ama arkadaşlar iyidir



28.03.2016

nadiren de olsa inancımı yitirmiyor değilim. ama elbette nadiren, elbet de. ilelebet değil. yazmak da bunun için varsa demek ki. okumaksa bir rastlantıdır artık, demiş şair. bugün köşeyi öyle bir dönüşüm varmış ki, sen hâlâ sarhoşsun, dedi adamın biri, kendi de geceden kalma halbuki. evet belki biraz hissettirmiş olabilirim ama o kadar da değil yani. kendini ihanete uğramış hissediyorsun değil mi, dedi osteopat tanıdığım. sen osteopatsın kendi işine bak, dedim. özgür de, sen kendine ihanet ediyorsun, demişti. hanginize inanayım mına koyim, demedim tabii onlara.

bizim orda meşhur bir yokuş vardır, ortaokulda düşük not aldığım için matematikçi, seni ordan aşağı atarım bak, demişti uyarı niteliğinde. sonra da bi tokat aşketmişti. yalan geceler boyu hep seni düşündüğüm, demedim tabii ona, gönül yazar kime söylemiş bilinmez. her neyse, işte o yokuşa tırmandıktan sonra mezarlığı geçince sağ tarafta adamın birini görürdüm arasıra. ama yokuş daha bitmeden, yokuşun inişinin hemen başında. babam, ben ve eniştem balığa ovaya giderken. balığa da değil belki, hep içmeğe giderken. o külüstürle giderken. ben çok az zamanda kendimi öyle ferah hissetmişimdir. elbette eniştemle başbaşa gittiğimizde muhabbetimin çekilmezliğinden çekingenliğimin ferahlığımın önüne geçtiği zamanlar oldu ama yine de o arabanın içinde kendimi hep sonsuz huzurlu hep sonsuz payidar hissettim. eniştem sarhoş olup üç kuzenimi, halamı ve beni uçuruma yuvarlarken bile. o ovaya giderken sahip olduğum hissi başka bir yerde görmedim, belki atina'da belki stockholm'de belki bologna'da belki eskişehir'de, ama kıyısından geçti gitti hepsi. mutluluk yanınızdan gelip geçti.

allah kadınları güzel olsunlar diye mi yaratdı acaba.

yani işte yokuşun inişindeki adamı anlatacaktım, biz külüstüre binip, eniştem vitesi boşa alıp kontağı kapatıp aşağı boşluğa süzülürken, sağ tarafımızda bir adam görürdük bazen, dağın yamacına bir bahçe yapmış kendine. enişteme sordum, kim bu adam, dedim. yersizin biri, dedi. bizim oralarda yersizlere yersizliği çok görürler, yabancılarlar. karısı osman dayı var ya ona kaçtı, dedi. o da kendini buralara vurdu, dedi. adamın karısı, memleketin toprak ağalarından birine kaçmış bilmemkaçıncı metresi olarak. adam da orda rasgele bulduğu, sahibi belirsiz bir araziyi kendine bahçe bellemiş. arazi derken toplasan yirmi metrekarelik bir yer sadece. domates ekmiş, domates ekilen yer kendini uzaktan da olsa belli eder. belki salatalık da ekmiştir belki biber. ama domates kendini belli eder. oraya gelir, hem ektiği sebzeleri sular hem de şarabını içermiş. ha bir de bir çiçek vardı ama adını bilmiyorum onun, kasımpatı diyeceğim ama değil, ona benziyor kokusu filan. her gidiş gelişte oraya bakardım orda mı acaba diye. o bahçeye ulaşmak için aşması gereken yokuş ise hakkaten yokuştur ve elbette yürüyerek gidip geliyor. belki bir gün biri ona o yolda çarpıp kaçmıştır ha ne dersin.

