya, içevurum gani. sarı'yı arayasım var nicedir, ama konuşasım sıfır kimseyle, ona sık sık olur böyle şeyler ordan biliyorum. cuma cumartesi, iki gün içmedim, süper. onunlayken içmeye ihtiyaç duymamak diye bir kavramım vardır benim, ilk başlarda aldatıcı olabilirim, ilk günlerin heyecanıyla kesebilirim içmeyi, sonra bir bakarım ki onun da farkı yok, içmeye devam. sen yat ben geliyorm. bugün bundan altı sene öncesinin bir hatırasıyla seviştim, tam üzerindeyim, saatlerce sürse filan diyorum, ağlayasım geliyor mutluluktan, aşık mı oldum tekrar, kesinlikle evet, absolument dedim güldük, evet evet burası biraz muğlak.

bu haftasonu izimkilere bbi posta koydum bbi sürprizler sergiledim ki şaşırdık şaşırdılar. hani atlayıp ispanya'ya gitsem ve geri dönmesem bu kadar ancak şaşırırdılar. bana kitap okudum, hediye filan aldım, yaverim askerden dönmüştü onu kucakladım. yaverim benim dünya üzerindeki en büyük değerim, özlersem onu özlerim. ben bugüne kadar kimseyi özlemedim biliyor musun nihal. geçen hafta belki bir istisna yaşatır gibi oldum kendime ama,; aması olmamalı hiçbir özlemenin. özlemenin varlığına inanıyor muyum, sahi bilmiyorum bunu, bunu bilmiyorum. diş macunlarının tüplerini sonununununa kadar sıkmak sıkmak istiyorum. ama bak pekala hiç bırakmayacak gibi pekala sarılabilirim, aldanma çocuksu mahsun yüzüne, mutlaka terk edip gidecek bir gün.

hem yadırgamak da neymiş, arkadaş arkadaşı yadırgar mı ulan, o zaman inanmam ki ben o arkadaşlara. hani ama arkadaşlar iyidir, ama aması var işte bunun bunları da ve ben bundan hoşlanmıyorum. yani ama, arkadaş arkadaşı yadırgamamalı yoksa arkadaş arkadaşlığına inanmaz onun, elbette arkadaş arkadaşlığını bilip dürüst olmalı, ama arkadaş diğerine göre hata olduğunu bile bile yaptığı bir şeyi o arkadaşına açık etmeye de korkmamalı ki onu bu nedenle kaybetmekten korkmamalı, yoksa ayıp olmaz mı o arkadaşlığa. ben korkmaz mıyım arkadaşların arkadaşlıklarından bu yüzden. sktir et, en iyisi yüksekkaldırım'dan aşağı sallanabilmek, çukurcuma'ya da inebiliyorsak en ne mutlu. ya da alsancak sahilinden bir gecemiz varsa başbaşa şarkılar türkülerle, o zaman başka bir şey istemiyorum ben.

ne zamandı tam hatırlamıyorum, bundan birkaç birkaç gün kadar önceydi, vazgeçip uzaktan senin yanında kendime cevapsız soru sormuştum, kaybolup giderken fırtınalarda gönlümce bir ıssız ada bulmuştum, fark etmeden fark etmeden senin olmuştum, her neys, bir arkadaşımla oturduk konuştuk, ben içki içtim, o içmezdi zaten, ona bir paket sigara hediye ettimdi aromalı, iki tane de zeytin tanesi, ben içmeye devam ettim, ama arkadaşlarımı onların yanındayken tedirgin etmeyecek cinsten bir içişim vardır her zaman benim. sonra ney, dedi ki gidelim artık, iyi dedim, barmene bana bir pet şişeye cin sprite yapsana dedim çaktırmadan, yaptı sağolsun, içtiğim gecelerde hakikik bir alkoliğimdir, sabahına dek durabilirim içerek, gittik otele yatmaya, sen napıyorsun dedi elimdeki pet şişeyi görünce, hhiç dedim. hiiiç.

bu kolumdaki yanıktan sonra kolumda kâh çocukların çizdiği güneşe benzer kâh kirpiye benzer bir dövme gibi oluştu. bu gece bir bakalım kimi oynayacağım, bil. sahi, siz kalemlere inanır mıydınız nihal? bloga yazmıyorum necedir, bu haftasonu ben bilmem yalnızca şarkılar mırıldandinidandinik.

