ama arkadaşlar iyidir



30.11.2013

sheer simplicity

one day baby we'll. merhabaaaaaaaaa. bugün merhaba. şimdi. hadi.

24.11.2013

ikibindokuz haziran'ından beri kolilerde, kapakları bile açılmadan beklediler. kimse onların yüzüne bile bakmadı. boş yer boş köşe lazım oldu, içinde bulundukları kolilerle birlikte sürüklendiler. çok ağır oldukları için ittirilerek yer değiştirdiler. içimden geçirdim, şu acaba hangisinde dedim, çok lazım oldu ama ulaşamadım, çünkü başka şehirdeydiler. şimdi tekrar benimleler.


21.11.2013

bugün de şarapçı sülo'nun öldüğü haberini aldım. kendisi alt kattaki öykünün kahramanı sarı mustafa'nın kardeşidir. çocukluğumun şarapçısıdır. büyük bir anlatıya değer hikayatı ama şimdi cumanın ve onun hürmetine en sevdiği türkü dursun burda. ki bu türkünün ondan bağımsız bir sürü dünyası var.

http://www.youtube.com/watch?v=Drdz3z_OIIg
sonra iş çıkışı bu çaldı. bunu yazacaktım, ne kadar da b sınıfı bir m. gürses şarkısı olduğuna dair. b sınıfı ama kasedin a yüzü şarkısı. siz bunu sen bilir misiniz? o çaldığı günün şarkısı ilan ettim bunu. burada paylaşacaktım. internetim yoğidi. adı ve birkaç sözü güzel.

http://www.youtube.com/watch?v=iU3z0OO6OOU
sonra sabah işe giderken şu türkü çaldı. o esnada yağmur filan etti ortalık az biraz. bu türküyü dinleyince gülmeye başladım. aklıma da aslında ne kadar ağlarken gülmeye başlamalık bir türkü olduğu düştü. az biraz bakarsın belki.

http://www.youtube.com/watch?v=Mw8n56zVvuY
taşınmak konusuna değinecektim. sözkonusu olan şey taşınmak'sa özdemir asaf'ın taşınmak şiirine değinmeden elbette geçemeyecektim. sonra da taşın-dan-dığım yere dair anılarımı vb anlatacaktım. hatta şu öyküyü orda hikâye ettiğimi dem vurup sizlere okutacaktım:

O Eskidendi

“Bir dâme düşürdü ki beni baht-ı siyahım
Vallahi bu sevdada benim yoktur günahım”
Hacı Faik Bey’e ait Rast eser

Fabrikanın misafirhanesinde kalacaktım. Hangi fabrika, neresi, sen ne iş yapıyorsun diye sormak yok. Olay başlıyor işte bir yerden, bu yerden. Tek kişilik bir odaya yerleştirildim. Misafirhane sorumlusundan müstakbel odamın anahtarını aldığımda çok heyecanlıydım. Beni nasıl bir yere uygun gördüklerini pek merak ediyordum. Bir görevli sağ olsun odamın kapısına kadar eşlik etti.

Misafirhane, fabrika sınırları içerisindeydi, üç dakikalık bir yürüme mesafesi vardı üretim tesisine. Apartmandan içeri girdiğimde eski tip bir kapıyla karşılaştım, kalitesiz suntadan mamul ve her iki tarafında kol bulunanlardan. Şimdi apartmanlarımızda böyle kapılar pek bulunmuyor, dışında kolu yok kapılarımızın, belki bir tokmak. Tek kollu kapılarımız, çelik, güvenli kapılarımız. Dışarıya tamamen kapalıyız. Bu eski tip kapıyı görünce odanın içi hakkındaki umutlarım zayıflamıştı ve anahtarı kapıyı açma yönünde çevirdim. ‘Başka ne yönde çevirecektin ki,’ demeyin şimdi, yüzgöz olmayalım, ters adamım ben.

