ama arkadaşlar iyidir



18.09.2021

 Son otel akşamı


Her şeyle her şeyin arasındayız

Birine öyle uzak, ötekine bu kadar yakın

23.06.2021

4.0 

Merhaba,

Bu bu bu gün dalya dedik. Bu işin böyle olacağını nerden bilebilirdik. 

Gün içinde kendimi sürekli bağırmak isterken yakalıyorum, 'hey hey, çekemedim Akçagız'ın göçünü' diye bağırmak istiyorum. 

Bugün bir devrin sonuna geldik, dolayısıyla bir devrin de başına. 

Bu devriklik başımıza geldi. 

17.06.2021

 Merhaba'ydı tabii

Lisede sevdiğim kız "merhaba" yazmazdı, "meraba" yazardı, bunu hiç unutamam. Üstelik; adı, Türkçe miydi, Türk Dili ve Edebiyatı mıydı, her neyse işte o derste, en iyi kompozisyonları o yazar, o dersten en yüksek notları o alırdı, üstelik babası o ilin Milli Eğitim Müdürlüğü'nden emekliydi, üstelik on parmağında on marifetti. Çünkü bunu bilerek yapardı. Ben de bazen yazdıklarımızın yazdığımız gibi okunması gerektiği tarafında oldum. Bazense yazdıklarımızın konuştuğumuz gibi okunması. Bazen yazdıklarımızın sustuğumuz gibi okunması. Korkarım çok taraf değiştirdim. Tarafgir. Merhaba. Maraba. Berhava. ve çeşitli kelimeler susular. Bazı insanlarsa benim gibi sasılar. 

"Günler günlerimize tane tane damlarken." Günler şakaklarımızdan tane tane damlarken. Yüzümüzden aşağı bir akgın. Sabahları katıldığımız toplantılar. Katlettiğimiz kendimiz. Ki sabahlar daha kaliteli olmamalı mıydı. Geçiniz. Rüyalarımız kendimizle toplantılarımız, rüyalarımız diyorum kendimizle yaptığımız toplantılardır. Şimdi yoklar, Mehveş, meneviş. Mehlika, çeşitli isimler. İnsan 40 yaşına yaklaşırken çeşitli özel isimleri hatırlamakta sakınca görmüyor, daha bir özgür daha bir boşvermişimdünyaya oluyorsunuz. 

- Tamam da, 

- Tamam da ne? 

- Tamam da, 

- Tamam da ne.

Size Mıcır ile Moloz'un hikayelerini anlatmışdım. Daha neler anlattım üstelik. Bazı semt isimleri çok güzel. Bazı isimler bazı saatler bazı terlikler bazı seramikler fincanlar içkiler kahveler kupalar sigaralar. Biz bunları birbirimize anlatamadık. Fırsat olmadı diyelim. Ama elbet bir gün doğacaktır vadettiği günler Hakk'ın. Sizlere ZeZe bitkisini tavsiye ediyorum. Odalarınıza yeşilliğiyle küşayiş verir. Geyikleriniz ona bir başka hasetle bakar. Bakar bakar bakar. 

İnsanın 40 yaşında en çok da zamanı olmuyor, ki yazabilsin. 

14.06.2021

Bir Otel De Sizin Adınız

Sonra sizlere öyle birkaç arkasız söz sıralayayım. 

 Merhaba,

Birbirimizi bolca a yırdık. Birbirlerimize ay rı lıklar boca etdik. Sonra suçu ıslak mendillere mi atdık. Yağ satdık bal satdık, ustamız olmadı biz satdık. Sahi bir mendil niye sanar Ahmet Abi. Bir mendil ne olduğunu sanar. Her şey sandaldandı o kadar. Sandalwood. Woodstock. Woody Woodpecker. dUR bakalım heybeden daha neler çıkacak; hah; Polonyalı mendil. Ötesi yok, bence burada durup dinlenmelisiniz :) Yoksa siz de bir vakit birilerinin dinlenme tesisi miydiniz?

Malum babalarımız annelerimiz hep derler, sayılı gün çabuk geçer. Şunun şurasında ne kaldı. ... Bundan yaklaşık kırk takvim yılı öncesinde Ege'nin bir ilçesinde müstakil tek katlı bir evin tek katında dünyağa geldim. Ebemin kim olduğunu hatırlamıyorum ama ebem varmış. Ebeme hiç küfrettirmedim. Şiddete karşıyım ama bunun için gerekti ve adam vurdum, orta ikiye gidiyordum. Ha beddua edenler olmuştur o da ay rı. Her neyse, ebe diyorduk. Körebe diye beni seçdiler, kırk yıldır döner dururum da bulamam. 

 Merhaba ey güzel çiçek,

Biz sanki o zamanlar dünyağa neden geldiğimizi hiç sorgulamıyor muyduk sahi neydi. Oysa evet hiç öyle yapmıyorduk. Dünyanın toprağıyla teyemmüm biz, yo hayır biz öyle yapmıyorduk. World was on fire. Parmaklarımıza ve özellikle tırnaklarımıza çıraklıklarımızın siyah izleri sirayet ederken sanki o izler ömürlerimizden hiç silinmeyecekmiş gibi hissetmiyor muyduk sahi. Duvarlara yazı yazanlar arasında biz neden yer almıyorduk. Yo, öyle değil muhabbet kuşu. Evet bir muhabbet kuşu da ben olurum sev diye sen. Şimdi, dur, başa dönelim. Günler yeni ağarıyordu, sabah kalkılıp işe gidilmiyordu, dur ben bunu hatırlamalıyım, woke up on a good day. Aklıma sürekli Istanbul üşüşüyor. Bir sandalyeden doğrulup kalkıyorum mutfağa. MUTFAKTA BİRİ Mİ VAR? MUTLAKTA BİRİ Mİ VAR? Herkesin soru işareti kendine. Herkese benden çay. Hermes'e benden çay. Mizantropluk filan, sahi biz bunları yaşadık mı. Duyan da Fransa'da yaşayan bir sevgilimiz oldu sanır. Halbuki biz bu dünyağa düştük düşeli. Çatalları kendimize, bıçakları düşmanlarımıza batırdığımız bir çocukluk. Kendi mayhoş tadımızın farkına vardığımız bir ergenlik. Yo, o ağaçlara ben tırmanmadım, o memeleri ben öptüm o ayrı. Biz oralardan kendimize bir gecekondu beğendik. Aman neyse, tırnaklarımızla kazıyarak ulaştığımız bu yerde uzlaşmamak için elimizden ğeleni yapamadığ, yapamadığ, yapamadık. Blues sevdik. Öğrenmeyi sevdik. Şimdi, kollarımda lekelerin arttığı, motor melekelerimin azalmağa başladığı bu yaşımın arefesinde, "güzel gözlerinin meyhanesinde" [kalp kalp kalp] yüzümde kızarıklıklar. Durun sahi bunu anlatmalıyım, ortaikide okulun rehberlik hocasına gitmişdim, ben konuşurken yüzüm çok kızarıyor diye, bakın insanların talihi eğitilmezdir. Tarihin eğilir bükülür bir şey olmadığına da yıllardır inandım zaten, 16 C, Açık. Geçti sevdalarla ömrün, ihtiyar oldun o gün. 

Yine kaşlarımı çatdığım bir akşam. Geçen gün Hasan'la konuşduk, Mustafa'yla da konuştuk, Selim'le de konuştuk, Nazım'la da konuştuk. Dedik ki konuşabilmek ne bileyim. Tabii çeşitli konuştuklarımız oldu. Konuştuğumuz oldu. Have I told you lately that I loved you. Kiremitler, kuruyemiş kabukları filan. Sahiller, çadırlar. 

Yo ben bu yaşın adamı değilim arkadaş. 

4.06.2021

 I remember you well in the Chelsea Hotel


Merhaba. Güle güle abi. Merhaba.

Bu hafta Badem öldü. Badem son sanıyorum -almost- bir senedir büyük bir teselliydi. 'Porto Teselli'ydi. Dimitra Kopulo'ydu rahmetli. Leonard Cohen bir gözü kör bir köpek olsaydı kesin Badem'e benzerdi, ama değildi. Beşiktaş'ta bir tekel bayii vardı, hemen Kartal Heykeli'nden yukarı doğru tırmanırken sağda, adı Küçük Ev'di, yine burada mutlaka anlatmış olsam gerek - [bazen burada kesin anlatmışımdır diye aradığım şeyleri bulamıyor ve şaşıyorum, hayret, nasıl anlatmamış olabilirim ki diyorum, bazense burada anlattığımı hiç hatırlamadığım bile şeyleri alakasız bir websitesinde bu blogun linkiyle görüvermez miyim, şaşıyorum, 'şaşıyorum hâlâ insanı kanatan hakikatler olmasına', küçük kliklere, linklere, klinkerlere, herbirine her birine.] [İnternet öyle bir alem ki oraya koyduğunuz her şey bir gün elbet karşınıza geri çıkacaktır ki biz buna reenkarnasyon diyeceğiz gelecek nesillerde, buraya koyduğunuz her şeyin bir gün karşınıza çıkması sizi kırk yaşına geldiğinizde utandırabilecek ya da en azından mahcup kılabilecektir, neyse ki kırk yaşında değilsiniz değilseniz.] - beni Dimitra/o Kopulo şaraplarıyla tanıştırmıştı, o zamanlar Kısa Ballıca içiyordum, pakedi 1.000 TL idi. İşte o adam, sonra Eskişehir'deki o adam, bakkalından kasabına, manavından tezgahtarına zihnim insanlarla dolu. Sizleri hiç saymıyorum farkındaysanız. Di gel otur o güzel boyuna ben de ölim. Makinistinden hostesine imamından müezzinine zihnim. Bazen Mustafa'yı düşünüyorum geçtiğimiz günlerde doğumgünü olan. İnsan diyorum, hayatında hiç alkollü içki içmemiş, nasıl olur da katlanır, zihnini nasıl atlatır, aklım almoor, ama demek ki olmuş ve oluyor. Olur a.

Gel bana güle güle de. Hem biz burada kırk yaşına yaklaşıyoruz bayım. Şimdi, buradan hep beraber Çin'e gözyaşı gönderelim mi ne dersiniz.  

3.06.2021

Merhaba idi Bayanlar Rotringler,

Yaş ilerledi. Yaş ilerledi de insan kurudu mu, su çürüdü mü, suydun sen de bırakmadılar mı gidesin? [Bıraksalar*] Bundan yıllar önce yine bir akşam Eskişehir'de evde müzik dinliyorum, o zamanlar 20'li yaşlardayım, Muse filan çok meşhur, Muse bence hakkıyla meşhur, hem adı Muse, ne kadar güzel, ne kadar talisman, yine hatta belki tarihlerden 3 Haziran, 2009. Yo buraya nostalji kuşağına gelmedim. Demem o ki, pek çok şeyi çok geç öğrendim. Yani öğrendiğimi anladığımda akıl alır gibi değil dedim hatta kendime. Kendime o hatta bir minibüs aldım. Yok, bu gün bu itiraflara hazır olmadığımı fark ettim şimdi. Demem o ki, bunu lütfen 'demem o ki' tonlamasıyla okumayın, o bir lafın gelişidir beni bilenler bilir. Düşünsene adam film çekiyor ve karakterlerinden birinin lakabı İskoç, diğerinin Maradona, elbet her şeyin bir hikayesi var. Misal, ben şiirleri sesli okuyup sesimi kaydederken -ki yaparken çok keyif aldığım bir hobidir- 'her' kelimesinin her geçtiği yeri 'er' şeklinde okuyormuşum gayrihtiyari. 'erkese benden çay.' parmaklarım kaşınıyor kaşıntılardan. gözlerim doğuyor dünyanın beni kestiği konturlardan. İlk güneş gözlüğümü aldığımda -ki hâlâ güneş gözlüklerine inanmam- otuz sanırım yedi yaşındaydım. Bana ilk güneş gözlüğüm hediye edildiğinde -ki hâlâ güneş gözlüklerine inanmam- otuz sanırım üç yaşındaydım ama kendim alana kadar hatra binaen dahi olsa takmadım. Güneş ilk gözümü aldığında sanırım altı yaşındaydım. Ha benm gözlerm çok güneşler çalmıştır o ayrı mesele ve bilahare. 

