ama arkadaşlar iyidir



26.11.2009

ciddiyet belirtileri giderek azalıyor. o kız o çocuğu nasıl öptü öyle.
geçen gün barda peçeteyi ters yüz edip hunharca yazdığım yazıyı nereye koydum acaba. bir de konusu neydi. ama yazdığımdan eminim. hımm.
what's up! neler oluyor. neler oluyor bize, bize neler oluyor. şu sözü kim yazdıysa, ama sadece bu mısrayı, tebrik ediyor. ben de cümleleri zihnimde böyle evirir çeviririm habire. aklımda mutlaka o gün son gördüğüm aracın plakası olur. bugünün tek kaybı yanan üç adet parmak ucu oldi. beni yazmakla ve güzel insanlarla tanıştıran bir yazma atölyesine katılmıştım istanbıl günlerimde. ordaki beyaz saçlı amca demişti ki, bir bira içebilirsiniz yazmadan önce, iyi gelir, ama daha fazlası yazmak açısından zararlıdır. o günlerde bunu sık sık denemiştim, her ihtimale karşılık dört bira alıyordum, birini içip kağıdı kalemi elime. tam yazmaya başlayacakken hadi bi tane daha içeyim, derken dördüncü birayı içip uyuklamaya başlıyordum. sonra da yarın yazarız deyip sızıyordum. hâlâ aynı denemeyi yapıyorum, yanılmadım. o yüzden yüzyılın romanı habire gecikiyor, hahah.

her mevsim içimden gelir geçersin. ne güzel laf.
ilginç bir durum oluştu ve akşama kadar çalışacakken, işlerin de süper yolunda gitmesinin sayesinde erken salıverildim. fabrikama veda ettim. şehre de veda edeceğim akşama doğru. eski günlerde yapmadığı gibi babam beni almaya gelecek arabayla. çünkü yüküm ağır. her neyse, saat altıya kadar bolca boş vaktim var yani. bu suretle dolapta fazlalık olarak duran biraya diktim gözümü. bir taneden bir şey olmaz ve öğlen birasının tadı hiçbir şeyde olmaz. ama ya şişesinin dibinde sırıtan cin, ona ne demeli, o şişeyi de yanımda götüremem ki, o cini de okşamalıyım ama peder beyciğim kokusunu alırsa alimallah topuklarıma sıkar, lan allahsız arefe günü içki mi içilir, diyerek. neyse, ayılırız o vakte kadar.

yarın bayram demiş miydim, yoksa herkesler bunun farkında mıydı. neler olacak ben size söyleyeyim. sabah erkenden kalkılacak. kaloriferli, yani her yerinde eşit sıcaklıklara sahip ortamlara alışmış olan vücudum, sobalı evde sabah uyanmanın verdiği sönmüş soba soğukluğuna maruz kalıp tam küfredecekken, hayırlı bir sebep uğruna erken kalkıldığından duraklayacak, vira bismillah çekecek, çoraplarını arayacak etrafta. hemen bir hırka atacak sırtına. ulan şu bayramlar yaza gelse de camiye gidene kadar donmasak bari, diyecek. baba seslenecek, hakan hadi olum acele et. [sanki biz napıyosak, kalktık işte, ileride sırf bayram namazları için evin içine bir cami yaptırıcam mına koyim] sonra tuvalete, ama el yüz yıkandıktan sonra kendine gelinecek [not alır gibi oldu, kendine gelin edecek biri aranıyor] abdest de alınıp aşağı inilerek arabaya ilerlenecek. milletimize bayram sabahlarında bi hâl geldiğinden [misal ben] herkes camilere akın edeceğinden peder beyin yer bulamama korkusu ve takıntısından, dışarda kalırsak donarız şeklindeki fikir akıntısından, namazdan kırkbeş dk önce camide olunacak. bir vaiz, bir de biz, ne de şekeriz. ha en önde de üç tane ihtiyar, yoksa bana mı benziyorlar, şapkalarını ters çevirmişler. biri uyukluyor. eminim o saatte orda olduğu için münker ve nekirden hesabına iki artı daha geçtiğine inanıyor. ya da büyük amcalarım gibi altmışına kadar her allah'ın günü içip altımışında tak diye kadehi şişeyi kırıp soluğu camide alanlardandır. halı kokusu beni büyüleyecek. gözlerimi duvarlara, yavaş yavaş gelmeye başlayan insanlara, caminin mimarisine döndüreceğim. ayaklarımın uyuşmasıyla kendime gelip kibar bir küfür daha edeceğim, ama o gün bayram. ayrıntıya girmeyelim, sonra vaaz, hutbe, namaz derken bayram saatlerine resmen giriş yapılmış olacak. ilk babanın eli öpülecek, sonra eniştenikine eğilinecek ama öptürmeyecek. sonra camidekilerle bayramlaşılıp evde hazırlanmakta olan kahvaltı hayal edilerek zihinsel masturbasyon yapılacak. ve kardeş öpülerek uyandırılacak, peder bey seslenecek, o kalkmamış mı daha, bayram günü bu saate kadar uyunur mu?yacak. sonra babaanne, hala, kuzenler, yeğenler. mesela iki bayram önce yeğenler diye bir şey yoktu. o halde yaşlanıyoruz doktor.
ben çalışırken bugün bazı evlerden günlük kokuları yükselecek sevgilik günlüğüm. yani günaydın.

