ama arkadaşlar iyidir



9.02.2015

8.02.2015

müzeyyen senar ölmüş diyesiler. öldü kendisi, benden yana hakkım helaldir. kendimi şanslı sayarım ona şahit olduğum için. bende anısı azdır ancak olanları yeterlidir. soruyorum sizlere muhsin bey'in girişinde ve her şeyinde çalan "ağlamakla inlemekle ömrüp gelip geçiyor"u kim icra etmiştir? muhsin bey, müzeyyen abla der ancak müzeyyen hanım'ın sesine pek de benzemez o ses. evdeki ses. ha bir de kendisini anmak için misal ercümend batanay'la olan kayıtlarını dinleyiniz. youtube'da bulunma zona göre. ayrıca nermin memmedova filan var, onları dinleriz biz de napalım.

bugün pazar, beni dışarı çıkarmağı unuttular. behzat ç.'nin bazı sahnelerini neden sevdiğimi düşündüğüm bugün. insana yalgızlığı unutturor da ondan. yalgızlık içinde yağız olmak zo refendiler. dün bir çocuk şiirlerini gönderdi okumam için. Ve günah tek sigara bırakmak pakette, / Kimse haketmez o denli yalnızlığı. demiş. beğenmedim. yerlere düştü yalnızlık, erinmedim tuttum kolundan molundan kaldırdım. bugün ve diğer günler hiç yazasım yok ha. yağmur yağdı mı pek seviniyorum beni ıslatmıyorsa. şu an yağıyor da. tamam şeyapalım, görüşelim bi ara.

ha bugün bu arada ekmek almağa diye evden çıktığımda, yakınımda bulunan yöresel futbol stadında maç olduğunu anladım tezahüratlardan ve tamtamlardan. orda olmak istedim çok an. küçüklüğümde eksik kalmayıp giderdim yenixspor'un maçlarına. aynı böyle çalardı. canım çekti. tamam tamam.

1.02.2015

arşiv yapalım.

Şubat 01, 2009

pazar konseri
 

kış ortası ı
insanların topluca balkonlara çıkıp tırnak kestikleri bir gün // şehre serçelerle müthiş bir bahar hücumu // üç büyüklerin çarşafları balkonlarda // erkekler perde konusunda hassas olmalılar // burnumu çekiyorum // kışa feyk atan bir güneş // bunlar insanı kontrpiyede bırakan duygular // sinekler bile ayrı bir coşkulu girecek bir pencere arı // çam ağaçları kozalaklarına ne kadar da benziyor // benle babam gibi // bu apatmanlar hep var mıydı yoksa bu kış mı türedi // çıkıp biraz hava almalı // şehir stadından yükselen nağmeler // eskiden maçlar hep gündüz oynanırdı ya // kıç kıvrımında biten şortlarımla biz // halı sahalarda kısılı şimdi sesimiz // eşekler muhtemelen meralara salındı // aman dikkat başlarına güneş // güneşte sıcak gölgede buz şehirleri bunlar // kışı ortaladık sayın seyirciler // hadi herkes balkona // uzayan uzuvlarımız kesmeye // kırlangıçlar daha çok hakediyor elbet şiiri // ne var ki o da artık yaz gelince // tozları göze hitap edecek şekilde sunuyor güneş // çaya birbuçuk şeker atıp balkona misafirliğe gitmeliyim // burnum boşa çalışıyor ahanda varoluş acısı // dumanı bu defa içeri üflemeliyim // geçmişe geri gidince yazmıyor kilometrem // apartmanların doğal seleksiyonuyla islendi mahalleler // sümüklerim balon oldu // yo, artık koluma silemem.

Ocak 26, 2009

post box wars
-hakan sigaramız bitti, kısa ballıca göndersene?
-çok underground bi kişilik kendisi.
-bu adam manyak yazıyo ya.