Kırk, kendime yorulabilir bir insan olduğumu itiraf etmeğe yeltendiğim ilk yaş olacak gibi görünüyor. Ki henüz bunu kabullenmiş değilim ama sanki bu yaşımdan sonra ben de diğer insanlar gibi yorulan biri olacağım sanırım. Bence, bundan Gülen Adam gibi Yorulan Adam adlı bir film yapabilirdiniz. Yorulmam yani, yorulmak nedir bilmem ben. 

Yaş dönümü demişken, geçtiğimiz günlerde pek çeşitli Mustafaların doğumgünüydü Mayıs'ın 22'sinde. Kuğu gibiydi Mustafa di mi, 22'yi kuğuya benzetmiştik yine yıllar önce burada sizinle birlikte. Kırk yaşamamdan itibaren sevdiğim sevmediğim herkesin doğumgününü kutlamağa karar verdim, nasılsa illa ki birilerinin o gün doğumgünü olduğundan haberdar oluyorsunuz, kutla gitsin, tüm insanlık kendini iyi hissetsin, ben kutladım diye değil, onun günü kutlandı diye. Benim kadar kendini insanlar kendini iyi hissetsin diye adayan azdır. Yakınlarıma zulmüm ayrı. 

Bu kırık kırk yaş arefesinde kendimi hayatımın hiçbir döneminde bu kadar çirkin hissetmemişdim. Ki ben güzel bir çocukluk ve gençlik geçirdim.


* Buna daha önceki yazılarımda değişmişdim.

1.06.2021

Herkesin bir Istanbul'u vardır ben bilmez miyim. Herkesin bir Istanbul'u bir de Istanbul'suzluğu. 

Dün Beşiktaş, bugün Bornova, reva bana. Şayet iyi bir Türk musîkişinası olsaydım insanları makamlara benzetecekliğimden hiç şüphem yok lakin o kadar Beşiktaş Musîki Derneği, bir o kadar Çırağan Musîki Derneği üyeliği yapmış olmama rağmen basit hanendelikten öteye geçemedim, nazarî bilgim de kısıtlı kaldı, yoksa elbette hepiniz birer makamdınız hiç şüphe yok. Yine makamsınız makamsanız ama sadece isim benzerliği, Suzidilara, Evc, Suzinak, Şevkefsa, Nihavend, Sultaniyegah, Hicaz, Ve Saire.

Evet Taksim'e bir cami yapılmış, Levent'e bir cami yapılmış ve bu bana dokunuyor üzgünüm.
Derdim cami, havra, kilise, mescid, hamam, her ne ise yapılması değil, şehirlerimizi bozmayalım derdim. 
Derleer derler. 

Çok Üzgünüm başlıklı bir şiir kitabı vardı hiç sevmediğim bir adamın. Ama şöyle bi durup düşündüğünde şiir kitabı adı olarak müthiş bir seçim olduğunu belirtmeden geçemeyeceğim. İnsanların ve timsahların haklarını teslim ederim. Bugün gördük değil mi, Ioanna Kuçuradi bir programda, hak-çıkar-menfaat kavramları üzerine konuşuyordu. Köylüleri neden sevmemeliyiz biliyor musunuz, çünkü menfaat ve çıkar kavramlarını ötekileştirememişlerdir, itememişlerdir. 

Ben şimdi burada bu uçakta Istanbul'dan İzmir'e seyrederken haftasonu Ah Gözel Istanbul belgeselini seyrettik. Belgesel üzerine tartışırız elbet ama Istanbul bilgim sevgim üzerine tartışmayalım fakat değerli Istanbul! severek ayrılalım.

28.05.2021

Merhaba, 

Her şey sandaldandı o kadar. Atıflarıma matufsunuz biliyorsunuz. Atıflarımdan medet umarsanız bildiriniz, mail atınız. Her yazdığım bir şeye çağrışım yapar bu bu arada burada dipnot. Atfederim, çağrışım ne kadar Türkçe kaldı di mi bu arada, ara'da yani. Arafta değil, ara'da. Atûf da Allah'ın güzel isimlerinden biridir bu arada. 

Son cümlemi sandaldandı o kadar diyerek bitirmişim malum. Hakan Taşıyan'ındı di mi, sandalcı diye bi şarkısı olsa gerekti. O ada gitti karaciğerinden köreldi. 

Bundan yıllar önce yine tarihler 27-28-29 Mayıs diyor. Kim diyebilir ki 'bundan sekiz yıl önce bugün' dediğinizde tarih yine 28 Mayıs'ı gösterir. Hayır, göstermez. Çünkü yıllar artıktır malum. Ama onca milyonlarca yıllık insanlar ve timsahlar tarihçesinde bir-iki günün lafının edilmemesi gerektiğini düşlüyorum düşlerimde. Yani, bundan sekiz yıl önce bugün, Selen, Selin ve ben Bostanlı'da Catch'in bahçesinde oturuyoruz. Tuborg içiyoruz onların özel isteği üzerine. Ehliyetimi ve arabanın anahtarını atıyorum masaya. Haftasonu Ayvalık'a gitmenin planlarını yapıyoruz.  Haftasonu biter bitmez pazartesisi Haziran'da da ben uzun yıllardır çalıştığım işyerimden ayrılıp onun komşusu olan işyerine geçiş yapacağım. Kutlamalı bir haftasonu olacak. Derken Gezi olayları patlak veriyor ve biz kendimi Istanbul'da mı buluyorum, yoksa Ayvalık devam mı. Böyle bir şeyler. Evet bu gün o olaylar gerçekleşmeğe başlayalı sekiz yıl oldu ve tarihte bugün Taksim'de bir cami açılışı yapıldı. Benim ilkgençliğim Taksim'de geçdi. [İkinci gençliğime ayrıca geliriz] Bir devir son buldu bir daha sanki, bence, gibi geliyor bana yoksa şüphen mi var. Fuckin genius actually. Kiliseden havradan yana olmadığım kadar camiden de yana değilim ve ama sembolizmden hiç hoşlanmam. Ulusların, mafyaların, devlet adamlarının, devlerin, devirlerin, partilerin ve başkanlarının, cumhurbaşkanlarının sembolizm sevdasından hiç hoşlanmam, bir devrin hayatını skmenin hiç anlamı yoktur ama yaparlar, ve bu yüzden biz içimize çekiliriz, yazıklar olsun biz içlerine çekilenlere. Anamız babamız bizi böyle yetiştirmiş olmanın hesabını korkarım vermek zorunda kalacaktır diye. 

Tarihe imreniyorum, nasıl bu kadar acımasız bu kadar hoyrat olabildiği hususunda. Üç dört yıl önce temelini attığı bir binanın acısını bugün daha bi güzel çıkartabiliyor.

Bi kırk yaş müktesebatını bile rahat yaşatmadı.

Bugün emekli şair K. İskender'in doğumgünüymüştü ve aslından onun indinde indie nevinden bir şeyler yazacaktım lakin uzak durduğum haberler canıma yetdi bugün. Du bakalım, bulacağız bir müsekkin. 

MUBİ'de Mystery Train var di mi, birkaç kez daha izleyeyim, sonra uyku kardeşim ver elini. 

Blue Moon, you saw me standing alone. 

27.05.2021

Merhaba,

Saat 22.22. Fatih'in Istanbul'u fethettiği saatten oldukça uzak lakin güne yakınsamışız. Birbirine muvazi iki salmışız. Salmışlar bizi sanırsın Göksu Deresi'ne, aheste çekiyoruz kürekleri mehtab uyanmasın. Yıllar önce Mehtab'dan bahs açmıştık hatırlarsınız, hatırlarsanız. Hatta bir bahisti ki parlayan gümüşten. Porsuk Çayı'nın kıyısında oturdum ağladım. Yıllar önce böyle bir seri yapmağa yeltenmişdim, "... Irmağı'nın kıyısında oturdum ağladım" cümleli ve fotoğraflı bir silsile. Velhasıl yapmış idim de lakin araya pandemiler futbol maçları tezahüratlar karaciğer sancıları karınca baskıları ve muhtelif aliteratif halüsinasyonlar seyran edince yarım kaldı. Nice ceylan boyunlu kadınlar ve Ahmet Erhan şiirleri ve Franko Buskas şiirleri ve erguvanlar ve ıhlamur kokuları filan İstanbul arası. Sonra, sonra Italyan musîkisine merak buyurdum, klasikleri dinlemeğe başladım, yaşım kırka doğru kırk nala ilerliyordu, Achille Togliani, Nilla Pizzi filan kendimi İtalyan kasabalarında bulmağa yeltendim. Ne dediniz, yoksa Nilla Pizzi, İtalya'nın Yüksel Özkasap'ı mıdır?

Yazılarımda özel isim kullanmağa bayılırım. Daldan dala dala daldan dala sekmek. Daldan bir kuş gelecek döne döne, bir kuş gelecek daldan döne döne, daldan gelecek bir kuş döne döne. Bu tekerlemeyi Susam Sokağı'ndan biliyor olsanız gerek. Aslı böyle değildi tabii ki. Hangimiz aslımıza hürmeten sadık hidayet kalabiliyoruz ki ;) 

Sonra oluşturduğum playlist'imin adını İtalyan Kasabası koydum. Acaba dedim İtalyan'ı da Istanbul gibi I ile mi yazmak icap ederdi? Sonra dedim ki kendime, ne alakasI var? Bütün soru işaretlerim kendimedir tabii her zamanki gibi. Başkasına sorup da cevap alamamaktansa kendine sorar kendin kurar kendin düşünür kendin söylersin. Mufassal kıssa başlarsın garip efsane söylersin. Deli gönül neylersin. Ne demiş şair, deli gönül gezer gezer gelirsin. Yok, aslında şunu da demiş temel olarak, deli gönlü bir dilbere bağladım. Ha bir de şunu demiş, bir gözleri ahuya zebun etdi beni felek.

Bu yazdıklarım, kırka mendil bağladığımız şu günlerde, mendiller ifade ve iade ederken birbirimize, merdiven de dayadıksa eğer, bu yazdıklarım potburi yerine geçer ve zihninizden zihin seçer, çekiliş yapar. Çekiliş, karaya çekiliş, kıyıya çekiliş. Ne demiş Erkin Koray bir şarkısına isim vermeyi de kafasına koyarak, Düşünüş. 

Düşünüş yapanlara Düşünür diyorsak şayet, Çekiliş yapanlara [kenara/kıyıya/karaya] Çekilir diyebilir miyiz. Çekilmez bir adam oldum yine, huysuz aksi hay aksi nalet. Süper şiir değil mi dostlar. Şayet ben bir amigo olsaydım, bir GS maçının arefesinde bütün stadı haykırttırırdım bu şiirle. Ben amigo olsam neler yapardım da işte olamadık bir miço bir de amigo. 

Her şey sandaldandı o kadar. 

25.05.2021

Merhaba,

Kırk yaşıma merhabalar kala, kırk yaş denilen şeyin bu kadar ucuz olacağını hiç düşünmez idim. 

Ucuz değil miydi yoksa, yoksa bu yaşa muhtelif bedeller ödeyerek mi geldik? Yoksa elimizin sırtına bedel diye dövme mi yaptırdık, ya kelimize mi yoksa? Yoksa gayet ucuzduysa.

Ne zamandır birkaç satırlık saltanatımı burada sürdüreyim istiyordum, lakin, fırsat, zaman ya da her ne lazımsa işte o, olmamıştı. Olamamıştı. Bu geride kalan birkaç günü buna yorayım istedim. Geride kalan birkaç günün geleceğe ait olması da bu işin erbaini olsa gerek. 

Kendimi, kedimi, bendimi, lenfimi, lenflerimi, lenslerimi, que chez ces gens-là'larımı, kendimi nerelere de koymalarımı, hepsini bir bir konuşmalı yaklaşan günler içinde. Niyetim bu, lakin elbet olmayacak. Ve sizlere yine bahardan, geçen geçmekte olan geçmesi muhtemel günlerden ve günlerin ömürde tekabül ettiği sayılardan, yeğenlerden gençlerden uçurtmalardan, güzel isimlerden adlardan, adalardan, heybelerden, vapurlardan, herkese benden. 

"Hey maestro, bu masaya dört sarı votka ve bir ayrılık şarkısı daha."*

*Tabii buralara takıntılısı olduğumuz şiirlerin, şarkıların, insanların, kitapların, filmlerin anekdotları bolca gelip gezecek.