bugünlerde zihnimde o adamı kuruyorum nedense. ortak nokta bahçe meselesi elbette. en son ne zaman çiçek diktiniz ey ahali? en son ne zaman bir bitkiye su verdiniz? en son ne zaman bir yeşermeyi gözlediniz? bahar geldi diye değil tabii benim bu derdim. dikiş dikip resim yapacakmış gözümün nuru, ondan da değil. organik tarıma ve taş devri diyetine takmış olduğumdan da değil. zehirlendiğimi hissediyorum, sonra annemle yaşadığımız rakı muhabbeti geliyor aklıma o ayrı ama bence bu yediğimiz domatesler beni daha çok zehirliyor. ebru'nun kanseri beni çok zehirliyor. nenemin guatrı beni çok zehirliyor. cenaze günü noldu biliyo musun, nedense her gittiğim cenazede -allah eşi dostu eksik etmesin- köyün fakir gençleri kişi başı elli liraya mezarı kazmış oluyor, biri de tabutu ve meftanın başına çakılacak kazıkları hazır etmiş oluyor. tabii o isimlik olan kazığa -bunun kendine has bir adı olmalı, imame filan mı acaba, bunu bilse bilse ayşe biliyordur- mezarın öleninin adı olarak ne yazılacağı polemik konusu oldu. biri kalem buldu geldi keçelisinden. bana sen okumuş adamsın, dedi köylüler, sen yaz, dediler. sikerim hepinizin mezar taşını, dedim. zaten geceden kalmaydım sabaha karşı babam aradığında. gusl alıp çıktım yola. bundan altı sene önce babaannem de aynı saatlerde ölmüştü ve babam yine aynı saatlerde aramıştı beni, ehliyetim yoktu o zamanlar, emniyet teşkilatında saklıydı emaneten, atlayıp otobüse gitmiştim. bu defa arabayla gittim, ehliyetim vardı ve temkinliydim. anannem de babannem gibi geceden çeşitli bakımları yapılıp uykuya uğurlanmış fakat sabaha karşı bakıcısı olan çocuğu tarafından ölü bulunmuştu. babannem de bakıma muhtaç değildi anannem de. fakat babam anasını yalnız bırakmazdı söylense de sızlansa da, banyosunu ettirir, yemeğini götürür, ilaçlarını içirirdi muhakkak ve dolayısıyla ölümüyle ilk karşılaşan da o olmuştu. annem de anasını yalnız bırakmazdı, banyosunu yaptırır, ot doğramasına yardım ederdi. ikisi de bizim evde oldu bunların.

zaten köye vardığımda zihnim bulanıktı. daha önce babannemi beklettiklerinden, telefonda beni bekletmeyin yıkama için demiştim kardeşime. son kez görmek istemiyordum, son kez gördüğüm sahne aklımdaydı, üzerine artı koymağa gerek yoktu. sonra senin yazın güzeldir deyince komşuları, tekmeledim ortalığı, zira nefes alamıyordum, keşke içmeseydim gecesinde diye duyduğum pişmanlık bir yana nefes alamıyordum. o kovuğunda oynadığım ağaç orada kovuğunu artık kapamış duruyordu, üzerine domates suyu ve zeytinyağı dökülmüş çökelekli kahvaltılarımız orada duruyordu, inek sağarken galvanizli kovaya dalan bızzk bızzkk sesleri duruyordu, dayımın arkasında o eskidendi yazan motosikleti duruyordu, satmadı körolasıca berduşun çıkardığı sövgüsü duruyordu, havuç nasıl koparılır kökünden, duruyordu, bir insanın soyadıyla müsemma olması duruyordu, üç pilliler, köy meydanından ekmekçi geldi nidasıyla tüm köyü sesiyle inletebilen ali dayının çürük dişleri duruyordu, her gün nizami olarak kamyonetiyle süt almağa gelen sütçü sadık'ın verdiği liralar duruyordu, anannemin dedemin mezarının yerini bile bilmemesi duruyordu, dayımın araba teybi duruyordu, rokalar pazılar ıspanaklar salı pazarında kendi adına kaynaklanmış o paslı levha duruyordu, donunun içine lastikle daldırılmış para kesesi duruyordu, yastıkbaşında philips radyosu duruyordu, durdum ben de o esnada. sarı mustafa'nın içip içip için için düştüğü su arklarında sızasım uyuyasım geldi, emir altına girmem ben diye hiçbir baltaya sap olmayıp bahçıvanlıkla meşguliyet hikayelerine dalasım geldi. sikerim hepinizin el yazısını alın yazısını dedim.

rahmetli sarı mustafa, nüfustaki adını beğenmemiş elmas hanım'ın, çok yakınları hariç kimse adını elmas diye bilmezdi. güler, demiş dedem ona. ve dedem diyeli de neredeyse altmış yıl olduğu için neden öyle demiş tam olarak bilen yok. ve evlendikten sonra adı değişmiş anannemin. herkes güler diye bilmiş onu. dayıma sordular ne yazalım diye, dayım cevap vermedi, ikisini de yazın, dedim kendimi küfrettiklerime affettirmek için. ikisini de yazdılar, hem elmas hem güler yazdılar. D. koydular başına, alt satıra inip Ö. yazdılar. sağlı sollu üç çentik açılmış bir ahşap plakaydı. evlendiklerinde dağdaymış evleri, yılanlar su içerdi elimizden derdi. şimdi yılanlar su içiyordur ellerinden.

