ama arkadaşlar iyidir



30.05.2013

merhaba izmir

 
mutlakta biri mi var?

29.05.2013

27.05.2013

babam, ben küçük çocukken -çocuklar büyük ve küçük çocuklar olarak sayılara ayrılırlar- beni ve arkadaşlarımı alır, sınırları içinde bulunduğumuz ilin/ilçenin tarihi eserlerini gezmeye götürürdü. bi arabaya kaç çocuk sığar, sekiz çocuğun bi arabaya sığdığını gördüm ben, hepimiz tarihi eser meraklısı turistler gibi şoför koltuğundaki babamın rehberliğinde yaz sıcağı dinlemeden gezerdik. aslında babam haricinde pek çoğumuz bu duruma meraklı değildik. sonra sonra yaklaşık onyedi onaltı yaşlarındayken ben bunun üstüne çok kafa yordum, hatta yirmi başlarında freud mreud öğrendiğimde olur olmadık yerlere de yordum da, en erken yirmiüçümde anladım babamın bunu neden yaptığını. kendimden anladım. kaçıyordu babam. bir şeylerden kaçıyordu. ve buna çocukları bahane ediyor, bir taraftan da içi rahat etmediğinden çocuklara bu onmaz kaçınılmaz insanlık tarihî dramını hiç de anlamayacakları bir dilden anlatmaya çabalıyordu. çocuklar elbette anlamıyor ve babama amca bunun burası neden böyle ya da susadım tipi serzenişleriyle o an orada her şeyden uzakta bulunmaklığıyla mesut babamı daha da mutlu kılıyordu. babam böyle böyle sayemde üç beş yılı daha idare ettirdi. şimdi napıyor bilmiyorum. keklik bıldırcın filan dediydi en son.

26.05.2013

saatlerce gökyüzünü bekledim bugün. saatlerce gökyüzüne baktım bir şey olacak gibi. bir şey görecekmişim gibi baktım baktım baktıım. bir iki film oynamadı değil, bir iki bulutsal hareket, bir iki manevra. ama gelen giden olmadı.
bakın alkollü olma halini nasıl anlatıyor muhterem kavuk: üçüncüyü içtikten sonraki halim ile ilk yudumu aldıktan sonraki halim aynı. burda ehemmiyet konusu olan üçüncüden sonraki halim değil, ilk yudumdan sonraki hal. ilk yudumda başlıyor sarhoşluk. üflesem sarhoş edecek gibi oluyorum. binpişmanlık birpişmanlık. sonra olaylar gelişiyor. birincisi tamamen pişmanlık, üzgünlük, hasat. ikincisi durulma devri. durulaşıyorum ikinciyi içerken. bünye terazisini buluyor. nadas. şirazesini buluyor. alain delon'la sophie marceau gelecek artık. anna karina'yla belmondo sahne alacak. çekim başlıyor. üçüncüde keyif geliyor, çalsalar oynarım, çalmasalar da oynarım, kendim çalar kendim oynarım. bin kişiye konser veririm. dördüncüde ifratla tefrite yolculuk başlıyor. yine konser veririm ama şarkıların formatı değişir biraz. şiir okurum. beşincide ertesi gün hapı gibi bi çaresi olmalı bunun düşünceleri başgösteriyor. ağlayarak okuduğum alkoliçe adlı kitap içimde canlanıyor. on dakikalığına müthiş sohbet edebilirim ama on dakikayı geçmesin lütfen. altıncıda iyi susarım haa. susmam lazım, lütfen. anlatma dinlemem. kesseler acımaz. yedincide yarın iş var mı, iş mi var.

22.05.2013

.doğumgünün kutlu olsun mustafa telefon alacağım sana

21.05.2013

sırra kadem aklım geldi

7.05.2013

akvaryum kesmez

halkımızı sadece akvaryumları sevdiği için makul bulabiliriz. çünkü halkımız içine kısıldığı kapanı erkenden akvaryumu keşfederek keşfetmiş ve ben dünya denen mahpushanenin içinde elimde zarla volta atarken şu balık denen süslü ama kafası basmaz yaratığa akvaryum çok bile deyip kendi makus talihini akvaryum karşısına geçip geçip izlemiş, kah hatim indirmiş kah kafayı çekmiştir.