Günlerin Davrandığı

Merhaba, bu günlerde hiç paragraf yok. Ardıardıardıardına cümleler cümleler. Cemi cümle, cümbür. Günler gümbür. Gümler gümbür gümbür. 

Evde olduğumda görmeyi ıskalayamadığım bir nine var, balkona çıktığımda o aşağıdan geçiyor ve çöp dökmeğe gidiyor oluyor. Çok kambur olduğundan, boyu, taşıdığı çöpü doğrudan çöp kutularına atmağa yetişmiyor ve bu nedenle kaldırımı geçip çöp kutularına arka taraftan dolaşması gerekiyor. Fakat bacakları kaldırıma çıkabilecek kadar güçlü değil, bu yüzden de belediyenin bisiklet, vb. için meyil düzenlediği tarafa kadar yürüyüp oradan yükselerek çöp kutularının düşük kotta kalan kısmına gelip çöplerini atıyor. Bu bana Kieslowski filmlerinde yer alan aynı insanları hatırlatıyor. Kieslowski filmlerinde yer alan yaşlılar da aynı şekilde kamburluklarından ve boy kısalıklarından geridönüşümlü malzemeleri ilgili kutuya atmakta zorlanırlardı hatırlarsınız. Tabii o filmlerde bu sahnelerin bizlere kıydığı bir mesaj daha vardı. Aldık mıydı o mesajı. 

Şimdi artık,

12.03.2021

Merhaba Bay Tombo,

Mektup dediğimiz ne ki, değil mi. Şubat geçmeden yetişeyim istedim lakin bu isteğim gerçekte kendine yer bulamadı. Gerçek parşömen kaplandı. Şubat geçmeden olmadı, Şubat bu yüzden geçdi gitdi. Mard'ın da bu minvalde geçmesini ve gitmesini beklemedeyiz. 

Akşamdan beri en son ne zaman şarabı şişeden içtiğimi hatırlamağa çalışıyorum, hatırlayamıyorum. Halbuki seneleri tanırdım, senelerde yanılmazdım. Hakan in da house, gimme the music, akşam dediğimiz gibi. Akşam gibi akşam. 

Mandalina çekirdeklerinde bi hüviyet seziyorum. Bana önceki hayatlarında insanmışlarmış gibi geliyorlar, hakkaten bak, bi de bu gözle bak. 

İnsanları, kendilerine dedelerinden plak kalmışlar ve kendilerine dedelerinden plak kalmamışlar olarak ikiye ayırdığım oluyor. Ve sonra diyorum ki bu hayatta kötü oyunculuğum bulunan ne çok güzel sahne mevcut. İnsanları çok fazla ayırdığımı fark ediyor ve vazgeçmeye meylediyorum sonra, sonra nolmuş?

Bilenler bilir, benim sorularım soru değildir. Ben soruları sonuna soru işareti koymadan, bırakmadan sorarım, cevapları kimseye bırakmam, kendim cevaplamaksa hiç işim değildir, sorular cevap istemez. Ne gerek var. "Hiçliğine bakarsın." demiş şair rahmetli müteveffa ve virgül. 

Görüşürüz Mr. MR Tombo. Görüşeceğiz Mr. Tombo, el Tombo.

21.08.2020

merhabalar. nasıl gidiyor arabalar? 

benim bunu espri sayıp sürekli dile getiren bir ingilizce hocam bile oldu biliyor musun. ben de elbette tam kafiyelere inanıyorum, kafiye olsun diye yaptığım şeyler muhakkak oluyor ama bu kadarı da fazla, a yoo, asla. ben yazmayalı blogger'ın kullanıcı ara yüzü bile değişmiş, user friendly olmaktan uzaklaşmış, kendi haline çekilmiş, bir dost bulamadım gün akşam oldu deyi inlemiş. en son yazdığım/aktardığım yazı da ne kadar kötüymüş, onun üstüne laf söylenmiş olsun diye geldim biraz da bu akşam ben buralara. 


-buralara sık geliyor musun?

-arasıra bazı bazı. gelsen bile gönlüm razı. 


benim masamda her zaman bir kurşun kalem, nerden baksan iki kalemtraş, bir adet silgi, olur. olmazsa olmaz. bir vakit bir portekizli ile iş için buluştuğumuz toplantıların ilkindeydik, adam çantasından kalemtraşı ve kurşun kalemi çıkarmaz mı, orada anlamıştım iyi anlaşacağımızı. ondan sonra ver elini porto, ver elini aveiro, ver elini leiria, ver elini karanfil elden ele. viskiyi neden seviyorum biliyor musunuz, hayır çok sevmiyorum ama seviyorum, ahşap koktuğu için, ahşap fıçılarda yıllarca dilendirildiği için üzülüyor olmakla birlikte ona elimde avucumda vereyim ne varsa diye biraz da. merak etme, konuşurken de böyleğim. göçmüş bir leyleğim, sadece boyum kısa. sahi, en son ne zaman kibrit kutusu kokladınız? sizin de sevdiğiniz matchbox'larınız olmuş muydu? benim bir kere oldu şairin giyindim. ve kuklarımız, ve kuklalarımız ve kulaklarımız sayın seyirciler. captain hook. elini hatırlıyor musunuz? bugün hoca'ya cuma günlerinin anla m ve önemi n den ve robinson'dan bahsettim biraz. aslında neden captain hook'tan da bahsetmemişsem*, şimdi aklıma üşüştü. darlar hep düşeşti. 

[yazılarımda imla hatası yoktur, hepsi bile isteye yapılmıştır, yeni okuyuculara not]

yani şair, "darlar hep düşeşti." derken klostrofobisinden bahsediyor aslında. ki kişi, "darlar hep düşesti." de diyebilirdi. böyle deseydi ne anlama gelecekti, kadınların erkekleri kapana kıstırdığı filan diye yorabilirdiniz. ama yapmadınız değil mi. 

there is a place where lovers go, to cry their troubles away. aslında burada özel bir şey demek istememiştim, sadece şu an dinlediğim şarkıda bu sözler geçiyordu daye yazdım. daye çingene dilinde üstelik demektir. bu akşam da nedense demeklere sardıysam, ben de bilemedim. alıştırma yapmak için sanıyorum. bu arada dream a little dream of me, bunu kim, gizem mi güzel söylerdi, a yoo, diana krall, a yoo, joss stone mu yoksa, neee, norah mı. bence artık sıkılındı. 

şimdi birazdan gündelik hayatıma geri döneceğim, gündelikçi değilim bu arada ama günübirlikçi olduğum söylenebilir sanıyorum. tamam uzattım, uzatmağa bayılıyorum. abi ada'ya geleceğim elbette. balık avlar mıyız birlikte. ben size bir şey söyleyeyim mi ben, masamda hesap makinasının ne işi var, cetvelin, post-it'lerin. elleri kullanalım elleri. konuşurken çalıştıramadığım elleri.

görüşürüz, görüşeceğiz bence. 



*lieutenant dan'den neden bahsetmemişsem. 

adamlar işin anlam ve önemini kavrayıp böyle bir müzik grubu bile kurmuşlar. bayılıyorum bu ecnebilere. görüşelim. 





30.06.2020


Mart 10, 2009

ÖFKE BUNUN NERESİNDE

bugün dükkânı sen aç kâmil. önünü süpür, çiçekleri sula, çayı koy, gelen giden olur. "cuma'ya gitti gelecek," de. fiş kes. radyonun sesini çok açma. içimde bir kÖpek var, boşa havlamaktan sesi kısılmış. soğuması için pencere dışına konulmuş bir kutu içecek gibiyim, üşüdüm de içeri almadılar mumunu koyum. soğuması için dışarıya bırakılmış bir duble rakı gibiyim, su yok, havayla ilişkiye girdim, sonra yağmur yağdı bizi bastı ve saçlarıma aklar düştü. sana mektub yazacaktım, kâğıt kalem hazırladım, çayı koydum, sigarayı yaktım, bir de baktım ki deprem oluyor, kolonun altında yaşıyorum, ufak tefek sıyrıklarla atlatmam bile gerekmedi, bi bok olmadı, sadece kaşım patladı, mektub yazacağım kâğıtla pansuman yapmak zorunda kaldım. "sevgili öğrenciler, dün gece hangilerinizi uyku tutmadı, gidin uyuyun hadi," diyen bir hoca olmak istedim birden, birkaç Fonksiyon, yok yok fonksiyonel birkaç şiir yazdım. neşem kaçınca hep yaptığım gibi farklı farklı "hasta siempre comandante che guevara" yorumu dinledim birkaç adet. bana o yörelerden üzerinde bebek  figürleri olan ayna getiren arkadaşımı andım. internetten kukla satın aldım, hoşuma gitmedi, maaşım yatmadı ve acısını kuklamdan çıkardım, bir yumruKta burnunu kırdım. rüyamda 'gölgesizler'i izledim, oh bu filmi de beleşe getirdim. uyandığımda saat tam altıydı. radyo 3 de keyifsizdi bu sabah radyo 4 de. hayatta her şeyin olacağına inanırdım da radyo 4'ün pop veya fantezi eser çalacağına inanmazdım, yemin ederim bu dünyanın çivisi çıktı, ibresi şaştı. vay ibre vay. saatim çizildi bu arada. duvara çarptım. hayır evdeki kırık kapıyı nE zaman kırdığımı hatırlamıyorum, çok ayıkmış olmalıyım. sarhoşken daha çekilir oluyorum sanırım. bilmiyorum. bilmiyorum deyince kendimi güçsüz hissetmiyorum, bilmemek mutsuzlaştırmıyor beni. hay aksi yönde ilerleyelim beyler. allah bizi inandırsın kahvaltının bile şekeri yoktu, balın şekeri çıkmıştı hemen kaloriferin üzerine koydum. perdenin deliklerinden gökyüzünü gözetledim. acelemden çayı tazeledim. türkçe sözlükte acele'nin karşılığını taze olarak belirledim.

