ama arkadaşlar iyidir



9.03.2015

haftaya merhaba.



2.03.2015

tıpkı hayallerimdeki gibi bir tekel bayiinin başına geçmiş ve orayı işletir olmuştum. teybe ilk koyduğum şarkı ise omar khorshid'in enta omri yorumu olmuştu. bu hikayeyi her anlatışımda teybe ilk koyduğum şarkının değişecek olması ise dünyanın ne kadar da devingen bir yer olduğunu bize anımsatacaktı. elbette dünya içindeki her şey zıttıyla kaimdi. sanırım kundera'nın varolmanın az hatırladığım dayanılmaz hafifliği'nde buna dair harikulade şeyler vardı. tadı damağımda kalan nadir kitaplardandır oysa. aslımda benim okuduğum her kitabın tadı damağımda kalır, izlediğim filmlerin de öyle. çünkü ben tadı damağımda yer etmeyecek filmleri izlemez, kitapları okumaz, kadınları sevmezim. tıpkı hayallerimdeki gibi elbette. bizim neslin böyle olur olmadık hayalleri vardı. bizim neslin benle konuşan, tartışan, kısacası benle muhatap olan kısmında ise böyle olur olmadık hayalleri gerçekleştirecek o biçimli şekilli diri popo yoktu. olsaydı benle ne işi olabilirdi ki. olsaydı benle haşır neşir olmazdı. çünkü benim tatar çölü sendromum var, ama ben şikayet etmezem, ağlaram halime. titrersin sen de mücrim gibi bakdıkca istikbaline. basın şehitleri caddesi'nde mesken tutmuş tekel bayiini işleten ömerov yeterince yaşlanınca dükkanı bana bırakacağını biliyormuşcasına bir gün telefon etti, ve o şehre dönmeğe tekrar karar verirsem dükkanı bana devrebileceğini söyledi, ilk etapta naz yapmağı düşündüm, öyle ya, yıllarca istemiştim de vermemişti, şimdi elden ayaktan düşünce mi aklına gelmişti. fakat yapmadım, ben insanı hep umduğu şekilde değil ummadığı şekilde yıkarım. ben insana beklediği değil beklediği ama beklemediği tepkiler veririm. çünkü ben insanı mağdur etmeyi sevmem, ben insanı üzmeği sevmem, ben insanın gururunu kırmağı sevmem, ben insanı mağrur tonlarda bırakırım. yine de terslerini yapmışlığım vakidir o ayrı mesele, zira ben de insanam.

dükkanı devralalı henüz iki ay mı ne olmuştu. ilk günlerin heyecanı geçmeğe başlamış ve her günüm bir öncekine benzer olmuştu, ne var ki bu beklemediğim bir son değildi. kendimi şaşırmamağa ama şaşırmağa programlamıştım büyüdüğümden bu yana. ne var ki yine de kendimi büyümüş hissetmiyordum tam, hiç, sadece para kazanacak kadar bir dükkan işletiyor, dilediğimce sigara ve alkol tüketebiliyordum. yanıbaşımda duran teyp de cabası. bu öyle bi teypti ki beni hayatta en iyi anlayan insan oydu. hani bir cihaz insanın aklını okuyabilir mi diye sorsalar o cihazı bulacaklar diye ödüm kopardı, nitekim yapıyordu. sonra bir akşam, o günlerde son günlerini yaşayan ömerov geldi. sahi ömerov'u hatırlayan var mı? varsa da ... yoksa da ... ömerov o sadece kendisine getirttiği iğrenç -tabii ki- şaraptan bir bardak içince gençliğindeki felsefi sıkıntılarından bahsetmeğe başladı: 