Çevirdim işte, ve, ‘umutlarım gördüğüm manzarayla tekrar bulutlara çıktı,’ dersem abartmış olurum, fakat yine de mütevazı kapısına göre gayet gayetli bir odayla karşılaştım. Küçük valizimi hemen yere bıraktım. Nostalji olsun diye senelerdir şu Yeşilçam filmlerinde gördüğünüz tahta valizlerden taşıyorum ben, pek bir ağır oluyorlar, ama dedem var onların içinde, Kore’den çakısı ve madalyası gelen dedem. Durun da ben bi içimden NATO’ya, Amerika’ya, zamanın hükümetine falan küfredem.

Etrafa göz gezdirdim hemen, okuma hastalığım vardır bir de, ne görsem okumaya kalkarım ve okuduklarım da doğrudan akıl defterime yazılır, şimdi bir açıp baksak neler vardır neler, daha geçen gün şu Kibar Feyzo filminde gördüğüm tuvalet kapısında yazan ‘agaya beleς’ yazısını sildim.

Kapıdan girdiğimde tüm hareket alanım görüş mesafesi içindeydi. Yirmi-yirmibeş metrekare genişliğe sahip, içi bana ve geçmişime göre lüks denilebilecek eşyalarla süslenmiş bir oda. Kapısı açık olan bütünleşik banyo-tuvalete girdim. Bütünleşik, evet, üniversiteye gelene kadar aynı odada bulunan banyo ve tuvalet görmemiştim ben, ayrıydı, zinhar yasaktı yıkandığın yerde abdest bozmak, öyle alıştık. Sonra İstanbul’a bir geldim, bir de baktım ki ayrı banyo ve tuvalet yok. Ve hayatta tek dileğim banyosu ve tuvaleti ayrı bir eve sahip olmak -nereye sahip oluyorsun, kiralamak- oldu, şimdi pek mesudum. Güzeldi banyo-tuvalet. Televizyon da vardı odada. Tek kişilik bir yatak, aynalı bir masa -demirbaşlar listesine baktığımda bunun makyaj masası vasfıyla orada öylece ikamet ettiğini öğrendim ve müşerref oldum-. Halı yoktu yerde, halısız bir oda düşünemezdim ben, ama dur bakalım, bir düşünelim. Yatağın başucunda bir lamba. Küçük bir yemek masası ve sandalyesi. Mini buzdolabı. Elbise dolabı. Bu kadar geniş/dar bir odaya bunların hepsi muntazaman yerleştirilmişti. Ve ben bu lüksü garipsemiştim. Ha bir de amerikan mutfak. İki bardak, iki çay kaşığı, hazır kahve ve çay poşetleri, poşet çayları.

Uydu alıcısına sahip televizyonu açtım. İtalyan ekolüyle donanmış kanalları gezdikten sonra kendi zevkime uygun bir radyo istasyonunda karar kıldım. O günden sonra o kanalın değişmeyeceğine adım gibi emindim. Elimde olsa ve bana kalsa bütün elektrikli eşyaları müzik çalar ilaveli üretirdim.

Müzik eşliğinde giysilerimi, kitaplarımı ve kişisel temizlik malzemelerimi -umumi olacak hâli yoktu ya, tabii ki kişisel, hey Allah’ım ya, adama bak çay demle- yerleştirdim. Her şeyi akıl etmiştim de terlik almamıştım yanıma ve odaya da bırakılmamıştı, bıraksalar da kullanmazdım zaten mantar vesaire korkusundan. Anlaşılan oydu ki ayakkabılarıma terlik amaçlı iş gördürecektim, halı da yoktu. Ayakkabılarımın arkasına basarak tuvalete yürüdüm. Ve şu yukarıda gördüğünüz manyak adam birden değişti. Ayakkabılarımın arkasına bastığımda oldu ne olduysa.

Veli oldum.