21.06.2020


Ocak 04, 2009

biberleyelim evlat

şimdi çatılar bütün uzuvlarını kaptırmışken kara, sokak lambalarımı kestiler çocuktum. belki patara plajı’nda bu soğukta ne yapardır kaplumbağalar. güneşin değdiği yerden öpmek lazım tüm bu yazılı manifatura ve mefruşatı. gök yumurta üstüne yumurta fırlatıyor üstüm. kalın tabanlarım keçe aldılar kendilerine seyyar satıcıdan, seyyar olmaktan memnuniyeti nedir acaba sormak lazım, her şeyi sormak lazım, sormadan mümkünatı yok tüm bu evveliyatın. kara basıyorum iz oluyor. tombala oynuyorum, kaşım gözüm yar. içtim biraz, sonra karda yürüdüm. kartopu attım kendime. çocuk parkı yaptım garın orda, kardan. bardan adamdı bizim ziya. çok içmiş olduğumu. sallandım. insanlar gördüler. porsuk’un kenarında yürüdüm, içimden bir atlı geçti kayığıyla dıgıdık dıgıdık, anlayamadım. eğlendim. üşüdüm çok. en çok ayakları üşüyor insanım. atkım tıpkı benim gibi kokuyordu. sigarayla karşık bir hava vardı, karlı. kaybettiğim şapkam için kardan bir mezar yaptım, ağladım. cinderella benim külüme muhtaçtır diye biliyordum, komşu da komşunun. komşu komşu hu. ah ya, evde yoklar, doğalgazdan zehirledim o çocukluğu ben, intihar bombası yerleştirdim poşumun içine, atlarımın koşumuna dehledim, deh deh düldül sen bülbülsün ben bir şeyler. şüphesiz ki diğergam bir insandım ama sevgilime eziyet ben. eziyet de bir meziyet hey ziya. sizim ben, sizsiniz siz. o içinden duman çıkardığımız evi hatırladım, korktum, lületaşından bir kuş yonttum. yangın yananındır. şiir okuyum dedim biraz, kuyular geldi aklım, vaz. o kim bu kim şu kim, ya şu, ya bunda evetdır. içmeye niyetlendim çok. birbirine hiç de paralel olmayan, birbirini kesmeyen de bir sürü dünya sahibi idim, ne demişler atalar, mal sahibi mülk sahibi hani bunun ilk sahibi. sekiz adet yüreğim vardı yanlış saymadıysam, sekizi de sessiz, sert sessiz. hani bana hani bana demiş, müthiş de bir insan sevgisi tanrım ne yaman. “sıkıştıkça” ile başlayan bir cümle kurasım geldi. şarkı söyledim:
- “küçük kız, küçük kız, söyle bana nerdeydin? bu sabah bekledim, oynamaya gelmedin. bu sabah bekledim, hiç görünmedin?”
- “sormayın halimi, ah neler oldu. yüreğim sıkıştı, gözlerim doldu. başıma gelenler, eğer bilseniz. çok üzüntü duyar, ağlardınız siz.”
çok geldi sonra şarkı uzun içimden. ‘madonna olacakmış’ dedim ya, inanmadınız, ama neden inanmazdınız. bu sırada karda açtığım kuyular çok derin oluyordu ve içine tüm pislikliklerimi dolduruyordum ve merdivenlerden düşüyordunuz. babam da artık beni aramıyordu, ismail amca da. ismail de amma da isim ha be kâmil. diğer dostlarım da unutmuştu beni. ben de yeni dostlar bulmakta pek mahir miydim neydim, çok kalleş biri olduğum su götürmez bir gerçek idi ve kendimi eşek suya üç tur düzenleyene kadar dövmeliydim. bi tur versene be ersan. bisikletine koyim ersan. ben merak etme oynayabilirim çıkma araba lastikleriyle, ellerimizin en sevdiğimiz rengi. ahah, aloe vera’lı bakım kremi. çocuğumun ismini aloe vera koymayı düşledim. ellerimden öpmelisin, avcumu öpmelisin, avcumdan su içmelisin, ellerim gözlerimdir benim, dolayısıyla bir öpüşte iki kuş. ya kuşlar, kuşlara ne demeli, sofralarımızın daim konukları kuşlar, onlar da mı yalandı. kuşlar, balıklar, hayvanları seviyor olmalıyız. bu işte bir cinlik var, eti cin. mahirdim evet, yeni dostlar bulmakta mahirdim, erkek olursa mahir, kız olursa çayan, yeni dostum olursa da adı ‘teğmen dan’. sağlam adamdı allah var, bana hiç benzemiyordu. kalemi bastırdıkça kara, bastırıyordum. sokak lambalarımı kestiler, traktör bisikleti çiğnedi, ezdi, kar ellerinden tutmuştu çatıların, kollarını da istiyordu. vallahi hayat pek zordu, hem de benim gibi dünyalar savaşı oynayan biriyle inanılmaz zordu ve neden bu kadar kalpsizdim bilmiyordum, küçükken kalp yerine bir pil sahibi miydim, kalbimi kumbaraya mı atmıştım, orada mı birikiyordu, yoksa annem benim annesi değil miydi, ahahah işte buna pek güldüm dostum ‘lieutenant dan’. sahi fransız teğmen’in adı neydi, kadını vardı bir de onun değil mi. ayva reçelim bitmek üzereydi ve annemi aramalıydım. içinden o dumanlar çıkardığımız evi hatırladım, annemin çocukluk evlerine benziyordu o sokak, oysa ben hep o sokakları gezmek, bu yüzden sanırım, yani içinde bunca sokak varsa ve hepsine bir şair ismi verilmişse, bir insanın içinde yani bunca sokak, sokaklarda top oynayan çocuklar, topunuzu keserim ulan, camları kırıp çok uzaklara çekip gitmiş çocuklar varsa, içinden duman çıkan ahşap kagir verandalı evler varsa insanın içindeki sokakların içinde, benim gibi oluyor diyebilirim sözgelimi, az kalpli ve bu yokuşu çıkmakta zorlanıyorsunuz farkındayım, kalp kelimesini de yasaklıyorum size genç şairler, bana yürek ve kalp kelimeleriyle gelmeyiniz, kalbinizi kırarım, sokak deyiniz mesela kalp yerine, ya da sokak lambası filan, onu o kadar eskitemedik henüz, esnetiyoruz mütemadiyen, siz iyisi mi harım veya avlu deyin.
havlu atmayın.

19.06.2020


Aralık 22, 2008

pencereden kar geliyor

“Bir yılbaşı gecesiydi. Dondurucu, kavurucu bir soğuk vardı. Yoldan geçenler paltolarının yakasını kaldırmışlar, atkılarına bürünmüşler, hızlı hızlı yürüyorlardı. Kimi evine geç kalmış, acele ediyor, kimi bir eğlence yerine gidiyordu.” ...

ellerimde mağaralar var. ellerimde mağaralarınkiler gibi yarıklar. sodra dağı’nın eteklerinin plilerinde kurulan bir evimiz vardı, birkaç da bacamız muhakkak. bacalarıyla meşhur bir kasabanın yoz bir çamurunda doğmak ne demektir bunu hepimiz biliyoruz. taraçanın ve verandanın ne anlama geldiğini hâlâ bilmiyorum, veronika ölmek istiyor bunu biliyorum, bazı kelimeleri hiç bilmek istemeyebilir bir insan, bunda mutabık mıyız, sundurmanın ise yağmurdan koruduğunu biliyorum. pergola ve ferforje’yi ise mesleki olarak biliyorum, gayrihtiyari bildiğimiz şeyler de vardır, bunu hepiniz biliyoruz. güzel kelimeler nitekim. ne demiştik, kır evinin verandasında bir rüzgâr gülüne rastladın, ve popüler kültür iliklerine kadar işledi. ellerimde karnıyarıklar var. ellerimde mağaralar. ellerimdeki mağaralardan teröristler yetiştiriyorum, peşmergelerim anaokuluna gidiyor. ben annemin son dostuyum, vere ağlamış. ne demiştik sevgilim, benim de en sevdiğim mısram “baba bana balkon almadın” oluyor durup düşündüğümde. durmadan düşünemiyorum ne yazık ki, durup durup, bir şehri tam kalbinden vurup, ah yine yaptı annesi. albayım albayın al beyinleri var ellerimdeki yetişkinlerin, kırkırmızı. kıskırmızı. kırmızısı kıt bir hayat başka türlü ne bileyim işte, çekilmiyor sanki. chris norman’ın midnight lady şarkısını erotik bulan var mı, ben inanın bulmuyorum, ahaha, ara ki bulasın. ayrıca ellerimdeki çocukların süper bir top sahası var, seksenlerden kalma kıçlarında biten şortları, galasataraylı beşiktaşlı formaları, arkasında on numara, metin ali feyyaz. bir çocuğun ramazanda taraçatıya çıkıp top sesini dinlerken baktığı dağın deliklerinde ne canavarlar büyürdü bilir misiniz hepimiz, o dağın eteklerini çekiştirir dururum hâlâ. anneler oğullarında alıyor soluğu. soluk oluk oluk oğul oğul kokuyor kış geldiğinde, “hoh!” de. aşk sence bir oyun mu, tri lay lay lo.

kış gelirken şeb-i aruz’la başlayan haftayı kibritçi kız haftası ilan ettiğim malumunu ilam etmiş miydim sizlere. ah hayoor, ne yaparsın ki şarkılar illa ki bitmeye programlanmış. repeat after me. kış geldikçe aklıma kibritçi kız geliyor, onu hepiniz tanıyor musunuz, tanımanızı isterdim, lakin bu durum zihin sağlığımız için zararlı, yine de zihne küşayiş verdiğini saklayamam. ve aklıma şükrü enis regü’nün “elma ağacı” şiiri, sizlerle paylaşmak istedim: 

Yine başladı soğuklar / Boyuna yağıp duruyor yağmur / Esiyor rüzgâr acı acı / Nasıl geçireceksin bu kış / Elma ağacı? / Gölgen de yok ki sana arkadaş olsun. / Tek başına kaldın bu kış kıyamette... / Artık kimse bakmaz oldu yüzüne; / Dallarına tırmanmıyor çocuklar / Kuşlar uğramıyor semtine. / Üzülme, bu günler çabuk geçer / Bir bakarsın bahar geliverir; / Yeniden allanıp süslenirsin. / Bizim için yine çiçek açar, / Meyve verirsin!

maalesef andersen masalları tutuştu ilk ellerime, ve ömer seyfettin, özellikle kaşağı ve diyet. en çok kibritçi kız’a ve kurşun asker’e takıldım -bu yüzden üzerinde balerin olan müzik kutuları da pek içimden gelir bana-. kış geldi. hayat bilgisi kitaplarında tanrım neden insanlar hep yılbaşlarına kar yağarken giriyorlar diye düşünüyorum yirmiyedi senedir. bu ülkenin elleri var, kesik elleri, parmakları. benim de gördüğüm en bıçkın tamlamadır “bu ülke”. cemil meriç’in toprağı bol olsun. ben hep kar bekledim yeni yıllarında. bir de, her defasında dedemi bir daha görebilmek için bir kibrit çaktım. bu yüzden, işte bu yüzden, sırf bu yüzden işte. en uzun gece’yi de geride bıraktığımız şu günlerde ellerimizde çıralarla yürüyoruz hayali hıdrellezlerde, bu yüzden mi yazdım “işte geldiniz” diye hıdrellez’e, ne demiş mfö ‘bir zamanlar fırtınalar estirirdim’ adlı şarkısında, “ah ne bileyim ben.”

araba arkasından boşa koşan köpekler gibi. siz öyle sanıyorsunuz. senin baban hiç mcdonald’s yavrum. önüne baksana be adam. bir şeyi ne kadar da ucuza aldığını komşusuna anlatan adam. her sabah karısını öperek arabasından uğurlayan banka şefi adam. kravatlı adam. iki keklik seke seke bizim evi yol eyledi. bak yeminle söylüyorum doktor. pike yapışı gibi bir ak babanın. insanity’nin crescendo’su gibi. vecihi çılgın pilotum benim. baba yaşaar. şükran hemşire’nin hangi filmde oynadığını merak edip üstüne bir de bulanlara benden iki bira, üçüncüsü o anki kafama bağlı, google’da yok... gördünüz işte koştum ama yetişemedim. kuş uçurtmadım içimde. sessizliği kapana kıstırdım. kayrak uçurtmalarla allahıma mektup yazdım. küflenmiş posta kutularının kilitleri, korozyona karşı duramadım. ahaha hayatın dolgusu düştü. babalar hep haklı çıkar bizim oralarda. ben uzun şiirleri pek okuyamıyorum sayın edip cansever. dikkat yarış atları! bir evden ayrılmanın vaktinin geldiğini duvarlara astığım güzide sanat mahsullerinin birer birer düşmesinden anlıyorum, size de hatırlatmıştım aylar önce marilyn monroe’nun düştüğünü, bildiğiniz gibi. izlediğim hiçbir filmin sonunu hatırlamıyorum, o yüzden hiçbir şeyi sonlandırmıyorum, sonsuza rehin bırakıyorum.. tam oniki hafta oynadı bu film, kapalı gişe. renkli. bir kitap çıkarırsam adı “renkli” olabilir. siz bir şey anlamayın diye. bunu da anlayın diye anlatıyorum. her anlatılan şey anlaşılması içindir anlamsız olsa da. beni geleceğe kaldırın, mesela, kadehinizi diyorum. siz de bitlendiniz mi ilkokulda, upuzun saçları vardı kızların, muhakkak, şu kızın saçlarını tokalasak da mı saklasak, şu saçları tokalamalı mı tokalamamalı mı. e daha dur daha dur dahadurdaha. güzelim sen sevişir misin benimle rebeka’nın yerine. sevme kızım yanarsın, diye söylerdi annen. i remember everything, bu yüzden the walk adlı şarkıdan hoşlanıyorum, açılıyor açılıyor ama kapanamıyorum. bu uzun kışa giriş gecelerinden birinde, hani kaloriferler. tıkabasa doludur televizyonlar. biz boş zamanlarımızda sigara içiyoruz müdürüm.

balavca deresi geçerdi mahallenin önünden. içinde bilumum pislik. kış geldi mi yağmur yağdı mı dolar taşardı, bildiğin gibi değil. dolar taşardım kış gelince ben de, bildiğim gibi değil. pencereden kar geliyor, derken mahalleminizin ince ılık sesli şarkıcısı, gurbet bana zor geliyor, diye de eklerdi bunu hepiniz bilirdiniz. bildiğiniz gibi değil. pisliğini balavca deresine akıtan bir kireç fabrikası vardı, ilk icadım fabrikanın atıklarından tebeşir imâl etmek olmuştur. imâl usûlleri makina mühendisliği’nin önemli teorik derslerinden biridir.

ikinci palto film günleri başladı şehrimizde. bir şarap için cumartesi’den daha güzel bir isim bulmak ne kadar zorsa bir film festivali için de bu kadar güzel bir isim ancak böyle bulunabilirdi -itinayla cümle düşürürüm-. güzel filmler var, itinayla bozduğum beyin kimyamın redoksunu tamamlayabilirsem, tepkimeleri eşleyebilirsem bir iki filme gitmek istiyorum, tam da karın beklendiği şu günlerde, yeni paltomla birlikte. palto dediğinin yakası kalkık olur arkadaş. çünkü dikkat et, sokak lambasının altından paltomun yakasını kaldırmış ben geçiyorum, balkonunun baktığı sokaktaki boşluğa tebeşirle “seni seviyorum” yazıyorum.

