ama arkadaşlar iyidir



26.11.2010

karşı pencere

-uyudun mu?
-koyunları göndereyim mi?
-kokunu saklıyorsun benden, kokunu özledim. tarçınlı bir orkestraydı. pek tantanalı çalıyorlardı.
-fanfan'ı izleyelim mi beraber? ordaki dans sahnesini izlemeni ve bana eda etmeni istiyorum.
-sana veda etmeme ne dersin?
-hayır derim. ama ben seni beni her öpmediğin günün sabahında terk edebilirim.
-ne çalıyor?
-ibrahim ferrer söylüyor, aquellos ojos verdes.
-ne demekmiş?
-araştır ve öğren, bu kadar kolaycı olmayalım lütufen.
-ellerimiz ne yapar biz buluşunca?
-ellerimiz sarılır.
-ellerimizi seviyorum.
-senin avuçların bahçe, benimkiler balkon, avcuma kon.
-yanındayken uyuyabileceğimi sanmıyorum.
-yerle bir ediyorsun beni. bankanın teklifi onyüzbin öpücük?
-ne yemek yapayım sana gelince?
-bu seferlik dışarda yeriz.

-beni sev!
-beni sev!
-sevgilim ol! hadi, nolur!
-karnım ağrıyor seni özlemekten.
-iki buçukta hapımı hatırlamam lazım.
-beni iki buçuğa kur.
-kol saatim ol. nabzımı tut. bileğimden dil çıkar bana her saat başı.
-gu guk. geç mi kaldım?
-erken geldin. suyla mı içmeliyim seni?
-pastilim ben.

-bunun ve bunların gerçekleşmesini istiyorum. abrakadabra!
-sen de gör. hep beraber.
-cebimde yer var?
-beni de al.
-evlen benimle?

-sana ulanmak istiyorum.
-türkçemizi seviyorum.
-seni saksıya diksem? her gün açarsın bana.
-ilgi isterim.
-ilgililere bildiricem bunu.
-evimin balkonu çok küçük, bir adımlık.
-aldım verdim oynayamayacak mıyız yani bakkala topkek almaya kim gidecek hususunda? ama sen zaten küçük bir adım kadarsın.
-sen de bardaktaki dudak payısın.

-sana mektup yazacağım. bahçede okuman şartıyla.
-balkonda okumayı düşünüyordum ben.
-benim olacak mısın?
-uslu durucam söz.
-senden başkasını sevmek istemiyorum.
-serçe parmağını merak ediyorum.
-diken var parmağımın ucunda.
-acısız iğnesiz itinayla diken çıkarılır.
-bana kapıyı sen aç olur mu, anahtarımı arayıp bulmak istemiyorum kocaman çantanın içinde. bağcıklarımı çöz, paltomu as.
-hiçbir portmanto bukadar beklememiş olacak bir paltoyu.

-bana yazarken pijamalarını giy.
-uyudum ben.
-rüyamı gör.
-faturaları beraber yatıralım. aynı kuyruğa girelim, ilerleyelim.
-veresiye yazdırıyorsun bana, defterin kabardı haberin olsun.
-ay sonu gelsin kapatıcam tüm borcumu.
-aman ne komik! konuşmuyorum sennen.
-çabuk bana 'seni seviyorum' de.
-sen beni sevmiyorsun.
-evet, seninle kırıştırıyorum.
-evindeki eşyalara selam söyle benden. koltuk vardı bi tane fotoğrafta, benim olucak kafaya koydum.
-aferin.

-iyi geceler.
-iyi geceler.
ancak meşk edilerek tanınabilirim gibi geliyor bana.

24.11.2010

in another life when we are both cats

+"sana sarılabilir miyim?" dedin hemen bulunduğun yerden bisikletiyle geçen kıza. kızcağız şaşırdı, önüne geçtiğin için durmak zorunda kaldı. "en azından şurdaki su birikintisinin oraya kadar gel benimle?" dedin. "burda göl yok ama," ekledin. kız bakmaya devam etti. "suyum ben, bırak gideyim." dedi ve gitti. bisikletinin zili leaving on a jet plane melodisini çalıyordu.

-elimde bir kitap var. bitirmek istemiyorum. neredeyse üç aydır elimde, epeyce yaklaştım sonlarına. bu kadar ara verip de beni tekrar tekrar içine alan bir kitap okuduğumu hatırlamıyorum. o da beni, ben ona bu kadar ara verince tekrar içine alır mı acaba, onun içindeyken başkayım çünkü, geriye dönüp hatırlamak zorunda kalmıyorum, buna ihtiyaç duymuyorum.

-yeryüzünde birbiriyle çok iyi anlaşabilen kardeşler olduğunu sanmıyorum. bence her kardeş birbirine düşman yaratılır, fıtrat bunun üzerinedir. kardeş, topluma der ki, "kardeşimi sevmem, kardeşimi sevmeyeni hiç sevmem." ilişki bundan ibarettir. ama biz çok sevdiklerimizle aramızdaki ilişkiyi ifade ederken 'kardeş gibiydik' deriz. bunda bir beis görmeyiz. hatta 'kan kardeşi' bile oluruz deyim olarak. ya da birbiriyle uzun süre vakit geçirmiş, artık cinsel açıdan birbirine pek de iştah duymayan, fakat yine de bir gün ayrı kalınca farklı bir hasret çeken bir amca, 'karıyla kardeş olduk' deyimini rahatlıkla kullanabilir, ve bu bizim komikle birlikte hoşumuza gider. evliliğin göstergesidir çünkü bir nevi. ve aşkın biteceğinin de acı bir kanıtıdır. ama fena bir şey de olmamışlardır aslında, kardeş olmuşlardır, kardeş olmak kötü müdür ki?

-gündüzünde ne düşünürsem gecemde o. ben mesela, gündüzüm seninle adlı şarkıyı pek güzel söyler. ve ben gündüzleri pek severim. özellikle erken saatlerini. bugün rüyamda genç bir velede kolumu uzatıyordum, elinde jilet vardı, blöf yapıyor gibiydi ama elindeki jiletle kolumu bir güzel boylamasına kesti. jiletçilerin attığı gibi öldürmeyen cinsten bir kesik değildi bu. sevsem öldürürler, sevmesem öldüm, gibi bir. naptın sen gibi baktım çocuğa. gülüyordu. sen değil miydin bunu isteyen gibi baktı bana. sahi ölecek miydim ben şimdi.

