ama arkadaşlar iyidir



30.06.2020


Mart 10, 2009

ÖFKE BUNUN NERESİNDE

bugün dükkânı sen aç kâmil. önünü süpür, çiçekleri sula, çayı koy, gelen giden olur. "cuma'ya gitti gelecek," de. fiş kes. radyonun sesini çok açma. içimde bir kÖpek var, boşa havlamaktan sesi kısılmış. soğuması için pencere dışına konulmuş bir kutu içecek gibiyim, üşüdüm de içeri almadılar mumunu koyum. soğuması için dışarıya bırakılmış bir duble rakı gibiyim, su yok, havayla ilişkiye girdim, sonra yağmur yağdı bizi bastı ve saçlarıma aklar düştü. sana mektub yazacaktım, kâğıt kalem hazırladım, çayı koydum, sigarayı yaktım, bir de baktım ki deprem oluyor, kolonun altında yaşıyorum, ufak tefek sıyrıklarla atlatmam bile gerekmedi, bi bok olmadı, sadece kaşım patladı, mektub yazacağım kâğıtla pansuman yapmak zorunda kaldım. "sevgili öğrenciler, dün gece hangilerinizi uyku tutmadı, gidin uyuyun hadi," diyen bir hoca olmak istedim birden, birkaç Fonksiyon, yok yok fonksiyonel birkaç şiir yazdım. neşem kaçınca hep yaptığım gibi farklı farklı "hasta siempre comandante che guevara" yorumu dinledim birkaç adet. bana o yörelerden üzerinde bebek  figürleri olan ayna getiren arkadaşımı andım. internetten kukla satın aldım, hoşuma gitmedi, maaşım yatmadı ve acısını kuklamdan çıkardım, bir yumruKta burnunu kırdım. rüyamda 'gölgesizler'i izledim, oh bu filmi de beleşe getirdim. uyandığımda saat tam altıydı. radyo 3 de keyifsizdi bu sabah radyo 4 de. hayatta her şeyin olacağına inanırdım da radyo 4'ün pop veya fantezi eser çalacağına inanmazdım, yemin ederim bu dünyanın çivisi çıktı, ibresi şaştı. vay ibre vay. saatim çizildi bu arada. duvara çarptım. hayır evdeki kırık kapıyı nE zaman kırdığımı hatırlamıyorum, çok ayıkmış olmalıyım. sarhoşken daha çekilir oluyorum sanırım. bilmiyorum. bilmiyorum deyince kendimi güçsüz hissetmiyorum, bilmemek mutsuzlaştırmıyor beni. hay aksi yönde ilerleyelim beyler. allah bizi inandırsın kahvaltının bile şekeri yoktu, balın şekeri çıkmıştı hemen kaloriferin üzerine koydum. perdenin deliklerinden gökyüzünü gözetledim. acelemden çayı tazeledim. türkçe sözlükte acele'nin karşılığını taze olarak belirledim.