12.06.2020


Aralık 03, 2008

onuncu köy

yaklaşık ikibuçuk senedir blog alemindeyim. ilk zamanlar çok özenirdim, "mim"lenmeye. hiç mimlenmemiştim, bundan sonra da istemem herhalde. her neyse, bunları yazmaya teşvik ettiği için bir taraftan teşekkür ettiğim "pisikopati" arkadaşım beni "en sevdiğim 10 yer" konusuna davet etmiş. dünden beri düşünüyorum, hayır en sevdiğim on yeri değil, yazsam mı yazmasam mı diye düşünüyorum. şimdi de en sevdiğim on yeri, önem sırası gözetmeksizin, aklıma geliş sırasına göre yazmayı deneyeyim.

ev kavramını konudan dışarı çıkaramayacağım maalesef, yani evcil bir insan mıyım bilmiyorum, ihtimal öyleyim, ama bu ev sevgisi evcillikten değil de, yaşadığım, kaldığım, içinde büyüdüğüm evlerin üzerimde bıraktıkları izlerden kaynaklanıyor. sevdiğim evleri sıralamaya kalkarsam on maddeyi doldurur sanırım.

ilk sırada doğduğum büyüdüğüm ev var. yirmidokuz senelik bir yapı. bizimkiler evlenip oraya yerleşmiş ve hâlâ oradalar. müstakil, iki katlı. kendimi bildim bileli alt katta kiracılar oturur. çocukluğumda leyla yengeyle hasan amca otururlardı, emirdağlı. ve her kiracı nerden baksan yedi sekiz sene oturur öyle çıkar, o yüzden akraba gibi oluruz onlarla. övünürüm ben bu evle, her ne kadar son on altı senedir arada bir girip çıksam da aynı avlunun aynı çevrenin zamanla değişimini irdelemek. tarlaların sokaklara dönüşmesini gözlemek. çakalların tilkilerin gelinciklerin dağlara zoraki geri çekilişini görmek. çamurun sahadan temizlenişine, asfaltın dünyayı dümdüz sıradan bir yer haline getirişine birebir tanık olmak... bu evin bulunduğu mahalle, mesela o ilçede hâlâ yapay bir çocuk parkına sahip olmayan nadir yerlerden biridir. sokakları hâlâ asfaltlanamamıştır, kışın ayakkabılarınız çamura bürünür, sokaktan lüks bir araba geçtiğinde çocuklar hâlâ arkasından koşar, köpekler yoldan geçen bir arabanın peşinden hâlâ koşarlar, yazın çocuklar sivrisinek ilaçlayıcısı mazot arabalarının peşinden hâlâ düşerler. kentleşme ve yozlaşma muhakkak ki buraya da uğramıştır, televizyon elbette bu mahalleye de girmiştir, hatta hayıtlı olan adı bile cumhuriyet olmuştur, ama yanıkkuyu mevkii ya da yayla sokak durmaktadır. adreslerde 'x apartmanı' yazmaz mesela. nasıl ki tarihsel gerçekler içinde geçtiği çağlarla birlikte değerlendirilirse bu ev de içinde büyüdüğü mahalleyle ve komşularıyla değerlendirilmelidir. evi tarif etmeye pek lüzum yok, ne de olsa seksenlerde hepimiz benzeri evlerde büyüdük, ekstra bir özelliği de yok, ama doğduğum zamanlar ebe kavramı hayattaydı, ve ben o evde bir ebe yardımıyla doğdum, deprem filan olmazsa bakarsınız oralarda bir yerde devam ederim. mühimdir bu ev, hemen bitişiğindeki tek katlı babaanne evi, ve onun hemen bitişiğindeki iki katlı hala eviyle. sobası, bahçesinde tavukları, her yeri dolanan asma çardağı, bahçesindeki rokaları marulları, kayısı limon şeftali portakal erik ayva ağaçları. her bir meyvenin güzel bir insanı temsil ettiğini düşünürüm, güzel insanlar bahçelerde büyür, daldan düşerler.

ikinci evimiz o ilçenin bağlı bulunduğu il merkezinde üç öğrenci olarak kaldığımız büyükçe ve yine sobalı bir evdir. üç küçük velet olarak taşındığımız o evde daha önce bir öykümde bahsettiğim üzere her şeyden üçer adet vardı. bir insanla birlikte yaşamanın zorluklarını, arkadaşlığı, paylaşmayı, küçük bir çocuğun bile olsa hırslarını, düşmanlıklarını, ailesinin etkisiyle bile olsa aklında dolaşan kem düşünce bulutlarını, kompleksleri, yardımı, tasarrufu, çalışmayı, alışveriş yapmayı, fatura ödemeyi, soba yakmayı, bozmayı ve tamir etmeyi, ergenliği, âşık gezmeyi, yani hayatın birazını o evde öğrendim. apartman kavramını, derli toplu sokak kavramını, apartman komşuluğunu. çoraplardan top yapmayı, kağıttan raket yapıp masa tenisi oynamayı, kartondan satranç tahtası yapmayı ve kağıtlara piyon vezir şah fil at yazmayı, çivileri tahtaya çakıp onları oyuncu olarak belleyerek futbol sahası yapmayı, ingilizceyi ve ingilizce mektup yazmayı, günlük yazmayı... oraya her gidişimde önünde geçerim. ve burada özdemir asaf'ın "taşınmak" şiirini okumanın ve o zamanların yadigarı muhsin bey'e selam durmanın da tam sırasıdır.

üçüncü ev olarak pembe boyalı bir evi söyleyebilirim. o ilçenin bir köyündedir. kötü çekilmiş bir fotoğrafını koyabilirim belki buraya. köyün tam merkezinde, köyü ikiye bölen bir yolun tam dönemecinde, mezarlığın alnacında bir ev. sekiz yaşına kadar filan oraya her haftasonu gidip gelmiştim, karşı komşumuzun oğlu deli hasan'ı hatırlıyorum. her bayrama gidişte geçerim önünden, onu görürüm, evlerinin avlu kapılarında durur ve gelen geçene bakar, hep, ordadır hasan. çocukluğumda birlikte oynadığımızı çok iyi biliyorum, benden bir yaş büyük, benim onu hatırladığım kadar o da beni hatırlıyor mudur, bilmiyorum. "naber hasan?" derim her görüşümde, öylece bakar, bir konuşabilsek de anlatsa bana çocukluğumuzu, dedemi. evlerinin önü boyalı direk türküsünü o evden dolayı çok severdim, ibrahim tatlıses'in söylediği biçimiyle. mezarlıkta oynardık hasan'la, onların evi mezarlığa doğrudan bakardı. bir de dedemi hatırlıyorum sanki, avdan gelmiş, ocakta bana kavurma yapıyor. heybesini çıkarmamış sırtından, ispanyol işi çift kırmalıyı duvara dayamış, oğuzhan'ı da çağırmışız, onu da çok severmiş. biliyor musunuz dedemin dünyada en çok sevdiği insan benmişim. o herifi vuracağım.

dördüncü ev, yine aynı ilçenin başka bir köyünden. o ev de hâlâ duruyor, o evde de iki çocuğun doğuşuna tanık oldum. altındaki damda saman parçaları arasında, yine dededen kalma şarap şişelerine sapan sallayarak büyüdüm. farelerin gezintilerini ilk o zaman hissettim. sabah erkenden kalkıp ananneyle inekleri sağmayı, o sütün sağılma sesini, sütçü mehmet sadık'ın her sabah gelişini, ekmekçi ali dayı'nın köy meydanından "ekmekçi geldiiii!" diye bağırıp tüm köye haber salmasının şaşkınlığını, mezarlıktan lale toplamayı, her salı bir sürü kadının bir kamyonet kasasına doluşup zerzevatıyla ilçe pazarına gidişini, pembe boyalı köy okulunu, kuşların canına okuyuşumu -hahah, mustafa kemal havası sezdim kendimde-, ağaç kovuğuna girip kendime hayali bir araba tasarlamayı, zeytin dallarını direksiyon yapmayı, birol'u çetin'i serdal'ı. her bayram uğrarım. bayram bu yüzden sadece bayram değildir. "payton geldi meyhaneye dayandı" türküsünü de buraya çağırabiliriz. kumruların elektrik tellerinde sadece ötmediklerini, aynı zamanda "guguk guk, yağ döktük" şeklinde mırıldadıklarını ve bunun bize birşey anlatmaya çalıştığını da burada öğrendim. "anahtar, mühür, kalp gibi kumru da çoğu zaman bağlılığın sembolüdür." "bizim uslanmaz ruhlarımız / hiç kumrulaşabilir mi? / suskuyla yanyana oturan iki kumru… / iki sevgili yanyana oturarak / uzun süre hiç konuşmadan / yani kumrulaşabilinir mi?"

aklıma gelen bir sonraki ev, beşinci ev, selim’in evidir. dalbudak sokak, filiz apt., kat beş, beşiktaş. burası da çok sevdiğim bir yerdir. hâlâ durur. ben yıldız'dan aşağı kitaplarımı koltuğumun altına sokmuş denize doğru kıvrılırken ilk uğrak yerim orasıdır. nazım da oraya gelir, hasan'la bahadır da, eğer gelirlerse. biz yurttayızdır, selim şanslıdır, eve çıkabilmiştir, hem de tek başına. hem de beşiktaş'ın göbeğinde. mükemmel. okuldan çıkarım, belki termo dersinden, belki malzeme, belki seçmeli türk müziği, saat dört beş sularıdır öğleden sonra. selim'e uğrarım, o hazırlık okuyordur, o yüzden erken çıkar hep. kapı otomatiği çalışmaz, zile basarım anahtarı atar yukarıdan. "ekmek al olum." annem anlatırdı, küçükken koptum mu fatih'in yanına gidermişim. üniversitede yurttayken de koptum mu selim'e giderdim. evde ne varsa bitmiş vaziyettedir. star tv'de türk filmi saatidir o saatler, ölesiye izlerim, malihulyalara dalarım. çay yaparız, "hadi bugün de kahvaltı yapalım." o yılların en değerli evidir orası, tüm zamanların da ilk onuna girer gördüğünüz gibi.

altıncı evimiz yine beşiktaş'ta, ilk çıktığım evdir, maalesef sokağının adını hatırlayamayacağım. çırağan tarafında, laz bir emlakçı pezevenk vasıtasıyla kiraladığım yeraltı hücresi, L tipi. amerikan mutfak, içinde yani. insanlara aşağıdan bakmayı orada öğrendim, nemlenmeyi, demlenmeyi, şimdi tamamen unuttuğum ud çalmayı, soğukla haşır neşir olmayı, yalnız kalmayı. nazım eksik olmasın. zoraki bir yurttan çıkışla da olsa o ev sayesinde krallığımı ilan etmiştim işte, üst katta hep boğazlı kazağıyla hatırlayacağım osman, boğaza bakan umumi çatısında içtiğimiz biralar. yatağım tam da apartmanın giriş merdiveninin altındaydı, pencerede perde niyetine sofra bezi. tam karşıda emrah'ın iki kız arkadaşı otururdu biri güzel, hem de ikinci katta. bazen karşı apartmanın büyük pencerelerinden güneş yansımaz mıydı bana da, hemen indirirdim sofra bezini, bakın işte o sayede bunları yiyoruz şimdi bu sofranın üstünde, dünyaya bağdaş kurmuş biçimde. "yalnızca bana ait. bir çöplük. bir masal sayfası. dilâlem çengisi. masallara sığmazdım artık. sofralara neden sonra sığdım." 'yeditepe istanbul' geceleri düzenlerdik her pazartesi, özgür ve bilge de gelirdi, şarap içerdik ucuzundan, buzbağ şarabı şimdiki kadar meşhur ve pahalı değildi. yusuf mu ali mi, bir türlü karar veremezdik, biz aslında ömer'in üniversiteli temsilcileriydik, göğse kazınan D harfi sorulduğunda, dünya'nın d'si diyecek kadar. velhasıl, bir seneye yaklaşan bir krallıktı benimki, duvarları gam, beni nem yıktı.