+saatini leaving on a jet plane'e ayarladın. bu her daim bisikletli kızı sevdin mi biliyorsun. onunla kardeş mi oldunuz bilmiyorsun. baktığında her şeyi çift görüyordun, artık gözlerin düzeldi ve tek görebiliyorsun, ya da zorundasın. sahi her şey metaforlardan mı ibaret yeryüzünde,

*bazı kadınlar el ele tutuşmayı sevmez. bazı kadınlar el ele tutuşmayı sevmiyor. bazı kadınların görünüşe aldırışları var. bazı kadınların kaşlarını aldırışları var. bazı kadınların çocukları aldırışları var. karakediler en çok merdiven altlarına işer.

-bu yüzden sevdiğim kimselerle kardeş olmayı sevmem. çünkü onları sevdiğim kadar kardeşimi bile sevmem. ben kardeşimi terk ettiğimde o dokuz ben onbir yaşındaydım. ben hatırladığım sevgililerimi terk ettiğimde biri onaltı, biri yirmisekiz, biri altı aylıktı.

+başkalarının orda bir şey yok ki dediğin yere bakmaya devam ettin. orda bir şey yok ki demeye devam ettiler onlar. orda bir şey vardı ki. o'nda bir şey vardı. o yüzden bir yenisine, eskisi için 'ne buldun o salak karıda' demesini men ettin, çünkü bu gerizekalılığın daniskasıydı. böyle bir sevmek yapmadın ve istemedin, bu yüzden ne buldunsa eninde sonunda bir yolunu bulup terk ettin. başkalarının orda bir şey yok ki dediği yere en çok da onunla bakmayı diledin. o gitti başka yok yerlere bakmaya. yok yere de gitmedi ayrıca. leaving on a jet plane'i kestirip attın.

-iş çıkışı eve geldim. gelmeden önce herhangi bir yorulmuşluğum yoktu. tızzzzzt. bazı kadınlar el ele tutuşmayı sevmedi. tuzzzzt. geldiğimde yorgunluk şakaklarıma şakaklarıma vurdu. duşa girdim. ızzzztt. bazı kadınlar çiçek sevmez. ızzzztt. duşa girerken gafsa'yı açtım son sesinde. suyun sesine rağmen şarkı suyun içine girip yukarılara doğru giriyordu. sıcak suyu sonuna kadar açtım. vücudumun yanmasıyla birlikte şarkı doruğa yükseliyordu. zzzz. bazı kadınlar gider. bazı erkekler gider. zzzz. şarkıyı tekrar moduna almıştım. devam ediyordu. demin anlattığım rüyamı hatırladım suyun altında. film gibiydi. di mi, film gibi. halbuki başka hiçbir şey film gibi değildi. her şey gepegerçek yaşanmaktaydı hayatımdaki. giden gidiyor ve kalan sağlar onların oluyordu. her şey, hayatımdaki her şey ve en kötüsü ben onların olmaya doğru evriliyordum. onlar için çalışıyor, onlar için emek harcıyor, onlar için gülüp eğleniyor, onlar için yaşlanıyordum. sizler gibi.

+ikiniz epey güzel bir şarkı olurdunuz pekala. ne mümkün ki zamanlama sorunu var hayatın gidişatının bir yerlerinde, ayarlar tutmuyor fevkalade. ikiniz pekala kardeş olup ensesti mümkün kılabilirdiniz neticede. çünkü bunda müthiş bir bağ var. insan çıktığı yere geri dönmek de isteyebilir nihayetinde. insan çıktığı yeri tersten görebilir hayatının yirmili evresinde. bazı acılar sadece kuvvetli bir sarılmaya bakar. sevmek bunun için tarifsiz ve mütereddittir. bir sarılmayla o kesiğin dinebileceğini kestiremez çünkü en başta, ama diner.

-şarkı geri çekilip tekrar saldırıya geçtiğinde sıcak suyu tamamen kapatıp tedricen soğuk suya geçtim. soğuttum soğuttum. kutuplara gittim. eskimoya döndü vücudum. şarkı uzundu. suyu sonuna kadar soğuttum. gevrekliğimi, kırılma tokluğumu test ediyordum. morarıyordum. şarkı dönmeye devam ediyordu. dün gece dinlediğim bir masaldan kalan pikap üzerinde çalıyordu sanki şarkı, geceler dönmeye devam ediyordu. soğuyordum.

-okumayı öğrenmemden itibaren yirmidört yaşıma kadar okumak çok büyük bir tutkuydu benim için. lisede iflah olmaz sayısalcı bir okulda okudum. okulumuzun doksanaltı mevcudu vardı ve herkes sayısalcıydı, ve o okula girerken bunun böyle olacağı baştan biliniyordu. aptalca ama maalesef sayısalcı olmak o zamanlar ortadireğin hayat anlayışına göre zeka göstergesiydi. bakın burda böyle bir alıntı var: "Yetenekli çocuklar, yetenekli oldukları için, çevrelerindeki yetişkinlerin direktifleri doğrultusunda, ulaşmaları gereken hedeflere asla tökezlemeden tek tek ulaşırlar. Böyle olduğunda, gözlerinin önündeki somut işleri halletmek için koşuşturduklarından, aslında bir çocukta olması gereken heyecanlar ve başarı duygusu, çoğunlukla silinip gider. Bu tür ortamlardaki çocuklar sonunda kendi iç dünyalarına kapanarak, duygularının doğal dışavurumunu gizlemeye başlarlar. O şekilde içine kapanan bir çocuğu tekrar çevresiyle barışık bir hale getirmek için uzun süre uğraşmak gerekir." ben o sayısal derslerinde sıranın altına okul kütüphanesinden ne bulursam koyup onu okurdum. bütün bir peyami safa, tarık buğra, cemil meriç külliyatı o derslerde bitti. çok iyi dinliyor gibi yapmayı o zaman öğrendim. "nerde kaldık söyle bakalım?" ya da "ben en son ne dedim?" sorularına en makul cevapları vermeyi de o zaman öğrendim. sonra ben film izlemeyi öğrendim. güzel filmler izledim. bir gün bir kızla bir kim ki-duk filmi izledim.

+sinemaya girdiniz. senin korkuların vardı. film başladı. kim ki-duk filmiydi, adı nefesti. ağladı.

*kutup. donmuş göller. su birikintileri. soğuk. kar. beyaz. karın altında kalmış su. mavi balinalar.