sonra dedim ki dağlara vurayım yine kendimi kendime. o adam geldi aklıma. arasıra uğradığım bir iki sayfiye yeri var. orada bir köşe kestireyim, toprağının varsıl olduğunu sezdiğim bir yer. şimdi gidip bir arsa alacak değilim. sahipleneyim kendimce üç beş metrekare bir yer. zirai tarım yapacak da değilim. kendimce, hazır bahar gelmişken, hazır bu şehrin bokunu bir süre daha yutacakken, doğanın kendini yenilemeğe adadığı bu zamanlarda birkaç bir şey ekeyim. tohumlar da bozuldu diyorlar, varsın desinler, tohum bozuksa bile toprak onu adam eder, irşad eder belki. toprak benim olmasın ziyanı yok, kovarlarsa da o bitkilerden alsınlar kovanlar. maydanoz, marul, ya da mevsim normalleri neyse işte. ha bi de rakı.


27.03.2016

artistlik

the cure - the walk
yaşar kurt - leyla
nino de murcia - seni beklerim öptüğün yerde
lamb - one
patrizia laqidara - se qualcuno
robert palmer - johnny&marry
anastasia - pass over
feist - inside and out
mogwai - r u still in 2 it
david lindley - soul of a man
killer watts- stranger on the shore
pain of salvation - undertow
okkervil river - red
baba zula - el filan sallıyorum
melihat gülses - mani oluyor
mualla mukadder - avuçlarımda hâlâ sıcaklığın var
noir desir - a ton etoile
fastball - the way
murat kekilli - bu gece aklıma gelmeyecektin










26.03.2016

pek yapmadığım üzere teknolojinin kenarından geçtim ve telefonuma türkçe klavye yükledim,  bunun mesutluğunu yaşamaktayım sabahtan bu yana.  Ve bunu aslında her aklıma estiğinde buraya rahat rahat yazabileyim diye yaptım.  Sosyal sanal ortamlarda da zorlanmaktaydım,  zira biraz takıntılıyım bu hususta.  Hangi hususta değilimse.

Cumartesi akşamları dışarı çıkmak diye bir adeti malum şehirli insanın, dışarı çıkıp kafayı dağıtmak,  kurtlarını dökmek,  ya da ne bileyim işte. Bumu öğrenişim de bir gariptir ya aslında,  açık etmeğe korkuyorum saf zannedilmeyeyim diye.  Yani cumartesi akşamının modern şehirli insan için önemli olduğunu anladığımda otuz yaşında ve  İtalya'daydım ve bir cumartesi akşamıydı.  Her neyse,  şimdi ben yeni klavyeme ve telefonumun ekranına aşina olmağa çalışırken bir taraftan,  bir taraftan da iri parmaklarımın typolarını geri dönüp dönüp düzeltirken bir taraftan da acaba blogger bu yazıyı hangi fontla basacak diye kaygılanırken, dışarı çıkmış arkadaşlarımın gelmelerini bekler vaziyetteyim. Ben de dışarı çıkmakta mahir bir kişi olduğumdansa gerek, ama benimçün cumartesi ya da başka bir gün olması pek bir şey ifade etmedi dışarı çıkmak adına. Ama ben hep dışardayım çocuklar. Ertesi gün iş olmayacağının bilinci ve rahatlığıyla içmek elbette bambaşka ama bu dışarıda olmayı gerektirmiyor tabii. İşin benim garibime giden tarafı ise cumartesi akşamına çıkan erkek ve özellikle kadınların çok şıkıdım olması. Kadın elbette güzel giyinsin de bende bir yapaylık uyandırıyor bu gördüğüm giyim tarzı,  olmayor olamayor.

Ben aslında bunu bir önceki yazıları örtbas etmek,  sümenaltı etmek ve yeni klavyemi kutlamak için şey etdim.