bir sonraki sevdiğim ev yine beşiktaş'ta, altıntaş sokak'ta idi, sinanpaşa mahallesi, bu defa dördüncü ve son katta, arşa yükselmiştim, yerden göğe kadar da haklıydım, göğe bakmayı da orada ilk kez terennüm ettim. raşit'le birlikte. tabaklarımız, tencerelerimiz, bardaklarımız. üst kattayız diye sevinirken kış geldi, yağmur yağdı. "yağmur erkek çantayı aldığında küçük kağıt parçası da bu çantanın içindedir. ama yağmur kadın çantanın içine başka kağıt parçaları da koymuş, çantayı bunlarla doldurmuştur." kağıt parçaları esas olarak bu evde girdi hayatıma, not almaya ve yazmaya burada başladım diyebilirim. bilgisayar edindim ve müzik dinlemeye de burada. adı müslüm'dü, raşit mi takmıştı, nazım mı, ben mi, hatırlamıyorum. ama açılış parçasını raşit'ten kaynaklı olmak üzere birlikte tayin etmiştik: "gelin olduğun gece". ikinci dönemdeki açılış parçamız da "yeşil gözlerinden muhabbet kaptım" olmuştu, bismillah niyetine, gelsin şişeler. 'küçük ev' adlı bol kedili şirin tekel dükkanını ve kısa ballıca'yı da o evdeyken keşfettim. işçi pazarını, sokaktan elinde teybiyle geçen sanat müziği amcasını da. alt kattaki kahvehaneleri, karşıdaki vücut geliştirme salonu, "fight club" dedim o sokağa, köşesinde kır pidecisiyle, çok kötü. sonra emrah bıraktığı yerden tekrar dahil oldu hayatımıza.

sekizinci ev yine beşiktaş'ta, türkali mah., karakol sokak'ta, m yılmaz apartmanı'ndaki üç no'lu daireydi. giriş katı, asıl yerimizi bulmuştuk emrah'la. giriş katlarıydık çünkü, giriş işte. o zaman giriştik çünkü hayata, allah ne verdiyse. "tamirci muslukçu" o sokakta peydah oldu. doğalgaz denen şeyi yakmayı bir soba vasıtasıyla da olsa orada öğrendik. sait faik'le orada tanıştım, bütün eserleri'ni hediye etti bana. edip cansever'le de. gelen son zamlarla birlikte marmara 34 ani bir atakla bağcı ve buzbağ'ın önüne geçmişti. karşı komşumuz öldüğünde bir ölüye ilk defa kapı gözetleme deliğinden orada bakmıştık. alt katımızda ilk defa kızlar oturmuş ve sertaç geldiğinde yaptığımız udlu alemlerden ilk defa orada rahatsız olunmuştu. takma adla yayımlanan ilk hikâyem oradayken yazdığım bir şeydi. kendi odamı istediğim gibi düzenleme şansına adamakıllı orada sahip olmuştum, ballıca paketlerini biriktirmeye de orada karar vermiştim, sendeki kibritler bendeki sigaralar. evin daimi misafirleri hep aynıydı, özgür ender suphi bilgehan selim tansel nazım. captain black'le de orada tanıştım.

dokuzuncu ev ise nazım'ın evidir, şimdi adını sadece şimdilik unuttuğum bir üst sokakta idi. sokağın köşesinde bir pavyon. ya bende olurduk ya da onda. orda içmenin tadı da ayrıydı, duvarlarının badanasını bizzat ben yaptım. araba teybinden portatif radyoyu, ve karton içine monte edilmiş hoparlör teknolojisini de nazım geliştirdi. marmara 34 tamamen etkisi altına almıştı bizi. oya bora'nın "sevmek zamanı" şarkısı da nazım'ın ısparta'da çektiği bir kasedin içinden çıkarak o evin en büyük sürprizlerinden biri olmuştu. ona hediye ettiğim yuvarlak aptal masa, ve çıkma kırmızı koltuklar. biraz kitsch biraz kıç biraz kıçıkırık biraz kırıkçıkık bir oluşumdu hayatımız.
terk ettim.

"düğüm düğüm bir öykü çocukluğum yüzünden sinüs dalgası biçiminde akıp geçti gözlerimin önünden. belki de yazdıklarımı bir taraftan da karalıyordum. çıkış yolu yok ki." onuncu ev ise bambaşka bir şehirde bambaşka bir mahallede ve sokakta idi. o başka şehirde başka bir apartmanın son katındayım şimdi. yalnızım. tren mezarlığına bakıyorum, her geliş geçişte trenleri görüyorum. küçükken en çok kar görmeyi ve trene binmeyi hayal ederdim, ikisini de yaptım, biraz büyüdükten sonra da en çok tek başıma eve çıkmayı hayal ederdim, bunu da yaptım. şimdi özdemir asaf'ın taşınmak şiirini tekrar okumak sırasıdır. bu ev başka bir bene sahip oldu. başka müzikler çaldı. yeni şarkılar söyledi. yeni fotoğraflar çekti. çekiyor. onbirinci eve çıktığımızda bu onuncu köyden de bahsederim elbet, ama şimdi sıcakken olmaz. sevdiğimi belirteyim yeter.

iki tane onuncu ev var aslında, bir diğeri de acıbadem'de, acıbadem likörü gibi acıbadem kurabiyesi gibi bir ev. onun koridorlarını sevdiğim kadar hiçbir evin koridorlarını sevmedim, oraları dolaşıyorum. kaybolmak işten değil.

en sevdiğim on yer deyince bunlar geldi benim aklıma. pek gezmişliğim görmüşlüğüm yoktur zaten bunlar haricinde, iş icabı çıktığım geziler haricinde. yeni başladık gezmeye. burayı okuyanlar varsa, tek tek isim vermeksizin onlardan ricam kendilerinin de "en sevdiğim on yer" başlığıyla bir güzelleme yapmaları, hiç yazanla yazmayan bir olur mu?


kaf dağ var

“Adem Babayla Havva Anamız cennetten kovuldu, ben kovulduğum yere bir daha gitmem. Sen cennette misin cehennemde misin? Herkes papağanlar gibi konuşsun, ben de hindi gibi düşeneyim. Herkes Ahmet, Ahmet, Mehmet, Mehmet desin, bu da düşünüyor desinler bana bakarak. Ben düşünmeyeyim de kim düşünsün? Herkes papağanlar gibi rengârenk olsun, ben de kırmızı bir ibik, kırmızı bir yürek çenemde dolaşayım. Dünyada her şeyle alay edersen akıl başta duruyor, yoksa ince düşündüğün zaman seninle alay ediyorlar.

-Ben ilk kez bir insanla konuşuyorum o da sensin.”

evdeki bütün sesleri kıstığın zaman alt kattan televizyon sesi geliyor, haberler haberler haberler. haberin var mı bundan, olan biten, uzaydaki son gelişmelerden. belki eşkıya otelinde andre mışkin, önce öksürük, ardından “bolşevikleri sevmem ama ...” diyor. bilmem. son günlerde tırnaklarım beyazlıyor, biliyorsun vitamin eksikliği demek idi ilk ve ortaokullar için türkçe konuşan sözlükte bu beyazlıklar, “haydar ediskun ve baha dürder” hazırlardı hatırlarım. unutmam.

“Çok uzakta kaldı benim olan ağaçlar”, dedi. “Tekrar onları görme gücünü bulabilir miyim mayıs ayında? Kuşlar geldiği zaman ve onlar...” “Belki de hiç bir şey hak edemem ben, anılardan başka.”