*eşsiz bir kurgunun eseri bu dünya. ne olacağını kestiremeden oynuyor insan rolünü, ve maalesef benimsiyor.

+sinemaya girdin. korkuların vardı. film başladı. kim ki-duk filmiydi, adı rüya'ydı. tek görüyordun ve gözlerin sağlamdı.


NOT: BU DÜŞÜ FİLMLERİN VE KİTAPLARIN TEK GERÇEKLİK OLDUĞUNA İNANANLARA ADIYORUM.

22.11.2010

bir iç savaş çıksa da katılsam
yine de şöyle bir şeyi düşlüyor olduğumu gizleyemem: kalemimizin ucu körelmiş, önce sen kalkıyorsun, sınıftakilerin bakışlarına aldırmadan ardından ben, köşebaşına geçiyoruz çöp kutusunun oraya, kalemlerimizin ucunu açıyoruz karşılıklı, hafiften bakışarak.
sorun biraz da burda olabilir mi: erkekler için konuşuyorum bilhassa. kadınlarınki başka bir bahis konusu. kanamıyoruz. içten yanmalı kanamalar ayrı bundan. düştükçe dizlerden ve dirseklerden kan akardı hatırlanırsa. ya da burun filan, başa sıcak geçince, ya da ne bileyim kavga edip yumruk yiyince, ya da öylesine. çivi filan batardı ya da bir şekilde mutlaka o içerde durdukça pislenen kan akar giderdi, bu yüzden belki biraz daha temizdi iç. şimdi, kolay kolay düşmüyoruz, kolay kolay kanamıyor bir yerleri insan vücudunun. kirlendikçe kalıyor içinde. kan da veremiyoruz kızılay'a, malum kan kirli, alkol var, kullanılan ilaçlar filan, vs. eskiler gibi periyodik olarak sülüklere mi emdirmeli, napmalı bilemedim. ama bu kanı bir şekilde temizlemeli.

tatilde en çok da doğadan medet umdum. ve umduğumu yedim. dağa taşa çıktım, çalılara vücuduma çizikler attırdım, hafif kan döktüm. denize çıktım, suya parmaklarımı değdirdim, elimi yüzümü yıkadım. otları kokladım dağda, zeytinleri topladım, tırnaklarıma toprak doldu uzun aradan sonra. kuruyan asma yapraklarını süpürdüm. bunlar güzeldi elbet.

21.11.2010

uzun sayılabilecek bir tatilden dönmüş olmanın delişmen gerginliği var içimin saz tellerinde. hımm. uzun sayılabilecek bir tatilden dönmüş olmanın mona koyim, bana bir şey olmasın, diyecektim ama bana bir şeyler mutlaka ki oldu. sizlere de oldu.

giderken, bizim ailenin evi yakın sayılır buraya, üç saatlik bir otobüs yolculuğu gerektiriyor. ben de otobüslerden nefret ederim, öyle böyle değil, sıkıntılar ateşler bunaltılar bulantılar basar, kötü olurum. şimdi bu teknobüsler çıktı ya, bi nebze idare edebiliyor insan. bilet aldığım firma sağolsun iyi filmler bulunduruyor arşivinde. başladım deli deli olma'yı izlemeye. adını bile duymamıştım, ben askerdeyken mi girmişti vizyona, umarım böyledirdi yoksa kaçırmış olmaklığıma üzülecektim. askerlik çoğunlukla güzel bir mazerettir, aslında mazeret değildir, ama halkı şu an askerlikten soğutmak istemiyorum. bu film benim içime etti, tabiri kötü. sonunu izleyemedim, piç etti beni, tatil matil eve gidiyordum tam da, bu suratla nasıl inecektim otobüsten, yapmış adamlar. beni tanıyanlar yerli filmlere olan ilgimi bilmelidirler, bu film de iyi bir yerli filmdi. hatta çok iyiydi. hep söylerim; oyunculuk şöyleydi, çekimler şu plandaydı, sahneler şöyleydi böyleydi diyemem filmler hakkında, demem de zaten. iyidir veya kötüdür film. bu, iyi olanlardandı. tatile böyle başlamış oldum yani. sonunu bu akşam izlesem mi internetten, cesaretim yok hâlâ.

sonracığıma, eve vardım, babaannemin yokluğu hakikaten acıydı. ama yoktu bildiğin. evinin önünden geçtim, bir daha geçtim, oturdum sigara içtim onun hep oturduğu sedirde. olsaydı kesin laf edecekti, oğlum bırak artık şu cuvarayı diyecekti, yazmasının ucuyla burnunu kapatacak, öksürecek ve bak herkesler bıraktı diyecekti, yazık endeki ciğerlerine diyecekti. demedi, arefe günü mezarlığa gidilir bizim buralarda, ordaydı. dedemle yanyana. mersin toplanır ve mezar başlarındaki testilere suyla birlikte o toplanan mersin yerleştirilir. mersin dediğim şey bir bitki, çiçeksiz bir bitki, çoğunluk bilmiyormuş nasıl bir şey olduğunu, ben de pek tarif edemeyeceğim, nasıl ki hayıt'ı, ılgın'ı tarif etmem mümkün değilse mersin için de geçerli bu. türküsü de var üstelik, evlerinin önü mersin. müthiş bir türküdür laf aramızda, ben de tatile giderken tam da bu türküyü söylemelik moddaydım. tolga çandar pek güzel söyler orasını, uzatarak, ben de iyi söylerim, sözleri de iyidir. daha ziyade sabah türküsüdür. zeybek formundadır.

sonra bayram mayram telaşı işte.

sonra sonra akşam balığına gittim ovaya. bunun gündüzünde zeytin topladım biraz. çift elle toplanır zeytin, bir elini torba yapma derler acemilikleri sezilenlere, ben de iyi toplayıcıyımdır, hızlı toplarım. topladığımız zeytinleri sıkılmaları üzere yağhaneye bıraktık. akşamında külüstüre binip bizim büyük arkadaş (yaş 57)la çıktık yola. ılgın odunu kesip ateşi yaktık, üçer duble yolladık derinliklerimize doğru. salatayı ihmal etmedik, salatada sirke sevmem ama o koydu mu güzel oluyor nasılsa. sonra o ağları toplamak üzere suya girdi. ben yalnız kaldım. müzik yok. ses var. inip kalkan uçakların seslerini saymazsak, uzaktan yas eden kadın seslerini andıran çakal sesleri var. karanlık var, koyu mu koyu, deliği az bir karanlık, ay aydın, yani dolunay, yıldızlar var, a.'yı aradım. bu defa konuştuk epey. telefonu açmasında bir duruluk var, merhaba deyişinde. durgunluk değil ama. hani sigaranın izmariti renginde bir şey, ya da kartona bakar gibi, ya da şöyle desem cilasız boyasız ama hakiki bir ağaç kesiği gibi. kokusu olan, kurumamış, canlı, ama mat. bugünlerde zayıfım. sonra gece oldu. uyudum. çok içmiş bulunmuşum yine.