21.03.2016

güçlü kadın yoktur, güçsüz erkek vardır

psikolojide, yakınlarını kaybetme korkusunun bir adı var mıdır acaba? bence var olmalı, bu, pek çoğunuzun yaşadığı, çeşitli senaryolarla bazen canlandırarak kendini bunalıma sokmasına sebep olan ortak bir durum olduğuna göre. üzerine biraz okumak isterdim.

psikolojide, büyümek istememe hissinin bir adı var mıdır acaba? bence var olmalı, bu, pek çoğunuzun yaşadığı, hatta zaman zaman sizi bunalıma iten ortak bir tutum olduğuna göre. üzerine biraz okumak isterdim.

bu bir teselli meselesi değil aslında. porto teselli adlı bir şarap vardı. hanginiz bunu içmeğe nail oldu acaba. bazı bakımlardan kendimi şanslı hissetmekte haksız sayılmam bence. insanın içtiği şarabın adı bile bazen önem taşır. tabii ki aranızda ömrü boyunca ağzına tek yudum şarap koymamış olanlar da var, onlar için de kendilerini şanslı hissettirecek başka şeyler vardır muhakkak. bazıları da şarabın tadını sevmiyor olabilir, onlar da başka şanslı tatlara vasıl olmuştur mutlaka. bu bir dert meselesi değil aslında.

çok büyük sözler etmek istemiyorum. zira hayatım boyunca büyük konuşmadım, dersem büyük konuşmuş olur muyum. psikolojide, her şeyi makul/mümkün/olabilir görmenin ve kabullenmenin bir adı var mıdır acaba? olsaymıştı iyiymişti, kendimi yalnız hissetmekten alıkordu beni.

son onaltı yıldır, bayrağı, dili ve anayasasının değiştirilemez hükümleri konusunda taraf olmadığım, aidiyet hissetmediğim, içinde bulunduğumuz bu coğrafyada bu günlerde olup bitenler hususunda ses çıkarmıyor oluşum bunları önemsemediğim ya da makul görüşüm nedeniyle değildir. zira beni bunların kaynağının kim/neden olduğundan ziyade orada savunmasız ölen insanların yakınlarının çektiği acılar ilgilendiriyor. ilginç değil mi, bunları yapan da insan, bundan zarar gören de insan. bu da benim, insanoğlu çiğ süt emmiştir, mottomu doğruluyor. bu, benim diğer mottolarımı da doğruluyor. bu yüzden aklına güvendiğim ya da görüşlerine güvenmek istediğim çeşitli yazarların yazdıklarını okuyor okuyor, onlara laflar hazırlıyor, sonra ama susuyorum. susmayı tercih ediyorum. çünkü hepsi insan ve diğer insanlar hakkında atılıyor tutuluyor. bu çok gurur kırıcı değil mi, çok gerçekçi değil mi. bu ülkeden gitmek istememin sebebi de ölümden korkmak ya da başka ülkelerde bunların olmayacağını düşünmek değildir, bu ülkeden gitmek istememin sebebi bunların herhangi bir yerde başıma gelebileceğinin bilincinde olmakla birlikte, insanın daha insan gibi olduğu, eşyanın daha eşya, ağacın daha ağaç olduğu coğrafyalar bulmaktır. ama insanoğlu çiğ süt emmiştir, mottosunu unutmadan. ve aşağıdakini unutmadan.

1- Andolsun o incire, o zeytine,
2- Sinin (Sina) dağına 
3- ve bu güvenli beldeye ki, 
4- Biz insanı en güzel biçimde yarattık. 
5- Sonra da çevirdik aşağıların aşağısına kaktık. 

evet şimdi de şarapçı sarı mustafa'nın yıllarca gün yüzü göstermediği, kurduğu sofralarını tekmelediği, bir zamanlar o da güzel olan, pamuk gibi olan eşi elmas hanım'ı hakkın rahmetine uğurladık. bir gece uyudu ve, "yattım allah kaldır allah, sağıma soluma döndür allah" duası kabul olundu mu gören yok, yattığı yatakta nefessiz ve sessiz bulundu elmas hanım. yetmişdokuz yıllık hayatı boyunca ona kimse "hanım" diyerek hitap etmedi. hiç terör saldırısına bulaşmadı. inekleriyle, sarıkız'ıyla, altın'ıyla, ineklere verdiği isimlerle uğraştı durdu. kimse onun kadar içten küfür etmedi ineklere. kimse onun kadar erken kalkmadı sabahları. ondan başka kimseye kaymak nine diye lakap takılmadı belki de. torunu televizyon izlesin diye elinde üç pilliyle zifiri karanlıkta komşuya gitmeği gözü kesmedi kimsenin ondan başka. farelerin tıkırtısından köygöçürenlerin gölgelerinden korumadı kimse onun gibi torununu. bifa parmak bisküvileri çayına bandırıp bandırıp vermedi kimse onun gibi torununa. üzeri işlemeli kupaları, sebze sattığı salı pazarları, torununun en sevdiği hediye renkli gözlükler, sapan yapsın da aldığı serum lastikleri.