Ocak 22, 2009

virgül
comma'nın coma'yla bir bağı olmalı. bağ demişken. bir süre burada olmayabilir kendileri, âlkommaya gidecek. atdaa. ne demiş şair: "innel insane le fi husr."


Ocak 17, 2009

parasetamol
merhaba.
içimdeki bazı odaların peteklerini kapadım. çok masraflı oluyordum kendime. sana şu porsuk'tan ellerimle çevirdiğim bir yönde adaçayı yapmıştım, gelmedin. bazı limonlarsa gerçekten çok ekşi oluyordu, sıkamıyordum. bazı kelimelerse gerçekten çok sıkıcı oluyordu, onlara bakıp eve çıkıyordum. odaların peteklerini yine açmıyordum, çünkü onları kullanmıyordum. koku alamamak gibi kötüsü var mı allasen, burnum varoluş acısı çekiyor.
 

Ocak 06, 2009

kader diyemezsin sen kendin ettin
sen git rüyanda tarım orman ve köy işleri bakanı ol, sonra da belediye otobüsünü kaçır. [farkındaysan otobüs fobini açık etmedim.]

shiny happy people
Eski bir balkan dedesi dedi ki, “Bizim zamanımızda tütün kolonyası vardı, keşke şimdi bütün gençler yumuşatıcı koksa.” “Ama dede,” dedim, “sen biliyor musun ne kadar çok çeşit yumuşatıcı var, Vernel’den Yumoş’tan Bim işi Bulut’a kadar. Sizin derelerde çamaşırlar külle anonim olarak yıkanıyordu tabii. Hiç unutmam Beşiktaş Mis Çamaşır Temizleme Evi’nde bir valiz dolusu çamaşırım kaybolmuştu, kaybolmadan gelenlerin yumuşatıcı kokusu ise hâlâ burnumda tütiy.” Dede devam etti: “Beni tanımak demek aşure ve tütün kolonyasıyla hesaplaşmak demektir, ayrıca bugün sabah kahvaltı ertesi sekizinci sigaramı içerken yerde selamlaştığım Falım sakızlarının 1713 nolu manisinde diyor ki: ‘Sevda kuşu tıklattı camı / Güzel kuş al şu derdi gamı.’”
“Allah beni çok güldürüyor dede, onu seviyorum,” dedim, coşuverdim: “Geçenlerde bir arkadaşın kitabında bi testle karşılaştım, hani şu kişilik testlerinden, geyiğini severim onların, ön beynimi kullanıyormuşum ben dede. Beyin düzleşmesi var ayrıca bende. Hani şu saçlar önden hafif hafif gidiyor ya F16’lar gibi geçtikçe haftalar* ve yıllar, ben onu yaşım geçtikçe ‘open minded’ oluşuma yoruyorum, iyi mi!”
“Cumaları ihmâl etme,” dedi ve tabakasından bir sıgara çekti.
Ayağım bütünüyle su birikintisine battığında, ‘hay mına koyim’ demeden önce, ne kadar da yumuşatıcı bir insan olduğumu düşündüm. Sahi.
*Murat Menteş'e aittir.
 