21.06.2020


Ocak 04, 2009

biberleyelim evlat

şimdi çatılar bütün uzuvlarını kaptırmışken kara, sokak lambalarımı kestiler çocuktum. belki patara plajı’nda bu soğukta ne yapardır kaplumbağalar. güneşin değdiği yerden öpmek lazım tüm bu yazılı manifatura ve mefruşatı. gök yumurta üstüne yumurta fırlatıyor üstüm. kalın tabanlarım keçe aldılar kendilerine seyyar satıcıdan, seyyar olmaktan memnuniyeti nedir acaba sormak lazım, her şeyi sormak lazım, sormadan mümkünatı yok tüm bu evveliyatın. kara basıyorum iz oluyor. tombala oynuyorum, kaşım gözüm yar. içtim biraz, sonra karda yürüdüm. kartopu attım kendime. çocuk parkı yaptım garın orda, kardan. bardan adamdı bizim ziya. çok içmiş olduğumu. sallandım. insanlar gördüler. porsuk’un kenarında yürüdüm, içimden bir atlı geçti kayığıyla dıgıdık dıgıdık, anlayamadım. eğlendim. üşüdüm çok. en çok ayakları üşüyor insanım. atkım tıpkı benim gibi kokuyordu. sigarayla karşık bir hava vardı, karlı. kaybettiğim şapkam için kardan bir mezar yaptım, ağladım. cinderella benim külüme muhtaçtır diye biliyordum, komşu da komşunun. komşu komşu hu. ah ya, evde yoklar, doğalgazdan zehirledim o çocukluğu ben, intihar bombası yerleştirdim poşumun içine, atlarımın koşumuna dehledim, deh deh düldül sen bülbülsün ben bir şeyler. şüphesiz ki diğergam bir insandım ama sevgilime eziyet ben. eziyet de bir meziyet hey ziya. sizim ben, sizsiniz siz. o içinden duman çıkardığımız evi hatırladım, korktum, lületaşından bir kuş yonttum. yangın yananındır. şiir okuyum dedim biraz, kuyular geldi aklım, vaz. o kim bu kim şu kim, ya şu, ya bunda evetdır. içmeye niyetlendim çok. birbirine hiç de paralel olmayan, birbirini kesmeyen de bir sürü dünya sahibi idim, ne demişler atalar, mal sahibi mülk sahibi hani bunun ilk sahibi. sekiz adet yüreğim vardı yanlış saymadıysam, sekizi de sessiz, sert sessiz. hani bana hani bana demiş, müthiş de bir insan sevgisi tanrım ne yaman. “sıkıştıkça” ile başlayan bir cümle kurasım geldi. şarkı söyledim:
- “küçük kız, küçük kız, söyle bana nerdeydin? bu sabah bekledim, oynamaya gelmedin. bu sabah bekledim, hiç görünmedin?”
- “sormayın halimi, ah neler oldu. yüreğim sıkıştı, gözlerim doldu. başıma gelenler, eğer bilseniz. çok üzüntü duyar, ağlardınız siz.”
çok geldi sonra şarkı uzun içimden. ‘madonna olacakmış’ dedim ya, inanmadınız, ama neden inanmazdınız. bu sırada karda açtığım kuyular çok derin oluyordu ve içine tüm pislikliklerimi dolduruyordum ve merdivenlerden düşüyordunuz. babam da artık beni aramıyordu, ismail amca da. ismail de amma da isim ha be kâmil. diğer dostlarım da unutmuştu beni. ben de yeni dostlar bulmakta pek mahir miydim neydim, çok kalleş biri olduğum su götürmez bir gerçek idi ve kendimi eşek suya üç tur düzenleyene kadar dövmeliydim. bi tur versene be ersan. bisikletine koyim ersan. ben merak etme oynayabilirim çıkma araba lastikleriyle, ellerimizin en sevdiğimiz rengi. ahah, aloe vera’lı bakım kremi. çocuğumun ismini aloe vera koymayı düşledim. ellerimden öpmelisin, avcumu öpmelisin, avcumdan su içmelisin, ellerim gözlerimdir benim, dolayısıyla bir öpüşte iki kuş. ya kuşlar, kuşlara ne demeli, sofralarımızın daim konukları kuşlar, onlar da mı yalandı. kuşlar, balıklar, hayvanları seviyor olmalıyız. bu işte bir cinlik var, eti cin. mahirdim evet, yeni dostlar bulmakta mahirdim, erkek olursa mahir, kız olursa çayan, yeni dostum olursa da adı ‘teğmen dan’. sağlam adamdı allah var, bana hiç benzemiyordu. kalemi bastırdıkça kara, bastırıyordum. sokak lambalarımı kestiler, traktör bisikleti çiğnedi, ezdi, kar ellerinden tutmuştu çatıların, kollarını da istiyordu. vallahi hayat pek zordu, hem de benim gibi dünyalar savaşı oynayan biriyle inanılmaz zordu ve neden bu kadar kalpsizdim bilmiyordum, küçükken kalp yerine bir pil sahibi miydim, kalbimi kumbaraya mı atmıştım, orada mı birikiyordu, yoksa annem benim annesi değil miydi, ahahah işte buna pek güldüm dostum ‘lieutenant dan’. sahi fransız teğmen’in adı neydi, kadını vardı bir de onun değil mi. ayva reçelim bitmek üzereydi ve annemi aramalıydım. içinden o dumanlar çıkardığımız evi hatırladım, annemin çocukluk evlerine benziyordu o sokak, oysa ben hep o sokakları gezmek, bu yüzden sanırım, yani içinde bunca sokak varsa ve hepsine bir şair ismi verilmişse, bir insanın içinde yani bunca sokak, sokaklarda top oynayan çocuklar, topunuzu keserim ulan, camları kırıp çok uzaklara çekip gitmiş çocuklar varsa, içinden duman çıkan ahşap kagir verandalı evler varsa insanın içindeki sokakların içinde, benim gibi oluyor diyebilirim sözgelimi, az kalpli ve bu yokuşu çıkmakta zorlanıyorsunuz farkındayım, kalp kelimesini de yasaklıyorum size genç şairler, bana yürek ve kalp kelimeleriyle gelmeyiniz, kalbinizi kırarım, sokak deyiniz mesela kalp yerine, ya da sokak lambası filan, onu o kadar eskitemedik henüz, esnetiyoruz mütemadiyen, siz iyisi mi harım veya avlu deyin.
havlu atmayın.