sabahında da atladık arabaya çocukluk ilkokul ve ortaokul arkadaşım ve eşiyle. bağlı bulunduğumuz il merkezine ortaokul arkadaşlarımızla buluşmaya. ama arkadaşların iyi olduğunu hep söylerim, boşuna değil. ortaokuldan kalma sıkı arkadaşlıklarım duruyordu orda. kaldığımız evi tavaf ettik. içim kıpırdadı, kocaman bir su aygırı yutmuş boa yılanı hissine kapıldım yine, boğazımdan geçmedi namussuz, suyunu da boşalttı içime, şiştikçe şiştim, dile kolay dört yıl anne baba olmadan bir yaşantı, hem de onbir onbeş yaş arası. güzel oldu, epey eğlendik, tanımadığım eşleriyle tanıştım bazı arkadaşlarımın, çocuklarını gördüm olanların.

döndük. gecesinin köründe suya çıktık. simitçi kahveci kayıkçı olarak. açıldıkça açıldık.

dünün akşamında mahalleden çocukluk arkadaşlarımla bir buluşma tertip ettik. rakının biranın çayın dibine dibine öpücükler kondurduk. ve tatil bitti.

döndüm.


film dediğin böyle sahneler içerecek

bu son dokuz günlük süreç boyuncaki -sabuncakis'is selamı var, çiçekçi hani- suskunlukta kuzguncuk'un biri tarafından mimlenmişim. öncelikle ona bir el sallayayım buradan. yıllar olmuştu blog aleminin meşhur olgularından biri olan mimlenmeye maruz kalmayalı. öncelikle belirtmek lazım ki bu blogda link verme sistemini pek geliştiremedik, bu blogun linkini verenler de pek nadir oldu, ziyadesiyle kendi kendimize gelin güven olup kendimiz çaldık kendimiz dinledik. müdavim beş kadar parmak olduysa da, hakiki olarak yazdığım ilk yıllarda takvim! gazetesinde reklamımız bile yapılmıştı övünmek gibi olmasın, ama artık can çekişen bir blog haline gelen bu yeri böylesi bir mim, böylesi bir jest ne yalan söyleyim pek mesut etti. zaten tumblr çıktı, ordan oraya seker oldu fotoğraflar, videolar, filan. blogger'ın sesi kısıldı, buranın yazarı da böyle şeylere pek itiraz ve itibar etmeyen biri olarak burada çayını demlemeye, bira göbeğini yükseltmeye bir süre daha devam edecek gibi duruyor. her neyse mim konusuna geçelim,

yoğun ve hareketli bir tatilden döndüğüm için kafam bu soruya yanıt vermeye müsait olmasa da madem ki bir davet aldık, icabet edelim cinsinden, bu kuzguncuğun zeki ve tatlı sohbetine böyle bir karşılık olsun gibisinden cevap vermeye çalışacağım.

*garip alışkanlıklarımız ve yapamadıklarımız nelerdir?

tam adamına sordunuz. herkesin garip alışkanlıkları olduğu muhakkak, akıldan geçen sıraya göre başlayalım.
yeni sigara paketini açınca, o çevirerek açtığımız jelatini mutlaka dikdörtgen şekilde kıvırırım, paket açılınca çıkan kağıdının içine düzgünce yerleştiririm, nizami olarak kıvırırım ve ondan sonra çöpe atarım. her paket açışta bunu mutlaka yaparım, yapmadığım çok nadirdir, direkt atamam.
limon, mandalina ve portakal soymaktan nefret ederim. domates soymaktan ve doğramaktan da nefret ederim. ama çoğunlukla iş başa düştüğü için yaparım. domatesin elde bıraktığı kokudan nefret ederim.
koklama alışkanlığım şaşırtacak derecededir, hatta bağımlılık halini almıştır. aklına gelebilecek her şeyi koklarım. ellerimi mesela sürekli koklarım.
yazın ayaklarıma su değmesinden hiç hazzetmem, özellikle balkon bahçe yıkamalarında serinletmek ne güzeldir di mi, ama ben hiç sevmem.
aynaya çok nadiren bakarım. sevmem.
sabahları kalktığımda yaptığım her şeyin mutlaka bir sırası vardır ve eş zamanlı işler planlarım. kalkar kalkmaz sıcak suyu ocağa koyarım ki ben tuvaletteyken o kaynasın ve çıktığımda kaynamış olsun, mesela, ama ondan önce bilgisayarın açma tuşuna basarım ki çay kaynayana ve ben elimi yüzümü yıkayana kadar bilgisayar açılmış olsun, ne bileyim şu an ev şeklinde bir yerde kalmadığım için -oda, tek oda burası- bunu çok açamayacağım ama öyle işte. bu işyerinde de böyledir, zaman kazanmak çok önemlidir benim için, portatif düşünürüm her zaman.
sigarasız kalmaktan çok korkarım. o yüzden her yerden bir paket çıkar genelde.
üşenmem, üşeneneni sevmem. üşenenin çocuğu olmaz, güzel laftır, erotik midir bilemedim.
eskiden şiir yazmak için masaya oturmadan önce takım elbise giyerdim, artık yapmıyorum.
çamaşırları yıkadıktan sonra kurumaları esnasında askıya asarım ki ütülenmeleri kolay olsun.
bana iyi bir şarkı öğretene çay yapabilirim hiç üşenmeden.
çok su içerim, acaip çok.
beyaz ekmeği sevmem, ama burada mecburum, bildiğin sevmem yani.
elektrikten elektrikli cihazlardan korkarım, özellikle çamaşır makinasından, ama merak etme evlendiğimizde ampulleri bozulan prizleri değiştiririm, korktuğum ama üstüne gittiğim o kadar çok şey var ki, sorun etmem.
iğrenme güdüm çok zayıftır, kolay kolay iğrenmem.
zeki müren'i severim. ne bileyim aklıma geldi.
kanepede uzanmaktan ziyade koltukta oturmayı tercih ederim, hatta bayılırım.
kadınların akşamları ışık yandığında perdelere gösterdiklere öneme/dikkate dikkat ederim.
pet şişelerdeki suyun hareketini izlemeyi çok severim. elimde bir oraya bir buraya sallar sallar izlerim.