biberleyelim evlat
şimdi çatılar bütün uzuvlarını kaptırmışken kara, sokak lambalarımı kestiler çocuktum. belki patara plajında bu soğukta ne yapardır kaplumbağalar. güneşin değdiği yerden öpmek lazım tüm bu yazılı manifatura ve mefruşatı. gök yumurta üstüne yumurta fırlatıyor üstüm. kalın tabanlarım keçe aldılar kendilerine seyyar satıcıdan, seyyar olmaktan memnuniyeti nedir acaba sormak lazım, her şeyi sormak lazım, sormadan mümkünatı yok tüm bu evveliyatın. kara basıyorum iz oluyor. tombala oynuyorum, kaşım gözüm yar. içtim biraz, sonra karda yürüdüm. kartopu attım kendime. çocuk parkı yaptım garın orda, kardan. bardan adamdı bizim ziya. çok içmiş olduğumu. sallandım. insanlar gördüler. porsuk’un kenarında yürüdüm, içimden bir atlı geçti kayığıyla dıgıdık dıgıdık, anlayamadım. eğlendim. üşüdüm çok. en çok ayakları üşüyor insanım. atkım tıpkı benim gibi kokuyordu. sigarayla karşık bir hava vardı, karlı. kaybettiğim şapkam için kardan bir mezar yaptım, ağladım. cinderella benim külüme muhtaçtır diye biliyordum, komşu da komşunun. komşu komşu hu. ah ya, evde yoklar, doğalgazdan zehirledim o çocukluğu ben, intihar bombası yerleştirdim poşumun içine, atlarımın koşumuna dehledim, deh deh düldül sen bülbülsün ben bir şeyler. şüphesiz ki diğergam bir insandım ama sevgilime eziyet ben. eziyet de bir meziyet hey ziya. sizim ben, sizsiniz siz. o içinden duman çıkardığımız evi hatırladım, korktum, lületaşından bir kuş yonttum. yangın yananındır. şiir okuyum dedim biraz, kuyular geldi aklım, vaz. o kim bu kim şu kim, ya şu, ya bunda evetdır. içmeye niyetlendim çok. birbirine hiç de paralel olmayan, birbirini kesmeyen de bir sürü dünya sahibi idim, ne demişler atalar, mal sahibi mülk sahibi hani bunun ilk sahibi. sekiz adet yüreğim vardı yanlış saymadıysam, sekizi de sessiz, sert sessiz. hani bana hani bana demiş, müthiş de bir insan sevgisi tanrım ne yaman. “sıkıştıkça” ile başlayan bir cümle kurasım geldi. şarkı söyledim:
- “küçük kız, küçük kız, söyle bana nerdeydin? bu sabah bekledim, oynamaya gelmedin. bu sabah bekledim, hiç görünmedin?”
- “sormayın halimi, ah neler oldu. yüreğim sıkıştı, gözlerim doldu. başıma gelenler, eğer bilseniz. çok üzüntü duyar, ağlardınız siz.”