Dine ya da dünyaya duyduğum ilgi içerdiği müzikle doğru orantılı. İçinde müzik taşıdığını düşündüğüm şeylere ilgi duyuyorum, bu bazen inanmak bazen iman etmek bazen de sadece ilgilenmek boyutunda. Evet o piramitleri kim dizdi, tanrıların arabaları var mıydı, kimin yaptığından çok yaparken hangi türküyü ya da tınıyı mırıldandı, bunu böyle yapmış olmalı, en azından ıslık çalmıştır. Kuran okurken, tilavet, ya da kilise ayinleri, neden hepsinde müzik var. Ya da taşa-metale-plastiğe vurunca çıkan seslerden yapılan müzikler. A capella, falan filan. Rüzgarın ve yağmurun çıkardığı sesler (erkin koray’ın dediği gibi değil elbet ; ) gökgürültüleri, mide gurultuları, kovboy filmlerindeki şarkı söyleyen çalılar, zenciler, teke yörüklerinin uydurduğu enstrümanlar, tokat atılınca çıkan şrrak sesi, cep telefonu polifonikliği, ve çamur hazırlamadaki redüktör sesi. Çamur Hazırlama’ya ya da Sır Hazırlama’ya hakim olduğumu nasıl mı anlıyorum, bu muazzam ve sıhhi eşiği aşan ses ortamında herhangi bir motorun sesi değişirse orda değişiklik olduğunu doğrudan anlamamdan, bir rulman dağılsa sesinden tanırım. Bu da böyle, Bilal-i Habeşi’yi çıplak sesle minareden ezan okurken duymuş olanlara duyduğum haset sadece bundan ibarettir. Şimdi,  biz evet dünyanın geçirdiği evrime kendi evrimimizle otomatik bir tepki vermiş olabiliriz, hatta bu kesin böyledir bence de. Belki oksijen daha fazlaydı, daha büyük ciğerli daha cüsseli insanlar belki bu yüzden vardı; yollar yürümekle aşıldığından koca ayaklı koca kafalı insanlar belki bu yüzden vardı, ya da buna benzer mantıklarla açıklanabilecek şeyler, denizler altında binlerce fersah. Güneş % 3 daha yakın olsaydı şu halimizle buna karşı koyamazdık ama karşı koyacak seviyeye gelirdik. Basit mi, senin parmaklarınla benim parmaklarımın ateşe değil ama sıcağa dayanma takadi farklı, çünkü yüzlerce sıcak ürün tuttum parmak uçlarımla ve ilk katmanlar buna alıştı, artık yanmazlar. 

bu ağız pek ömerov'a uygun bir ağız değildi lakin onun da öyle bir huyu var ıdı. abi ben ne anlatacaktım sen ne diyorsun, dedim dayanamayıp. tamam ulan, dedi. iki lafın belini kırdırtmadın dedi şöyle çakırkeyif çakırkeyif. ve hiç umrunda olmadan devam etmeğe koyuldu.

Müthiş bir dengenin mevcut olduğuna inanıyorum. Ama bunun evrimsel olarak kendiliğinden mi yoksa bir yaratıcı eliyle mi gerçekleştiği konusuna pek girmek istemiyorum, girmek istemiyorum derken bunu düşünerek zihnimde hücre heba etmek pek tarzım değil. Hücrelerime yeterince çekici gelen başka konular var. İster afyon olarak ister psikanalitik olarak ister mantık olarak bir yaratıcı elinden çıkmış olmasını düşünmek, ya da düşünmemek, kendimi rahatlatmak maksatlı değil, bu dengenin bu nizamın bu mizanın oluşuna hayranlık duymak, bende gerçekleşen olgu budur. Bu dünyadaki en büyük mutluluk bu dünyanın şahidi olmaktır, demişti adamın biri, onun gibi. Bu pasif düşünce şekli de senin yazdıklarına kafa yormaktan alıkoyuyor beni, ama bir şeyi çok merak ediyorum, o antik yapılardaki –türkiye’de her ne kadar çok rastlamasak da- yani özellikle Helenistik yapılardaki devasa taşları kim nasıl koydu. Bu beni ölümden sonraki hayat kadar meraklandırıyor. Dini literatüre merak saldığım dönemlerde de ölüm sonrası hayata getirilen açıklamalar kısmına merak salmadım hiç, yani aslında oraya gelemedim, tam arap alfabesini öğrenip kuran okumaya geçecekken bırakmak gibi, tam siyah kuşağa geçecekken karateyi bırakmak gibi, bu yüzden de biri gittiği yerden çıkar gelir de açıklar diye meraklı bir bekleyiş içindeyim. Yine de babaannemin ölmüş olması çok trajikomik. Dedem neyse de babaannem ölecek bir insan değildi.

ömerov'un susacağı yoktu. o gece onu dinlemeğe mecburdum sanırım. bu nedenle hikayenin benim anlatacağım akvaryumlu kısmına yarın devam etmeğe karar verdim.