neyse, daha neler var neler, onları da tanışırsak açık edeyim ki biraz kapalı bir yanım kalsın di mi. alakası yok. daha fazla kendinden bahsetmek istemiyor bu deli gönül. şimdi, burda ben mim sistemini de pek geliştiremedim, ama konu başlığı güzel olduğu için, bayan ç.,den, berk'ten, üstad mehmet'ten, blogu olmasa da ayşe'den, zuleyla'dan, canan'dan, özlem'den, idil'den, bu konuda görüşlerini beklerim, okumaktan keyif alacağımı burada ilan ederim. başka da okurum yok bildiğim kadarıyla.

sağlıcakla kalınız.

13.11.2010

-çok mu çirkinim sence?
-hayır, kesinlikle değil. bununla bağlantılı olduğunu da sanmıyorum.

arkadaşım ömer aradı. herkesin dokuz günlük bayram tatiline doğru aktığı bir cuma akşamını güzelce değerlendirip öyle çıkmak istemiştim tatilime. fazladan bileti varmış, gelir miymişim. levent yüksel, volkan öktem ve ant şimşek'in kurduğu sıfır km. adlı grubun konseri için. giderdim elbet, müzik piyasasından da epeydir uzak düşmüştüm zaten. hem levent yüksel'i görmek bana her zaman iyi gelmiştir, deli bakışları olan ama gülen bir yüzü var. konserin yapılacağı mekanın adını duymuştum ama içerisini bilmiyordum. onlar! gelmeden önce üç bira attım artık tek kişi müdavimi sayılabileceğim barda. orada ilk defa o akşam çalan bir grup pink floyd'dan hey you ve shine on you crazy diamond'ı neredeyse tamamen hakkını vererek çaldıklarında konser için söz verdiğime çoktan pişman olmuştum bile.

geldiklerinde saat onbir olmuştu ve zaten konser başlamak üzereydi, ve sadece iki kişiydiler. çiftlerin yanında tek olmak gibi bir kaygım olmadı pek, genelde öyleyimdir zaten, bu pek sorun değildir benim için ama yine de o akşam için bir konser mekanına üçün biri olarak girmekten pek hoşlanmadım, girdim o ayrı mesele. ve düşündüğüm gibi de bir mekan çıktı. sevmiyorum insanlarin boyle ayakta durup ickinin ve muzigin etkisiyle salindiklari mekanlari. of course i'm capable of feeling and doing like that, but... yani, bir yerde mi okumustum, dans etmeyen bir erkekten korkun diyordu kadinlara, durust olmadiklarindan dem vuruyordu. dogrudur, sozum yok, zaten ben dans ederim ki, yeterince durust degilimdir ama yine de korkmaniza luzum yok.

-yeter ki burda ağlamayın. şunu da sırtınıza geçirseniz iyi olacak, elinizde durmasından iyidir, üşüyorsunuz ayrıca.

bira da çok pahalıydı zaten. ve ama beni yıkan daha farklı bir şeydi, örneğin, o insanlar oraya o müziği dinlemeye gelmemişlerdi. onlar eğlenmeye gelmişlerdi. konsere ara verildiğinde tam da mekanın içeriğine havasına entropisine entalpisine yönelik çalan müziklerden ve insanların buna takındıkları fly fly away tavrından belliydi. ömerle sevgilisi de pek hoşlanmamışlardı, ömer beni tanıdığı için istediğin zaman gidebilirsin dedi. durur muyum, tamam şunu içeyim kalkarım dedim ve kalktım. onlar da çıktılar benimle ve ayrıldık.

otelime doğru ilerlerken, bir kız gördüm bankta, bir elinde cep telefonu bir elinde miller şişesiyle ağlıyordu, ve etrafında dolanan sinekler, bundan iş çıkar mı bakışları. bugünlerde epey meşhur olan ve çoğunluğa çok da yakıştığını düşündüğüm kısa şort ve içinde ince renkli çorap. tam tarif edemedim de anladınız işte. etrafta dolanan sineklerin gecenin ikisindeki bu kıyafetten de etkilendikleri belliydi. bir süre uzaktan izledim. yanında bir araba durdu, içinden biri indi, kız reddetti. iki amca gitti yanına reddetti. miller'ı aldığı marketteki eleman gitti reddetti. ağlamaya devam etti elinde telefonuyla.

şimdi, burası çok önemli. ben de diğerleri gibi miydim, burdan iş çıkar mı diye düşünerek mi oturacaktım yanına, teselli süsü verip sohbet etmeye çalışarak mı oturacaktım, etraftaki çakallardan rahatsız olduğumdan mı oturacaktım, ağlayan bir kadına dayanamayacak mıydım, vicdan meselesi mi yapmıştım derinlerimde. tam olarak bilmiyorum, ayrıca nedenselliğe de son günlerde hiç mi hiç inanmıyorum. gittim yanına.

-burda ağlamasanız iyi olacak?
-(sessizlik)
-bakın etrafta bir sürü çakal var. şurda bekleyen arabanın içindekiler sizi gözlüyor.
-(telefonla aramaya devam) (ağlamaya devam)

tertibim malatyalı timur'dan müslüm gürses'ten bir kadın tanıdım çok ağlıyordu'yu söylemesini rica ettim gece iki dört nöbetinde. elbette ahmet abi dedi.

