ama arkadaşlar iyidir



29.11.2011

kapı açık

bazı akşamlar dinlemekte direnç göstereceğim şarkıları atlamaktan sakınmam, bu da hile. bağlaçları koyduğum yerlerden ben sorumluyum. dilimin sakıncası yok. hadi bi cümle dur. oysa ben hiç böyle bir edebiyat yapmak istemezdim. anlaşılsan bi dert anlaşılmasan başka bi. başka bi şi. özel hayatım hakkındaki ipuçlarını ve saat başlarını burdan alabilirsiniz alabilirseniz. an olur şarkı gönderesim tutar. ıslak kalmış iyi kurumamış giyeceklerden nefret ediyorum. aşık kalmış iyi kurumamış sevdiceklerden nefret ediyo.ru. how beautiful you are. ve kadınlarda uzun saç makbuldur.

çok güzelsin, çok güzelsin, ama çok güzelsin. buna inanmayacak kadın var mı.

bi daha sahneye gelsem man of constant sorrow adlı bi şarkıya konuk olurdum. osman buna konuk olurdu, enis gelirdi, akif'le tanışırdık, üç beş sekizlerine yancı olurduk özgür'le beraber.

geçenlerde bir akşam yine babamla içiyoruz. babam benden bahçada yeşil çınar adlı türküyü söylememi istemedi elbette, babamın yanında hele de rakı sofrasında şarkı türkü söyleme huyum yoktur. ama ben bu türküyü içimden söyledikçe söyledim. sonra hangisine geçtiğimi şu an unutmuş bulunmaktayım ama zaten mesele bu değil. mesele şu ki, geçenlerde babamla bir akşam, babam bana öldüğünde kendisi için yapmamı istediklerini anlattı, misal dedi ki köye bir tane çeşme yaptıracaksın, bir çeşme daha istekte bulundu ama lokasyonunu şimdi hatırlamıyorum. biz babamla öyle arada bir akşam içtiğimiz zaman buna benzer şeyleri rahatlıkla konuşuyoruz, tam bir baba oğul gibiyiz.

geçenlerde hayali bi arkadaşla sohbet ediyoruz, söz müzikten açıldı, moby'den dream about me şarkısını istemedi elbette: dedi ki: "ben mesela kulaklıkla müzik dinlemem hiç, hep dışarı duyururum dinlediğim müziği. bu, sevdiğim şeyi başkalarıyla paylaşma isteğimden geliyor bence." sonra düşündü ve kurduğu bağlantının ne kadar saçma olduğunu ben söylemeden anlayarak işgüzârlığından [oportunizm] utandı. zeki bir adamdı.

işyerlerinde huzur ve sûkuneti sağlamakla yükümlü herhangi bir sivil organ yok maalesef, sendikalar zaten hep karşıdevrimci [attila ilhan ruhu devrede]. bu sebeple sene sonları yaklaştıkça stresler artıyor, bütçeler tutmuyor, zam ve terfi beklentileri artıyor, vs., vs. alayının mına koyim.

bulut kelimesini, hava ve bulutlu kelimelerinin de dahil olduğu bir cümleiçi haricinde kullanmayalı kimbilir ne kadar da oldu. bu, bir bakıma yaşamadığımızın göstergesi olsa hiçbir kimseyi yanıltmazdı bence sonucu.

ve ben, pencereyi açınca sigara dumanının dışarı çıktığına inanmayan ben; ve ben, kapalı çam fıstıklarının mutlaka bir gün diş değmeden açılabileceğine inanan ben; ve ben, orhan çağman gibi, şener şen gibi, ihsan yüce gibi, ali şen gibi hatırlanmayacaksam ve bunun çoktan [bkz. yaş 30] farkındaysam niye ölmeyeyim ben; ve ben, kürdanlara inanan ben; ve kadınlarda uzun saç maktuldur.