buna benzer binlerce şey yazacak değilim. buna benzer binlerce şey yazabilirim. çocukluğumun son güçlü kalesi de düştü. o da gitti, dedi kardeşim ona sarılırken.

ananneler, babaanneler, dedeler, normal aile hayatında çocukların en büyük desteği oluyor malum. onlar da kendi çocuklarına göstermedikleri müsamahayı torunlarına gösteriyor. bir baba, kendi babalığında gayet despot bir adamken yıllar sonra torun sahibi olduğunda bambaşka bir adama dönüşebiliyor. aynı şey bir zamanın annesi, sonranın ninesi kadınlar için de geçerli. belki de bu yüzden çocukların en sevgilileri onlar oluyor. ve gittiklerinde de bu yüzden boşluk büyük oluyor. normal seyrinde sıralı ölümlere doğumlara gebe olan bir hayatta bir üst ebeveynlerin ölümü çocukluğun bittiğine dair en büyük kilit acı oluyor. yine de edilen dualarda, allah sıralı ölüm versin, diye bir teselli peydah oluyor. bu sözün hakkını vermek lazımsa da ömrünün çoğunluğunu çeşitli maddi manevi çilelerle geçirmiş bir kadının tam da maddi manevi feraha taze erişmişken gözlerini kapayıp uzaklaşması, ama ne demiştik, tanrı uludur tanrı uludur.

henüz acısı içime tam yayılamadı. çünkü attım kendimi aşağı. normale yükseldiğimde, öyle bir yayılacak ki damarlarıma, fena çarpacak.

11.03.2016

elimin tersiyle camların buğusunu silmeyeli yıllar olmuştu, diye hatırladım birden. ardahan'dan bilmemnereye bu vatanın hiçbir yeri bana bana aitmiş gibi hissettirmiyor, dedim. size de oluyor mu, geceleri rüyalarınızda hapse girdiğinizi görüp ben burda yapamam deyip kafayı yediğiniz. size de oluyor mu, geceleri rüyalarınızda tekrar tekrar askere alındığınız, hayır bu defa dayanamam deyip silaha sarıldığınız. zihnimde bir melodi var, onu tekrarlamayı seviyorum. tekrar tekrar otobüsten çekine çekine o yolları çektiğim. ne demiş şair, benim şu yollardan üzgün, geçtiğim senin yüzünden. sabahlara kadar her gün, içtiğim senin yüzünden. maden suyu ile sodanın ayrımın nasıl farkına varırız acaba. bende bir cevher var bu herkesin malumu, hepimizde birer cevher var, bu dünyanın malumu. bu peygamber olasıya bir cevher değil de, nasıl desem nasıl anlatsam, hani sen mağarada ağyarsız otururken bir başına, yok bunu da diyemeyeceğim. mediha şen sancakoğlu, isme bak.