çok geldi sonra şarkı uzun içimden. madonna olacakmış dedim ya, inanmadınız, ama neden inanmazdınız. bu sırada karda açtığım kuyular çok derin oluyordu ve içine tüm pislikliklerimi dolduruyordum ve merdivenlerden düşüyordunuz. babam da artık beni aramıyordu, ismail amca da. ismail de amma da isim ha be kâmil. diğer dostlarım da unutmuştu beni. ben de yeni dostlar bulmakta pek mahir miydim neydim, çok kalleş biri olduğum su götürmez bir gerçek idi ve kendimi eşek suya üç tur düzenleyene kadar dövmeliydim. bi tur versene be ersan. bisikletine koyim ersan. ben merak etme oynayabilirim çıkma araba lastikleriyle, ellerimizin en sevdiğimiz rengi. ahah, aloe vera’lı bakım kremi. çocuğumun ismini aloe vera koymayı düşledim. ellerimden öpmelisin, avcumu öpmelisin, avcumdan su içmelisin, ellerim gözlerimdir benim, dolayısıyla bir öpüşte iki kuş. ya kuşlar, kuşlara ne demeli, sofralarımızın daim konukları kuşlar, onlar da mı yalandı. kuşlar, balıklar, hayvanları seviyor olmalıyız. bu işte bir cinlik var, eti cin. mahirdim evet, yeni dostlar bulmakta mahirdim, erkek olursa mahir, kız olursa çayan, yeni dostum olursa da adı ‘teğmen dan’. sağlam adamdı allah var, bana hiç benzemiyordu. kalemi bastırdıkça kara, bastırıyordum. sokak lambalarımı kestiler, traktör bisikleti çiğnedi, ezdi, kar ellerinden tutmuştu çatıların, kollarını da istiyordu. vallahi hayat pek zordu, hem de benim gibi dünyalar savaşı oynayan biriyle inanılmaz zordu ve neden bu kadar kalpsizdim bilmiyordum, küçükken kalp yerine bir pil sahibi miydim, kalbimi kumbaraya mı atmıştım, orada mı birikiyordu, yoksa annem benim annesi değil miydi, ahahah işte buna pek güldüm dostum ‘lieutenant dan’. sahi fransız teğmen’in adı neydi, kadını vardı bir de onun değil mi. ayva reçelim bitmek üzereydi ve annemi aramalıydım. içinden o dumanlar çıkardığımız evi hatırladım, annemin çocukluk evlerine benziyordu o sokak, oysa ben hep o sokakları gezmek, bu yüzden sanırım, yani içinde bunca sokak varsa ve hepsine bir şair ismi verilmişse, bir insanın içinde yani bunca sokak, sokaklarda top oynayan çocuklar, topunuzu keserim ulan, camları kırıp çok uzaklara çekip gitmiş çocuklar varsa, içinden duman çıkan ahşap kagir verandalı evler varsa insanın içindeki sokakların içinde, benim gibi oluyor diyebilirim sözgelimi, az kalpli ve bu yokuşu çıkmakta zorlanıyorsunuz farkındayım, kalp kelimesini de yasaklıyorum size genç şairler, bana yürek ve kalp kelimeleriyle gelmeyiniz, kalbinizi kırarım, sokak deyiniz mesela kalp yerine, ya da sokak lambası filan, onu o kadar eskitemedik henüz, esnetiyoruz mütemadiyen, siz iyisi mi harım veya avlu deyin.
havlu atmayın.