19.06.2020


Aralık 22, 2008

pencereden kar geliyor

“Bir yılbaşı gecesiydi. Dondurucu, kavurucu bir soğuk vardı. Yoldan geçenler paltolarının yakasını kaldırmışlar, atkılarına bürünmüşler, hızlı hızlı yürüyorlardı. Kimi evine geç kalmış, acele ediyor, kimi bir eğlence yerine gidiyordu.” ...

ellerimde mağaralar var. ellerimde mağaralarınkiler gibi yarıklar. sodra dağı’nın eteklerinin plilerinde kurulan bir evimiz vardı, birkaç da bacamız muhakkak. bacalarıyla meşhur bir kasabanın yoz bir çamurunda doğmak ne demektir bunu hepimiz biliyoruz. taraçanın ve verandanın ne anlama geldiğini hâlâ bilmiyorum, veronika ölmek istiyor bunu biliyorum, bazı kelimeleri hiç bilmek istemeyebilir bir insan, bunda mutabık mıyız, sundurmanın ise yağmurdan koruduğunu biliyorum. pergola ve ferforje’yi ise mesleki olarak biliyorum, gayrihtiyari bildiğimiz şeyler de vardır, bunu hepiniz biliyoruz. güzel kelimeler nitekim. ne demiştik, kır evinin verandasında bir rüzgâr gülüne rastladın, ve popüler kültür iliklerine kadar işledi. ellerimde karnıyarıklar var. ellerimde mağaralar. ellerimdeki mağaralardan teröristler yetiştiriyorum, peşmergelerim anaokuluna gidiyor. ben annemin son dostuyum, vere ağlamış. ne demiştik sevgilim, benim de en sevdiğim mısram “baba bana balkon almadın” oluyor durup düşündüğümde. durmadan düşünemiyorum ne yazık ki, durup durup, bir şehri tam kalbinden vurup, ah yine yaptı annesi. albayım albayın al beyinleri var ellerimdeki yetişkinlerin, kırkırmızı. kıskırmızı. kırmızısı kıt bir hayat başka türlü ne bileyim işte, çekilmiyor sanki. chris norman’ın midnight lady şarkısını erotik bulan var mı, ben inanın bulmuyorum, ahaha, ara ki bulasın. ayrıca ellerimdeki çocukların süper bir top sahası var, seksenlerden kalma kıçlarında biten şortları, galasataraylı beşiktaşlı formaları, arkasında on numara, metin ali feyyaz. bir çocuğun ramazanda taraçatıya çıkıp top sesini dinlerken baktığı dağın deliklerinde ne canavarlar büyürdü bilir misiniz hepimiz, o dağın eteklerini çekiştirir dururum hâlâ. anneler oğullarında alıyor soluğu. soluk oluk oluk oğul oğul kokuyor kış geldiğinde, “hoh!” de. aşk sence bir oyun mu, tri lay lay lo.

kış gelirken şeb-i aruz’la başlayan haftayı kibritçi kız haftası ilan ettiğim malumunu ilam etmiş miydim sizlere. ah hayoor, ne yaparsın ki şarkılar illa ki bitmeye programlanmış. repeat after me. kış geldikçe aklıma kibritçi kız geliyor, onu hepiniz tanıyor musunuz, tanımanızı isterdim, lakin bu durum zihin sağlığımız için zararlı, yine de zihne küşayiş verdiğini saklayamam. ve aklıma şükrü enis regü’nün “elma ağacı” şiiri, sizlerle paylaşmak istedim: 

Yine başladı soğuklar / Boyuna yağıp duruyor yağmur / Esiyor rüzgâr acı acı / Nasıl geçireceksin bu kış / Elma ağacı? / Gölgen de yok ki sana arkadaş olsun. / Tek başına kaldın bu kış kıyamette... / Artık kimse bakmaz oldu yüzüne; / Dallarına tırmanmıyor çocuklar / Kuşlar uğramıyor semtine. / Üzülme, bu günler çabuk geçer / Bir bakarsın bahar geliverir; / Yeniden allanıp süslenirsin. / Bizim için yine çiçek açar, / Meyve verirsin!

maalesef andersen masalları tutuştu ilk ellerime, ve ömer seyfettin, özellikle kaşağı ve diyet. en çok kibritçi kız’a ve kurşun asker’e takıldım -bu yüzden üzerinde balerin olan müzik kutuları da pek içimden gelir bana-. kış geldi. hayat bilgisi kitaplarında tanrım neden insanlar hep yılbaşlarına kar yağarken giriyorlar diye düşünüyorum yirmiyedi senedir. bu ülkenin elleri var, kesik elleri, parmakları. benim de gördüğüm en bıçkın tamlamadır “bu ülke”. cemil meriç’in toprağı bol olsun. ben hep kar bekledim yeni yıllarında. bir de, her defasında dedemi bir daha görebilmek için bir kibrit çaktım. bu yüzden, işte bu yüzden, sırf bu yüzden işte. en uzun gece’yi de geride bıraktığımız şu günlerde ellerimizde çıralarla yürüyoruz hayali hıdrellezlerde, bu yüzden mi yazdım “işte geldiniz” diye hıdrellez’e, ne demiş mfö ‘bir zamanlar fırtınalar estirirdim’ adlı şarkısında, “ah ne bileyim ben.”