16.08.2010

bu defa bir büyük açtık , hayırlısı

11.08.2010

ona, "geldim pencerene, aşağıdaki cips şapkalı adamları görüyor musun?" dedim.

nerden bilsin benim ömrümde zoraki de olsa ilk ezberlediğim şiirin a. muhip dıranas'tan serenad olduğunu, ve onu, şiiri sevdiğimi.
bir kuşu sevmek okşamak için avcuna aldığında, avcunun içine sığdırdığında, sen ne kadar da sevgi beslesen de ona, yaratılışı icabı o senin ona zarar vereceğinden korkacaktır. sen yine de titre üzerine, güzel olsun böylelikle her şey.

9.08.2010

poplin popoplin popoplin pijama

kalinka maya: benim ahududum, benim böğürtlenim
honey, i'm home!

ben geldim, oğlun, hayırsızın. sana birini getireceğim, hazırlık yapıyor, çantasını topluyor. merak ediyor. içine beni koyup sana getireceğim onu. içime onu koyup getireceğim beni sana.

bir oğlum olursa adını olum koysam olur mu aybalam, olumlunun olumu. olumlulukları seviyorum. ve şu an bunun için pek çok sebebim var. sebebim ol. sevmeyenleri sevmiyorum. bunu küçümseyenleri, direnişçiliğin böylesini, her dem ve daim somurtkanlığı sevmiyorum. hareketi seviyorum, ardından muhakkak bereket geliyor, denedim ve gördüm. içim geçmiş olsa da güleryüzü, iç hareketi, tomar tomar sevinci seviyorum. dünyaya bıraktığımız mesajlar var, şahsen ben öyle yapıyorum. merhaba dünya, oldukça heyecanlanıyorum, ellerim titriyor mesajlarımı bırakırken, bardaktaki su gibi çalkalanıyorum. çalkalamak istiyorum, tortularını kaymaklarını hepsini yudum yudum içmek istiyorum. ciddiyim, hevesliyim, heves olmazsa olmazlığına inanıyorum. allah bana sorduğunda canlılık diliyorum. rakıya kendimi koyup beyazlıyorum. beyaza bakıp bakıp beyazlıyorum. böyle zamanlarda bire bin veriyorum. ne güzel oluyorum.

metin eloğlu söylüyor: lokman hekimin sev dediği.