Aralık 27, 2008

özlü söz
her insanın kafa yapışı farklı.

Aralık 25, 2008

rüya
giderov kopteriç, genç ve kendi halinde bir adamdı. şayet onunla evlenmek isteseniz ve eski günlerde adet olduğu üzerine onu oturduğu mahallenin bakkalından sormaya kalksanız, bakkal muhtemelen size az ilerideki tekel bayiini işaret edecek ve milyonlarca sigara yutmuş sesiyle, “o giderov’u benden daha iyi tanır, ona sorun.” diyecektir. size de bu durumda ciklet ve şekerleme kokulu o bakkaliyeden ayrılmak zor gelecektir eminim, hatta teşekkürlerinizi bakkal amcaya uzatıp “hayırlı işler,” diyecekken aklınıza kimbilir ne sorular üşüşecektir, bakkallar gerçekten pirince taş katıyorlar mıydı, yoksa bütün bunlar film icabı mıydı, gibi. hatta belki çocukluğunuzu hatırlayıp eniştenize kısa samsun aldığınız günleri yad edecektiniz, hayır bakkalın kızı/oğlu yoktu, bu durumla ilgili bir hayal kurmayacaktınız. ve bu sırada tekel bayiine ulaşmış olup, giderov’un ne menem bir insan olduğunu, içkisi ve sigarasının olup olmadığını, hovarda olup olmadığını -tekel bayii bu durumu yorumlarken evine giren kadınların farklılığına veyahut da hepyekliğine bakarak karar verecektir- size anlatması için, konuya, “bey amca, biz hayırlı bir iş için geldik,” şeklinde girip, tekel bayisi ömerov’u birden heyecanlandıracaktınız. halbuki ömerov çoktan ununu eleyip bir yerlere asmış, iki kızını çıkarmış, iki de torun sahibi olduğundan bu iş için torunlarının henüz pek küçük olduğunu söylemeye hazırlanırken, siz, “biz şu iki yan apartımanın beşinci ve en soğuk katında tek başına oturan, gizemli genç adamın nasıl bir insan olduğunu merak ediyoruz.” diye söze başlayacaktınız. ömerov’un bu durumda size anlatacaklarını ben onun ağzından anlatayım:
giderov’u az tanıyorum. her akşam bana uğrar. bizim ekmek kapısına muhakkak “hayırlı işler ömerov abi,” diye girer. hayırlı bir iş yaptığımdan tam olarak emin olmadığım, ve mensubu olduğum islam dinine göre bunu içen de satan da bir olduğu için onun bu inceliğine pek cevap vermem, her nedense “iyi akşamlar giderov,” diye karşılık veririm. giderov’u tanıyışım onun bu şehre ilk geldiği zamanlarda kendisine gelecek olan bir kargo pakedinin bana bırakılıp bırakılamayacağını sorduğu güne rastlar, adını o zaman öğrenmiştim. bana da ilginç gelmişti ismi. hatta bir keresinde giderov’un bana verdiği bir kitapta buna benzer bir isme rastladığımı hayal meyal hatırlıyorum. ben yirmi senedir bu dükkânı işletiyorum, adım ömerov, buraya ipsizi de sapsızı da, öğrencisi de memuru da gelir gider, bu yüzden insan sarrafıyımdır diyebilirim rahatlıkla. giderov’un en merak ettiği şeylerden biridir, günde onbeş saat burda oturup nasıl ağzıma bir damla alkol koymadığım, bunu bana asla dikte etmemiştir ama anlarım, bilirim. hatta sigara bile içmediğimi söyleyeyim. popstar alaturka’nın ilk zamanlarında kırk yılda bir güzel şarkı çıktığında bi ufak açtığım olmuştur, onda da hep giderov’a yakalanırım, ilk zamanlarında hatta bana eşlik bile ederdi, ama konuşması yoktur pek, anlatmaz, ben anlatırsam can kulağıyla dinler, arada bir konuşmayı kesmeyeyim diye konuyu uzatıcı sorular sorar, beni devam ettirir. içtiği de içmediği de birdir. her akşam uğrar, ilk geldiği günler her gün altı bira isterdi, giderek azalttı, şimdi haftaiçleri dört, haftasonları beş bira alıp gidiyor. rakı, votka veya şarap istediğinde anlarım ki biradan sıkılmıştır, değişiklik arar, fakat eninde sonunda biraya döner. ben yan komşu erdoğanov burda olmazsa vaktimi kitap okuyarak geçiririm, nereden emekli olduğumu bilmiyorum ama emekliyim işte, hepimiz emekli değil miyiz zati, burda yani bu sibiryan şehirde doğdum büyüdüm. bu dükkânı işletirim, evim