25.11.2009

dün öğretmenler günüydü. kutlu olsun. ilkokul öğretmenimin sesini duydum, iyi geldi. ben öğretmenlerinden nefret etmeyen azınlıktanım. benim için çok şey yaptı sağolsun. sonra bana zor zamanlarımda yardım eden, akrabam bir çift öğretmeni de arayıp günlerini kutladım. inanmam böyle günlermiş filan, ama onun sesinin, "oğlum, hadi çok yazmasın sana" deyişi var ya, her sene bu beni onları aramaya sevk eder. ilkokul öğretmenimin de, beni savunmak için o pezevenk okul müdürünün karşısında ağlar bir şekilde sinirlenip kendine hakim olamaması yeter de artar. sınıfa ayaklarımı vurarak girdim diye, serdar'la kavga ettim diye, ülkü'ye mektup yazdım diye yediğim tokatlar hiç umrumda değil.

yarından sonra bayram. ilerleyen günlerde yazmam zor olacak farkındayım. herkesin bayramı kutlu olsun. bayram güzel bir şeydir. adı kurban, vs. olsa da. beni görmek istediğim insanlarla bir araya getirir. bir de tatil sonuçta. çalışmaktan kaçmakla alakası yok bunun, ilk gün bayram namazı için erken kalkmak haricinde diğer günler saati kurmadan yatmak, yaşlıların o tırnaklarından arttırdıklarıyla şeker alarak dağıtmaları, ya da bütün cimrilikleriyle koskoca şekerliği üç tanecik şekerle donatmaları, babamı gördüklerinde, "oğlum hoşgeldin, nerelerdesin, eskiden hep gelirdin" demeleri, beni gördüklerinde, "sana ne kadar da benziyor, eskerliğini yaptı mı bu, evlendi mi, çocuğu var mı" gibisinden sorular yorumlar yapmaları, babamın 'dudu kadın'a para vermesi, dedemin yerleşikliğe geçtikten sonra yaşadığı o pembemsi aşı boyalı evin önünden geçerken birtakım benliklerimin kendinden geçmesi, ne bileyim, geçen bayram yaşayan birinin bu bayram artık olmaması, arefe günü mezarlık ziyaretleri, vs. önemli şeyler bunlar benim için. insanlar bunları rutine bağlamış olsalar da benim için hiç de öyle değil.

keşke dedem yaşıyor olsaydı.

24.11.2009

saadet ne güzel isim
gece oluyor uyuyorum. sabaha karşı haberim oluyor, aniden uyanıyor ve kendime geliyorum. ben oluyorum her zamankinden hallice. seni aramaya çıkıyorum. buzullar karşılıyor beni ama kaymıyor düşmüyorum. uzaktan beliriyorsun.
"all right skip, whereever you are, this one is for you." diye bir alıntım var bi şarkının başlangıcından. bunu niye yazıyorum biliyor musun, birisi bir gün bu şarkıda bu kadın ne diyor diye tesadüfen rastlarsa, hislenir de merak ederse, google'a yazıp da ararsa, beni bulsun diye. çok önemli bu insanın beni bulması. tıpkı bir zamanlar bu gemi ne zamandır burda aramaları gibi, ama bu daha spesifik, üzgünüm türkçe, mühendisim türkçe.

o değil de, hep lafı uzatıp yazının ana temasını kaçırıyorum; düşünsene, biri senden yıllar sonra senin söylediğin bir şarkıyı söylüyor, ve bu şarkının başında senin adını anıp bu şarkı senin için diyor. ve kayıtlara böyle geçiyor.
akşam işten geldiğimde açtığım bu klima odayı sabah sekize iki kala ancak ısıtabiliyor. biraz olsun ısınmak için sigaradan son nefesi ve çayımdan son yudumu sıcak bir ortamda alıyorum, tam o sırada mesai gongu çalıyor, "hasktir, gene geç kaldık," deyip yola koyuluyorum. bu sırada alelacele bağcıklarıma basma tehlikem çok yüksek, aldırmıyorum. sağdan başlıyorum, günaydın derken solu bağlamayı bitirmiş oluyorum.

ayakkabı bağcıklarını bağlamayı öğrenmenin bile bir hikayesi var bazı insanlarda, kimi hatırlamıyor bile. hayır, hiç garipsemiyorum. hatta son zamanlarda hiçbir şeyi.
insanın çok güçlü hoparlörleri var olabilir ama bu yine de her dem sesli biri olmasını gerektirmez. istediği zaman açabilir sesini sonuna kadar, hatta kızdırırsanız basslarıyla kalbinizi bile gümletebilir, bazen cızırdarsa şaşırmamalı bu yüzden. keyfi yerindeyse çıstak dubstak dub tıs dış tıs.

çok güçlü hoparlörlerim olsun istiyorum ama bir o kadar da portatif/minyatür olsunlar ki onları istediğim yere götürebileyim. sözgelimi benimle birlikte mezara kadar gelecek kadar sevsinler beni hoparlörlerim. merak etmeyin yalnızca yalnızken açarım seslerini, ancak o zaman kullanabilirim tüm kapasitelerini, o yüzden rahatsız etmem kimseyi, misal davut bile hiç söylenmedi bana, "olum sen evde miydin yahu, bazen korkuyorum öldü mü bu çocuk diye."

bir de şey istiyorum hayattan, çok büyük bir akvaryumum olsun. farz-ı muhal çok büyük bir evim var ve bu evin kocaman bir odasının tamamını akvaryumuma ayırıyorum. çok mutluyum. hatta abartmak gibi olmasın arasıra kendim de içine dalıp dünyaya bir de balıkların gözünden bakıyorum, fena mı olur.

bugün biraz ağırdan alarak işimin parçası olan bir ayar yapıyordum. ama hakkaten de ağırdan alma olayını abarttım. sonra iş arkadaşım ela demesin mi, "senin de elin ne kadar ağır, sutyeni kaç dakikada açıyorsun sen!" fena güldüm.

bu onun işi olsa dahi bir insanın önüne boyaması için ayakkabılarını uzatmak; ya da; törpülemesi, cilalaması, vs. için tırnaklarını, hele hele ayak tırnaklarını uzatmak, bana garip geliyor, anlayamıyorum. haha, anlayamadığım şeyler sadece bunlar olsa, çok mutsuz olurdum kesin, ama çok fazla olduğu için mutlu ve mesudum, müsterihim hayattan yana.

