Aralık 03, 2008
onuncu köy
yaklaşık ikibuçuk senedir blog alemindeyim. ilk zamanlar çok
özenirdim, "mim"lenmeye. hiç mimlenmemiştim, bundan sonra da istemem
herhalde. her neyse, bunları yazmaya teşvik ettiği için bir taraftan teşekkür
ettiğim "pisikopati" arkadaşım beni "en sevdiğim 10 yer"
konusuna davet etmiş. dünden beri düşünüyorum, hayır en sevdiğim on yeri değil,
yazsam mı yazmasam mı diye düşünüyorum. şimdi de en sevdiğim on yeri, önem
sırası gözetmeksizin, aklıma geliş sırasına göre yazmayı deneyeyim.
ev kavramını konudan dışarı çıkaramayacağım maalesef, yani evcil
bir insan mıyım bilmiyorum, ihtimal öyleyim, ama bu ev sevgisi evcillikten
değil de, yaşadığım, kaldığım, içinde büyüdüğüm evlerin üzerimde bıraktıkları
izlerden kaynaklanıyor. sevdiğim evleri sıralamaya kalkarsam on maddeyi
doldurur sanırım.
ilk sırada doğduğum büyüdüğüm ev var. yirmidokuz senelik bir yapı.
bizimkiler evlenip oraya yerleşmiş ve hâlâ oradalar. müstakil, iki katlı.
kendimi bildim bileli alt katta kiracılar oturur. çocukluğumda leyla yengeyle
hasan amca otururlardı, emirdağlı. ve her kiracı nerden baksan yedi sekiz sene
oturur öyle çıkar, o yüzden akraba gibi oluruz onlarla. övünürüm ben bu evle,
her ne kadar son on altı senedir arada bir girip çıksam da aynı avlunun aynı
çevrenin zamanla değişimini irdelemek. tarlaların sokaklara dönüşmesini
gözlemek. çakalların tilkilerin gelinciklerin dağlara zoraki geri çekilişini
görmek. çamurun sahadan temizlenişine, asfaltın dünyayı dümdüz sıradan bir yer
haline getirişine birebir tanık olmak... bu evin bulunduğu mahalle, mesela o
ilçede hâlâ yapay bir çocuk parkına sahip olmayan nadir yerlerden biridir. sokakları
hâlâ asfaltlanamamıştır, kışın ayakkabılarınız çamura bürünür, sokaktan lüks
bir araba geçtiğinde çocuklar hâlâ arkasından koşar, köpekler yoldan geçen bir
arabanın peşinden hâlâ koşarlar, yazın çocuklar sivrisinek ilaçlayıcısı mazot
arabalarının peşinden hâlâ düşerler. kentleşme ve yozlaşma muhakkak ki buraya
da uğramıştır, televizyon elbette bu mahalleye de girmiştir, hatta hayıtlı olan
adı bile cumhuriyet olmuştur, ama yanıkkuyu mevkii ya da yayla sokak
durmaktadır. adreslerde 'x apartmanı' yazmaz mesela. nasıl ki tarihsel
gerçekler içinde geçtiği çağlarla birlikte değerlendirilirse bu ev de içinde
büyüdüğü mahalleyle ve komşularıyla değerlendirilmelidir. evi tarif etmeye pek
lüzum yok, ne de olsa seksenlerde hepimiz benzeri evlerde büyüdük, ekstra bir
özelliği de yok, ama doğduğum zamanlar ebe kavramı hayattaydı, ve ben o evde
bir ebe yardımıyla doğdum, deprem filan olmazsa bakarsınız oralarda bir yerde
devam ederim. mühimdir bu ev, hemen bitişiğindeki tek katlı babaanne evi, ve
onun hemen bitişiğindeki iki katlı hala eviyle. sobası, bahçesinde tavukları,
her yeri dolanan asma çardağı, bahçesindeki rokaları marulları, kayısı limon
şeftali portakal erik ayva ağaçları. her bir meyvenin güzel bir insanı temsil
ettiğini düşünürüm, güzel insanlar bahçelerde büyür, daldan düşerler.