27.11.2011

meyve yemeyen kadınları sevebileceğimi sanmıyorum.
klavyenin üstüne parmaklarımı bıraktım ve yürüyüş tribine girmelerine izin verdim ve yürümeye başladılar. masanın üzerinde ikisi son anlarını yaşayan ve biri sağlam üç adet çakmak vardı. şimdi şu anda "dilimden düşmüyor kolaysa gel de al içimden söküp aşkını" ya da "evlerinin önü mersin ah sular içmem kadınım" filan gibi şarkıları türküleri bağıra çağıra söylemek isteyebilirdim denize ya da ovaya doğru, ama mutlaka boşluğa. aradan yıllar geçtikten sonra bu akşam süt içmeye karar verdim.
benden hiç ali olur?

kedinin biri acı acı miyavlıyordu ama bulamadım sesin nereden geldiğini. akşam olmuştu, kişiler evlerinde yemeğe oturma saatleriydi. ben de arabaya doğru ilerliyordum paltomun fermuarını sıkıca iliklemiş, yine de içime giren soğukla ürpererek. "iyi akşamlar ali abi!" dedi bir tanesi tam arabaya binmek üzereyken. abi gösteriyor muydum bilmiyorum ama ali göstermediğim kesindi. kimse bana bugüne kadar ali dememişti. hasan, fatih, rıza, hatta hakan diyen bile olmuştu ama ali, hiç oralı olmamıştı. benden ali olmayacağı muhakkaktı, iyi akşamlarlayan çocuk yanılmıştı, beni biriyle karıştırmıştı.

25.11.2011

arabeskten kasıt

bugün ben birkaç adet bira, onun birkaç misli sigara, arabeske teşne şarkılar, yüksek ses, kulaklık, biraz kendi kendine dans oyun zeybek halay hopbaa, biraz ben, biraz yazışma, çokça dinlenme rahatlama seans. yarın iş olsa da bugün cuma.

23.11.2011

havalı havalı, koca kafalı [makama dikkat]
bir araştırma yapsam masa başı iş yapanların daha çok uykusuzluk sorunu çektiğini görecekmişim gibi geliyor. yapıldı mı yoksa bu araştırma
bugün ne yazarsam gider?

arasıra buharlı bir fabrika düşünüyorum. buharları o fabrikanın teminatıdır, dışarından baktığından buharlar çıkıyorsa orası çalışıyor demektir, gecegündüz. o kadar da krep yaptım. ben ne bilirim krep yapmasını, ama bazı erkekler bilirim ki bilirler. ama bak şunu söylemeden geçemem, ben çok iyi su getiririm. gecenin bi yarısı boğazın kurumuş ve susamışsan, kendim için asla yapmayacağım bir şeyi senin için çok iyi yaparım, bir kere bile söylenmem. ha kafama bir şeyi bozup biraları devirip yanında ağlamıym diye içeriki odada sızıp kalabilirim ben çok üzersen. yoksa tabii ki bodrum'a yerleşip domates yetiştirmeye ben de bayılırım. kaç şehirli olduğumu inanın bilmiyorum, yalan söylemiym şimdi. evde misin şimdi? dizi mi izliyorsun, ahah yoksa bizi mi izliyorsun. insanın bi film çekse hangi şarkıları o filme soundtrack niyetine koyacağını düşünebiliyor olması güzel şey, bunları yapmaktan zevk duyacağı düşünülen ruhen tanıdık yönetmenlerden hangilerinin de öncesinde böyle bir düşünceye sahip olup olmadıklarını düşünebiliyor olmak da güzel şey. yorgunluğum cümlelerimden anlaşılıyor mu yoksa, fizikî yorgunluktan bahsediyorum, insanoğlunun fizikî yorgunluğundan. siyasi yorgunluklar da işyerlerinde kol üstüne kol geziyor.

çalışmak sevmekten daha zor geliyor (2x) [makamına dikkat]
mesela çekirdekli mandalina ya da çekirdekli üzüm yememek bana çok lüks bir tabiatmış gibi geliyor. ikinci sırada üzerinde küçücük bir yarabere olan meyveyi yememek var. mutlaka böyle durumlarda mutlaka manav kızı mısın mübarek derim mutlaka.