biraz ileride tren garının yanında olup, yaz kış dinlemez, işe bisikletle gider gelirim. giderov’un bazı geceler kafayı bulup pencereden sarkarak beşinci katından benim bisiklete binip gözden kaybolana kadar eve gidişimi takip ettiğini biliyorum. tanrı’nın bile misafiri olur ama giderov’un misafiri olmaz. çok nadirdir onun yanında biriyle buraya gelip bir kasa içki aldığı. öyle akşamlarda gözleri parlar nedense. arasıra laf atar, “abi ne var ne yok,” diye. ya da benim televizyonum hep açık olduğundan, o geldiğinde televizyonda ne varsa onunla ilgili bir konu açar, bilirim ki iki cümle edip gidecektir, nezaketten taharet, onun dininde var bu. bazen de soğuktan şikayet eder.
ömerov’un anlattıkları burda bitiyordu çünkü konunun anası soğuktu, babası rüzgâr, çocuklar karov. giderov bir gün işten çıktı… her gün işten çıkar o. her gün işe gider. haftaiçi haftasonu gece gündüz yılbaşı bayram dinlemez. işkolik de değildir, bir adet kolizmi bulunmaktadır, onu da açık etmek bana düşmez. ama o her an her şeyin kolisi olabilir, iyi de taşır nitekim, yeter ki üstüne “fragile” filan gibi uyarıcı birşeyler yazın veya, benzeri. giderov bir gün işten çıktığında yine aklında bir şarkı mırıldanmakta idi, her daim bir şarkı mırıldanır o, bir duymuşsunuz jose gonzales’ten crosses, bir duymuşsunuz mükerrem demirtaş’tan ben kendimi gülün dibinde buldum, bir duymuşsunuz neşe karaböcek’ten bile bile, bir duymuşsunuz ahmet günday’dan gelin ümmü, bir duymuşsunuz david bowie’den starman, filan. uzatmayı pek sever... giderov bir gün işten çıktı, sibiryan şehrine ilik soğuklarının geldiğini oracığında hissetti. şehrinde ‘palto film günleri’ başlamıştı, bu film günlerinin ismini pek seviyordu. evet, o da sizin gibi, çocukluğunda kendisine birkaç boy büyük gelen paltolarla geçirmişti kış mevsimlerini. üşümeyi adet bile edinmişti kendine. bilim adamı olup üşütmeyen palto yapmayı bile tasarladı hatta, oldu da nitekim, gelingelelim başka şeylerin bilimine adadı kendini, şimdi bunlarla uğraşıyor… giderov bir gün işten çıktı. işten çıkmayı adet edinmişti giderov, raydan çıkmayı da pek iyi bilirdi laf aramızda. raylar üstüne para koymayı... rayları sevdi o, çok sevdi, tren raylarının korozyona dayanımına karşı bir doktora tezi yazamadı ama tren raylarının tıpkı birbirine paralel doğrular gibi hiç birleşmeyeceğini düşünüp gayet ağlayabilirdi, lakin bu fazlasıyla lirik olurdu, lir adlı enstrümanın ve hatta diğer bütün telli çalgıların tellerinin de raylarla ve paralel doğrularla olan bağlantısını da bir gün iki bira fazladan içirip onun ağzından dinlemeyi çok isterdik fakat onun zaman sorunu vardı, zamanla bir problemi vardı, doktor uykusuna dikkat etmesini önermişti, kahvaltısız da çıkmazdı ne hikmetse, kim erken kalkıp ona kahvaltı hazırlar ki, kim uykusundan feragat ederdi?.. işte giderov işten çıktığında bu sorunun cevabını o filmde bulacağını hiç düşünmemişti. bir gün hep hayalini kurduğu kamyon şoförü olabilirse o da belki yine hep yazdığı gibi cover şiirlerinden birini yazıp kamyonunun arkasına “bir sana bir de sabah uykusuna doyamadım” şeklinde asabilirdi onu, belli mi olurdu.