***

Köye döndüm. İlkokuldan sonra babasının okuldan aldığı, ama aslında zehir gibi olan ve bu zehrini Milas Sanayi Sitesi’nde Pirol-Mak. Ltd. Şti.’de kamyon tamirciliği yaparak akıtacak olan Veli oldum. Ben artık geleceğini kamyon tamirciliği ve kaynakçılıktan kazanacak bir çocuktum. Onüç yaşında babam öldü. Sessiz sedasız büyürken, Müslüm Gürses dinleyip ahırda anamdan gizli gizli sigara içer oldum. Ben ondört ve kendisi yirmi yaşındayken ablamı evlendirdik, biraz da amcamların ısrarıyla. Henüz küçük sayılırdım ve anam da genç bir yaşta dul kalmıştı, ablam büyümüş serpilmiş bir genç kızdı ve evde iki tane kadın öyle erkeksiz durursa laf olurdu. Bereket ki eniştem iyi bir adam çıktı, sadece biraz asabiydi. Onbeş yaşına geldim ve eniştem istersem ortaokula göndermeyi teklif etti. Yaşım geçmişti, kabul etmedim. Zaten sanayiye de ısınmıştım, birikimimi bulmaca çözerek, harita üzerindeki illerin ve ilçelerin yerlerini ezberleyerek ve illerin plaka numaralarını eksiksiz bilerek arttırıyordum. Bir yandan da büyüyordum. Eniştem sattığı arabasının teybini bana verdi sağ olsun ve haftalıklarımı kasete yatırmaya iyice alıştım. Sonra bir erkek yeğenim ve iki yıl ardından da kız yeğenim oldu. Onlara oyuncak almak için de para biriktiriyordum bir yandan. Ablamlar ilçeye taşındı ve köyde anamla yalnız kaldık. Babam tüm bağımızı bahçemizi şarap şişelerinde eritmişti. Anam da ben de çalışmak zorundaydık. Anam hep derdi, “Bari şuradaki tarlayı satmayaydı da gündeliğe elin bahçelerine gideceğime kendi bahçemi işleyeydim,” diye. Yine de babamın ardından kötü laf ettiğini duymadım. ‘Boyu bosu devrilesice’ demek için de çok geçti, babam ölmüştü.

Hiçibirimiz ağlamadık öldüğünde. Kurtulmuştu çünkü. Su boylarında sızıp kalamazdı artık, tabakhanede zabıtalar tarafından sopalanamazdı. Eve geldiğinde anamın onun için hazırladığı sofrayı sırf tuzu koymayı unuttu diye tekmelemeyecekti, geceleri öksürükleriyle bizi uyandıramayacaktı. Babamdı, biricik oğluydum, gözünün bebeğiydim ama ağlamadım, ağlayamadım, mezarına da gidemiyorum şimdi bayramlarda, belki ilerde şatafatlı bir mezar taşı yaptırırım diye de düşünmüyorum, o sevmez öyle gösterişi. Uyusun…

Büyüdükçe güzelleşiyordum, ben demedim, kızlar diyordu. Hatta ahırda o kızlarla beraber büyüyorduk ama öylesineydi, çünkü şarkılardaydı aşkım.Müslüm Gürses’de, Ferdi Tayfur’daydı. Derken askere gitme yaşım geldi, yoklamayı yaptırıp yollandım. Ardımdan gereksiz gereksiz insanlar ağladı, sırf babasız uğurlandım diye. Yeğenim biraz büyümüştü ve anamın yanına onu koydular ben gelene kadar yoldaş olsun diye. Bizim yeğen de pek tatlıydı maşallah, uslu çocuktu. ‘Dayı’ dedi mi içim giderdi. Sapan yapmayı, fak kurmayı, kuş avlamayı öğrettim ona. Topa iyi vurmayı da. Askere gitmeden bir çift krampon alıverdim. Ne köyde ne ilçede yoktu öylesi, askerden izne geldiğimde bir tane de Mikasa top. Hatta üzerine bir deMetin Oktay’ın imzasını çektim, inandı ve çok sevindi velet. Atladı boynuma garip. Para olsa ben onu ne maçlara götürür, ne çarpışan arabalara bindirirdim. Askerliğim İstanbul’a çıktı, Hasdal Kışlası. Küçük amcam geldi bir kere ziyaretime. Anama mektup yollardım, bizim ufaklık da cevap yazardı bana. Geçti gitti yirmidört ay.
Döndüğümde eski işime tekrar başladım. Artık kalfaydım. Akşamları köy kahvehanesine takılıyordum. Orda gördüklerimden alıştım ayakkabılarımın arkasına basmaya. Yeğenim söyledi de siz meğer ‘kıro’ diyormuşsunuz bizlere, ama napalım alıştık bir kere. Sonra komşulardan birinin düğününde, bir akşam bir kıza tutuldum. Esmer, ufacık, kedi gibi bir şeydi. Bir baktım, bir daha baktım, o da bana baktı. Bakışlarımız dolandı, karıştık. Haber saldım amcamın kızı Meral’le. Ardından buluştuk mezarlığın arkasında. Aklıma babam geldi ama o uyusundu. Elini tuttum. Alnından öptüm. O da beni öptü. Saçından kesmiş bir tutam. Bir zarf içinde verdi. Günlerce kokladım. Laf aramızda hâlâ burnumdadır kokusu. En sonunda enişteme söyledim, “Ben bu kızı alacağım,” dedim. Sordular, soruşturdular, kız iyiymiş -sanki iyi olmasa bana ne, alacağım işte-, ailesi de iyiymiş. Bir gün eniştem, ablam, amcam ve yengem istemeye gittiler. Eniştem de amcam da memur adamlar, ikisini de iyi insan olarak tanırlar ilçede, gelgelelim vermemişler Nurgül’ü. Doğrudürüst işim yokmuş, evim viranmış, arabam yokmuş, köyde yaşıyormuşum, onların köye verecek kızları yokmuş sanki kendileri il merkezinde oturuyorlarmış gibi. Anası çok çekmiş fukaralıktan, kızına da çektirmeye hiç niyeti yokmuş. İki çıplak bir hamamda oynamazmış. Zamanında babam alkolikmiş, ben de ona çekermişim. Allem etmişler kallem etmişler bizimkiler, cadı karıyı ikna edememişler. Kız da dil dökmüş, yalvarmış yakarmış, Nuh demiş peygamber dememiş illet.