araba arkasından boşa koşan köpekler gibi. siz öyle sanıyorsunuz. senin baban hiç mcdonald’s yavrum. önüne baksana be adam. bir şeyi ne kadar da ucuza aldığını komşusuna anlatan adam. her sabah karısını öperek arabasından uğurlayan banka şefi adam. kravatlı adam. iki keklik seke seke bizim evi yol eyledi. bak yeminle söylüyorum doktor. pike yapışı gibi bir ak babanın. insanity’nin crescendo’su gibi. vecihi çılgın pilotum benim. baba yaşaar. şükran hemşire’nin hangi filmde oynadığını merak edip üstüne bir de bulanlara benden iki bira, üçüncüsü o anki kafama bağlı, google’da yok... gördünüz işte koştum ama yetişemedim. kuş uçurtmadım içimde. sessizliği kapana kıstırdım. kayrak uçurtmalarla allahıma mektup yazdım. küflenmiş posta kutularının kilitleri, korozyona karşı duramadım. ahaha hayatın dolgusu düştü. babalar hep haklı çıkar bizim oralarda. ben uzun şiirleri pek okuyamıyorum sayın edip cansever. dikkat yarış atları! bir evden ayrılmanın vaktinin geldiğini duvarlara astığım güzide sanat mahsullerinin birer birer düşmesinden anlıyorum, size de hatırlatmıştım aylar önce marilyn monroe’nun düştüğünü, bildiğiniz gibi. izlediğim hiçbir filmin sonunu hatırlamıyorum, o yüzden hiçbir şeyi sonlandırmıyorum, sonsuza rehin bırakıyorum.. tam oniki hafta oynadı bu film, kapalı gişe. renkli. bir kitap çıkarırsam adı “renkli” olabilir. siz bir şey anlamayın diye. bunu da anlayın diye anlatıyorum. her anlatılan şey anlaşılması içindir anlamsız olsa da. beni geleceğe kaldırın, mesela, kadehinizi diyorum. siz de bitlendiniz mi ilkokulda, upuzun saçları vardı kızların, muhakkak, şu kızın saçlarını tokalasak da mı saklasak, şu saçları tokalamalı mı tokalamamalı mı. e daha dur daha dur dahadurdaha. güzelim sen sevişir misin benimle rebeka’nın yerine. sevme kızım yanarsın, diye söylerdi annen. i remember everything, bu yüzden the walk adlı şarkıdan hoşlanıyorum, açılıyor açılıyor ama kapanamıyorum. bu uzun kışa giriş gecelerinden birinde, hani kaloriferler. tıkabasa doludur televizyonlar. biz boş zamanlarımızda sigara içiyoruz müdürüm.

balavca deresi geçerdi mahallenin önünden. içinde bilumum pislik. kış geldi mi yağmur yağdı mı dolar taşardı, bildiğin gibi değil. dolar taşardım kış gelince ben de, bildiğim gibi değil. pencereden kar geliyor, derken mahalleminizin ince ılık sesli şarkıcısı, gurbet bana zor geliyor, diye de eklerdi bunu hepiniz bilirdiniz. bildiğiniz gibi değil. pisliğini balavca deresine akıtan bir kireç fabrikası vardı, ilk icadım fabrikanın atıklarından tebeşir imâl etmek olmuştur. imâl usûlleri makina mühendisliği’nin önemli teorik derslerinden biridir.

ikinci palto film günleri başladı şehrimizde. bir şarap için cumartesi’den daha güzel bir isim bulmak ne kadar zorsa bir film festivali için de bu kadar güzel bir isim ancak böyle bulunabilirdi -itinayla cümle düşürürüm-. güzel filmler var, itinayla bozduğum beyin kimyamın redoksunu tamamlayabilirsem, tepkimeleri eşleyebilirsem bir iki filme gitmek istiyorum, tam da karın beklendiği şu günlerde, yeni paltomla birlikte. palto dediğinin yakası kalkık olur arkadaş. çünkü dikkat et, sokak lambasının altından paltomun yakasını kaldırmış ben geçiyorum, balkonunun baktığı sokaktaki boşluğa tebeşirle “seni seviyorum” yazıyorum.