10.03.2016

roxanne. miriba. miribaa. mihriban. selos. telos. sel. yağmur. yağmır. whatsapp. please hesitate to contact me. ne çok özgürlük veriyor telefon insanlığa. telefonun mına koymasak mı. halbuki ne de güzel saatlerce konuşurduk sabah akşam hiç fark etmez. hayatımı bir erkin koray şarkılarına benzetiyorum. erkin koray şarkıları türk müziğinde hayatımı en temiz anlatan şarlatanlarındandır. kendisi de müzik dünyamızda çığır açmıştır. sultanahmette bir yerlerde aldığım o doksanlık kaset sonrası, bir kaset dinledim hayatım değişti. yine geçmişe dönük konuşmağa başladımsa bakışlarım toprağa toprağa dönmeğe başlamış demektir yine. geçdi sevdalarla ömrün, ihtiyar oldun bugün. o zamanlar tabii beşiktaş sinanpaşa pasajının altında bir saatçi var. hiç işim düşmedi ona. niye öyle oldu bilmiyorum. karşıdan karşıya geçerken bir kere dalmışım, taksici uyandırdı yerdeyken, kimbilir sen bunu nasıl süsleyerek anlatırsın çarpıldım diye filan dedi. skkafalı taksici, anlatacak bir şeyim mi var başka dedim, herhalde anlatıcam bunu süsleyerek. hem ben süslemeden anlatamam ki, ayrıca süsü de pek sevmem, yani kadın dediğin kendine bakacak tabii, tişörtü delik olmayacak. çamaşırları kurutma selesinden alıp alıp giymeyecek. dinle bak, sana denizlerden kayalara vuran dalgaların seslerinden bir tutam saçmalık getirdim. dalgalar ve kayalar, sürekli bir sevişme hali. tükenmedi nasını skm. ha gitti şimdi pek güze loldu her şey. bana da lololo yaparla rartık. o dinlediğim içli kemanları bi taraflarıma sokarlar. sanki ben istemez miydim bir uçağa atlayıp kendimi malazgirtte bir pavyonda bulayım. yeminle vadesi doluyo. rayicim de yüksek bu aralar. ah ben bu benzetmeleri de hiç yapmadıysam belki yüz kere binbeşyüz kere. anma arkadaş. topunu mu kestik. kadınların tabii miskin olmayanları, bilekleri saygıdeğer olanları, fondöten konusunda tasarruflu davrananları ve dans edenlerini ayrı tutuyoruz ama yine de bazen düşündüğümde. öyle bir zaman geçer ki metesinin en sevdiğim sözü, ağlaya ağlaya kalmadı gözlerimde yaş, dır. bazen hemen akşam olmuyor mu o zaman çok sinirleniyorum, bazen youtube'da bir hevesle şarkı açmağa kalktığımda reklam çıkmıyor mu, o sıra biri benim yerime beni öldürse diye dua ediyorum boğaz köprüsünün mimarına. ilk ikisinde kısmet olmadı, darısı üçüncünün başına. hayır yani, yetmesi lazım. anneme de diyorum aynısını, bak nerdeyse altmış yıldır yaşıyorsun, hadi ilk gençlik yılların fakirlikle geçmiş, onları saymazsan son yirmi yıldır hamur işi yiyorsun ve artık yetmesi lazım, diyorum. dinlemiyor beni. ya o da bana derse, bre pezevengin evladı, on senedir her gün her gün içmelere doyamadın amına kodumun çocuğu, sana yetmedi de bana mı yetsin, derse. işte bundan korkuma bir şey diyemiyorum. her zaman karşı argümanları zihnimde başarılı bir şekilde kurar, ve kendi önermemi başarılı karşı argümanlarla yıkarak münazaradan başlamadan çekilirim. ama şimdi bazı şarkılar da hakkaten acımasız, allahsız, allahyarattı demiyor.

lan balkonu vardı diyorum. dünya diyordum. yağmur filan yağıyordu hatta. ciğerlerim düşmek üzere. ciğerler deyişine bakılınca yüzlerce ciğeri var sanarsın, epi topu üç tane ciğeri var insanın. ciğercinin kedisi, ciğercinin evcil hayvanları, ciğercinin kümesi, ben alayınızın ciğerini bilirim. aslında ben kimsenin ciğeryle pek ilgilenmedim, yani ilgilenesim gelmedi ki. ya da kendiminkine bakmaktan vakit bulamamışımdır. ama şimdi işyerinde arkamdan yapılanları duydukça benim ciğerlerime neden bu kadar düşmüşler ki diye sorasım üzülesim gelmiyor da değil tabii.

ya şimdi hatırlatmak istemem tabii ama, hazır balkonlardan ilkokullardan filan söz açılmışken, sene doksanaltı mı yedi mi sekiz mi öyle bir şey, ama allah inandırsın dokuz değil, diğer üçünden biri, akdeniz'in pek akdeniz havası taşımayan bir ayaz şehrinde lisede okuyorum yatılı olarak. ha, parasız yatılı olarak. -bu arada ben son parasız yatılı okuyan şairlerdenimdir ; )- -şiirime çakiim, nesirlerinize bir ziyan gelmesin- o esnada cengiz adlı bir adam bir şarkı yapmıştı, tabii bunu şimdi burada paylaşacak değilim. okuma ki, niye okuyorsun, neyine okuyorsun, okuma burayı.

size daha sonra halıcı fazıl'ın yanında çalışırken yaşadıklarımı anlatacağım. bilahare. ama şimdi artvin'de ardanuç'da ve keşan'da havalar soğuktur. burda da yağmur. yağmur diyorum ya, böyle bir doğa olayının yerini ne tutabilir sahi.