5.08.2010

ne alaka



hiç bırakmayacak gibi sarılmak. bazılarımız onun soyadı benim adımın arkasına nasıl olur diye, ya da, benim soyadım onun adının arkasına nasıl olur diye, düşündük mü, mutabık mıyız burda. halbuki. üç sesli kanarya bir kapı zili sesidir, onu tanrımız bize gönderdi, istersek telefon melodimiz de olabilir ama bence bunlara ne hacet. ölenle ölünmediğini pekala aklıma kazıdık, lakin ölenle bir tarihin yerin dibine girmesi hususunu açıklığa kavuşturamadım henüz, çalışmalarım devam ediyor. meyvelerin durdukça yumuşamalarından hiç hoşlanmıyorum, mesela erik, dursana ağaçta durduğun gibi sert ve dik, hımm yine sapıttık konudan, benim dışım fesat, içimde bir şey yok. julyen kelimesini bana m. öğretti bizzat doğrayarak, ama sonra unuttum ben öğrendiklerimi. şimdi babaannesi ve dedesi olmayan gençlerle aynı koşullardayız. büyüklerimiz derler ya hep evleneceğiniz insanın ailesi sizin ailenizle uyumlu olmalı diye, bunu düşünür dururum ben ne gerek var monakoyum diye. ama bir de şöyle düşünmek lazım, doğacak çocuklarımızın ebeveyn sevgisinin yanında bir de üstebeveyn sevgisine ihtiyacı var. düşünsene deden veya babaannen veya ananneni, en azından birini ne kadar sevdiğini. benim dedem olmadı mesela, o yüzden bayramlarda sevgisiz büyüdüm, heeeyt. kolumdaki 0.5 yarası senin yüzünden. tabakam dedemin yadigarı. kimin şiiriydi du. epeydir şiirle aramız bozuk, dozajında tutuyorum bu bozukluğu, tamir etmenin biliyorsunuz modası geçti, şimdi kullan boz ve at zamanı. eskiden öyle miydi doktor, bi pantolonda beşbin yamayla dolaşırdık biz, bisikletlerimin tekerleği patladığında kendim yama yapardım ben, i am talented about bicycles. ben bi fabrikada çalışıyorum mühendisçi olarak. rakının yanında bira sahiden iyi gidiyor. gidiyor gidiyor. winamp shuffle çok dangalak ve münasebetsiz bu akşam, asabımı bozuyor, kısayol b'ye basmak zorunda kalıyorum sürekli maximize ederek, huff. humming one of your songs. özlemedim mi diyeyim yani şimdi, yalan mı edeyim. sinek görür görmez birden kendini havada bulan ve çırpılan ellere hastayım. ellerimi mazur görmeni diliyorum onlarla buluştuğunda, merhaba, ne kadar banyo yaparsam yapayım geçmeyebiliyor tırnaklarımdaki boya lekeleri, üzgünüm leyla. tuzlu ve buzlu badem kadar kıyak bir kadın biliyor muyum ben. aman ben de ne biliyorsam beynamaz beynamaz. haftasonu için sabırsızlanıyorum, kesin mesai çıkacak bu yüzden. çamaşırlar da birikir, özellikle çamaşır makinesi kullanmayı tercih etmeyen bir insansan bu birikintiye hasta olursun, daha önce de demiştim ya bulaşıkların da ilginç bir birikme stratejisi vardır. ama bulaşık makinası boşaltmak kadar ve yıkanmış çamaşırları makinadan çıkarıp asmak kadar ve kuruyan çamaşırları katlamak kadar üşengeçlik gerektiren birkaç daha örnek verilebilir iş mutlaka vardır. ezelde -dizi değil lan öbürü- de vardı bu, hatırlarım, bi kore gazisiyle konuşsak bu konuya dair örneklerini alabiliriz rahatlıkla. günde bin kere gerinsem boyum uzar macaba, yanında kısa kalmaktan da korkmuyorum aslında, varsın küçük enişte desinler, kütük enişte diyemezler nasılsa. bana işyerinde dişi bi iş arkadaşım geçenlerde kibar odun dedi, tam da beni tarif ediyordu hassaten. çocukluğumuzun ekollerinden cevat prekazi demiş ki, "... romantik futbol oynuyordu." işte budur, cümle kuracaksan böylesi, konuşacaksan böyle cümle kuracaksın, ya da kuramıyorsan benim gibi susacaksın, içinde biriken pası da bu şekilde yazarak atabilirsin, örneği çok, illa verdirtme bana şimdi. elmaların bi anlamı olmalı, herkes tutturmuş bi nar, bok var. bi kenarı sağlam ama diğer tarafı çürük meyvelerin sağlam taraflarını mutlaka yerim ben, -bir kadından da bunu beklerim- manav çocuğu değiliz nihayetinde, seçerek alsak da gözden kaçırdığımız oluyor, ya da zamanla her şey zaten çürüyor. var mı öyle ayvayı soyayım derken yarısını kabuğuyla çöpe göndermek, allah alla.