ikinci evimiz o ilçenin bağlı bulunduğu il merkezinde üç öğrenci
olarak kaldığımız büyükçe ve yine sobalı bir evdir. üç küçük velet olarak
taşındığımız o evde daha önce bir öykümde bahsettiğim üzere her şeyden üçer
adet vardı. bir insanla birlikte yaşamanın zorluklarını, arkadaşlığı,
paylaşmayı, küçük bir çocuğun bile olsa hırslarını, düşmanlıklarını, ailesinin
etkisiyle bile olsa aklında dolaşan kem düşünce bulutlarını, kompleksleri,
yardımı, tasarrufu, çalışmayı, alışveriş yapmayı, fatura ödemeyi, soba yakmayı,
bozmayı ve tamir etmeyi, ergenliği, âşık gezmeyi, yani hayatın birazını o evde
öğrendim. apartman kavramını, derli toplu sokak kavramını, apartman
komşuluğunu. çoraplardan top yapmayı, kağıttan raket yapıp masa tenisi oynamayı,
kartondan satranç tahtası yapmayı ve kağıtlara piyon vezir şah fil at yazmayı,
çivileri tahtaya çakıp onları oyuncu olarak belleyerek futbol sahası yapmayı,
ingilizceyi ve ingilizce mektup yazmayı, günlük yazmayı... oraya her gidişimde
önünde geçerim. ve burada özdemir asaf'ın "taşınmak" şiirini okumanın
ve o zamanların yadigarı muhsin bey'e selam durmanın da tam sırasıdır.
üçüncü ev olarak pembe boyalı bir evi söyleyebilirim. o ilçenin
bir köyündedir. kötü çekilmiş bir fotoğrafını koyabilirim belki buraya. köyün
tam merkezinde, köyü ikiye bölen bir yolun tam dönemecinde, mezarlığın
alnacında bir ev. sekiz yaşına kadar filan oraya her haftasonu gidip gelmiştim,
karşı komşumuzun oğlu deli hasan'ı hatırlıyorum. her bayrama gidişte geçerim
önünden, onu görürüm, evlerinin avlu kapılarında durur ve gelen geçene bakar,
hep, ordadır hasan. çocukluğumda birlikte oynadığımızı çok iyi biliyorum,
benden bir yaş büyük, benim onu hatırladığım kadar o da beni hatırlıyor mudur,
bilmiyorum. "naber hasan?" derim her görüşümde, öylece bakar, bir
konuşabilsek de anlatsa bana çocukluğumuzu, dedemi. evlerinin önü boyalı direk
türküsünü o evden dolayı çok severdim, ibrahim tatlıses'in söylediği biçimiyle.
mezarlıkta oynardık hasan'la, onların evi mezarlığa doğrudan bakardı. bir de
dedemi hatırlıyorum sanki, avdan gelmiş, ocakta bana kavurma yapıyor. heybesini
çıkarmamış sırtından, ispanyol işi çift kırmalıyı duvara dayamış, oğuzhan'ı da
çağırmışız, onu da çok severmiş. biliyor musunuz dedemin dünyada en çok sevdiği
insan benmişim. o herifi vuracağım.
dördüncü ev, yine aynı ilçenin başka bir köyünden. o ev de hâlâ
duruyor, o evde de iki çocuğun doğuşuna tanık oldum. altındaki damda saman
parçaları arasında, yine dededen kalma şarap şişelerine sapan sallayarak
büyüdüm. farelerin gezintilerini ilk o zaman hissettim. sabah erkenden kalkıp
ananneyle inekleri sağmayı, o sütün sağılma sesini, sütçü mehmet sadık'ın her
sabah gelişini, ekmekçi ali dayı'nın köy meydanından "ekmekçi
geldiiii!" diye bağırıp tüm köye haber salmasının şaşkınlığını,
mezarlıktan lale toplamayı, her salı bir sürü kadının bir kamyonet kasasına
doluşup zerzevatıyla ilçe pazarına gidişini, pembe boyalı köy okulunu, kuşların
canına okuyuşumu -hahah, mustafa kemal havası sezdim kendimde-, ağaç kovuğuna
girip kendime hayali bir araba tasarlamayı, zeytin dallarını direksiyon
yapmayı, birol'u çetin'i serdal'ı. her bayram uğrarım. bayram bu yüzden sadece
bayram değildir. "payton geldi meyhaneye dayandı" türküsünü de buraya
çağırabiliriz. kumruların elektrik tellerinde sadece ötmediklerini, aynı
zamanda "guguk guk, yağ döktük" şeklinde mırıldadıklarını ve bunun
bize birşey anlatmaya çalıştığını da burada öğrendim. "anahtar, mühür,
kalp gibi kumru da çoğu zaman bağlılığın sembolüdür." "bizim uslanmaz
ruhlarımız / hiç kumrulaşabilir mi? / suskuyla yanyana oturan iki kumru… / iki
sevgili yanyana oturarak / uzun süre hiç konuşmadan / yani kumrulaşabilinir
mi?"
aklıma gelen bir sonraki ev, beşinci ev, selim’in evidir. dalbudak
sokak, filiz apt., kat beş, beşiktaş. burası da çok sevdiğim bir yerdir. hâlâ
durur. ben yıldız'dan aşağı kitaplarımı koltuğumun altına sokmuş denize doğru
kıvrılırken ilk uğrak yerim orasıdır. nazım da oraya gelir, hasan'la bahadır
da, eğer gelirlerse. biz yurttayızdır, selim şanslıdır, eve çıkabilmiştir, hem
de tek başına. hem de beşiktaş'ın göbeğinde. mükemmel. okuldan çıkarım, belki
termo dersinden, belki malzeme, belki seçmeli türk müziği, saat dört beş
sularıdır öğleden sonra. selim'e uğrarım, o hazırlık okuyordur, o yüzden erken
çıkar hep. kapı otomatiği çalışmaz, zile basarım anahtarı atar yukarıdan.