bir şaire bir kitabını imzalattım haftasonu. aslında web dünyasından tanığı olduğum üzere bu adamın ikiyüzlü olup olmadığına dair şüphelerim var ama izmir'in yerlisi olup izmir'de oturan bu adamla tanışmak istedim. çünkü kendisi geceleri çöp toplayan, hurdacılık yapan bir şair. onu göreceğimden emindim çünkü yakın arkadaşı olan ve benim zerre sevmediğim başka bir şairin imza günü vardı, ve o da onunla gelecekti. neyse ki hesapladığım gibi oldu ve sevmediğim arkadaşıyla muhatab olmadan kitabını imzalattım. maksadım kitap imzalatmak da değildi, onu bir araç olarak kullandım şairle tanışmak için. kitaba bakıp, "bunu nerden buldun?" dedi. eski bir kitabının ilk basımıydı çünkü. "buldum işte!" dedim. adımı sordu, imzaladı. altına klişe bir not düştü, rasgele bir sayfa açıp oradan bir dize yazdı. izmir'de şiir konuşacak birini aradığım için bu adamla tanıştım ve ileride kendisini arayıp görüşeceğim. muhtemelen şarap içip balığa gideceğiz hatta, yo hurdacılığa geri dönmek istemiyorum. aynı zamanda yeni şiiri de takip eden biri, bu güzel. bana baktı, "yörük müsün sen?" dedi, "böyle saçların dik dik." "evet." dedim. nereli olduğumu sordu söyledim. mesleğimi, şiire ilgimi. "yirmisekiz," dedim, "hayır bekarım" dedim. "belli, evli olan gençler ölü gibi bakıyor, sen canlı canlı bakıyorsun!" dedi. içimden, 'bir gün ben de evleneceğim ve hiç de ölü gibi bakmayacağım' dedim, hissettirmedim. acelesi vardı, bunları onunla daha çook konuşacağımızı hissettim. memnun oldum ve ayrıldım oradan.

19.11.2009

ben her cuma bir yere gittim. bu ayrı bir dünya idi. sözgelimi her cuma yeni bir filmin ilk seansına gitmek, yahut bir oyunun açılışını izlemek gibi. ya da annesine koşan yatılı bir çocuk gibi cuma akşamları. gibileri sevmiyorum, ben her cuma akşamı içmeye de gittim çünkü. kitap okumaya, kitapçılara kitap aramaya, sahaflara, üniversitelere okumaya, üç üniversite gezdim, ilginç idi. yaşıma ve bu kadar çok cumayı hasarsız atlattığıma hatta yarın bir tanesiyle daha tanışacak olmama inanamıyorum. sözde bir roman yazacaktık, cuma olacaktı içeriği, ilk hayran kaldığım kitap olan robinson'a atıfta bulunacaktım, yemedi. biz kalimero'yu izleyip gülelim en iyisi, sözlülerimizden yüksek puan alalım, yazılılardan da tabii, dilini anlamasak da kalimero, aşağıda, izleyelim. eylüle aşık olalım bu kasım ortalarında. aralık gelince halim fena. son yirmiüç.

17.11.2009

bi yokuş vardı, penceresine bakıyordu yurdun. ya da yurdun 207 no'lu odasının penceresi o yokuşa bakıyordu. arabalar zorlanırdı yağmurlu havalarda o yokuşu tırmanmakta. arnavut taşlı bir yokuş, taşlar saysan sayılır, maçka'ya doğru yükselen bir yokuş ve yurt. bir taraftan da itü devlet türk musıkisi konservatuarına bakan bir yurt, başka bir yokuş başından konservatuar öğrencilerinin çalgılarının sesleri yükselirdi. içerde, kalorifer peteğine yaslanmış dışarıyı seyreden bir çocuk, kulağında walkmaniyle kış geldiğinde, birtakım şarkılar dinler. akşamlar filan olur. kaloriferleri ateşler yüzleri isli adamlar. birtakım duygular eksilerek çoğalmışlar on yıldan bu güne. birtakım insanlıklar. birtakım ayrılıklar. ayrılıkların takımyıldızları, takımadaları filan var. her ayrılık bir takım tutar ve o takımın peşinde gider, diğer takımsa küme düşer. walkmani ayırt etmez kulakları çocuğun dış dünyanın seslerinden. kuklaları da bu bakımdan sever. insan acılarını büyütmemeli, çocuk büyüdükçe acılar sabit kalmalı kendi büyüklükleriyle. çünkü gebedir tüm genç kızlar yeni acılara. duyuyor musunuz beni hacılar, gittiniz kutsal bellediğiniz mekanlara, biraz da buraları tavaf edin. biraz da bizim taşladıklarımızı taşlayın. yurttan yağmuru seyreder bütün çocuklar, ellerinde play tuşu. rewind, forward. rw, fw. hayat geri sarılabiliyor bazen ne güzel. kar yağdı mı o daha bir güzel seyredilir kalorifer peteğine yaslanılınca, bacakları ısınır hatta yanar çocukların. arabalar çıkmakta zorlanır. hayat gibi hani yaşanılan. patinaj yapıyoruz o halde bazen, ama çıkıyoruz nitekim. ya çamura saplanan ya yağmurda kayan tekerlerimizin altına bir tahta, ya da birileri sağolsunlar ittiriyorlar. çıkıyoruz, yokuş başını görünce anlıyoruz ki dünya yuvarlak, ve döner, ve çocuklar dönme dolapları, atlı karıncaları sever.

arasıra lunaparka gitmeli insan. el ele olmalı.
insan bazen üşümüyor mu, hiç şaşırmıyorum ben buna bu duruma. yani üşümek anlamında şey ettim biraz. insan bazı yaşlarında çok kızgın olabiliyor, büyüdükçe teskinleşeceğimi ümid ediyorum. evet devam ediyorum ama sor bi neden, kopmamak için. geçen gün özgür'le konuşuyoduk yine; hani şu, bana, tanrıya ve sana verdiği yeteneğe ihanet ediyosun diye özgür'le. nerden duyduysa bu lafı, yeteneğime tokayım, tana bitey olmatın, dedim ben de. her neyse, bu lafı eskiydi tabii ve ben bunu bundan yıllar önce sizinle paylaşmıştım, şimdiki lafı ise şu oldu, yazmıyorsun di mi; sabahları yazıyorum dedim, ayık kafayla iyi oluyor; ne zamana kadar, dedi. bu sohbeti burada kapattım, zeynep'e döndüm, ee zeynep sen ne zaman mezun oluyosun şimdi dedim, ve sohbet dünya denen bu labirentin içinde yön değiştirdi, biram bitmek üzereydi ve tazelemesi için garsoncağıza işaret ettim. sigaramı tazelemesi için parmaklarıma ve dudağıma emrettim, dudağım da ne dudaktı ha, dudağım dudak, dediğim dedik gibi, ne güzel di mi, ben yaptım, hem de daha demin. dudağım yok benim. o değil de benim dünyadaki en erotik fantezilerimden biri maçka parkından kalkan teleferikte öpüşmektir, öpüşmek ah ne hoştur boğaza karşı teleferiğin buğusu içinde, var mı ötesi, bence varla yok arası. bak benim uzatasım gelmiş gördün mü, noktalar virgüller gırla gidiyor, ben tırla, poff, uçurum dan dan.