12.06.2020


Aralık 03, 2008

onuncu köy

yaklaşık ikibuçuk senedir blog alemindeyim. ilk zamanlar çok özenirdim, "mim"lenmeye. hiç mimlenmemiştim, bundan sonra da istemem herhalde. her neyse, bunları yazmaya teşvik ettiği için bir taraftan teşekkür ettiğim "pisikopati" arkadaşım beni "en sevdiğim 10 yer" konusuna davet etmiş. dünden beri düşünüyorum, hayır en sevdiğim on yeri değil, yazsam mı yazmasam mı diye düşünüyorum. şimdi de en sevdiğim on yeri, önem sırası gözetmeksizin, aklıma geliş sırasına göre yazmayı deneyeyim.

ev kavramını konudan dışarı çıkaramayacağım maalesef, yani evcil bir insan mıyım bilmiyorum, ihtimal öyleyim, ama bu ev sevgisi evcillikten değil de, yaşadığım, kaldığım, içinde büyüdüğüm evlerin üzerimde bıraktıkları izlerden kaynaklanıyor. sevdiğim evleri sıralamaya kalkarsam on maddeyi doldurur sanırım.

ilk sırada doğduğum büyüdüğüm ev var. yirmidokuz senelik bir yapı. bizimkiler evlenip oraya yerleşmiş ve hâlâ oradalar. müstakil, iki katlı. kendimi bildim bileli alt katta kiracılar oturur. çocukluğumda leyla yengeyle hasan amca otururlardı, emirdağlı. ve her kiracı nerden baksan yedi sekiz sene oturur öyle çıkar, o yüzden akraba gibi oluruz onlarla. övünürüm ben bu evle, her ne kadar son on altı senedir arada bir girip çıksam da aynı avlunun aynı çevrenin zamanla değişimini irdelemek. tarlaların sokaklara dönüşmesini gözlemek. çakalların tilkilerin gelinciklerin dağlara zoraki geri çekilişini görmek. çamurun sahadan temizlenişine, asfaltın dünyayı dümdüz sıradan bir yer haline getirişine birebir tanık olmak... bu evin bulunduğu mahalle, mesela o ilçede hâlâ yapay bir çocuk parkına sahip olmayan nadir yerlerden biridir. sokakları hâlâ asfaltlanamamıştır, kışın ayakkabılarınız çamura bürünür, sokaktan lüks bir araba geçtiğinde çocuklar hâlâ arkasından koşar, köpekler yoldan geçen bir arabanın peşinden hâlâ koşarlar, yazın çocuklar sivrisinek ilaçlayıcısı mazot arabalarının peşinden hâlâ düşerler. kentleşme ve yozlaşma muhakkak ki buraya da uğramıştır, televizyon elbette bu mahalleye de girmiştir, hatta hayıtlı olan adı bile cumhuriyet olmuştur, ama yanıkkuyu mevkii ya da yayla sokak durmaktadır. adreslerde 'x apartmanı' yazmaz mesela. nasıl ki tarihsel gerçekler içinde geçtiği çağlarla birlikte değerlendirilirse bu ev de içinde büyüdüğü mahalleyle ve komşularıyla değerlendirilmelidir. evi tarif etmeye pek lüzum yok, ne de olsa seksenlerde hepimiz benzeri evlerde büyüdük, ekstra bir özelliği de yok, ama doğduğum zamanlar ebe kavramı hayattaydı, ve ben o evde bir ebe yardımıyla doğdum, deprem filan olmazsa bakarsınız oralarda bir yerde devam ederim. mühimdir bu ev, hemen bitişiğindeki tek katlı babaanne evi, ve onun hemen bitişiğindeki iki katlı hala eviyle. sobası, bahçesinde tavukları, her yeri dolanan asma çardağı, bahçesindeki rokaları marulları, kayısı limon şeftali portakal erik ayva ağaçları. her bir meyvenin güzel bir insanı temsil ettiğini düşünürüm, güzel insanlar bahçelerde büyür, daldan düşerler.

ikinci evimiz o ilçenin bağlı bulunduğu il merkezinde üç öğrenci olarak kaldığımız büyükçe ve yine sobalı bir evdir. üç küçük velet olarak taşındığımız o evde daha önce bir öykümde bahsettiğim üzere her şeyden üçer adet vardı. bir insanla birlikte yaşamanın zorluklarını, arkadaşlığı, paylaşmayı, küçük bir çocuğun bile olsa hırslarını, düşmanlıklarını, ailesinin etkisiyle bile olsa aklında dolaşan kem düşünce bulutlarını, kompleksleri, yardımı, tasarrufu, çalışmayı, alışveriş yapmayı, fatura ödemeyi, soba yakmayı, bozmayı ve tamir etmeyi, ergenliği, âşık gezmeyi, yani hayatın birazını o evde öğrendim. apartman kavramını, derli toplu sokak kavramını, apartman komşuluğunu. çoraplardan top yapmayı, kağıttan raket yapıp masa tenisi oynamayı, kartondan satranç tahtası yapmayı ve kağıtlara piyon vezir şah fil at yazmayı, çivileri tahtaya çakıp onları oyuncu olarak belleyerek futbol sahası yapmayı, ingilizceyi ve ingilizce mektup yazmayı, günlük yazmayı... oraya her gidişimde önünde geçerim. ve burada özdemir asaf'ın "taşınmak" şiirini okumanın ve o zamanların yadigarı muhsin bey'e selam durmanın da tam sırasıdır.