"ekmek al olum." annem anlatırdı, küçükken koptum mu fatih'in yanına
gidermişim. üniversitede yurttayken de koptum mu selim'e giderdim. evde ne
varsa bitmiş vaziyettedir. star tv'de türk filmi saatidir o saatler, ölesiye
izlerim, malihulyalara dalarım. çay yaparız, "hadi bugün de kahvaltı
yapalım." o yılların en değerli evidir orası, tüm zamanların da ilk onuna
girer gördüğünüz gibi.
altıncı evimiz yine beşiktaş'ta, ilk çıktığım evdir, maalesef
sokağının adını hatırlayamayacağım. çırağan tarafında, laz bir emlakçı pezevenk
vasıtasıyla kiraladığım yeraltı hücresi, L tipi. amerikan mutfak, içinde yani.
insanlara aşağıdan bakmayı orada öğrendim, nemlenmeyi, demlenmeyi, şimdi
tamamen unuttuğum ud çalmayı, soğukla haşır neşir olmayı, yalnız kalmayı. nazım
eksik olmasın. zoraki bir yurttan çıkışla da olsa o ev sayesinde krallığımı
ilan etmiştim işte, üst katta hep boğazlı kazağıyla hatırlayacağım osman,
boğaza bakan umumi çatısında içtiğimiz biralar. yatağım tam da apartmanın giriş
merdiveninin altındaydı, pencerede perde niyetine sofra bezi. tam karşıda
emrah'ın iki kız arkadaşı otururdu biri güzel, hem de ikinci katta. bazen karşı
apartmanın büyük pencerelerinden güneş yansımaz mıydı bana da, hemen indirirdim
sofra bezini, bakın işte o sayede bunları yiyoruz şimdi bu sofranın üstünde,
dünyaya bağdaş kurmuş biçimde. "yalnızca bana ait. bir çöplük. bir masal
sayfası. dilâlem çengisi. masallara sığmazdım artık. sofralara neden sonra
sığdım." 'yeditepe istanbul' geceleri düzenlerdik her pazartesi, özgür ve
bilge de gelirdi, şarap içerdik ucuzundan, buzbağ şarabı şimdiki kadar meşhur
ve pahalı değildi. yusuf mu ali mi, bir türlü karar veremezdik, biz aslında
ömer'in üniversiteli temsilcileriydik, göğse kazınan D harfi sorulduğunda,
dünya'nın d'si diyecek kadar. velhasıl, bir seneye yaklaşan bir krallıktı
benimki, duvarları gam, beni nem yıktı.
bir sonraki sevdiğim ev yine beşiktaş'ta, altıntaş sokak'ta idi,
sinanpaşa mahallesi, bu defa dördüncü ve son katta, arşa yükselmiştim, yerden
göğe kadar da haklıydım, göğe bakmayı da orada ilk kez terennüm ettim. raşit'le
birlikte. tabaklarımız, tencerelerimiz, bardaklarımız. üst kattayız diye
sevinirken kış geldi, yağmur yağdı. "yağmur erkek çantayı aldığında küçük
kağıt parçası da bu çantanın içindedir. ama yağmur kadın çantanın içine başka
kağıt parçaları da koymuş, çantayı bunlarla doldurmuştur." kağıt parçaları
esas olarak bu evde girdi hayatıma, not almaya ve yazmaya burada başladım
diyebilirim. bilgisayar edindim ve müzik dinlemeye de burada. adı müslüm'dü,
raşit mi takmıştı, nazım mı, ben mi, hatırlamıyorum. ama açılış parçasını
raşit'ten kaynaklı olmak üzere birlikte tayin etmiştik: "gelin olduğun
gece". ikinci dönemdeki açılış parçamız da "yeşil gözlerinden
muhabbet kaptım" olmuştu, bismillah niyetine, gelsin şişeler. 'küçük ev'
adlı bol kedili şirin tekel dükkanını ve kısa ballıca'yı da o evdeyken
keşfettim. işçi pazarını, sokaktan elinde teybiyle geçen sanat müziği amcasını
da. alt kattaki kahvehaneleri, karşıdaki vücut geliştirme salonu, "fight
club" dedim o sokağa, köşesinde kır pidecisiyle, çok kötü. sonra emrah
bıraktığı yerden tekrar dahil oldu hayatımıza.