beng beng may beybi şat mi. donla dolaşıyorum filan derken nazar değdirdim, kaloriferler yanmıyor, bozuk, bu dünyanın çivisi çıkmış hakkaten. bugün eski mesajlarını sildim telefonumun, emrah'ınkileri bıraktım. bir gün ben de izmarit diye bar açıcam, ve herkes izmaritleri yere atıcak, çok otantik olucak. o kadar da diyorum tok karna içemiyorum diye, habire akşam yemeği yediriyor bu yalan dünya bana. ne güzel bir şey, zamanında fransız sanatçılar, chanteur ve chanteuse'ler, ülkemizi ziyaret etmiş ve güzel güzel şarkı söylemişler o bozuk türkçeleriyle. ben de biraz bozuk türkçem olsun istiyorum, geçen gün türkçeyi bi bozdum bi bozdum. geçen gün ingilizcem de bozuk attı bana. je ne sais pas. sevdim inanamıycaan kadar seni esmer kız. aslında biliyor musunuz bu hayatta üstümüze alınacak bir garip hırkadan başka hiçbir şeyimiz olmamalı. iler tutar yanı yok yani bu durumların. mesela tövbeler tövbesi adlı şarkının başlangıcı kadar başlangıcı güzel şarkı az bulunur. hadi be kırlangıcım, gel yanıma, başlangıcı mol. pampam diye bir kedisi vardı komşumuz merve teyzenin. günde birkaç kez kapımızı çalardı, korkardım da pampam'dan, büyükçe bir şeydi teyzenin kendisine inat. bu kedi bu kadını bir gün yer derdim kendi kendime, huyumdur kendi kendime de güler geçerdim bu gibi durumlara. bir gün fena ağlattı bizi merve teyze, ölümüyle pampam'ı kızına bırakması bir oldu, pampam çok hüzünlüydü giderken. emrah bakamadı ölüsünü kapıdan çıkarırlarken. eskiden içince hiç kızarmazdım, bana bi haller oldu. haller gençlik merkezi vardır eskişehir'de, bi numarası yoktur ama şehre gidenlere önerirler gezmeleri için, hep de şey derler, burası eskiden haldi. kim kimi halledebilmiş ki şu dünyada.

yıldız. kaydı yayınla.

16.11.2009

kamil'e küfretmeye başladığım zaman anlıyorum ki sarhoşum, çünkü bildiğin küfür ediyorum, ve bu hoşuma gidiyor, işte o zaman içmeye devam ediyorum. ama bu şey için değil elbette, şey için işte, bilirsin, şey için. bilmelisin. sayılı gün çabuk geçer ve tavşan kısık ateşte pişer derler, kısık ateşte pişiyorum ben de, her zaman olduğum gibi, her zaman her şeyin olduğu gibi. kısık gözlerini unutuyorum insanların. bir iki şarkı play ediyorum. babama bu akşam orjinal plağından zeki müren'in kahır mektubunu dinlettim şaşırdı, hele bir de tango yapmayı bildiğimi -ama alaylıca- itiraf edince, siktir lan dedi, ben de dedim ki sen beni bir şeye benzetemedin galiba. insanın babasının olması bazen değişiktir sayın seyirciler. sonra da orhan gencebay'dan tanrı'ya feryat dinlettim, iyi geldi ona dört hakiki dubleden sonra, dublenin hakikiliği mühimdir bizim fiziki coğrafyamızda. tabii bir insanın hem fiziği hem coğrafyası iyi olabilir, benimse fiziğim de coğrafyam da kötüydü, sadece sayısalım iyiydi, iyi bir sözel zekaya sahip sayısalcıydım. yani emotional intelligence'ım yüksekti, ki bu da para etmiyordu, atari salonlarında jeton da etmiyordu, birkaç kelimelik ederi vardı, bense kekemeydim kendime karşı, topluma karşı konuşkan.