üçüncü ev olarak pembe boyalı bir evi söyleyebilirim. o ilçenin bir köyündedir. kötü çekilmiş bir fotoğrafını koyabilirim belki buraya. köyün tam merkezinde, köyü ikiye bölen bir yolun tam dönemecinde, mezarlığın alnacında bir ev. sekiz yaşına kadar filan oraya her haftasonu gidip gelmiştim, karşı komşumuzun oğlu deli hasan'ı hatırlıyorum. her bayrama gidişte geçerim önünden, onu görürüm, evlerinin avlu kapılarında durur ve gelen geçene bakar, hep, ordadır hasan. çocukluğumda birlikte oynadığımızı çok iyi biliyorum, benden bir yaş büyük, benim onu hatırladığım kadar o da beni hatırlıyor mudur, bilmiyorum. "naber hasan?" derim her görüşümde, öylece bakar, bir konuşabilsek de anlatsa bana çocukluğumuzu, dedemi. evlerinin önü boyalı direk türküsünü o evden dolayı çok severdim, ibrahim tatlıses'in söylediği biçimiyle. mezarlıkta oynardık hasan'la, onların evi mezarlığa doğrudan bakardı. bir de dedemi hatırlıyorum sanki, avdan gelmiş, ocakta bana kavurma yapıyor. heybesini çıkarmamış sırtından, ispanyol işi çift kırmalıyı duvara dayamış, oğuzhan'ı da çağırmışız, onu da çok severmiş. biliyor musunuz dedemin dünyada en çok sevdiği insan benmişim. o herifi vuracağım.

dördüncü ev, yine aynı ilçenin başka bir köyünden. o ev de hâlâ duruyor, o evde de iki çocuğun doğuşuna tanık oldum. altındaki damda saman parçaları arasında, yine dededen kalma şarap şişelerine sapan sallayarak büyüdüm. farelerin gezintilerini ilk o zaman hissettim. sabah erkenden kalkıp ananneyle inekleri sağmayı, o sütün sağılma sesini, sütçü mehmet sadık'ın her sabah gelişini, ekmekçi ali dayı'nın köy meydanından "ekmekçi geldiiii!" diye bağırıp tüm köye haber salmasının şaşkınlığını, mezarlıktan lale toplamayı, her salı bir sürü kadının bir kamyonet kasasına doluşup zerzevatıyla ilçe pazarına gidişini, pembe boyalı köy okulunu, kuşların canına okuyuşumu -hahah, mustafa kemal havası sezdim kendimde-, ağaç kovuğuna girip kendime hayali bir araba tasarlamayı, zeytin dallarını direksiyon yapmayı, birol'u çetin'i serdal'ı. her bayram uğrarım. bayram bu yüzden sadece bayram değildir. "payton geldi meyhaneye dayandı" türküsünü de buraya çağırabiliriz. kumruların elektrik tellerinde sadece ötmediklerini, aynı zamanda "guguk guk, yağ döktük" şeklinde mırıldadıklarını ve bunun bize birşey anlatmaya çalıştığını da burada öğrendim. "anahtar, mühür, kalp gibi kumru da çoğu zaman bağlılığın sembolüdür." "bizim uslanmaz ruhlarımız / hiç kumrulaşabilir mi? / suskuyla yanyana oturan iki kumru… / iki sevgili yanyana oturarak / uzun süre hiç konuşmadan / yani kumrulaşabilinir mi?"

aklıma gelen bir sonraki ev, beşinci ev, selim’in evidir. dalbudak sokak, filiz apt., kat beş, beşiktaş. burası da çok sevdiğim bir yerdir. hâlâ durur. ben yıldız'dan aşağı kitaplarımı koltuğumun altına sokmuş denize doğru kıvrılırken ilk uğrak yerim orasıdır. nazım da oraya gelir, hasan'la bahadır da, eğer gelirlerse. biz yurttayızdır, selim şanslıdır, eve çıkabilmiştir, hem de tek başına. hem de beşiktaş'ın göbeğinde. mükemmel. okuldan çıkarım, belki termo dersinden, belki malzeme, belki seçmeli türk müziği, saat dört beş sularıdır öğleden sonra. selim'e uğrarım, o hazırlık okuyordur, o yüzden erken çıkar hep. kapı otomatiği çalışmaz, zile basarım anahtarı atar yukarıdan. "ekmek al olum." annem anlatırdı, küçükken koptum mu fatih'in yanına gidermişim. üniversitede yurttayken de koptum mu selim'e giderdim. evde ne varsa bitmiş vaziyettedir. star tv'de türk filmi saatidir o saatler, ölesiye izlerim, malihulyalara dalarım. çay yaparız, "hadi bugün de kahvaltı yapalım." o yılların en değerli evidir orası, tüm zamanların da ilk onuna girer gördüğünüz gibi.