Sonra da alelacele ilçede, tapuda memurluk yapan adamın birine nişanladılar. Ama ben kafaya koymuştum, niyeti bozmuştum, bana gönlü vardı ve kaçıracaktım. Konuştuk gizlice,  kaçacaktı. Enişteme danışmazsam olmazdı ve eniştem razı gelmedi. Nurgül’ün yaşı daha onyediydi ve kaçırırsam beni hapse atarlardı. Ben ona da razıydım ama ikna edemedim ablamları. Hapislerde çürürmüşüm, iş bulamazmışım bir daha. Gözümün önünde evlendi gitti. Ağladı gitti. Bana da iki çift laf etti, “Yüreksizsin sen,” diye. Dükkânda gözüme kaynak gözlüklerini takıp günlerce ağladım, enişteme küfrettim, eve geldim ahırda ağladım. Anam kahroldu da tek laf etmedi. Sonra biraz para biriktirip bir motosiklet aldım ikinci el. Arkasına da bir levha kaynakladım: O Eskidendi. Sürdüm motoru ‘kavak’ın altına. En son bir şarap şişesiyle konuşurken hatırlıyorum kendimi. Dengemi kaybedip su arkına düştüğümde oldu ne olduysa.

Babam oldum.

***

Kırk yaşında, size bir kavak ağacının gölgesinden elinde şarap şişesiyle seslenen bir Sarı Mustafa’yım ben. Çakır gözlü Sarı Mustafa. Gençliğimde, sizin zamanınızla bindokuzyüz ellilere rastlar, hiç görmediğim bir kızla evlendirdiler beni. Hâlimiz vaktimiz yerindeydi. Adı Elmas’tı, sevemedim adını. İlk gördüğümde zifaf gecemizde, duvağını kaldırdım, yüzünü açtım, ağlıyordu. “Gül,” dedim, “Güler,” dedim. Adı Güler olmalıydı, güldüğünde olacaktı her şey, gülecekti her şey. Ama. Gülmüyordu. Ben ki köyün başında göründü mü kızların camlara, tül perde arkalarına uçuştuğu, sesi ta ‘kavak’tan köye yayılan, içti mi iki büyük rakıyı bayıltan Sarı Mustafa. Dizini yere vurdu mu efelere rahmet okutan, baktı mı mavi güneşler açtıran çakır gözlü Mustafa… Gülmüyordu Güler. Yemek, çoluk, çocuk, aş, para, her şey oluyordu ama o bakmıyordu yüzüme.