15.11.2009

mevsimler birer formalite. yeni şiirimimin başlığı.
bir arkadaşım demişti ki bazı kültürlerde evlilikler avuç içi öperek gerçekleştirilirmiş. erkek, kadınının avcunu öpünce evlenmiş sayılırlarmış merasime gerek kalmadan. ya da tam tersi. teşekkürler türkiye.
"canım havuç çekiyor benim," dedim her zamanki çocuksu tonumla. ben çok şey isterim, canım her an bir şeyler çeker. aslında hayattan pek de bir şey istemem ama arkadaşımdan, sevgilimden, yakınlarımdan çok şey isteyebilirim zaman zaman, bunu da bana çok görmemeleri gerektiğini düşünürüm, şöyle düşünseniz hak vermez misiniz bana, ben bir çocuğum, inanın ki çocuğum ve istemeye hakkım var. yüzüme baktı. yüzüme bakmayı pek severdi, yüzüme bakmasından bıktığımda hatta elimle iterdim çenesini, kendi kendine meşhur ettiği hareketiyle yüzünü geri getirirdi benim ittiğim yönün tersine, eski haline, ne de şirin olurdu ki o zaman. onu şirin bulduğum, bazı bazı yakışıklı bulduğum doğruydu doğru olmasına ama bir tarafıyla da benim görkemime, güzelliğime, şanıma yetişemeyecekmiş gibi bir duygu taşıyordum. biraz aşırı yerel ve dramatikti çünkü yaşama tarzı. ya da öyle yapmayı severdi, üzerime titremesi konusunda ise hâlâ kararsızım, ona kalırsa üzerime titriyordu, bana kalırsa da, ama biraz daha biraz daha lütfen. oburum ben, sevgisiz yetiştim, ve şimdi bu sevgiyi olsa da olmasa da bozdurarak harcıyorum. gençleştim güzelleştim, zekiyim, ve sevilirim. yüzüme baktı. yine dalga geçecekti anlaşılan, ya da suratı o komik ifadelerinden birini takınacak ve beni güldürmek için bir şey söyleyecekti, daha doğrusu o bir şey söyleyecekti, ben de buna gülecektim kafamı geriye atarak. sonra dalga geçmeler silsile halini alacaktı, gülme şeklimle, yüzümü geriye atarak gülme şeklimle ilgili, saçlarımın o anki haliyle ilgili, ve bu böyle sürüp gidecekti, ben onun gülmesine gülecektim, ve dakikalarca gülecektik. çünkü öyle olduğunda böyle oluyordu. yüzüme baktı, "lan bu mevsimde havuç nerden aklına geldi!" dedi şaşkınlıkla ama kızmadan. o güne kadar ne dediysem yaptırmıştım ve yine yapacaktı elbette. ama erkeklik nazını da yapacaktı bir taraftan, ondan sonra da istediğimi. "ya çekti işte ne bileyim," dedim gücenerek. evin içinde sağa sola yürüdü, ne yapacağını düşündü, saatine baktı, haftasonu akşamın o saatinde, üstelik mevsimini tutturamadan yaptığım bu isteği nasıl karşılayacağını düşündü. çok çözümcüydü, çözüm üretmeyi severdi, problemlerden nefret ederdi ama hepsinin de ölümlü ve çözümlü olduğundan emindi. hissettirmeden arasıra kendisi de üretirdi. "madam hadi gidelim madem," dedi. "nereye gideceğiz?" dedim umutsuzca, hem istiyordum hem de istemiyor gibiydim, hep de böyleydim. "nereye olacak, toprağın altında havuç aramaya." atladık arabaya, neyse ki süpermarketler vardı ve yaza doğru geç kapatıyorlardı. yolda, kendisine, küçükken sarılık üstüne sarılık geçirdiği için havuç dediklerini anlattı, ve birtakım başka şeyler. markete vardık, bir kiloluk sarı havuçlardan aldık. sarmaş dolaştık. eve gittiğimizde hepsini teker teker, hem de iştahla yememe şaşırdı. "allah'tan hamile değilsin, bi de hamile olsan kimbilir bu mevsimde neler isteyeceksin" dedi, güldük.

bir hafta sonra test yaptım. iki çizgi vardı gözümde uzadıkça uzayan.

12.11.2009

şükran hemşire: gene börek almışsınız!
zeynel: ne çıkar! hoşuma gidiyor size börek almak. beraber yiyelim mi?
- güzel kız. alsana böyle bir kız.

cem yılmaz'ın hokkabaz filmi gözümde tüm ayrıntılarıyla büyük filmdir. sanattan beklediğim sanat olmasının yanında bir taraftan da böylesi olmasıdır, bunu her şey çok güzel olacak'ta da görmüştüm ben ama hokkabaz kesinlikle daha profesyonel. ayrıntılara daha müthiş hitap edilmiş bir kere. kılçıklı bir balığı yemeye çalışır gibi izledim tüm filmi, ayırdım hepsini kare kare.

arkadaşına maradona demesinin sebebini açıklıyordu bir yerde, on numara adamdır diyordu. işte bütün mesele bu, on numara adamlara ihtiyacımız var. on numara kadınlara da elbette ama maradonaların yeri başka.

diğer filmlerini izlemedim arog gora filan, ama bu yukarıda andığım ikisi yeter bence.
ispanyol meyhanesinde bir kadının hâlâ şarkı söylüyor olması güzel bir duygu. son yirmidokuz.

11.11.2009

yağmur yağdığında, ve gök gürlediğinde, ve sen tüm bunlardan korktuğunda bil ki o hep yanında olmak ister. [sayfa 28, cüz 30.]
hâlâ yağmur yağdığında elektriklere dair bir kaygım var, bu iyi. gözlerimi herhangi güzel bir kadının parmaklarına kayarken yakaladım, bu kötü. sana bir iyi bir de kötü haberim var ama söylemicem. bana haberin yokmuş gibi geliyor, bu yorumsuz.

son otuz.
benim bir neşem var. allah ım bana bir senelik rapor, sonra taburcu. burcu burcu. burcumdan memnun olmayan var mı. ühü ühü hüzün neredesin, daha birkaç yılan yılı öncesinde buralarda fink atmak. daha mutlu olabilirim elbet. allah ım tababet ilmine tabi değilim, aklım almor, aklım almıyor, aklım almodovar kadınlarında saklı. kadınlar beni sevip süveterini kim ördü derlerdi küçük, baklagillerin yetiştiği süveterlerden değildi bu, rengarenk. anacığım sağolsun pek renkli giydirirdi beni, hımm kaç ilmekmiş bu. ah içime bir şey oturdu, kalk ordan lan dedim, ardına bakmadan çekti gitti. hımm, if you want a lover, i'll do anything you ask me to. hadi hep berber hurda toplamaya gidelim, içlerinde bakır gizli elektrik kablolarını yakalım, onlar yanarken pembe mavi mor yeşil sarı kırmızı dumanlarını seyreyleyelim, kabloların plastikleri yandıktan sonra soğumalarını bekleyip elimizle sıyıralım ve bakır telleri hurdacı osman'a satalım. kazıklasın bizi rahmetli, babam da desin emeğin ne kadar ucuz de mi. karıcığım bana bir şarkı aça. hey gidinin yosması, galengin kancığı, şimdi yok muydu kadıköy semalarından martıların karıncalanmalarını dinlemek. ne demiş kim, kırlangıçlar gider, kargalar kalır. ben bu durumda karlangaç gibi bir şey oluyorum, giderim ama beş yılda bir.