gelicem birazdan, şimdi fotoğraflara bakmalıyım. 21:37

1.08.2010

benim de artık rahmetli diye anacağım bir babannem var. yarın işbaşı olması gibi. ben geldim şimdi, yollarda arabalar uzunlarını yakmış yolları süpürüyorlardı. bazı çocuklar yeni bebek doğarken bazı yaşlılar terk-i diyar ediyorlardı ben yoldayken. tahtalı köyü boyluyorlardı. herkes beni bekliyordu cenazenin kalkması için. avluda toplanmışlardı. otobüsten indim. yürüdüm biraz eve. halamların ordan girdim içeri. kalabalıktı. bütün mahalleli oradaydı, köydeki akrabalar da gelmişti. [içmesem bunları anlatamazdım asla] tek eksik bendim. yıkanmadan önce bakmak ve son kez görmek istersem diye bekletmişlerdi evinde. ben bakmadım, bakmam da. babam ayağa kalktı görür görmez. ben o sırada hâlâ inanmakla inanmamak arasında direniyordum. ben ona sarılır sarılmaz ağlamaya başladı, ki pek rastlanan bir hadise değildir. onu öylesiye çökmüş görmemiştim hiç. allahım sabır ver diye kıvranıyordu. gözlerim doldu ama o an sırası değildi benim için. ben o an teskin edici konumdaydım, sonra gelecekti benim sıram. halamın matemi duyuluyordu, beni görünce daha fena oldu halam. çünkü babaannemin en sevdiği torunu ve onu tek seven torunu bendim. ve bizzat mezarının içine girdim, alttan kavradım onu, bıraktım toprakla başbaşa. oğlu ve torunu girsin dediler. allah belamı versin.

ters köşe yaptı babaannem. alayımızı kontrpiyede bıraktı. kimse böyle bir şey yapmasını beklemiyordu ondan. zaten bi kere, yalan söylüyorum, babaannem değildi o benim, nenemdi düpedüz, şimdi burda şehircilik oynamanın manası yok, nasıl babamın annesi değil de anasıysa. kimse sevmedi nenemi, dedem dahil. onun da kimseye kendini sevdirmek gibi derdi olmadı hiç. ben sevdim ama ya. harbi sevdim. kimse sallamadı onu. ben bile sallamadım, "oğlum ölmeden senin mürüvvetini görseydim, elini çabuk tut" dedi, "acele etme," dedim, çünkü inanmadım öleceğine, gideceğine. harbi harbi gitti. sikti attı. o kadar iş buyurmayı severdi ki hiçbir torunu geçmek istemezdi kapısının önünden, hafiye gibi geçerlerdi ya da. ben göğsümü gere gere, ekmek almaya göndereceğini bile bile, sofra bezini dökmeye göndereceğini bile bile, küpten su doldurtacağını bile bile, bulaşık yıkatacağını bile bile, göz damlası burun damlası yaptıracağını bile bile, takvim yapraklarını kopartacağını bile bile, geçerdim kapısının önünden, hepsini de yapardım. çünkü o bana anlatırdı.

sosyolojiye bu yüzden merak salmışımdır ki, yaşlılara eskiden hürmet edilmesinin sebebi geçmişin ancak onlar sayesinde öğrenilmesidir. yaşlılar olmazsa, yazılı kaynaklar kısıtlı olduğundan, görsel kaynaklar neredeyse hiç olmadığından, geçmiş öğrenilemezmiş. geçmiş, yani tarih sadece yaşlılardan öğrenilebilirmiş, o yüzden de yaşlılar el üstünde tutulurmuş. şimdi böyle bir şeye gerek kalmamış tabii internet çağında. benim kafam biraz geriden geldiği için ben yaşlılara hâlâ hürmet eder ve onların anlattıklarını dinlemeye devam ederim. benim dedem hakkında herhangi bir yazılı kaynak yoktu ve ben dedemi görmedim, dedemin adı sadece sahip olduğu tarlaların tapu senetlerinde ve kore gazileri arasında geçerdi, babaannem anlattı bana asıl önemli şeyleri. babamın aşkları yazılı kaynaklarda geçmezdi, sadece nenem anlattı bana bildiklerimi. yörüklerin sırtlarında çocukla nasıl hasır dokudukları yazılı kaynakların pek umrunda olmazdı, bir ellerinde bir çocuk sırtlarına sarılı diğeri nasıl pamuk topladıkları pek filmlerde geçmezdi, yedi çocuğun beşini sağlık sorunları yüzünden en büyüğü üç yaşına bile varmadan nasıl kaybettiklerini adnan menderes pek umursamazdı, bunları bana babaannem öğretti.