şimdi dünyanın iki ucu arası hatırladığım kadarıyla kırkbin kilometre idi, ortalama insan boyunu bir metre seksen santimetre olarak alır ve bu iki değeri oranlarsak; ortalama bir akvaryumun uzunluğu birbuçuk metre desek ve ortalama bir akvaryum balığının boyunu da dört santimetre olarak düşünürsek; insan balıktan altıyüzbinkere daha zavallı.


* ki insafından sual olunmayan yüce şaman, balığı denizle orantılayarak biz düçar, mahpus ve naçar kullarına bir nebze olsun ferahfeza ayini terennüm ettirmiştir.
babam benim yaşımdayken, dünyanın kaç bucak olduğuna benim şu yaşımdaykenkinden daha vâkıf imiştir diye düşünüyorum. çünkü babam benim yaşımdayken ya da yaşındayken, beni ne zaman sünnet ettirse diye düşünüyor, düğünlü bir tören yapmağa kalkarsa işin altından kalkıp kalkamayacağını kuruyordu. çünkü ayrıca benim geleceğim için kaygı duymaya başlamış, seneye hangi okula yazdırsam diye kafasını kaşıyor, toplumun sahip olduğu, altı yaşında okula yazdırılan çocukların daha başarılı olduğu ancak psikolojik birtakım sıkıntılar çektiği tecrübesine inanıyordu. bununla birlikte babam benim yaşımdaykenkinden üç sene sonra mide kanaması geçirecek ve haftada beş gün içmeyi bırakmak durumunda kalacaktı ama bu aralar sıkıntı yoktu, devam. babam daha benim yaşımdayken kardeşimin yüzünün esmerliği kendininkine benzediği için sevinmeye bile başlamıştı, benim buğdaysılığım gibi değil. o yaştayken yani babam, ara ara da olsa doğru bir evlilik yaptığına kendini inandırmayı başarıyordu, özellikle iki kadeh içtikten sonra. babam tüm bunların yanında benim yaştaykenkinden iki sene önce zatürree olmuş ve sigarayı bırakmak zorunda kalmıştı. bu zatürree vakasından üç dört ay kadar önce babamın babası vurularak öldürülmüştü ve babam o adamı öldürüp öldürmeme konusunda kah kafasını sker kah kafasına dayarken içtiği sigara ve içki miktarını çoğaltarak ciğerlerinde su biriktirmeye başlamıştı. neyse ki içinde chloe'nunki gibi bir nilüfer yetişmemişti o su birikintisinin, işte burda bu yaştaki ben devreye girdim çünkü babam benim yaşımdayken son okuduğu kitabın üzerinden yıllar atlatmış bir adamdı.

ama yine de babamın benim yaşındaykenki hali ile ben psikolojik bir güreşe tutuşsak yenerdim diye bahis açıyorum.

6.05.2013

yaralı erikleri daha bi seviyorum.

5.05.2013

tentürdiyot

hep hasta olmaktan mı korktum da sakındığımdan hasta oldum, yoksa çok hasta oldum da ondan mı hep sakındım bilmiyorum ama bunun doğal bir sonucu olarak gittiğim barlarda özellikle kışın, mümkünse dışardan olsun dedim biralar için. evde de rakıyı dolaptan, suyu dışardan koydum, ya da dikkat ettim, çünkü geçen hafta çok hastaydım. bugün de öyle yaptım saatlerce direnmenin sonunda karşı koyamadığım ilk dubleye, ama hiç de gitmiyor sıcak rakı. ziyanı yok. evet bu üretimde birtakım şeylerin ziyanı yok. sadece bir yudum aldım ve sanki bir kadeh içmişim gibi oldu. bu blogda yazan olan tek adam olarak ben artık çok fazla deşifre oldum. ve bu hoşuma gitmiyor, rahat yazmamı engelliyor. her ne kadar pek çok okur beni bir kez ya gördü ya görmedi idiyse de bilemiyorum yani.