bugün diş icabı muayene olmak için şehre indim. dönerken de 4-12 vardiyasının servisine bindim. tansaş'a uğrayıp söylemesi ayıp bir miktar kahvaltılık malzeme ve akşamımı şenlendireyim diye de rakı almıştım. sen serviste poşeti düşür, reçel kavanozu ve rakı şişesi birbirine girsin, önce anlamadım tabii. sonra otobüsü yavaş yavaş bir anason kokusu sarmaya başladı. kibarca eyvah dedim içimden, bak şimdi bile geldi kokusu burnuma. koku yükselmeye ve işçiler etraflarına bakmaya başladı, ben de kızarmaya. pek çok durumda kızarırım ben, utanmak işte, bilirsiniz. ve dökülen sıvı oturduğum arka koltuktan şoför mahaline doğru ilerlemeye başladı, bense o sırada kaç dakikalık daha yolumuz kaldığını ve kilometre başına kokunun ilerleyeceği havanın hacmini hesaplamaya koyulmuştum açık renkli bir mühendis olarak. nitekim, koku ağır bastı, kokular hakim duygulardır bilirsiniz. koku, ses; bunlar mühim ve muteberdir hayatlarımızda. neyse ki servis durdu ve indik ama o koku dolu servise gündüz vardiyasından çıkacak olanlar binecekti ve ben kokunun sahibi olarak bir açıklama yapmak durumundaydım. rakı dedim şoföre, kimi kızlarda sırf ağzının kokusu bile sevişmeye götürür, kimileri ise yanımda yatamazsın der, böyle bir şey. "ben anlamam şef," dedi, "bi el at da yıkayalım şu paspası."

habire kendi kendime zafer işareti yapmak istiyorum bugünlerde. saçlarım yine uzadıkça kirpi pozisyonuna sokuyorlar beni, ya da şirincesi çim adam. evet evet böylesi daha sağlıklı. şirince demişken, gidemedim hâlâ, bir şarap borcu var bana. tabii izmir bana bir adet gökkuşağı gösterdi bana bugün. şemsiyem yoktu ve yağmur yağıyordu bir taraftan. hadi dedim bugüne has bir taksi tutayım, bindim taksiye, "usta şu gökkuşağı var ya!" dedim, bunu yaptım gerçekten, "onun altından geçmek istiyorum." "abi dalga geçme!" dedi. "sür madem istanbul sokakları'na," dedim, bunu yaptım gerçekten, "abi senin dediğin şarkı be!" dedi. pes ettim, bornova askerlik şubesi'ne gittik sonunda. yoldaki işportacıdan şemsiye almadım, bölük pörçük hatırladım, şemsiye alırdık sokaktan ve eskitirdik.

yaşlı hemşehrilerimin ahmet'e "amat" demesi çok hoşuma gidiyor.

8.11.2009

yağmur başladı. bu haftasonu izmir güzel bir iklime sahne oldu. şehre indim yine, eskişehir'den yakın bir arkadaşım beni ziyarete geldi, demin onu uğurladım. uzun bir aradan sonra mektuba benzer bir şey yazdım. içki içtim biraz. dünyanın en leş otelinde konakladım iki gece, arkadaşımı da götürdüm, başka bir arkadaşımı orada kalmaya razı edebileceğimi sanmıyorum. kitap aldım, hayatta en korktuğum şeylerden birini yaptım, birine kendimden tavsiyeli kitap yolladım. düşündüm ki her sezar'ın bir brütüs'e ihtiyacı var. şimdi elimde dino buzzati'nin tatar çölü var, hadi beraber okuyalım. alsancak'ta bir çocuk var, kıbrıs şehitleri caddesinde sokağa serdiği tezgahta kukla oynatırken görüyorum bazen, yansımalar'dan bab-ı esrar'ı çalıyor oynatırken, çok fena bir şey, görmenizi çok dilerim. bazen alkolik bir adam takılıyor yanına, çocuk kukla oynatırken adam ağlıyor. keşke büyüdüğümde yönetmen olsaymıştım, o sahneyi yaraşır biçimde filme alır size izletirdim. hayatımın en güzel kuklalarını bir arkadaşıma hediye ettim, belki atmıştır bile onları. izmir'den yıllanmış şarkılar adlı bir albümde rebetikolar serisinde bournovalia diye bir şarkı var, bornovalı güzel bir kız geçiyor aklımdan onu dinledikçe, ya da bornova'ya gittikçe, göremiyorum. sizin de bildiğiniz gibi bir şehri güzelleştiren şeyler içinde size eşlik eden insanlar olabiliyor bazen. izmir bu haftasonu, geldiğimden bu yana ikinci kez güzelleşti benim için. yakın kitabevi'nin çalışanlarını seviyorum, bu şehirdeki sahaflar nerde acaba, hurdacılar, bir an önce onları bulmam lazım. sütyen çok önemli bir aksesuar, özellikle kurdeleli olanları, servis beklerken gözüm takıldı. kurdelenin kurdelanın kordelanın yakışmadığı yer az zaten. ha bir de kortejo diye bir kelimeden haberdar oldum bugün, onu da bu haftanın kârları hanesine çentikliyorum, onu araştırıcam. sonracığıma, ne diyecektim, sana dedim tabii, gülmemiz gerek. ne zamandır afili bir cümle kuramıyorum, ahlar tuttu galiba, artık yazamıyacağım eskisi gibi. zeki demirkubuz kıskanmak diye bir film yapmış, haberim bile olmadı, uzak kaldım. reha erdem altın portakal almış. hep mış yani. orhan gencebay ne kadar da kibar şarkı söylüyor, kıskanıyorum. kollarımdaki yanıklar dikkat çekici seviyeye ulaştı, napayım iş kazası. haha mesleki deformasyon. hanife abla tişörtlerimi yıkamış ben yokken, bu yumuşatıcının kokusunu da kazıdım cevherime. sahi sen nasıl bir koku . son günlerde ilginç ve tuhaf kelimelerini çok kullandığımı fark eyledim. en son on yıl önce gördüğüm aynı liseden aynı dönemde mezun olduğumuz bir arkadaşı gördüm bugün, karşılıklı şaşırdık. karşılıklı şaşırmak güzel şey, tavsiye ederim. karşılıklı içmek de güzeldi bennen, eskiden. şimdi sanmoorum. ö ile istanbul günlerimizden, ısparta günlerimizden, eskişehir günlerimizden bahsettik yanımızdaki eski sevgilisine, yabancı kaldı ama ilgiyle de dinledi sanki. sahi ben nereliydim unuttum, hele içinden miydim hiç bilmiyorum. kliplerle zerre kadar aram yok. manisa'ya yusuf atılgan'ın kaldığı oteli ziyaret etmek istiyorum. benim çün önemli şeyler bunlar. şimdi ilk defa kışın boxerla gezecek kadar sıcak bir odada kalıyorum hayatımda, bu da çok önemliydi benim için, kışın ev içinde tişörtle gezmek, neydi lan o muğla'da kaldığımız ev, bırrr. hatta çikolata bile erimiş kendi kendine ben yokken, ben de erimeyeyim sakın, ama o çikolata kaplı adam reklamı güzeldi axe'ın. charlotte'un bir kadın için güzel bir nick olacağını düşünüyorum, bunun charlotte gainsbourg'un yüzündeki anlamla filan ilgisi yok, aklıma geldi şimdi. ha bir de chloe'yu da çok başarılı bulurum, bunun da günlerin köpüğü'yle alakası düşük. rus yazarların bazı kadın isimlerini kısaltarak atıyorum matrukşa petruşka manuşka filan gibi kullanmaları da hoşuma gidiyor. eşkıya'daki necdet mahfi ayral'ın oynadığı karakteri de çok başarılı buluyorum. steve buscemi'nin kendisinin çektiği ve oynadığı threes lounge adlı filmini aldım ucuzluktan, onu da izlemek istiyorum. coen'lerin çektiği filmlerde oynattıkları herkesi seviyorum sanırım. sanmak gibi de bir bağımlılığım, illa ki sanacağım, bi kez de kesin konuş di mi, yok ama. aha yağmur hızlandı camlara çarparak ilerliyor. burdaki ö cuma akşamı yine kafayı buldurup şarkı söyletti bana, izmir'i inletmiş olabilirim, sonra da kendi sarhoş oldu deli. şimdi biraz çarpanlara ayırma çözelim de keyfimiz yerine gelsin. sonra da kitap okurum. iki sevgili birbirine muhakkak kitap okumalı yatmadan önce. sonra da iyi geceler öpücüğü. haha, gerisi size kalmış.