23.05.2020


Aralık 01, 2008

yapma cennetler

ay doğdu üzerimize veda tepelerinden. bugün iş çıkışı aya bakarken gördüm, ay ile yıldız aynen türk bayrağında sahip oldukları birlikteliğin tersi bir şekilde birbirlerine sokulmuşlardı. hani çiftlerin yatakta yatma şekillerine göre aralarındaki münasebetin seviyesine veya muhabbetin coşkusuna dair yorumlarda bulunulur ya cosmopolitan tipi dergilerde -sahi ben bunu nerden biliyorum- ben de allah’ın ay’a ve bana beslediği duyguları test etme küfrüne düştüm gibi oldu, halbuki hayır, sen uzaklarda değil, damarımda kanımsın. evet, bu akşamüstü iş çıkışı gökyüzüne kafamı çevirdiğimde bulutlar bana, “selamün aleyküm gardaş,” dediler. bulutların kışın biraz doğulu, biraz şiveli, biraz uzak ama içten konuştuklarını duyarım hep, yazın ise iş çıkışlarında daha değişik karşılarlar beni, benim gibileri. mesela, “merhaba,” derler eğer çok samimi değilsek. ya da yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmiyorsa onlarla, “hey george, lennie nerde?” derler, biraz sarhoşlarsa işi “hey george, versene borç,” demeye kadar götürürler. ben de gülümser geçerim. yazın ziyadesiyle gülümser çünkü gökyüzü, size de öyle değil mi değerli gençler? ... tabii tüm bunlar, gökyüzüne bakmayı unutmadığımız zamanlarda geçerlidir. ben sık sık unuturum gökyüzüne bakmayı. hatırlatın bana, olur mu? ... şimdi üniversite birinci sınıfta yazdığım defterlerden birini açsam şöyle bir notla karşılaşmam işten değildir: “en kötü anındayken kavganın, gökyüzüne bakmayı sakın unutma.” bu o zamanlar yeni alınmış bir cep telefonuna gelen ilk mesajlardan biridir, biz böyle mesajlar atardık birbirimize. farkındasınız değil mi yirmibeş yaş üstü okuyucular, yaşınız geçtikçe telefonunuza gelen mesajlar da azaldı. halbuki -helboku- ben kavga etmeyi sevmezdim, sevmedim, artık sevmeyeceğim. ... ofsayttan nefret ediyorsun. ... gökyüzüne bakmayı unuttuğumu ne zaman farkettiğimi buraya daha önce yazmış olmalıyım. buraya ya da her nereye olursa yazdığım şeyler aynı ne de olsa. ... bundan tam iki sene önce bir arkadaşıma verdiğim mesleki bir kitabı geri getirmiş bu arkadaş bugün, ilk önce unutmuşum ona o kitabı verdiğimi, o kitap benim miydi, epey uğraştım hatırlamak için. o çok emindi benim olduğundan, çaktırmadım önce emin olmadığımdan, baktım baktım çıkaramadım, hiç öyle bir kitaba sahip olmamıştım gibi geldi, zihnimdeki şarapları biraları rakıları buharlaştırdım, yine de hatırlayamadım. isim de yazmamışım başına, sonra sayfaları karıştırırken altını çizme şeklim tanıdık geldi, paragraf başlarındaki yıldızları da görünce iyice yaklaştım kendime, sonra içinden iki üç kağıt dökülünce anladım, yazı benim yazımdı, ama o yazılanları ne zaman yazdığımı hâlâ hatırlayamıyordum, hatırlamıyorum, artık hatırlamayacağım. demin yukarıda dediğim şeylere benzer şeyleri oraya da not almışım, o mesleki kitabın içine, insanın hep aynı şeyleri anlattığına dair, ve her insanın bu aynı şeylerinin farklı olduğuna dair. anladınız siz hep bunları, ne güzel. ... gökyüzüne bakmayı unuttuğumu ne zaman hatırladığımı hatırlatmaya çalışıyordum, bir cumartesi sabahı, bir mayıs ayının yirmiikisi idi, mustafa’nın doğumgünüydü çok iyi hatırlıyorum, galatasaray üniversitesi’nin ortaköy kampusunun denize bakan bahçesinde sene 2004 civarı dolanıyordum saat yedibuçuk sularında, o zamanların meşhur dizisi “bir istanbul masalı” çekiliyordu aynı bahçede. ev arkadaşımın hastası olduğu dizinin başrol oyuncusu kadına -diziye değil, oyuncuya hasta- bakıyordum, “o kadar da güzel değilmişsin,” der gibi içimden. “boşver bunları kâmil,” dedim kendime, bak sen denize ve sigara içişine. denize bakarken birden ordan bir balık fırladı, “gökyüzüne bak, ahmak,” dedi. başkası dese aklını alırdım belki, ama “aptalsın bence,” demekle yetindim. balık da cevap verdi, “bu dünyadaki en büyük aptal benim.” ilginç bir ortamdı, her neyse, hepsinin sonunda gerçekten de gökyüzüne bakmam gereketiğini, hem de bunu bir an önce yapmam gerektiğini anladım. ve o gün sabah yediotuz sularında mayıs’ın yirmiikisinde göğe baktım. ondan sonra “işte geldiniz” başlıklı şiir serisini yazmaya başladım, ne sen bunun farkındaydın oysa, ne de polis farkında. ve sigara yaktım kantinden aldığım çayla. galatasaray üniversitesi’nde bir edebiyat kulübünün çıkardığı bir dergi bıraktılar elime o sırada, konusu baudelaire idi. Modern Hayatın Ressamı isimli kitapta, önsözde ali artun, şöyle diyordu:
Baudelaire için sanatın modern kentle kaynaşmasını canlandıran en şairane kahramanlardan biri de Paris’i köşe bucak arşınlayarak çöplerini ayıklayan, işe yarayanları toplayıp yüklenen paçavracılardır. (Chiffonier) “..İşte başkentte günün çöpünü toplaması gereken adam. Büyük kentin savurup attığı, kaybettiği, ayaklar altına aldığı, kırıp döktüğü her şeyi o toparlıyor, ayıklıyor, sınıflandırıyor. İfratın ve israfın kaydını tutuyor. Dikkatli dikkatli seçiyor, ayırıyor; endüstri tanrıçasının dişleri arasında yeniden şekle girecek olanları biriktiriyor... Bütün günlerini başıboş dolaşmak ve uyak aramakla geçiren genç şairler gibi, başını sallaya sallaya, kaldırım taşlarına toslaya toslaya geliyor...” (Charles Baudelaire, Yapma Cennetler, çev. Y. Şahan. s.15. Aktaran, Ali Artun) ...
şifoniyer kelimesini çok özel bulmakla birlikte, şiirlerimi gönderirken mehmet’e şöyle demiştim: “‘hurdacısıyım hayatın’ diye bir cümle kursam boşa çıkmaz elbet.” ahmet’e de göndermiştim, ve o da boşa çıkarmıştı onları. bunları düşündüm o sırada o göğe bakarken. ve bugün tekrar aya bakarken bunları düşündüm, tuttum bunları yazdım. ... rakıyı sevdiğimi saklayamam elbette. annebabamın beni terkettiği ortabir ortaikide hurda toplayarak aylık harçlığımı çıkardığımı da saklayamam. ... salatasına sirke koyma, sevmez. ... geppetto’ma da söylemeyin beni, üzülürüm. çukurcuma’dan aldığım o hurda battaniyeyi hâlâ kullandığımı da saklayamam. belki o gece oralardan geçerken bu yüzden o kadar tedirgin olmuşumdur, ne demiştiniz bana, silly stupid shit fool, sth. else that kind of exiciting: “fuck you.” ve o müthiş klasik, i know what it is to be young, but you don’t know what it is to be old. muydu? muddy waters: “nights in white satin.” ahaha, ben biraz salakım galiba, hâlâ kafiyeye inanıyorum. turgut uyar gibi. rakıyı sevdiğimi saklamamıştım sanırım, açık etmiştim, saklanmanın bulunmak için olduğundan da bahsetmiştim, ve siz bunu anlamış mıydınız. küçük kara kuru bir şey gelip oturuyordu bazen kkalbimin oorta yeyerine, durup düşünüyordum ben buna. ... sözkonusu olan kırılganlık hassaslık filansa eğer itiraf etmek gibi olmasın ama bir sabun kokusu, bir yumuşatıcı kokusu bile rahatlıkla, herhangi bir aktivasyon enerjisi gerektirmeden, kolaylıkla intihara sürükleyebilirdi beni, bunu pekala iyi biliyordum, ama yapar mıydım, bence yapmazdım. ... ne diyordum, rakıyı seviyordum. geçen hafta afyon’a gittim bir iş icabı. afyon’un da sucuğu meşhurdur biliyorsunuz, hatta şehrin orta yerinde bir sucuk heykeli vardı. sucuk heykeli nasıl olur demeyesiniz, cem yılmaz’ın gora’sında hani sucuklar ağaca asılı bir biçimde yetişiyordu ya, korkarım cem yılmaz bu fikri bir afyon gezisi neticesinde kurguladı, çünkü sucuklar ağaçta olmasa bile şehrin orta yerine yapılmış bir levhada asılılardı, asılıydılar. sonra babama uzattım mikrofonu: “rahmetli çok içmezdi, çünkü parası yoktu. daha çok parası olsa daha çok içerdi, ama içmeye ne vakti ne de parası vardı. para buldukça iki kadeh içerdi akşamları. yanında da sucuğa çok tamah ederdi, sucukla içmeyi çok severdi. ona da, ancak, bir parça sucuğa parası yeterdi, ben tarladan gelirdim tam o içmeye oturacağı sırada. bakardık ki bir parça sucuk almış. rahmetli hep büyük alırdı rakıyı, daha hesaplı olurdu. içeceğini sucuktan anlardık. ocağı yakardı, bir parçasını halana, bir parçasını bana derken, kendine yiyecek bir şey kalmazdı, öyle içerdi o iki kadehi.”


Kasım 21, 2008


üç vakit + bonus track

insanın annesinin sabah ona kahvaltı hazırlayıp okula/işe göndermesi güzel bir şey şair, hele bir de içeriden babanın horlamaları yükseliyorsa. ben buna onaltı senedir mesafeli yaklaşıyorum. yılda ortalama bir hafta müsaade ediyorum. sabahları çayı senin doldurmaman diyorum, iç anadolu’ya göre çay döken birisi varsa hayatında, ya da çay koyan, hafif doğu’ya kayarsak çay dolduran birisi, ona şu çok sevdiğim lafı söylerdim: “bu dünyada işim iş ya hacı, ötesini bilemem.” yıllık bir hafta kahvaltılı iznimi kullanıyorum bu ara, yine erken kalkıyorum yine işe gidiyorum ama “hadi oğlum uyan artık,” var. iç anadolu’yu, iç yani anadolu’yu, ege’yi, marmara’yı. coğrafi bölgeler de ayrı bölümlere ayrılıyordu değil mi derslerde, hatta özel de bir adı vardı sanki onun, iç anadolu’nunkilerden biri haymana-taşeli yöresi dersek büyük bir yanlış yapmış oluruz ama benim aklımda bu ikisi yanyana gezer nedense. plato ne güzel, ova ne güzel, yurdumuz ne güzel. rahmetli dedemin babası tekeli yaylası’ndan göçmüş, o zamanlar platolar icat edilmemişmiş, memiş gümüş veya kasetlerin üstünde yazan adıyla memiş günüç de elinde sazıyla türkü söyler dururmuş, tekeli yörüklerindemiş yani hasan dedenin babası hasan büyükdede, babasının memuriyeti nedeniyle mi göçmüşler bilmiyorum, söyleyeceğimi unutuyorum muntazaman.
bugün öğle yemek arası, bazı erkeklerin cuma’ya gittiği vakitte biz arkadaşlarla konu açtık, konu nerden açıldıysa hiçbir şeyi atamadığımı söyledim. evet bu korkunçtu, hiçbir şeyi atamıyordum. ilkokul bir defterimden tut, ortaokul’daki haşet kitabevince basılan ing hazırlık kitaplarından, türkiye gazetesi’nin verdiği nasreddin hodja ile keloğlan ingilizce öğretici kitaplarından, cumhuriyet gazetesinin verdiği cumhuriyet fasiküllerinden, bira şişelerinden, gazetelerin kitap eklerinden, birbuçuk litrelik su şişelerinden, üç litrelik su şişelerinden, üniversite mezuniyeti sonucu istanbul’dan ayrılırken yanlışlıkla bizim öğrenci evimizde kalmış yaşar teyze’nin tabağından, içtiğim ballıca paketlerinden, mehmet’in yazdığı mektuplardan, ortaokulda biriktirmeye başladığım kibrit kutularından, ilkokuldan kalma pullardan, dedem öldükten sonra ahırda bulduğum ondan kalma iskambil kağıtlarından, onlardan şunlardan bunlardan. bunların bazıları hatırat gereği saklanır, çoğu insan yapar bunu, özel bulduğu şeyleri saklar, burası tamam, ama bira şişesine su şişesine poşete koliye yırtıkpırtık ayakkabılara, vs. ne demeli. bozukluk. müdahale olmazsa kesinlikle çöp eve döner evim. annem yılda bir gelip boşaltır sağolsun. orada bulunan arkadaşlardan biri şöyle bir yorum getirdi ve ben sırf bu cümleyi buraya yazmak için bunu bu kadar anlattım: “hayatını çok önemsiyorsun.” ... siz de “hayatı çok önemsiyorsun,” denmesini istemez miydiniz, ‘hayatını’ yerine. bilmem, belki ikisini de yapıyorumdur, c hiçbiri. hatırlamayı çok seviyorum, iyi hatıra kötü hatıra ayrımı yapmayı sevmiyorum ve yapanları ayıplıyorum. her zaman olmasa da taa eskileri çalmayı seviyorum, tatları eski 45’liklere benzeyen. bu yüzden o pikabı da çok sevdim, teşekkür ederim. yeni şiirimi hurda ve hurdacılık’ın demirçelik sektörüne katkıları üzerine yazacağım.
“yaa, ne sandın!” cümlesini hiç kullanmadım hayatım boyunca. çocukken de kullanmadım, izninizle demin kullandığım anı günlüğüme dökmek istiyorum. an dökmek, an koymak, an doldurmak, an demlemek. ne güzel olmadı mı bu imge. imge deyince de -ki hiç sevmem bu kelimeyi- ‘dinini imanını’ tümcesi -tümce demeyi de hiç sevmem- veya ‘tököli imre’ kişisi aklıma gelir. demin murat’ı gördüm, dedim ki ona; “akşam geliyor musun?” akşam gelip gelmeyeceği benim için önem taşıyordu, önemi yol kenarında indirip anlatmama devam etmeliyim, askere gidecek bir arkadaş için kırk kişilik bir grup olarak içkili bir ortamda uğurlama töreni maksatlı toplanılacaktı bu akşam ve ben kalabalıktan dolayı hafif bir tedirginlik duyup rakıya dayayacaktım dudaklarımı. ama yine de önce oturur oturmaz etrafı kolaçan edecek, kendimi sağlama alacak, herhangi bir terör saldırısı durumunda kendimi nasıl savunabileceğimin ince açısal hesaplarını yapacak, kan davalılarından birisi gelirse ortamdaki ilk silahı elime nasıl alabileceğimi kuracak, ortamda sevmediğim adamlardan birinin sözlü tacizine maruz kalırsam ilk olarak hangi sandalyeyi kafasına geçirebileceğimi veya masanın hangi köşegeninden uçarsam ona daha etkili bir yumruk indirebileceğimi aklıma not edecek ve ondan sonra ortamdaki sevdiğim insanlara bakıp gülümseyecektim tim tim tim tim. buna karşın makyavelist miydim ben, bence asla, hayır, olamam. çok daha derindi tüm bunların dibi. çok dipti tüm bunların derini. murat’a dedim ki, “hani,” dedim, “bazı insanlar vardır, kalabalık bir topluluk içinde onlar da varsa kendini iyi hissedersin, konuşmasan bile.” “ben de onlardan biri miyim?” dedi. “evet,” dedim. “evet abi, senle pek muhabbetimiz olmasa da...” diye devam etti. gerisi artık benim için mühim değildi, “manyetik alan gibi bir şey var sanki di mi?” dedi, ben de son noktayı koydum: “yaa, ne sandın!” 