sekizinci ev yine beşiktaş'ta, türkali mah., karakol sokak'ta, m
yılmaz apartmanı'ndaki üç no'lu daireydi. giriş katı, asıl yerimizi bulmuştuk
emrah'la. giriş katlarıydık çünkü, giriş işte. o zaman giriştik çünkü hayata,
allah ne verdiyse. "tamirci muslukçu" o sokakta peydah oldu. doğalgaz
denen şeyi yakmayı bir soba vasıtasıyla da olsa orada öğrendik. sait faik'le
orada tanıştım, bütün eserleri'ni hediye etti bana. edip cansever'le de. gelen
son zamlarla birlikte marmara 34 ani bir atakla bağcı ve buzbağ'ın önüne
geçmişti. karşı komşumuz öldüğünde bir ölüye ilk defa kapı gözetleme deliğinden
orada bakmıştık. alt katımızda ilk defa kızlar oturmuş ve sertaç geldiğinde
yaptığımız udlu alemlerden ilk defa orada rahatsız olunmuştu. takma adla
yayımlanan ilk hikâyem oradayken yazdığım bir şeydi. kendi odamı istediğim gibi
düzenleme şansına adamakıllı orada sahip olmuştum, ballıca paketlerini
biriktirmeye de orada karar vermiştim, sendeki kibritler bendeki sigaralar.
evin daimi misafirleri hep aynıydı, özgür ender suphi bilgehan selim tansel
nazım. captain black'le de orada tanıştım.
dokuzuncu ev ise nazım'ın evidir, şimdi adını sadece şimdilik
unuttuğum bir üst sokakta idi. sokağın köşesinde bir pavyon. ya bende olurduk
ya da onda. orda içmenin tadı da ayrıydı, duvarlarının badanasını bizzat ben
yaptım. araba teybinden portatif radyoyu, ve karton içine monte edilmiş
hoparlör teknolojisini de nazım geliştirdi. marmara 34 tamamen etkisi altına
almıştı bizi. oya bora'nın "sevmek zamanı" şarkısı da nazım'ın
ısparta'da çektiği bir kasedin içinden çıkarak o evin en büyük sürprizlerinden
biri olmuştu. ona hediye ettiğim yuvarlak aptal masa, ve çıkma kırmızı
koltuklar. biraz kitsch biraz kıç biraz kıçıkırık biraz kırıkçıkık bir oluşumdu
hayatımız.
terk ettim.
"düğüm düğüm bir öykü çocukluğum yüzünden sinüs dalgası
biçiminde akıp geçti gözlerimin önünden. belki de yazdıklarımı bir taraftan da
karalıyordum. çıkış yolu yok ki." onuncu ev ise bambaşka bir şehirde
bambaşka bir mahallede ve sokakta idi. o başka şehirde başka bir apartmanın son
katındayım şimdi. yalnızım. tren mezarlığına bakıyorum, her geliş geçişte
trenleri görüyorum. küçükken en çok kar görmeyi ve trene binmeyi hayal ederdim,
ikisini de yaptım, biraz büyüdükten sonra da en çok tek başıma eve çıkmayı
hayal ederdim, bunu da yaptım. şimdi özdemir asaf'ın taşınmak şiirini tekrar
okumak sırasıdır. bu ev başka bir bene sahip oldu. başka müzikler çaldı. yeni
şarkılar söyledi. yeni fotoğraflar çekti. çekiyor. onbirinci eve çıktığımızda
bu onuncu köyden de bahsederim elbet, ama şimdi sıcakken olmaz. sevdiğimi
belirteyim yeter.
iki tane onuncu ev var aslında, bir diğeri de acıbadem'de,
acıbadem likörü gibi acıbadem kurabiyesi gibi bir ev. onun koridorlarını
sevdiğim kadar hiçbir evin koridorlarını sevmedim, oraları dolaşıyorum.
kaybolmak işten değil.
en sevdiğim on yer deyince bunlar geldi benim aklıma. pek
gezmişliğim görmüşlüğüm yoktur zaten bunlar haricinde, iş icabı çıktığım
geziler haricinde. yeni başladık gezmeye. burayı okuyanlar varsa, tek tek isim
vermeksizin onlardan ricam kendilerinin de "en sevdiğim on yer"
başlığıyla bir güzelleme yapmaları, hiç yazanla yazmayan bir olur mu?