Zamanında büyük halam beni ilçe belediyesine sokayım diye çok uğraştı, kafam çalışırdı. Ailenin en büyük çocuğuydum. Babam ben ondokuz yaşındayken ölmüştü, rahmetli anacığım biz dört erkek kardeşi büyütecek güçte takatte değildi. En büyüğü bile benden on yaş küçük olan kardeşlerimi okuttum. Bağa bahçeye sebzeler dokudum ama ben emir altında çalışacak adam değildim. Girmedim belediyeye, tarla bahçe bize yeter diye. Ama Güler’e yetmiyordum ben. Gülmüyordu.

Salı günleri pazara satmaya zerzevat götürmeye gittiğimde iyi para geçiyordu elime. Yan sergide pazarcılık yapan ‘Şeytan Kadir’le akşamları ‘tabakhane’ye takılmaya başladık. Her salı iyice içiyorduk ve Güler bana gülmüyordu. Salıdan salıya derken köyde Kadir’in arkadaşı Muhammet’in at arabasıyla ilçeye inip akşamcılığa başladık. ‘Tek tek’ falan derken, o bana gülmezken, içmeye başladım iyiden iyiye. İçtikçe kahrım bir azalıyor bir artıyordu. İçiyordum, artıyordu, eksiliyordum. Derken bağı bahçeyi unuttum, evi barkı, evlâdü ıyali unuttum. Karıyı kızanı döver oldum, ağlamıyordu, gülmüyordu. İzmir’e kaldırdılar bir kere hastaneye. “İçme,” dedi doktor, “Gülmüyor,” dedim. Sigaramı da eksik etmedim. Su kenarlarından topladı beni kardeşlerim, koca yaşımda halamdan tokat yedim, yetmedi hiçbir şey.

Bir kere daha götürdüler hastaneye, ciğerde leke oluşmuş, su topluyormuş. Bahçeye vereyim dedim kendimi, pazara gitmedim bir süre ilçeye. Türküler okuyayım da düzeleyim dedim. Çapayı vurdukça, toprağı belledikçe, güneşe çattıkça kendime gelirim dedim. Ama gülmedi. Bir gün yüzünü ben mi göstermedim, o mu, kim göstermedi? Çocuklarım da uzaklaşır oldular benden. Kızım büyüyüverdi çabuktan. Dayanamadım, yürüdüm ‘kavak’a. Suyun başına oturdum, içmeye başladım. Günlerce içtim, aylarca içtim. Dere şarap akar oldu, ben dereye akar oldum. Bir gün kızımı istemeye geldiler, meğer küçük kardeşim demiş, “Bu adam ölecek, ölmeden kızının mürüvvetini görsün bari.” Damat memurdu, evi de vardı. “Olur,” dedim, “kızı verelim.” Nişanladık, ahırda ağladım günlerce. Gülmedi yine.
Bir gün şarabım toprağa döküldü. Toprağa karıştı. Toprak çağırdı. Ben oldum.

***

Ben öldüm…


16.11.2013

numan oto tamircisi

şarkının içine gir, sözlerine bak, filan. ha illa ki sinemayı merak ediyorsan, arama, bana sor, ben anlatırım.

14.11.2013

gelicem birkaç güne. yer değiştiriyorum, kolay değil.


3.11.2013

bugün burda son gecem sandımdı. duş almaya geldim ben bu eve aslında. bir de internet bağlanmaya. malum yeni evimde henüz sıcak suyum yok. bağlantım da yok. ama şöyle bir hata var ki bu bugün kalacağım eski dairede de bırakmayı unuttuğum bi eşya yok. bi havlu, bi duş, bi bilgisayar, bi de içi bira dolu bi buzdolabı. e ama hani kültablası, hani yarın burdan işe gideceğim, iş kıyafeti. kafam çok unutkan. misal dudağını pek iyi hatırlıyorum, gözlerin dahil, ama sesin öyle mi ya, sesin hiç mi hatırlanmaz. hatra binaen bi bienal var kafacığımın içinde üç beş aydır. ama öyle deme ocak-mart arası biras fasla çalıştım ben, o mu yordu, aralık mı yordu, ne yoğurdu. ben bunları tam bilememek. yaprak fotoğraflarınız mı var var mı yoksa.