-açmıyor mu?
-(sessizlik)
-açmazlar bazen. evinize gitseniz orda arasanız? mesaj bıraksanız en azından evdeyim diye, belki oraya gelir.
-ateş versene!
-yakınlarda bir yerde midir? yakınlardaysa beraber gidelim.
(bir hıçkırık daha) (o sırada iki kişi daha geldi sırnaşmaya, problem mi var dedi bağlanmış saçlı çük kafalı) (yok dedim, problem yok, savuşturdum başından, başımızdan)
-yakınlarda değil.
-yeter ki burda ağlamayın. şunu da sırtınıza geçirseniz iyi olacak, elinizde durmasından iyidir, üşüyorsunuz ayrıca.
(habire arıyordu ve aradığı numara habire ulaşılmazdı)
(biradan bir yudum aldı ve hızla kalktı gitti) (arkasından da o köşede duran araba, ve diğer iki kişi, ve epey uzaktan da ben)
(hızlı yürüyordu, benim yetişebileceğim bir hızda değildi. ama araba yetişti ve içinden bir kişi indi. ne konuştular bilmiyorum ama geri püskürttüğünü biliyorum. arabaya binip devam ettiler arkasından. sinirlenmeye başlamıştım. sonra arabanın giremeyeceği bir ara sokağa girdi allahtan. devam ettim takip etmeye. sapık mıydım neydim. orda bulunan güvenlik elemanına sordum, demin bu sokağa giren kız nereye girdi diye, kısa şortlu bayan mı dedi, evet dedim, şu bara girdi dedi, ben de girdim ve barda oturuyordu, yanına oturdum, içki söylemişti, bir bira da ben söyledim. ne olursa olacaktı artık, dayak yemeye de razıydım, o kızı evine sağ salim gönderecektim, vicdanımın buna o an acaip bir şiddette ihtiyacı vardı. son günlerde içip içip sızmaktan başka bir heyecan da yoktu zaten hayatımda, en azından işe yarardım belki gecenin o saatinde. delikanlı mıydım, kadir inanır mıydım, çok mu film izlemiştim, düşmüş kadınlar ilgimi mi çekiyordu. bilmiyorum.)
(barmenden rica etti, emin'in telefonu var mı sizde dedi. eleman emin kim dedi. hani burda çalıyor ya. ha onun yok ama arkadaşı x'in var. verir misin dedi, aradı. emin orda mı dedi. karşıdaki, yok dedi herhalde. beni göt gibi bıraktı burda dedi çocuğa. napıcam ben şimdi dedi. telefonu kapalı dedi. gelirse haber verir misin dedi. telefonu kapatıp ağlamaya devam etti. sigara içilen bölüme geçti, çakmağımı verdim. barmen o sırada benim kim olduğumu çözmeye çalışıyordu. ben de bilmiyordum zaten o anda kim olduğunu, çözmeye de çalışmıyordum, sabaha bir şeyler düşünürdüm bu konuda.)
(baktım gelmiyor, ben de çıktım dışarı, bi sigara da ben patlattım.)

-çok mu çirkinim sence?
-hayır, kesinlikle değil. bununla bağlantılı olduğunu da sanmıyorum.
(içkisini bitirip bir tane daha söyledi.) bak, (her an sen de kimsin be adam diyecek diye fena korkuyordum, bu laf benim o bir saatlik uğraşımı sıfırlayıp beni dondurucu eksiliklere gönderebilirdi.) artık ağlamayı kessen ve evine gitsen iyi olacak. görmedin mi herifler arabayla takip etti seni. ve birazdan burası kapanacak zaten.
-çok mu çirkinim?
-o kadar ağlamışken böyleysen, çirkin sınıfından ayrılıyorsun bence. bu yüzden mi açmadığını düşünüyorsun telefonu?
-evet.
-tabii konunun geçmişini bilmiyorum ama bir erkek bir kıza pek çok sebeple telefonunu açmayabilir. ama bu saatte iki ihtimal vardır biliyorsun. ya yalnız uyuyordur, ya da biriyle uyuyordur, ama uyuyordur. sen şimdi evine git ve telefonunu açtığında mesajını alınca zaten arayacaktır mutlaka.
-sen de mi geleceksin?
-hayır canım ne münasebet. benim mesaim seni taksiye bindirince bitecek.

hesabını ödedi. çıktık. taksici apo abi'yi aradım. herhangi bir taksiye de bindiremezdim, zaten zar zor yürüyordu. gelinceye kadar hiç ama hiç konuşmadan sahilde oturduk. taksi geldi, apo abi'ye sana emanet dedim.

yirmi dakika sonra aradı, "bıraktım ahmet," dedi. "sağol abi." dedim.

8.11.2010

bir fırtına tuttu bizi

muhtemelen yaz biterken, bitmeye yakın olmuştur. en azından öyle hatırlıyorum. tam bir tarih verebilmem için cep telefonumda kayıtlı duran mesajlara ya da mail adresime bir göz atmam yeterli, ama buna gerek duymuyorum. bu sırada bilgisayarımdan uzun soluklu bir şarkı açıyorum. öykü yazmayalı, yazmayı bırak tasarlamayalı ne çok olmuş diye durup bir an hayıflanıyorum. sanırım beni bıraktı yazmaya dair yeteneğime olan inancım, ben de onu bıraktım. yok yok yazın bitmesine vardı daha. buraya geleceğini müjdelemişti bana, hatırlamaya çalışıyorum şimdi. ağustos olmalı. aramızdan altı kadar sene geçmişti. o uzak bir yerlerde, arada bir bana ne yaptığından beni özlediğinden haberler bırakarak, ben de ara ara içip içip onu özleme cesareti bulduğumda haberlerine haberlerle karşılık vererek, böyle böyle altı kadar sene. şimdi geliyordu işte rahat rahat, tam da hayatımda kimsecikler yokken, ona açılıp saçılabileceğim bir zamanda. buluştuk, benim içimde saatli bir kule vardı buluştuğumuz sırada. yaşlanmış olacağından, onu yaşlanmış görmekten korkuyordum. korktuğum başıma gelmedi.

bu sırada içinde bulunduğum odadaki ışığı kapayıp sarı ampullü masa lambasını yakıyorum, o beyaz ışıktan nefret eder, ben de sevmem, loşluk, hay aksi aklıma geldi şimdi, tüy hafifliğindeki sarı ışık benzetmesi, ben bunu severim. buluştuk, o kadar zamandan sonra elbette insan elini kolunu ne kadar kullanabileceğini, sarılıp sarılamayacağını bilemiyor, kocaman yanaklarımı yanaklarına değdiriyorum, evet evet saçlarını çok seviyorum. hep hatırladığım giyimiyle karşımda yine, ayağında parmak arası terlikleri, halbuki benim ayakkabılarım bağcıklı ve aramızdaki tek ama büsbüyük engel bu.