altıncı evimiz yine beşiktaş'ta, ilk çıktığım evdir, maalesef sokağının adını hatırlayamayacağım. çırağan tarafında, laz bir emlakçı pezevenk vasıtasıyla kiraladığım yeraltı hücresi, L tipi. amerikan mutfak, içinde yani. insanlara aşağıdan bakmayı orada öğrendim, nemlenmeyi, demlenmeyi, şimdi tamamen unuttuğum ud çalmayı, soğukla haşır neşir olmayı, yalnız kalmayı. nazım eksik olmasın. zoraki bir yurttan çıkışla da olsa o ev sayesinde krallığımı ilan etmiştim işte, üst katta hep boğazlı kazağıyla hatırlayacağım osman, boğaza bakan umumi çatısında içtiğimiz biralar. yatağım tam da apartmanın giriş merdiveninin altındaydı, pencerede perde niyetine sofra bezi. tam karşıda emrah'ın iki kız arkadaşı otururdu biri güzel, hem de ikinci katta. bazen karşı apartmanın büyük pencerelerinden güneş yansımaz mıydı bana da, hemen indirirdim sofra bezini, bakın işte o sayede bunları yiyoruz şimdi bu sofranın üstünde, dünyaya bağdaş kurmuş biçimde. "yalnızca bana ait. bir çöplük. bir masal sayfası. dilâlem çengisi. masallara sığmazdım artık. sofralara neden sonra sığdım." 'yeditepe istanbul' geceleri düzenlerdik her pazartesi, özgür ve bilge de gelirdi, şarap içerdik ucuzundan, buzbağ şarabı şimdiki kadar meşhur ve pahalı değildi. yusuf mu ali mi, bir türlü karar veremezdik, biz aslında ömer'in üniversiteli temsilcileriydik, göğse kazınan D harfi sorulduğunda, dünya'nın d'si diyecek kadar. velhasıl, bir seneye yaklaşan bir krallıktı benimki, duvarları gam, beni nem yıktı.

bir sonraki sevdiğim ev yine beşiktaş'ta, altıntaş sokak'ta idi, sinanpaşa mahallesi, bu defa dördüncü ve son katta, arşa yükselmiştim, yerden göğe kadar da haklıydım, göğe bakmayı da orada ilk kez terennüm ettim. raşit'le birlikte. tabaklarımız, tencerelerimiz, bardaklarımız. üst kattayız diye sevinirken kış geldi, yağmur yağdı. "yağmur erkek çantayı aldığında küçük kağıt parçası da bu çantanın içindedir. ama yağmur kadın çantanın içine başka kağıt parçaları da koymuş, çantayı bunlarla doldurmuştur." kağıt parçaları esas olarak bu evde girdi hayatıma, not almaya ve yazmaya burada başladım diyebilirim. bilgisayar edindim ve müzik dinlemeye de burada. adı müslüm'dü, raşit mi takmıştı, nazım mı, ben mi, hatırlamıyorum. ama açılış parçasını raşit'ten kaynaklı olmak üzere birlikte tayin etmiştik: "gelin olduğun gece". ikinci dönemdeki açılış parçamız da "yeşil gözlerinden muhabbet kaptım" olmuştu, bismillah niyetine, gelsin şişeler. 'küçük ev' adlı bol kedili şirin tekel dükkanını ve kısa ballıca'yı da o evdeyken keşfettim. işçi pazarını, sokaktan elinde teybiyle geçen sanat müziği amcasını da. alt kattaki kahvehaneleri, karşıdaki vücut geliştirme salonu, "fight club" dedim o sokağa, köşesinde kır pidecisiyle, çok kötü. sonra emrah bıraktığı yerden tekrar dahil oldu hayatımıza.

sekizinci ev yine beşiktaş'ta, türkali mah., karakol sokak'ta, m yılmaz apartmanı'ndaki üç no'lu daireydi. giriş katı, asıl yerimizi bulmuştuk emrah'la. giriş katlarıydık çünkü, giriş işte. o zaman giriştik çünkü hayata, allah ne verdiyse. "tamirci muslukçu" o sokakta peydah oldu. doğalgaz denen şeyi yakmayı bir soba vasıtasıyla da olsa orada öğrendik. sait faik'le orada tanıştım, bütün eserleri'ni hediye etti bana. edip cansever'le de. gelen son zamlarla birlikte marmara 34 ani bir atakla bağcı ve buzbağ'ın önüne geçmişti. karşı komşumuz öldüğünde bir ölüye ilk defa kapı gözetleme deliğinden orada bakmıştık. alt katımızda ilk defa kızlar oturmuş ve sertaç geldiğinde yaptığımız udlu alemlerden ilk defa orada rahatsız olunmuştu. takma adla yayımlanan ilk hikâyem oradayken yazdığım bir şeydi. kendi odamı istediğim gibi düzenleme şansına adamakıllı orada sahip olmuştum, ballıca paketlerini biriktirmeye de orada karar vermiştim, sendeki kibritler bendeki sigaralar. evin daimi misafirleri hep aynıydı, özgür ender suphi bilgehan selim tansel nazım. captain black'le de orada tanıştım.