cemil kavukçu öykülerini de bu yüzden seviyordu giderov, çünkü bu türk öykü yazarı ‘austin’ serisi kamyonları ve alkolü anlatıyordu ona. giderov birgün ‘as 900’ kamyonları tanıyan biriyle tanışmayı çok istiyordu, halbuki giderov’un bilmediği bir şey vardı, herkesin hayalleri çok farklıydı ve edebiyat denen nane hiç de hayat denen yemeğe katılır cinsten bir şey değildi. oysa giderov nane kokusunu ve tadını çok severdi, bir gün sabah kahvaltısı için bir koşu gidip beşiktaş balık çarşısından nane alıp kahvaltıya koyduğunda kimsenin buna gereken önemi göstermemesiyle anlamıştı bu olguyu, ondan sonra susmaya ve ummaya devam etti giderov. ve giderov bir gün işten çıktı. paltosunun yakasını kaldırdı, çünkü hayat çok soğuktu. annesini hatırladı, her anneler gününde annesinin en iyi anne seçilmesi için bir öykü yazmayı, her babalar gününde babasının en iyi baba seçilmesi için bir öykü yazmayı, her öğretmenler gününde ilkokul öğretmeninin en iyi öğretmen seçilmesi için bir öykü yazmayı tasarlardı. annesinin ona kalırsa en fedakar yanı uykusuydu, annesi onu gecenin köründe kalkıp otobüslere mi uğurlamadı, işlere mi uğurlamadı, annesinin uğurlamayı unuttuğu bir şey vardı ki, işte o çok uzun sürdü sayın seyirciler ve giderov bunu kimseye anlatmadı. giderov bazen atalarına müracaat ederdi ve onların şu sözünü pek trajikomik bulurdu: “zemheriden sonra ekilen darıdan, kocasından sonra kalkan karıdan hayır gelmez.” çocukluğu darı tarlaları içinde geçmiş olduğundan olsa gerek... giderov bir gün işten çıktı ve paltosunun yakasını kaldırdı. bir sigara yakmaya karar verdi, cebinden o dünyanın en güzel sesli çakmağını çıkardı, ve yaktı. bu sırada aklına binlerce ses üşüştü, bu sırada bunlardan en önemlisi muslukov’un sesiydi, çünkü onların bir sözü vardı dünya denen naneye verdikleri, kahpe dünyanın ta ciğerine üfüreceklerdi cigaralarını, ama muslukov giderov’u arayıp sormuyordu nicedir. efkârlandı giderov, efkâr adlı türk dostunu anladı, ona bir uzay selamı yolladı.
“sen benim uzaylı sevgilim misin?” diye bir cümle kurası geldi meçhule, vazgeçti, çoktan kurulmuş olmalıydı, bütün saatler gibi... bir gün işten çıktı giderov, paltosunun yakasını kaldırarak yola koyuldu. ‘rüya’ adlı filme gidecekti şehre tam da soğuklar indiğinde. filmden çıktığında tıpkı bardan çıktığı gibi, bardaktan çıktığı gibi bir ilime kaplayacaktı içini, bundan emindi. yalnız ve kendi halinde bir adamdı giderov. çeşitli korkuları olduğu muhakkaktı. gişeye ilerledi, “kapıya en yakın koltuk lütfen,” dedi. bilim yaptığı üniversitenin bir sineması ve gişesiydi bu. gişede güzel bir kız oturuyor olmalıydı. bu ricada bulunmadan önce, “merhaba,” dedi. babası ona küçükken bir öğütte bulunmuştu, “oğlum nereye gidersen git, önce ‘hayırlı işler’ veya ‘kolay gelsin’ demeyi ihmal etme, allah’ın selamını esirgeme.” çeşitli esnaflık zamanları da olmuştu giderov’un ve bu öğüdü hiçbir zaman aklından çıkarmadı. kendisine selamsız gelen kimseye de acımadı. atalarının, “böyle esnaflık mı olur,” sözünü pek benimsedi. gişedeki genç kızın, “yalnız sinemaya mı gelinir” gibi bakmamasından da pek memnun olmuştu.
giderov işten çıktığında ve sinemaya girdiğinde hâlâ korkubaskın bir haldeydi. üç kez derin nefes alıp verdi kapıya en yakın koltukta, rahatlatmaya çalıştı kendini. ışıklar sönünce biraz tedirgin oldu ama film başlayınca kapıldı gitti giderov, tıpkı ercüment batanay’ın çok güzel icra ettiği şahane bir türk şarkısında olduğu gibi, “kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgârına.” el yazısını çok severdi giderov, en çok sevdiği el yazısı hayatın el yazısıydı, bir şiirinde bahsettiği gibi biraz bozuk biraz okunaksızdı ama yine de çok severdi. ve el yazısı güzel bir insana doğrudan önyargılı yaklaşırdı, iyi bir insan olduğuna dair. hep iyi anlaşacağını düşünürdü ve yeni tanıştığı insanların en çok elyazılarını merak ederdi. işten çıkıp filme ilerlediğinde giderov, ‘rüya’ görmeye başladı. herkes bunu o filmi izlediğinde çok daha iyi anlayacaktı ama şairin de dediği gibi anlaşılmak kimsenin olamazdı, olamayacaktı.
bulgur pilavını çok sevdi giderov, birikmiş bulaşıkları yıkarken bunu düşündü. ve hayatın diafonuna seslendi, “bir çay bir oralet.”