4.11.2009

"yazdıkları üzerine iyi düşünülürse ağlanabilir"
en sevdiğim leonard cohen şarkısı der ki: "come over to the window, my little darling, i'd like to try to read your palm." buradaki palm hepimizin bildiği gibi avuçiçi manasına gelmekte. bundan yıllar önce yine bu blogda açık bırak pencereni deyişim de buradan hareketle değildir ama tevafuk o ki yine buraya hareket etmiştir.

bu sabah yağmurdan kaçan bir salyangoz gördüm, soramadım nereye diye, öyle imkansız bir duvara tırmanışı vardı ki, sorsam herkes gülecekti ben dahil. tıpkı yol ortalarındaki kaplumbağalar gibi, o adımlarla onlar nereye giderdi ki.

etrafta gördüğünüz fotoğraflardan biri de işte öyle. voyage voyage

3.11.2009

yalnızken birayı çok hızlı içiyorum. şairin sevdiğim bir sözü var "aç karnına yudumlamak binlerce birayı"

ahaha bravo bravo bravo

ya da brava brava brava [bunu hatırlayan var mı]

YA DA ABRA KADABRA

ya da kadavra

bu arada bu gün içmediğime her şey üzerine yemi nedebilirim
"but he himself was broken" ne kadar da benim kuracağım bir cümleye benziyor
şükrü bey tarafından klarnetle rast taksim. haydi işimiz rast gitsin. bazı insanlar bazı insanları besler sayın seyirciler, hep günaydınık değil ya, iyi de geceler. bazı insanlar bazı insanlar tarafından beslenmekten haz duyar, yemleri ağızlarına tutulsun isterler, bazı insanlar da beslemeyi sever. sevmek ya da sevilmek, bütün mesele bu. kim kimi keselemek isterse artık. hani bir türkü var, hele yar yar, zalim yar hayın yar, le le le, diye giden. yaşa şükrü bey yaşa. nur ol şükrü bey nur ol. bazı insanların sizin ego dediğiniz benimse çıkmaz dediğim balonları şişirilmek zorundadır sayın insanlar. lego gibi dizeceksiniz yaptıklarınızla onların egolarını, onlar da bazen sıkılıp yıkacaklar tam da siz son hamleleri yapmak üzereyken, bazen de ne de güzel oldu deyişinize kadar bekleyecekler yıkmak için. illa yıkmak zorunda mıdırlar peki, bu sorunuzu güzel bir soru olarak değerlendiriyorum ve evet diyorum, her şey yıkılmak üzere kurulur, yoksa kurulumun bir anlamı kalmaz. tıpkı her insanın ölmek için doğması gibi. dün diyor ki stajer gençlerden biri, ahmet abi düşünsene her insanın ölmediğini, dünya insanlar dolardı o zaman, yer kalmazdı. saf bir kızcağız, kötü değil, herkes onu tombik diye çağırıyor. lafı değiştirmek gibi olacak ama mualla mukadder mesela fena söylemez avuçlarımda hâlâ sıcaklığın var'ı, bu şarkıyı severim. bu arada, askerlere iyi davranın. etrafınızda kulağı yüzü soğuktan yanmış, koyu suratlı, kazınmış saçlı, balık bakışlı erkekleri gördüğünüzde hemen burun çevirmeyin. ne lanet bir oda burası, en ufak bir ses dışarı yansıyor hemen, hoşuma gitmedi, sevmedim. bazı insanlar bu beslenti hayatı yaşamaktan hoşlanır işte, isterler ki habire yıksınlar, isterler ki bir başka birileri de habire yeni kazılar yapsın, yeni kalıntılar bulsun, yeni buluntularda kalsın. o pezevenk kazıcılar da hoşlanır işte bundan, elbette bu onların bileceği iş ama sonunda bu onların bileceği şey ölü kazıcılığa dönmekten başka bir halta yaramaz, işin kötüsübu. delice bir banyo yaptım. kışın hoşgelmesi bundan nasibini aldı, iş arkadaşlarım güzel cümleler kuruyor bu günlerde, bense ne yaptığımın pek farkında olmamakla birlikte, uzatmaları oynamayı seviyorum, daha heyecanlı oluyor, heyelan da mesela al benden de o kadar. bazı kalıplarını da seviyorum anamın ak sütü gibi türkçemin. ama şu da var ki her halukarda deniz türkan melihat gülses'den iyidir bir incesaz solisti olarak. sigara yüzünden öksürenler çok acaipime giderdi ezelden beri, özellikle gece öksürükleri. mesela eskişehir'de alt katımda ikamet eden davut abi'yle