dokuzuncu ev ise nazım'ın evidir, şimdi adını sadece şimdilik unuttuğum bir üst sokakta idi. sokağın köşesinde bir pavyon. ya bende olurduk ya da onda. orda içmenin tadı da ayrıydı, duvarlarının badanasını bizzat ben yaptım. araba teybinden portatif radyoyu, ve karton içine monte edilmiş hoparlör teknolojisini de nazım geliştirdi. marmara 34 tamamen etkisi altına almıştı bizi. oya bora'nın "sevmek zamanı" şarkısı da nazım'ın ısparta'da çektiği bir kasedin içinden çıkarak o evin en büyük sürprizlerinden biri olmuştu. ona hediye ettiğim yuvarlak aptal masa, ve çıkma kırmızı koltuklar. biraz kitsch biraz kıç biraz kıçıkırık biraz kırıkçıkık bir oluşumdu hayatımız.
terk ettim.

"düğüm düğüm bir öykü çocukluğum yüzünden sinüs dalgası biçiminde akıp geçti gözlerimin önünden. belki de yazdıklarımı bir taraftan da karalıyordum. çıkış yolu yok ki." onuncu ev ise bambaşka bir şehirde bambaşka bir mahallede ve sokakta idi. o başka şehirde başka bir apartmanın son katındayım şimdi. yalnızım. tren mezarlığına bakıyorum, her geliş geçişte trenleri görüyorum. küçükken en çok kar görmeyi ve trene binmeyi hayal ederdim, ikisini de yaptım, biraz büyüdükten sonra da en çok tek başıma eve çıkmayı hayal ederdim, bunu da yaptım. şimdi özdemir asaf'ın taşınmak şiirini tekrar okumak sırasıdır. bu ev başka bir bene sahip oldu. başka müzikler çaldı. yeni şarkılar söyledi. yeni fotoğraflar çekti. çekiyor. onbirinci eve çıktığımızda bu onuncu köyden de bahsederim elbet, ama şimdi sıcakken olmaz. sevdiğimi belirteyim yeter.

iki tane onuncu ev var aslında, bir diğeri de acıbadem'de, acıbadem likörü gibi acıbadem kurabiyesi gibi bir ev. onun koridorlarını sevdiğim kadar hiçbir evin koridorlarını sevmedim, oraları dolaşıyorum. kaybolmak işten değil.

en sevdiğim on yer deyince bunlar geldi benim aklıma. pek gezmişliğim görmüşlüğüm yoktur zaten bunlar haricinde, iş icabı çıktığım geziler haricinde. yeni başladık gezmeye. burayı okuyanlar varsa, tek tek isim vermeksizin onlardan ricam kendilerinin de "en sevdiğim on yer" başlığıyla bir güzelleme yapmaları, hiç yazanla yazmayan bir olur mu?


kaf dağ var

“Adem Babayla Havva Anamız cennetten kovuldu, ben kovulduğum yere bir daha gitmem. Sen cennette misin cehennemde misin? Herkes papağanlar gibi konuşsun, ben de hindi gibi düşeneyim. Herkes Ahmet, Ahmet, Mehmet, Mehmet desin, bu da düşünüyor desinler bana bakarak. Ben düşünmeyeyim de kim düşünsün? Herkes papağanlar gibi rengârenk olsun, ben de kırmızı bir ibik, kırmızı bir yürek çenemde dolaşayım. Dünyada her şeyle alay edersen akıl başta duruyor, yoksa ince düşündüğün zaman seninle alay ediyorlar.

-Ben ilk kez bir insanla konuşuyorum o da sensin.”

evdeki bütün sesleri kıstığın zaman alt kattan televizyon sesi geliyor, haberler haberler haberler. haberin var mı bundan, olan biten, uzaydaki son gelişmelerden. belki eşkıya otelinde andre mışkin, önce öksürük, ardından “bolşevikleri sevmem ama ...” diyor. bilmem. son günlerde tırnaklarım beyazlıyor, biliyorsun vitamin eksikliği demek idi ilk ve ortaokullar için türkçe konuşan sözlükte bu beyazlıklar, “haydar ediskun ve baha dürder” hazırlardı hatırlarım. unutmam.

“Çok uzakta kaldı benim olan ağaçlar”, dedi. “Tekrar onları görme gücünü bulabilir miyim mayıs ayında? Kuşlar geldiği zaman ve onlar...” “Belki de hiç bir şey hak edemem ben, anılardan başka.”