20.11.2011

merdivenaltında bastığım sahte paraları piyasaya sunuyorum aslında yazarak. ya da benzetemedim, kalpazan sanılmayayım diye yazıyorum, sadece yazdığımda bir kısım tam ben olabildiğimden normalde bastığım sahte paraları yazarak aklıyorum. bir de şu var, arasıra esem mat kokusunu özlüyorum.
tırnakların uzama hızının sabit olmadığını düşünmeye başladım.
ğeleğ oluyoğ -hayatta-

kavanoz dipli dünya söylemini değiştirmeye karar verdim, kavanoz dünyası yaptım. bu dünyalar savaşından bundan iki yıl kadar önce -yine- yayımlamadığım bir şiirimde bahsetmiştim hatırlarsanız. tavuskusunun adresinde bulunabilir diye tahmin ediyorum [ne de olsa artık meşhur olma zamanı geldi gibi, 2012'de piyasaya mı çıksam diyorum, bu metinler nerden baksan üç dört senelik, çocuktum ufacıktım hisliydim içliydim köfteydim] ya da bahsetmemiştim, tam hatırlamıyorum. ama o zamanlar peydahlanmış ve ayyuka çıkmaya hazırlanıyordu bu dünyalar savaşı, şu an ise gayet hakim bir konumda: simit dünyası'yla başladı, gelinlik dünyası, ayakkabı dünyası, ç.m.ç (çamaşır mayo çorap) dünyası -vallahi gördüm bunu-, buna benzer dünyalar işte. ama öyle değil mi, kavanozların özel bir yeri yok mu dünyamızda, cam sağlıktır (bu da var o metinlerden birinde) ve sağlıkla yol alıyoruz. kavanozların içindeki reçel, konserve (penguen çok güzel bir marka adı), vb. tüketim nesneleri bitince kavanozları atıyor muyuz, hayır atmıyoruz, içlerine kahve çay şeker zencefil tarçın nane vb. koyuyoruz. kavanoz dünyası. ... ... yeterince ilginç oldu mu, bence olmadı. cam kavanozları seviyoruz. tarçın kokusunu seviyoruz. eskiden öyle miydi, metal kaplar vardı, şu an çaykur tomurcuk markası bergamot esanslı çayıyla bu adetini sürdürüyor, seviyoruz.

bugün şöyle bir adet türkümüz var:

suda balık oynuyor
kanım sana kaynıyor
düştüm merhametsize
hiç halimden bilmiyor

leyli leyli köylü kızı
sen allar giy ben kırmızı
yine doğdu tan yıldızı
doğmaz olsun tan yıldızı

suda balık yan gider
açma yaram kan gider
açma güzel sineni
cahilim aklım gider

leyli leyli köylü kızı
sen allar giy ben kırmızı
yine doğdu tan yıldızı
doğmaz olsun tan yıldızı

diyelim ki avuç içinden yukarı doğru beş adet uzanan parmaklarında sıhhî bir muarız başgösterdi. sağ elini kullanan bir insansın. en çok kullandığın elin olan sağ elinle, işyerinde çalışırken yanlış bir hamle yaptın ve iş kazası sonucu bu elinde sorun çıktı, sorun da bu elinin en kullanışlı üç parmağında daha çok oluştu ister istemez, meydana gelen hasarın iyileşmesi için özellikle bu üç parmağını dinlendirmen lazım. ancak, gündelik hayatta da en çok kullandığın bu parmaklarını en çok kullanmaya devam ettiğin için bu parmakların iyileşmesi geciktikçe gecikir, daha az işe yarar diye tanımlayabileceğimiz diğer iki parmak iyileşir ancak onların iyileşmiş olması pek de işe yaramaz. ... ... yeterince ilginç oldu mu, bence olmadı.