bir süre yürüyoruz. yürürken konuşmaktan hoşlanmıyorum, tedirgin bir yürüyüşe sahibimdir zaten. yemek yemeliyiz, açız, alelade bir yere oturup doygunluk yaşıyoruz, kediler var etrafımızda, aram iyidir yavru kedilerle, büyüklerinden korkarım. fotoğrafını çekiyorum. çünkü biliyorum ki gidecek, ve bir altı seneye daha tahammülü yok bu yaş aralığının, ve gittiğinde fotoğraflarına bakacağım. o gelir gelmez aslında onunla değil de bu teselliyle buluşuyorum. sevmesine seviyor muyum, bilmiyorum. akşam filan oluyor, benim için içki saatleri bunlar, başlıyorum. kahve tiryakisi o, alkol kullanmıyor, hatta bu tarz ortam rahatlatıcılara karşı açık bir tavrı var, öğrendiğimde şaşırmıyorum. bildiğim bir yerlere oturuyoruz, başlıyoruz anlatmaya, rahatım, kaygılarım bir süreliğine dinleniyor sahilde. gülüyor, gülüyoruz. gözlerine bakmaya çalışıyorum, başka bir numaram da yok zaten şu hayatta.

sohbeti bir anda derinleştirebiliyor, bir anda gevşetebiliyoruz. içim yükseliyor baktıkça. gideceğini de biliyorum, ama hemen gitmesin, kendimi tanıtayım istiyorum, beni tanısın ondan sonra nereye giderse gitsin, aradaki altı senede bana olanların beni nasıl bina ettiğini görsün, depremlere dayanıklılığımı bizzat test etsin, çatı katımdaki düğün salonunu görsün, hatta o derece rahat olalım ki orda iki göbek atalım, denize filan bakalım, istiyorum. malum tuvalet ihtiyacından dolayı bira değil cin içiyorum, kafam güzelleşiyor, sayesinde içtikçe melankoliye toslamıyorum.

sahile iniyoruz, uzatıyoruz ayaklarımızı banketten denize doğru. güzellik bu ya, balıkları görebiliyoruz, mutluyuz bildiğin. gökyüzünde ne çok yıldız var diye giren bir şarkıyı mırıldanmaya başlıyor. işte benim çağım başlıyor sonra. nağmeler terennümler filan derken gırla gırnatayla gidiyorum. bu kız epey iyi şarkı söylüyor, ki kolay kolay beğenmem kimsenin söyleyişini. iki üç konserlik repertuarı harcıyoruz oracıkta, bis üstüne bis, yarım yamalak sözler. elini tutmaya yeltensem mi bilemiyorum, başka zaman diyorum, bozmak istemiyorum.

üşümek de yok hani, saat olmuş gece iki. kahve içmek istiyor ama açık yer bulmakta zorlanıyoruz. buluyoruz. tekrar sahile düşüyoruz. ben birayla devam ediyorum. şarkılar bizi bırakmıyor. o söylüyor, ben söylüyor. saat dört beş altı oluyor, sabah servisine yetişip işe gidiyorum,

ayakkabılarım bağcıklı.
İnadına Başıboş Aşk - Turgut Uyar

Beni koptuğum yerde Bağlayın
Aşkımı bir kutu kibrit gibi cebimde taşıyorum
bir Hotanto küpesi gibi kulağımda taşıyorum
Eski şaraplar için içimde taşıyorum
Birgün size verebilirim

Ben bu şehre nerden geldim
Bir avuç gökyüzü için başım havada
Dedim ki yalnızlığım inadına büyüsün
Üç dört kişi arasında inadına çoğalsın
İnadına sahipsiz gelişsin aşkım
Bir uğultu gibi dört yönümde
İnadına sahipsiz
Bir kadın düşüneyim o beni düşünmesin
Bir dağ düşüneyim nerde olduğunu bilmeyim
Oturdum üç kişi için bir şiir yazdım
Oturdum aklımı peynir ekmekle yedim
Paralarım cebimde kaldı harcayamadım
Beni bir kahvede bekleyin sarhoşsanız
Birgün size verebilirim

Ben bu şehre deliler gibi sevdalı geldim
Nasıl çıkıp gideceğim belirsiz
Umutsuz bir pazar ikindisi parklarda
Üç kere görünüp kaybolacağım
Beni bir sıtma gibi tutun bırakmayın
Aşkımı birisine vermeliyim
İçimde kaldıkça sonsuz kaldıkça itici
İnadına zalim başıboş kahredici
İnadına beni yalnız bırakan
İnadına
Birgün size verebilirim
içinde bi tane saat mi var bilemedim, duvar saati mi ne. guguk kuşu saat başlarında kafasını uzatıp çıkaracak oluyor ama nafile, sadece içinin duvarlarına kafa atmış olmakla kalıyor, dakika başı hem de. içinde bi tane saat mi var bilemedim, duvarda duran, içindeki sarkaç bir sağa bir sola bir ortaya bir arkaya hareket eden, çarparak ilerleyen. içinde bi paket var, bomba olduğundan şüpheleniliyor, birazdan gelecek bombacı mülayim.

benim biram geldi hocam, dedi. benimki zaten başımda nöbet tutuyor ,dedim, ve ne yapacağımıza karar verdik. sonra dömisek diye bir şey öğrendim, pek lezzetliydi. ama bu kadar içilmez, hakkaten bu kadar içilmemeli, artık çocuk değilsin.

artık çocuk değilsin.

7.11.2010

abre los ojos

bugün günaydın. bugün işe gitmem gerekiyordu, gitmedim. oturdum youtube'u araştırdım ve engellenmeden nasıl girileceğini öğrendim. kahvaltı yaptım. günaydın. bir litre şarabı iç etmişim, aptal ben. yine her zamanki uyanma saatimde uyandım, saatler altıyı geçmek üzereydi. akşam birilerine saçmalayıp saçmalamadığımı düşündüm, bu sefer fazla saçmalamamıştım sanırım. her neyse, çay faslının ardından kendime bir kahve demledim sade sek. oturdum videoları filan açtım. sevdiğim quote'ları barındıran şarkılar filmler izledim. hoşuma gitti. paylaşmak istedim.

ikisinde de ortak nokta "i'll see/tell you in another life when we are both cats."
birinde özellikle "she's the saddest girl ever to hold a martini" var, o da ayrı bir dünya.

6.11.2010

* bir okuyucu mektubundan hareketle.

evet adam orada oturuyordu.