karısı, sabah akşam sigara içer ve özellikle geceleri ökseye boğardı öksürüklerini. ben de şimdi tutuldum bu sırra hiç inanmazken üstelik. ha niye bu kadar devrik cümle kurduğum benim de merakımı cezbetmiyor değil ama şu da var ki sevgilim, elimde değil. ne demiş sami baydar amcamız: "sen ya da ben: bir sözcük." sözcüğü hep cük ekinin minnalaştırıcı anlamının ilave edildiği bir anlam olarak tasarlıyorum. kedicik'De olduğu gibi. birtakım yakın insanlarım ben çok içiyorum diye içmeye yuvarlanıyor ya da ben değişik sigara içiyorum diye sigaraya yuvalanıyor, bunu hoş bulmamakla beraber bu benim bir zehir taksimim dünyaya, dolayısıyla bu bloga +18 ibaresi manası taşıyan bir +kayıkçı mı demem lazım illa ki. maşenka veya ne bileyim buna benzer isim takışları hoşuma gider insanların birbirine, ve ben bunu çok yaparım. ben en güzel bunu yaparım. her şeye her güzelliğine hayatımın, bir isim takarım, bunu birinde keşfettim, sadece birinde yaptım, diğerlerinde abes durdu. abes'e abest diyen bir arkadaşım vardı, onu düzeltme ihtiyacı hissettim ama yapmadım bozulmasın diye. şimdilik bu kadar yeter, kontrol etmiyorum, umarım harf hatası yoktur.

2.11.2009

günaydın. sonunda paraya kıyıp yenigün reçellerinden aldım, memnun kaldım. üçgen peyniri kim icat etti, daha da önemlisi o kırmızı ince şeriti çekince açılması ne güzel ne güzel, hoşuma gidiyor. çayı öyle bir harmanlayacaksın ki misal biraz çaykur çay filizi, biraz tomurcuk/bergamot aromalı, birazcık da kaçak çaydan, simya gibi bişi.

hımm, yıllardan sonra bu sabah tırnağımda beyaz bir nokta yakaladım.

1.11.2009

hava ne kadar da soğumuş öyle. iki gündür evde yoktum dağlarda dolaştım. ilhan berk'in sanırım en sevdiğim dizesi bu idi, "dün evde yoktum dağlarda dolaştım" gibi bir şey. evet ben de dağlarda dolaştım. eskişehir'den ayrılmadan önce de yapmıştım bunu bir gece, içi piçip çıkmıştım gece yanıma hiçbir şey almadan. şehre veda etmiştim. sonra eve bi döndüm sekizyüz cevapsız arama :) erkin koray'ın "sevdiğim" adlı bir şarkısı var, 7.36'lık versiyonunun girişi bir harika. dağlarda dolaştım, çok canım sıkıldı, kuş vuralım istersen dedim cevap gelmedi kimseden, dağlardan da. tüfek de almıştım yanıma çift kırma. bir harbilik mermi aldım yanıma, biraz içtim, sonra da salladım ovaya. kuşlara atmadım kıymadım. gelecek günlerim için talim yaptım yani biraz. hahha, barbar bir kavimden geliyordum muhakkak. eskişehir'den ayrılmadan önce küs müs dinlemeden bütün arkadaşlarımı aradım, veda halinde olduğumu çaktırmadan ahretlik konuşması yaptım. hiçbir şey olmamış gibi konuştum hepsiyle, onlar da benimle. sonra dün dayım, bu rakı nasıl bir şey böyle dedi, bilsem dedim. şu an kaldığım oda çok küçük, içinde bana ait çok az eşya var, mesleki birtakım kitaplar, bilgisayarım ve biraz da giysi, o kadar. birkaç mektup ve çizim vardı, onları da gönderdim. kitaplarımdan uzağım, hiçbiri yoklar yanımda. dolayısıyla izmir'e gelmekle sıfırlamış oldum pek çok somutluğu. ama şarkılar duruyor tabii, onlara her yerden erişmek mümkün nerdeyse. nohutun bile son kullanma tarihi var çok acaip. insanları kışın sıcak bir yere girdiğine montunu çıkaranlar ve çıkarmayanlar olarak ikiye ayırıyorum. bu benim gözümde bir gösterge, neyin olduğunu söylemeyeceğim. durun açıklayabilirim. ağzında tokasıyla saçlarını topuz yapmaya hazırlanan bir kadın hatırlıyorum hafızamda, yok şimdi, olmadı da yanımda. çocuğunu merak etmek çok garip bir duygu olsa gerek, teğet geçtiğim. çocuğunu merak eden bir şair arıyorum lütfen. son zamanlarda konuşmaya olan ihtiyacımın arttığını fark eyledim, şaşıyorum kendime bunun böyle olduğuna dair. yazasım da yok.