dünya böyle bir yer işte. yeterince ilginç.
pazar günlerinin tatil olmasının kötü yanı pazar günlerinin herkesin tatili, dünyanın tatili olması. "dünyanın katili olmak işten değil" dedi gibi oldu büyük şef.
değiştin kemancı, neden efkârlı çalmıyorsun

kafamda tadilat var, gürültüsünden rahatsız oluyorum. kafam kazan ben kepçe, aklımı arıyorum. pazar günleri böyle bayağı cümleler kurmak için ideal günlerdir ancak ben tasvip etmiyorum ve benden lütfen böyle cümleler kurmam beklenmesin, ne de beklenir ya zaten. ben pazar günlerinden bugün daha ziyade kim wilde, paul simon, ne bileyim new order filan dinlediğime ve ayakta sabit dururken yerdeğiştirmeden sadece omuz ve bacak hareketleriyle dans eden kadınları izlemek istediğime dair cümleler kurmak isterim. ya da bu sabah kendime kahvaltı hazırlar ve dün akşam elimi tutup ellerimin çatladığından dem vuran kızın kim olduğunu hatırlamaya çalışırken -ki ben ellerimin çatladığını sanal kamuoyuna ellerim bozuldu diyerek bunun bir gün öncesinde aktarmıştım zaten- kenken gözüme takılan bir şeyden hareketle aklıma bir şey takıldı. bazı anneler çocuklarının okumayı ne kadar da sevdiğine dair çeşitli cümleler kurarak dolaylı yoldan çocuklarını överler; bizim oğlan ne bulsa okuyor, yolda gazete görse bile durup onu okuyor. annemin böyle bir cümle kurduğunu hiç duymadım. ama aranızdaki herkesin de öyle sağda solda ne bulsa okuyan tipler olduğunuzdan eminim, beni bile okuduğunuza göre. her neyse, benim de çay kaşıklarının arkasını ve bıçakların yanal yüzeylerinde yazan marka, vb. yazıları okuma, dikkat kesilme gibi bir alışkanlığım vardır çocukluğumdan bu yana. öyle özel şeyler yazmaz ama ben zaten orda yazandan ziyade onu yazan adamı merak ederim. şu an yaşadığım yerde iki adet bıçağım var sadece, ve birinde karani ***, diğerinde cavit inox stainless yazıyor, aslında günümüzde bu bıçakların yazılarına pek dikkat edilmiyor. benim dikakt çekmek istediğim nokta geçmişten günümüze bıçak yazılarındaki gözle görülür değişim, tabii ben pazardan alınan bıçaklardan bahsediyorum, halk işi bıçaklardan. geçmişteki bıçaklarda, özellikle kurban kesimine yönelik tasarlanmış büyük olanlarda bıçağın üzerinde yapan ve işleyen adamın neredeyse özgeçmişi yazardı, şimdiyse sadece adı yazıyor. ... ... yeterince ilginç oldu mu, bence olmadı.

kestik!

17.11.2011

benim anne ve baba organizmalarımın yaşadığı doğma -büyüme hariç- memleketimde bizim bir adet müstakil evimiz var. halam bana onun bahçesinden koparıp portakal verdi. orda yersin dedi. burda yemem için. birkaç adet portakal için yaptı bunu.

ben şimdi portakal yiyorum.
tabii o zamanlar ben yirmiki yaşında filanım. üstünden yıllar geçtikten sonra ortaklaşa aldığım bir karar sonucu en iyi yaş olduğuna inandığım bir yaştayım. öğrencilikle meşgulum. iyi müziğe, kötü kadınlara, iyi edebiyata merak salmış konumdayım. öğrenci evindeyiz beşiktaş'ta altıntaş sokak'ta. üç artı bir kişi kalıyoruz, yancımız var. ev arkadaşlarım kış aylarında evimiz çok soğuk ve bol yağmur damlalı olduğundan eve gelmeyip en kötü ihtimalle doğalgaz sobasına sahip sevgililerinin koyunlarında geçiriyorlar gecelerini. ben takılıyorum öyle. aşağıdaki şarkıyı ve sahneyi izleyip izleyip kendimden geçiyorum. bu şarkıyı bu şekilde organize eden orkestrayı araştırıyorum ama kayıtlarda böyle bir düzenleme yok. düzenli olarak araştırıyorum. sonra tam bu sahneyi ayarlayıp rakı içiyorum sahnedekilerle beraber. bu yüzden sahnedekiler önemlidir. aklınızda bulunsun.