piyano tuşları bi siyah iki-üç beyaz ilerliyor mesela şimdi tasımın tıkasız damarlarında. dedi ki, bu ay yazı verecek misin. dedim ki, bu aydan umutluyum. tebdil-i mekan ayı olacak benim için bu ay. tebdil-i tişörtü bugünden tam beş ay önce yapmıştım zaten. şu an aynı şarkıya üçüncü tıklayışımı gerçekleştirdim. demek olur ki 2.51'lük bir şarkıdan üçüncü adete girdiysek aşağı yukarı yedinci dakikanın ortalarındayız başından bu yana. ama piyonun siyah beyaz hareketleri beynimin kıvrımcıklarında dan dan.

sırtım çok yumuşak bence tadına bakmalısın. dudağını gördüm sanki. katalog filan aldım yeni evime dair, şunu alayım bunu alayımlar. haydiii, saçılsın çil çil liracıklar. sen bence pul koleksiyonu yapmışsındır, hatta bence belki peçete, ve ayrıca eski paralar. ben yapmadım değil, ben de yaptım ve hâlâ saklarım tutarım onları, peçete yapmadım tabii, kız çocuğumuyum lan ben, muyum ayrıydı.

dikkat ettin mi bütün meridyenler birbirinden ayrıdır. ama mesafeleri sabit midir. kuş bakışı baktık mı biz aramızdaki mesafeye. bu sabah şöyle bir şey yaptım aslında, ilk defa kaldığım yeni evimin soğuk battaniyesine sarılma ihtiyacıyle aniden üşüyerek uyandığımda, lan dedim bi âdet vardı hani, ilk defa kaldığın bi evde yastığın altına anahtar koyunca evleneceğin insanı görüyodun rüyanda. dur dedim, bu ev benim evim ama yine de işler belki bu âdet. gerçi sabaha çok az kalmıştı ama cebimden çıkardığım anahtarlığı yastığın altına ve tekrar uyumaya yeltendim battaniyeyi severek. ama laf aramızda yeni evimin battaniyeleri çok yumuşak gerçekten, kedi gibi. sırtım desen, öyle. ha yastığın altına anahtar değil de beş anahtardan oluşan bütünü koyuşumda bu âdete bir protesto asla yoktu, sadece o an onu düşünemedim. zira uyurkenki cebimde anahtar deposunun işi ne, bu da ayrı bir sorgu. yeni sevdiğim kadınların evlerinde pantolonla yatma alışkanlığımdan vazgeçememiş olmamı şu an hatırlamamla birlikte yeni evimde dün yattığımda her bir şeyler kolilerin valizlerin içinde olduğundan pantolonla yatmak durumunda kalmıştım. babam yatmadan önce üç kadeh rakı içirdiğinden, pantolonun cebindeki anahtar dünyasını da ihmal etmiştim. her neyse, rüyamdaki görüntüyü söyleyecek değilim elbette ama ben çalışmadığım gün sabahları hep yedi sıfır beşte muhakkak uyanıyorum la mecnun.

şimdi ben, mahpusta yatıp da güçlü kuvvetli kollarıyla zindanın iki demir perdesini ayırarak ordan kaçan adam gibi, iki yayı güçlü kuvvetli kollarıyla birleştirerek oku ordan aracıktan gönderiveren adam gibi, iki meridyen yayını güçlü kuvvetli kollarımla birleştirmeye ve mesafemizi daraltmaya çalışacağım. say ki güçlü kuvvetli kollarımla bizi birleştirdim.

1.11.2013

bugün beynime milyonlarca manyetik dalga verdiler. tabutundan kalkacak gibi olan ölü gibi bi doğrulam dedim doğrulamadım. beynime boynuma allah ne verdiyse milyonlarca manyetik dalga sirayet ettirdiler. sikerim sizin manyetik alanınızı diyeceğim geldi, demedim, yiğitlik bende kalsın dedim. zira sadece böyle anlarda yiğit mert olabilmekteydim. sonra içimden denizin dibinde hatçem'i söyledim.

dalga dalga dalga dalga dalgalanıyooor
biraz geç mi anladım neyin nesi, yalnız içmek hiç hoş beş değilmişim ben.