blogun miadını doldurmuş olması pek mühim değil de, bugün can sıkıcı bir olay yaşandı. kafam kazan gibi. çalışmam lazımdı, işe gittim. akşama doğru hoop hemen yan odadan telsiz anonsları telefonlar ve ambulanslar. işçilerden biri düşmüş ve kafasını bantlara sıkıştırmıştı, ilk önce boynunun kırılmış olduğu haberi geldi. kazânın gerçekleştiği mekâna gidip o hâli görmek istemedim, çünkü görürsem beni en az bir hafta bozacağını biliyordum. ama kazanın tam da gerçekleştiği mekanik birimin neresi olduğunu duyunca sadece boynunun kırılmış olmayacağını tahmin ettim, nitekim öyle de olmuştu. adam orda ölmüştü. tam bu sırada ben ofisimde oturmuş son durumla ilgili haber bekler ve dışarı çıkmayı reddederken, başka bir işçi geldi elini tutarak, ofisim de revirin hemen dibinde, abi bunu napalım diye. elini makinaya kaptırmıştı ve makinanın elinin üst kemikli bölümünde açtığı yarık kemiğe kadar dayanmıştı. sağlık teknisyeni ölümcül kazanın olduğu mahalde olduğundan, bugün pazar olduğundan, o esnada benden başka müdahale edecek kimse yoktu ve hızlı karar vermem gerekiyordu çünkü adamın eli uyuşmuştu ve başı dönüyordu. aklıma sargı bezi ve tentürdiyottan başka bir şey gelmedi, neyse ki revirde tentürdiyotun yaraya zarar vermeyen asıl versiyonu olan betadin solüsyonu vardı, aklım oksijenli suya da gidip geldiyse de aklım yeterince başımda değildi. betadin sürdüm ve iş kazası formunun ilk birkaç maddesini hızla doldurup adamı hastaneye yolladım, zira dikiş gerektiriyordu.

hayır hayatın şöyle böyle acımasız olduğundan, üretimin devam ettiğinden, yalan dünyaymış da ondan bundan bahsetmeyeceğim. bugün bu blogu düşünüyorum. yarın sabah erken kalkıp bugün yukarıdaki sebeplerle bitiremediğim raporu tamamlamam lazım. sabahları duygu dalgalanmaları ve travmalar hissediyorum, bunun sebebini biliyorum ve ama bu artık bu blogda açık edilecek bir mesele olmaktan çıktı. ortaokulda bir sınıfın yazıydı sanırım, annemin babaannesi ölmüştü, bizi kardeşimle yalnız bırakmışlardı, biz kardeşimle normal hayatımıza devam etmiştik yeterince üzülmüş olsak da, annemle babam rahmetliyi gömüp geldiklerinde yaptıkları ilk iş televizyonu kapatmak olmuştu. ölünün ardından tv radyo açmak yakışık almazmış. şimdi ben bu nedenle müzik dinlemek istemiyorum biraz, her ne kadar dinleyeceğim şarkılar duruma uygun olacaksa da. kafam bi acaip, sanki saatlerce güneş altında kalmışım da çarpılmışım gibi. sanki yarım litre rakı içmişim de sabah uyanmışım gibi. bütün bunlar daha önceleri kurduğum yaldızlı cümlelerin anlamsızlığını ifade etmekten başka bir işe yaramıyor kendime, o yüzden düz alabildiğine dümdüz görmek istiyorum olanı biteni.