bundan sonra yine kimse kapısının önünden geçmeyecek. kardeşim, ona iyi bakamadığı için suçluluk hisseden babama teselli vermeye çalışıyordu, artık ölümün etkisini atmış görünüyorduk üzerimizden. ailenin büyüğü olan benim yorumumu sordu babam, dedim ki, allah sanırım nenemi gördü. nenemin ne kendine ne sizlere faydası olmadığını gördü. o yüzden de onu aldı. kimse, hiçbir torunu kapısının önünden geçmek istemezdi, birinize ziyarete geldiğinde hiçbiriniz iyi ki geldi demezdiniz, uykusu gelse de gitse diye beklerdiniz. şimdi hepiniz ağlıyorsunuz. ve hiçbiriniz öleceğine inanmıyordunuz. hepiniz ona, dedeme ettiklerini çekeceğini, daha çok yaşayacağını ve acı çekeceğini söylüyordunuz. ve o şimdi, hepinizi koydu gitti, ben bile beklemiyordum bunu nenemden. ama kimse sanırım -haklı da olsa haksız da olsa- onun kadar hor görülmemiştir ve allah ona acıyıp onu aldı, bir anda çekip aldı hem de.

bundan sonrası var bir de. seksen yıldır var olan ve bunun neredeyse son otuz yılına şahadet etmiş olduğum birinin artık olmayacağına alışmak, inanmak. öylesi orijinal birinin gerçekten yaşamış olduğuna artık kimseyi ikna edemeyecek olmak, bizzat gösteremeyecek olmak, bunlar zor.

hangi arkadaşım beni ziyarete gelirse gelsin mutlaka onun yanına götürürdüm. hem değişik insanlar görüp biraz ferahlasın diye, hem de arkadaşlarım böyle yerel birinin ağzından çıkanları duysun diye. sıkılırdı çünkü son on yıldır. fazla uzak yerlere gidip gelemezdi, kiloluydu, hızlı hareket edemezdi, bacakları tutmazdı, halsizdi, komşular da illallah demişti onun ziyaretlerinden, çünkü gidecek başka yeri yoktu. onunsa konuşmaya anlatmaya ihtiyacı vardı. o ömrü boşa yaşamadığını hissetmesi gerekiyordu ölümün yaklaştığını duyumsamamak için. onu dinleyen yoktu. ben hariç. ben üç dört beş altı bira alıp onu yanıbaşıma alır, ve anlattırırdım. ne anlatırsa dinlerdim. kolay kolay kimseyi dinlemem ama onu dinlerdim. uzattırırdım sorular sorarak. anlatırdı o da.

şimdi küçüklüğümde yaptığım yaramazlıkları anlattırabileceğim kimse kalmadı. kimseye birinci ağızdan; annemler işteyken yaz sıcağında onu uyutup evden kaçarak kuş vurmaya gittiğimi; o bir an dışarıda çamaşır yıkarken mahallenin bütün çocuklarını eve toplayıp tüm sucukları çiğ çiğ yediğimizi; o bir an ineklerle uğraşırken mahallenin bütün çocuklarını eve toplayıp yatakları yüklüğü altüst ettiğimizi; bir hıdrellez gecesi kireç çukuruna kaçtığım için babamın şerrinden sığınmak adına onunla koyun koyuna yattığımızı, nene beni babana söyleme diye yalvardığımı; neleri neleri.

yok, bildiğin yok.

ben uzun zamandır etrafa zarar vermemiştim.