13.11.2011

her yıl mandalinaların tatlanmasını bekliyoruz. mantar çıkıyor kış aylarında, yiyoruz. nasılsınız bayan porcini, kurutup saklayalım mı sizi. kış geliyor, her sonbahar sonu kendini apartman girişlerine atabilmiş bir avuç şanslı azınlığa mensup sivrisinekler gibi sıcak ev içlerine girebilmek için fırsat mı kolluyoruz. sıcak, sarılarak uyunmuş uyanılmış hayatlar mı kolluyoruz yalnız gecelerimizde. kablolar sarıyor dört bir yanımızı, korkarım boğazımızı sıkmak için fırsat kolluyor kablolar. biz bir gece klavyeyle tıkır tıkır uğraşırken bir kabus gibi yumak olup üstümüze çökecekler mi. şarjımız bitiyor, uyuyoruz, uyanıp tekrar yollara koyuluyoruz. uçaklar uçaklar orta amerikalar. dünya hali, hali pür melali.

puşt mu puşt ahali.
yine yapmış

"Kadınlardan ne çok şey istiyoruz, diye düşünüyor Cemil. Bizi affetsinler, bize memelerini göstersinler ve ölümsüzlük versinler."

12.11.2011

o zaman gel biz senle bugün, bu güneşli ama rüzgârlı ama soğuk havada urla'ya deniz kenarlarına çeşmealtı'na filan gitmeyelim. sktir edelim, gitmeyelim hiçbir yere. oturmayalım da oturduğumuz yerde ama gitmeyelim öyle güzel yerlere. ne işimiz var. ne işimiz olur. evde bilgisayar başında oturup bi kahve içelim, önce türk kahvesi olsun yerli malı, sonra hazır kahve olur instant coffee. bu özlemi aradan çıkaralım biz. özlem kim, tanımıyorum. böyle güneşli, içerden baktığında güzel ama aslı soğuk olan -aslı kim- havada biz birlikte dışarı çıkmanın hayaline bile sığınmayalım, boşverelim. türk kahvesi cezvede oladursun, şarkı açalım ama biliyorum martılarda düşünmek seni bana getirmez ki, ya da martılar seni söyler dillerde nağme adın. nağme, bir diğer adıyla nâme mektup demek biliyorsun. notre name de sion. içeceğimiz kahve, tarım ve köy işleri bakanlığı'nın bilmemkaç sayılı izni ile üretilmiş olsun, marketten aldığımız kahveyi daha önceden tükettiğimiz reçel kavanozlarından birine -bergamot olabilir sözgelimi, sakıncası yok- boşaltıp ihtiyacımız kadarını cezveye takdim ettikten sonra kavanozun ağzını sıkıca kapatalım, hava almasa iyi olur derler. ben bir küçük cezveyim, köşe bucak gezmeyim.

hakiki bir tirbuşonun hakiki bir çalışma mekanizması vardır. vida adımlarıyla aldım verdim oynasak hangimiz basar acaba diğerinin hayatının üstüne, uff. ister istemez insan yazarken birine ihtiyaç duyuyor hitap etmek için, bu yaşarken de böyle olsa gerek, birine ihtiyaç duyuyor. tipik tatil günü sabahı mastürbasyonumuzu da yapalım. hımm, ortalık damla sakızı koktu ocaktaki kahve kaynaklı. damla sakızı afrodizmik bir varlık. sana damla sakızı gibisin dersem pekala bunu iltifat olarak kabul edebilirsin. istanbul'a mı bilemedim. bilemiyorum. bilememezlikle birlikteyim, sevişiyoruz. bugünlerde şu dolunay kaynaklı olabilir mi diyorum, içimde bir his var, terk edeceksin. dolunayın da günahını almamak lazım gerçi. med cezir de olabilir pekala.

ob-la-di ob-la-di.

11.11.2011

bu akşam bira içecek olmamın şişenin soğukluğuyla çok ilgisi var, her iki avcumdan parmaklarıma doğru ilerleyen iş yanıklarını onunla soğutacağım, bu yüzden soğuk içiniz. hep yanık hep yanık, kan görmek istiyorum halbuki ben. yaşım yirmibir sanki. bilmemekle meşgulum.