"karışmıştır artık..." neredeyse son iki dakikadır önümdeki kahve fincanını karıştırdığımı fark edince, böyle seslendim kendime.

gecelediğim otelden çıkıp kahvaltımı yaptıktan sonra, okuyamayacağımı bildiğim, bir hevesle aldığım üçü öykü biri şiir kitabını çantama atarak, sigara içmem lazım deyip bir köşebaşına dikildim. çantamdan geceden kalma su şişesini çıkarıp alkolün daralttığı damarlarımı suyla açmaya niyetlendim. suyla sigara içmeyi de severdim. önümden güzel kızların geçme saatleriydi bunlar, emindim, bir sigaralık zaman diliminde birini bekliyor gibi yaparak onlara rahatça bakabilecektim. bu işlek caddeden bu öğle saatinde geçen yüzlerce insanın beni tanıyor olma ihtimali zaten çok düşüktü.

bebek arabasındaki oğlu ve annesiyle ordan geçen iş arkadaşım ebru'nun seslendiğini duydum; "napıyosun bakiim sen burda?" hiç görmediğim ama mesai saatlerimizde yeterince anlatarak meşhur ettiği oğluna baktım, maşallah dedim. henüz benim sevecenlik gösterebileceğim yaşa ermemişti, önce o arabadan inmesi lazımdı bunun için, benim için. "bak amcası, emir de büyüyünce senin gibi piyasa yapacak buralarda," dedi. yalnız olup olmadığımı sordu, saatime bakıyor gibi yaparak, "arkadaşım gelecek, o'nu bekliyorum," dedim. tipik evli çocuklu kadın mesai arkadaşları gibi, "kız mı erkek mi?" dedi imalı bir şekilde. "maalesef erkek," dedim.

iyi günler dileyerek uzaklaştılar. ben de nerde kaldı bu lavuk edasıyla görüşürüzümü diledim. oradan uzaklaşmalı ve onların tavaf bölgesinin dışına çıkmalıydım artık, yoksa arkadaşım beni ekti yalanına sığınmak zorunda kalırdım ve pek inandırıcı olmazdı. elimde boğumlarından kıvırıp küçülterek atmaya çöp kutusu aradığım su şişesinin plastik sesiyle, genellikle oturduğum bir kafeye yöneldim.

önümden güzel kokusu ve kıvırcık saçlarıyla, elinde üniversite hazırlık kitaplarıyla bir kız geçti. öss'ye hazırlanmak için yaşlı duruyordu. içimden, "öğretmensiniz herhalde?" dedim. "nerden bildiniz!" şeklinde şaşırarak konuya açıklık getirmeme fırsat verebilirdi böylelikle. sessiz kalmayı ve kokusunu sürdürmeyi tercih etti.

duvarda asılı menüsünün yazı karakterlerini sevdiğim kafe ionia'ya oturdum. tam olarak adres veremeyeceğim ama kıbrıs şehitleri caddesi'ni kesen sokaklardan biri üstünde. yazıların karakterleri önemlidir benim için. misal trebuchet'yle yazılan cafe ionia'yla verdana'yla yazılan cafe ionia, veya courier'le yazılan bir olur mu hiç, bunlar hep farklı ifadeler taşır.

bunca kitap okuduk, bunca film izledik... şimdi senaryoya göre ne olması gerekir?

adresi verdik, tarihin haftasonu olduğunu okurumuz keşfetmekte zaten zorlanmadı, ve ne oldu dersiniz? heteroseksüel ve sıradan romantik bir hayat peşinde olduğumuza ve yazarımız da erkek olduğuna göre, kendisini merak eden güzel, alımlı, ve zeki dişi okurumuz bir cumartesi günü öğlen saatlerinde yazarımızı ayıkken yakalamak ve merakına görsel bir gem vurmak üzere izmir'in meçhul bir semtinden alsancak'a doğru otobüse kentkartını okutup yola çıktı. yola çıkmadan önce google vasıtasıyla bir miktar tarama yaparak koordinatları belirlemişti zaten. ilgili mekana vararak, etrafta yalnız oturan, ön taraftan hafif kelleşmiş, koyu renk giyim hesabına sahip koca kafalı bir adam aradı gözleri. ilk etapta bulamayınca, tedirginliğin de verdiği ustutuplulukla 'en azından bir çay içeyim, belki gelir' edasıyla sandalyesini çekti. etrafa göz gezdirmeye devam etti. bu sırada komşu kafenin sandalyesinde oturan ve tam da tariflere uyan genç adam onu izliyordu. çay soğudu, kadın bekledi. düşlediği üzere mekanın ekstra bir hüviyeti yoktu, herhangi bir kafeydi. çay bitti ve güzel giyimli güzel kokulu güzel genç kadın hesabı ödeyerek gitti.

genç adam, ileride bir gün bu genç sıfatını kullanamayacak olmanın bilinçaltına yerleşmiş korkusuyla aynı hayatı yaşamayı sürdürdü. boheme yakın, gençliğin hüküm sürdüğü bu ara sokaklarda fink atan, mesai düzeninden ve belli saatlerde tabldot disiplininden bağımsız bu hayat onu imrendiriyordu. kafenin içinde çalan şarkılar, misal o anlık king crimson'dan epitaph onu alıp yurtdışlarına, ne bileyim olur olmaz yerlere götürmeye devam ediyordu. peki, bu hayat, haftasonlarına endeksli, internet bakışlarıyla yaşama körlüğüne sebep olan bu hayat ne kadar daha böyle sürüp gidecek, bu çakmağın gazı ne zaman bitecekti. bu entel bakışmalar ne zaman güneş gözlüğünü takıp karanlığa eyvallah edecek ve yerini saf, iki ve birkaç yıl sonra üç kişilik bir üç oda bir salonda konaklayacaktı.

başka bir haftasonu, artık kışın kendini iyiden iyiye ege mege dinlemeden, ılıman iklimlerin adını kötüye çıkarasıya hissettirdiği, insanların cuma cumartesi akşamları kapalı mekanlara hücum ettiği bir haftasonu öğlesi, cumartesi, adam lahana gibi üstüste giyinmiş, ayaklarının üşümesine engel olamaz bir halde aynı kafenin bahçesinde oturuyor ve yeni aldığı kitapları çay eşliğinde hevesle karıştırıyordu.

vazgeçmiş genç kadının yolu tesadüfen oraya düşmüştü ve aklına adam geldi. nasıl biriydi, o yazıları yazan insanın elleri nasıldı mesela, arkadaşlarıyla buluşmadan önce o sokaktan geçmeye karar verdi.

4.11.2010

yarın akşamüstü izmir'e ne dersiniz