sonra eve geldim. bitirmem gereken raporu bitirmek için gerekli enerji içimde yoktu, ya da zaten yoktu da bunlar bahane olmuştu. zaten bu tarz ödev sınav rapor vs işlerini kendimi bildim bileli o günün sabahına bırakmışımdır. yarın sabah sekizde gelecekler, bu ölümle sonuçlanan iş kazasının fabrikaya sebep olacağı tazminat, yükümlülük vs. üzerine hesaplar yapacaklar, sonra da en geç dokuzda normale dönerek dokuzbuçukta beni arayacaklardı, noldu rapor diye.

sonra eve geldim. ben bu blogda hep mutlu şeyler yazmak istedim. üç beş eski ve sadık okur belki hatırlar o mizahi yazıları. sonra sonra blog da anlamsızlaştı. ve ben gözetlenir gibi izlenmek istemiyorum, ama mesele bu değil şimdi. sonra eve geldim. hadi dedim oturayım biraz, kulağım telefonda, gece arama ihtimalleri yüksek. çünkü üretim kaldığı yerden devam etmek zorunda. o değil de, bugün yarın hıdırellez, şenliklerle kutlanıyor yurdun çeşitli yerlerinde, ya da kutlanacak. ben de gündüzün işe gitmeden önce diyordum kendi kendime, buna yeteneksiz ellerimle dilekleyip bir maket bir çizim bir yazı bir şey yapayım da bir ağacın dibine bırakayım, sonra akşam oldu ve vazgeçtim.

bugün şu saatlerde benim sevdiğim takım şampiyon oldu, ben buna çok sevinirdim, maçı radyodan dinlerdim muhakkak, bugün içimden gelmedi. mutsuz değilim halbuki. dün gece, ortalama üç haftada bir yaptığım gibi bulunduğum sikko şehrin sikko eğlence merkezine gittim yine ve her gittiğimde dediğim gibi benim burda ne işim var dedim. kavga çıktı. bir yerde kavga çıktıysa ve ben şahit olduysam ve ben dahil olmadıysam o orospu çocuğu erkeklerin mücadelesine, o kavga benim içimden bir hafta çıkmaz, görüntüsü gözümün önünden gitmez, ölüm gibi. yine öyle oldu, o lanet olası kavgayı gördüm, giremedim içine, hangisi haklıydı hangisi haksızdı ayırt edemedim, yuvarlanıp yumruklaşıp gittiler kalabalığın içinde, ve ben yine dedim kendime, evlat senin buralarda işin ne.

"çeşme var, kurnası murdar."

sonra eve geldim, ev dediğim tımarhaneden bozma yere geldim. babamı öldürmek istemedimse de biraz kızdım kendisine. annemle aynı şehir sınırları içindeydik ama annem sadece babam yüzünden başka insanlara yardım etmek durumundaydı ve bu meseleyi bir çırpıda geçtim. sonra, sadece güzelliğine önem verdiğim bir kadının adını verdiği bir kitabı okumaya koyuldum, ben kadınların önce güzelliğine önem veririm ama benim gördüğüm güzelliğine elbette, yoksa elbette diyebilir herkes, hacı bu mu güzel, diye. güzelliğine önem verdim çünkü bana ötesini göstermeyi istemedi, bunun da pek ziyanı yok. yazdığı kitabı okuduğum çocuğun benden öte benden ziyade bir mezarlığı yoktu, onun da ölüleri can çekişenleri sokak köpekleri vardı ve zekiydi. ama bende yağmurun toprakta açtığı yaralar gibi yaralar açmadı, bende salyangozların yağmur sonrası topraktan yukarı doğru açtıkları kubbeler gibi kubbeler açmadı, yine de dedim içimden, güzel yazmış diye.

sonra dedim ki, ben bunları birine anlatmalıyım. ama korktum niye insanların güzelim hıdrellezinde morallerini bozayım. o yüzden, bu saatten sonra, bugün yönetim kurulu başkan vekilinin, genel müdürün, fabrika müdürünün de dediği gibi demeyin, elimi sıkıp başınız sağolsun diye, fabrikanın mühendis emekçilerine. başka şeyler deyin diyecekseniz.

merhaba deyin.