10.11.2011

saçlarını anlamak zor
"
will drive you!
will drive you!
will drive you!


mad!
"
her akşam, saat ondan sonra, o akşam için 'çok az zamanım var'
- nen var yavrum?
- öfkem var.
bu internet, bu cep telefonu, bu telefonlar, kurtulmak lazım. ama nasıl. sadece müzik olmalı gibi geliyor bana. başka da bir şeye gerek yokmuş gibi. it gibi anlatıyorum birkaç gündür. kalabalığa tutuldum, içip içip ne varsa anlattım. yetti. epey götürür beni. corap giymek istemiyorum. sanki hani uzaktan bi kürt kızını sevmişim de, sekiz kardeşli çıkmış da, babam faşistin önde gideniymiş de, kızı bana almamışlar gibi bir hayat şu. ne alakası var. kötürüm bir yaşantı bu. gitti de gitti. yas tutasım tutuyor. en çok da şu telefon kulübelerinin ne olacağı konusu, bu beynimi yoruyor. bana versinler, ben yaşarım. öfke di mi enis abi, evet öfke. öfke bu işte, winamp seveceğim ya da ortama uyacak bir şarkı çıkarmadığında kulağıma, ya da aortuma uygun kan pompalamadığında, atarım tutuyor. sivrisinek gördüm mü elime bir yankeesici alıp tüm dünyayı temizleyesim geliyor, halbuki yaşım olmuş otuz. we met when we were almost young. forever young. genç kalasımı ortasından tutup hangi yana eğileceğini büküyorum. ying yana yanga.

mantara bi potansiyel enerjiyi yükleyip şişeye tıkıyorsun mesela, sonra mantar şişenin içinde öfkelendikçe öfkeleniyor, öfkesinden şişiyor, sonra çıkarınca dışarı, bir daha geri sokamıyorsun aynı şekilde. sen şarabı iç tabii şişeyi açmışken, ama ben mantarın derdindeyim. ben mantarım. bittim. yerden bittim. zehirliyim. ben mantarım, çıkardın artık, geri sokaman.

sonra da işte sizlere alageyik efsanesinden yola çıkıp kendi öykümü anlatacağım.

4.11.2011

bir tambur olsam seni taksim ederdim.

3.11.2011

bu akşam şarkılardan bir adet çiçekli çikolatalı kurabiye demeti yapasım geldi. oysa ben kurabiye sevmem, çok tozlu oluyor içi, boğazıma takılıyor. hiç bulutlar seyrini unutur. şimdi diyelim ki çin'e gideceğim uçakla, giderken dünyanın dönüş yönüne mi hareket etmiş oluyorum ben de, bu yüzden mi giderkenki süre gelirkenki süreden daha kısa. hiç anlamıyorum her yerde aynı ayı gördüğümüzde. senle ben aynı ayı mı görüyoruz şimdi. hangi ayda doğduk sahi. aya maya çalınır mı sizce, ya tutarsa.

bir fırtına tuttu sizi, deryaya kardı. demin, fazlasıyla şişmiş telefon hafızamdan birkaç isim silmeye çalışırken, şu an ölü olan bir abinin telefonunun hâlâ kayıtlı olduğunu gördüm, ve acımadım sildim. bazen acımamak lazım diyolar hayatta, siz ne düşünüyorsunuz? sahi hiç düşündüğünüz oluyor mu? siz de düşünengillerden misiniz, dur. ne sen işe gitsen, ne ben ayılsam.

ben eskiden çok sarhoş olduğumda, yalnızken elbette, ya da maksimum nâzım varken -zira yanımda sadece o varken yalnızkenki kadar rahat davranabilirdim- ben eskiden çok sarhoş olduğumda, yalnızken elbette, müziğin sesini çok açar, komşulu bir evde komşuyu rahatsız etme riskine girecek kadar yüksek açmışsam kulaklık takar, müziğe boğulurdum, o harika bir arkadaş olurdu bana. müzik beni büyütürdü, ufaltırdı, farelere yem yapardı, yükseltip bulut yapardı, yükseğtip göğkuşağı yapardı, müzik bana etmediğini bırakmazdı. ben de buna müptela olup, kafayı buldukça, yere kapanır, ya da kanepenin sırt yaslanan kısmına kapanır, kulağımda bitişmiş hoparlörler ya da kulaklıklar, başımı ellerimin arasına alırdım. başını ellerinin arasına almak iyiye işaret değildir.

- iyiyim senden naber? - sağol. nolsun idare ediyoruşte işler guçler, naptın o işi, hani son konuştuğumuzda görüşmüştük, hani son görüştüğümüzde konuşmuştuk? _ HANGİSİNİ, BEN HATIRLAMIYORUM BİLE - hah, sen neyi hatırlıyorsun ki lili - vaveylaevet, ben sadece oyun oynuyordum sanki diye hatırlıyorum - şad olup gülmedim de eller içinde hangi yöremize aittir - hoparlörlerin sağına soluna dikkat etmeliyiz?!?

ya da şöyle anlatmaya çalışayım: ben müziğin geriliminde teller üstündeki kadınlar tirrim tirrim titreyecekmiş gibi durur gibi titrerken?!? ben o zamanlar, ben bir hoparlörün içinde birikmiş toz zerresi gibi her bass vuruşta titreyen, ben rüzgarlı havada açık kalmış bir pencenin perdesi gibiyken, o zamanlar başımı ellerimin arasına almakla kalmayıp, müziğin onca çalımdan sonraki kaleciyle karşı karşıya vuruşuna göre mor koyun türküsünü çıldırtıp evimin içinde kulağımda kulaklıklar zeybek oynayabilirdim, nitekim defalarca yaptım bunu. hem de tek başımayken.

sahi nasıl dalga geçmişlerdi hakkımda, yalnızlığı yazılarında kompleks edinen, -kompleks dediyse hani yerleşim birimi benzetmesi yapmışlardır diyorum, bu kadar zekiymiştirler- demişlerdi.

yeter mınakoyu.

1.11.2011

tam da uyuyordum halbuki. canım sigara istedi diye kalkmadım herhalde. allahalla. sivrisineklerin istilasına da uğramış değilim. geçen hafta aldığım sütten bir yudum alayım diye de uyandığımı sanmıyorum. gecenin bu benim için geç vaktinde birkaç satır karalayayım da, müzik de açmayayım da, klavyenin tuşlarının tıkırtılarına meftun olayım diye de değil. yeni lamba ve ampul aldım da kullanışlığına dikkat kesileyim diye olabilir mi, sanmıyorum ama doğrusu bu beni mutlu etmiyor da değil. zaten yatağa uzandığımda da uyuyup kalma denemesi yaptığımı biliyordum ama bu da bana göre değil, uyuyacaksam yatarım, uyumayacaksam yatmam, yatmışsam uyurum. alkolizmin ilk safhasında böyle olur, içkinin ilk bırakıldığı günlerde uykudan terli uyanmalar baş gösterir. daha önce de tecrübe ettiğim için iyi biliyorum. tam da uyuyordum halbuki. terlediğimi ve çarşafların da ıslandığını hissetmemle uyanıverdim. tişörtüm de sırılsıklamdı. bunu yaşayacağımı bildiğimden canımı sıkmadım. ağzımdaki kurumuş diş macunu fosilleri damağıma sigara çektirdi. bir süre uyuyamacaktım anlaşılmıştı, annem olsa sırtıma havlu koyardı. annem de ne zamandır olmamıştı vay annesini. kalktım, yeni lambamı yaktım. sigara yaktım. geçen hafta aldığım sütü çıkardım buzdolabından. ışığın açılmasıyla ortalığa serpilen iki sivriyi avladım.

aklıma the man who wasn't there gelmişti ve beni yatağımdan asıl kaldıran da bu olmuştu. bilgisayarımı açtım. orada olmayan adam. bu filmi izlememiştim ve uykumun bu terli saatinde aklıma gelmesinin bir hikmeti de olmamalıydı, hikmetlere epeydir uğramıyorum. ne demek istiyordu, şu şekilde beni anlatıyor olabilir miydi, ya da filmin adı verilirken bu şekilde ben anlatılmak istenmiş olabilir miydim: o an varlığı olsa da orada olmayan adam.

iyi geceler.