15.05.2020


Ekim 10, 2008

bir şairin kokuları

ilginç geliyor bazen. yani hayatın ta kendisi, ilginç gelmesi pek doğal aslında ama ilginçliği de sanırım bu doğallıkta. ya da ben bir şey anlatmamak için cümleleri iç ediyorum, anlamı piç ediyorum, bilemiyorum. harita ve metod defteri. gönye iletki pergel t cetveli. sen mesela annen de senin gibi deli dolu biriyken, bambaşka bir insanken annen de senin gibi, senin gibi cümleler dolusu cümle iken, paragraflarca bir roman iken annen, ben veya, benim gibi bir adamken babam, yani elinde sigarası olup da ateşi olmayan adam, ateşini çoktan söndürmüş bir adam, ya da saatlerini hep ileriye kurmuş bir adam, uyanmayı bir ömür ertelemiş bir adam, her mezarlığa gidişinde babasını hatırlayan bir adam, ateşin öylece üstünden atlamış sonraysa üstüne işemiş bir adam, ya da bana bir rota öğreten geminin yelkeni olurum diyen adam, ben böyle bir babanın oğluysam, yani annen mesela, öyle biriyse ve anne olmuşsa çoktan, babam mesela, baba olmuşsa artık yoktan, biz neden farklı olabiliriz, olabilir miyiz. o kadın gitmiş ve evinin kadını, evinin halısı olmuşsa, babam da gitmiş ve evinin erkeği, evinin musluğu olmuşsa, sen nasıl alır başını gidersin gün akşam olur. bulutlar. karıştırıyorum işte ortalığı bazen. geçenlerde ilkokul bir defterimi buldum, iyiler pekiyiler yıldızlar meselesi. bizim yeğenin birinci sınıf defterinde artık ali cin olmaktan çıkmış, -adam çarpmış-, atik ali olmuş. fişler ortadan kaybolmuş, bundan sonra hiç bir çocuk dünyanın sırrını bulamayacak, hiçbir fiş hecelerine ayrılamayacak. ve artık ilkokuldan iki üç sene önce toplu oturup toplu kalkma disiplinine alıştırılıyor çocuklar, halbuki bu kadar bir toplu yaşam insan doğasına aykırıdır, apartmanlar da insana aykırıdır, çocuklar ilkokul birde saatle girip saatle çıkmalara alışana kadar bir dönem geçerdi, şimdi anaokulları var, analarından ayrı büyüyen çocukların anaokulları, daha sağlıklı bireyler yetiştirmek için imiş, uymadı patron. sahi cin ali gerçekten yaşadı mı patron? lisede filan yaptım ama hiç ilkokul dörtte olup da okuldan kaçmayı düşünebilen bir çocuk olamadım, üzgünüm, şimdi bunun derse sıkışmışlığını çekiyorum, ders bitecek biliyorum, bütün derslerimiz sona erecek. diyorum ya, ilginç geliyor. hakan taşıyan'a da hazin geliyor. böyle yazmayalı epey olmuştu, "özledim, neden açmıyon telefonu doktor?"
her yazarın takıntılı olduğu konular vardır. bunları o yazarın çoğu yapıtını okuduktan sonra kendiliğinizden fark edersiniz. her şey kendiliğinizden oldu, aşk kendiliğinizden sevinç kendiliğinizden. ödün vermediniz efendiliğinizden. zaman zaman vilayet, zaman zaman ilçe, zaman zaman kaza, zzorlama senden ne köy olur ne kasaba. yaz şu an aya bakmamıza vesile olabiliyor hâlâ. bira kokuları mesela eksilmedi mevsimden. en çok "time" dinlemeyi seviyorum klasiklerden. yüksek sesle; bu yüksek ses bahsi benim tüm mizacımı ele verebilir ama yine de çekinmiyorum bahsetmekten, kardeşim müziğin sesini hep açardı ben kısardım, o açardı ben kısardım. başka bir ortamda ise, kendi kendimeyken, kulaklığımın sesini neredeyse sonuna kaçardım, yani kulaklık içinde ben bendim ama odaya bile çıkınca ben bir başkasıdır, hımm. ikinci dakikanın onbeşinci saniyesi geldi hızlanıyor ve on saniye kadar sonra çekecek tetiği. komşulara haber salın. zaten komşu değil miyiz hepimiz. komşu dedim de o halde şu komşu içerikli şiire buyrun. [satır boşluğu veremiyorum blogla, o yüzden noktaları takip edin, normalde nokta yok. ahaha, nokta da geçiyor şiirimizde, ne güzel]
bir şiirin kokuları
annemin elleri nane kok. elyazısına bulanık bir nokta koy. noktalar sallansın darağacında şairin. şairin mumu yanar. sönmez artık söyleşin. tabiat bir spiker. bozan aksular söylesin. şairin pantolonu dar. makineye atmadan cebini yoklar. şiir, gülü bir ömür koklar. solmaz artık ismin. sadrazam alışık sadr ile ışık karakterin. radyolar düğmesiz. dikiklerini sökmek lazım tüm bencil -gerisi yok -game over -k.o. testiler küpler yerüstü zenginlikleri sizler. okursunuz. şiir bir küpten su içmek gibidir. konuş ey kuş. kuşlar balkon köşesidir. belki de tersten bakmalıdır hep. ters tepmelidir tüm iyi niyetler. siz de bir nihayet bir niyet çekmek istemez miydiniz bayım? tavşan beyazdan kırmızıya dönen ayyıldızlı tavşan. ne çekse beğenirsiniz torbadan: şiir. mezar gibidir, ya içine gir, ya içindeki kurtları sevindir.
bir ölünün ilk sözünü merak eder durur. durmak ölmenin suskun meramıdır. gitmek fiil. cin ali ile berber fil. gidiyorsun. sigaranı diyordum bırak. onbirinci katta işçi blokları. konuşması insanın, bir hayatın sık bırak sık bırak'ları. kurbağalar ve yakup, hâlâ nedense vrakları. edip cansever'in kulakları. çınlamaz. çıt çıt çedene, bir de yeni başlangıçlar. abe at bi sipali de müzik kutayım sana. yüzyirmibirinci şarkı lütfen. ortadaki sigara. frekanstaki radyo ya da radyodaki frekans. başındaki dikili ağacın bayramdan bayrama yeşermesi. köy mezarlıklarının havası dostum sende. anonim taşlar var bak kalbinde görüyor musun. o olmasa başka bir o'nun seni gelip ö'peceği gelmişmiş. onlara basıp zıplayarak ıslanarak gelip geçtiler. "'aşk mıdır bu?' bilemiyor"sun orhan gencebay. müzik başlıyor. ve susuyorsun. bir ölünün ilk sözünü hâlâ bilmiyorsun.
öyleyse dağılalım. ama hayat, böyle yapcaksan oynamayalım. ayrılmayalım ayrılmayalım. nasılsa komşuyuz şunun şurasında. duanın şurasında: 'min şerrin min belain min fitnetin şuara'sında. komşiya. komşunun yazı var kışı var. keyfin yazı var kışı var. kelimenin de öyle. kasım-aralık ocak-şubat. iki aylık dergiler bat. üryan geldin büryan gidersin. korkar bundan tüm şuara kullanılmış mıdır daha önce gibilerinden. kadında bekaret gibidir şiirde klişe. ne var ki bir güzeli bin kişi sever biri alır.
kloroform kokuları. bu hayat derbentinin korkulukları. diyorum diyorum işte bura. burda dur taksici, aşağıda bir arkadaşa bakıp çıkacağım.
sonra da balkona konacağım.
baba bana hiç balkon almadın.

6.05.2020


Ekim 09, 2008

turntable

akşam oluyordu genç adam. buna dair pek çok şarkı vardı ve hepsi de senin söyleyebileceğinden çok daha iyi bir şekilde söylemişlerdi. şehrin ışıkları bir bir yanıyordu. ve sen, bir vatoz balığı gibi pencerene dayanmış, bu ışıkların merhabalarını aleyküm selamlıyordun. yavaştan evlerden yemek kokuları da yükselecek ve okul çıkışı yurtlarına dönen üniversite öğrencileri bu sıcak yemek kokularına ve evlerin yanan sıcak ışıklarına bakıp içleneceklerdi. kış geliyordu ve yazın kendilerine ara verilen hava durumu bültenleri en çok izlenen programlardan olacaktı, ve bunu yine yüce halkımız başaracaktı. -bayramda hava yağmurluymuş, tüh- ışıklar yanıyordu, en güzeli de bunu şehrin yüksek bir katından karanlık altında izlemekti. hayır, belki de hiç de güzel değildi. öylesine bir şeydi. sabah erkenden, hep aynı yolu kullanarak, hep aynı otobüs veya servis camlarına dayalı şekilde işe giden insanlar, aynen geri döneceklerdi. otobüs duraklarında bir genç otobüs bekliyor gibi yapıp tüm bu gitmece gelmeceyi izleyecekti. işin ilginci deliler de otobüs duraklarını mesken tutardı. sabah aynı insanlara bakıp işyerinde başkaaynı insanlarla çalışan biz insanlar bu durum yüzümüze vurulduğunda mesela hollanda'ya okumaya gitmiş bir arkadaşımızı veya kazakistan'a öğretmenliğe gitmiş cesur bir arkadaşımızı düşünüp kendimizi teselli edecektik. fırından, bakkaldan, pazardan, ordan burdan, bir teselli verip karşılığında bir teselli alacaktık. sabahları her sabah, her sabahları sabah, yani her'in başka biçimlerinde karşılaştığımız insanlardan kaçının bizim gibi düşündüğünü hesap edip, her gün tam önünden geçerken dükkanını açan kuru temizlemeci kızın makyajlı mı makyajsız mı daha güzel olduğunu filan düşünmeyecektik, ya da bilhassa o millipiyangobiletçisi yaşlı adam, o şapkanın o kafada artık gerçekten de saç olduğunu düşünüp sattığı biletlerden birine büyük ikramiye çıksa ne düşünürdüyü kendimize sormadan edemeyecektik. sahi kuru temizleme nasıl bir şeydi, makinası mı vardı, bilmiyorum. sadece bazen iş dönüşü giydiklerimi askıya asarken, eski evimden ve şehrimden tesadüfen kalmış ve buraya getirmiş olduğum askının adına dikkat edince içim bir hoş olacaktı. kısmet kuru temizleme, beşiktaş. hep emrah'ın o ucuza aldığı takım elbiselerin temizlenme seanslarından kalma. sahi nasıl temizlenir kuru. az kuru az pilav az ıslak ya da.
şöyle bir düşündüğümde fark ediyorum ki bundan iki gün önce kendime hayatımın en büyük kıyağını yaptım. bugün de üstüne tatlısını yedim. yıllardır içimde büyüyen bir bitkiyi suladım, ya da dalından meyvesini kopardım, bir güzel yedim. ya da yıllardır içimde yapılan bol kubbeli bir caminin minaresine çıkıp ezan okudum. ya da yıllardır elimde patlak duran bir meşin yuvarlağa hava bastım. ya da yıllardır uçsuzluk nedeniyle yazmayan ince uçlu bir kaleme uç aldım, mürekkep doldurdum, filan. işte, buna benzer ya da benzemez, güzel bir şey yaptım. sonra bunun bir burjuva zevki olduğu hatırlatıldığında çisentiye maruz kalan yeni kurutulmuş tütüne benzeyen sevincim, ıslanıp çürümeye yüz tutsa da, bugün yaptığım ilaveyle çürüyen kısmını attım, tazeledim. süperim. ama işin şu "yıllardır" kısmına tekrar vurgu yapmak istiyorum, bu da bir vurgun. yıllardır sahafları antikacıları dolaşırım ben. bu içimde bir apandisit benim. aldırırsam boşalır rahatlarım belki ama bomboş olurum, aldırmazsam da çaktırmadan rahatsız eder, bazen de böyle patlama anları olur işte, gider parayı bayılır alırım. bakmayın para bayılmak dediğime, çok bir şey değil aslında. on tane orjinal cd parası. yıllardır gezdiğim sahaflarda antikacılarda ikincielcilerde filan gözüme kestirir dururdum, pazartesi günü bu işe noktayı koydum. dual serisinden 412 numarayı aldım, evime koydum. mülkiyetin getirdiği yadsımayı ya da yabancılaşmayı ya da körleşmeyi filan şimdilik düşünmüyorum, ve düşünmek de istemiyorum, tartışılır bir konu bu, bunu diyene tek söyleyebileceğim sen yapabiliyorsan, yani sahip olamamayı becerebiliyorsan sahip olma arkadaşım, ben sahip olmamayı beceremiyorum bazen. neyse, 412 demiştim, internette dolaştığımda böyle bir marka bulamadım, yani dual var elbette ama 412 kodlu ürüne rastlayamadım, o yüzden hâlâ sahte olup olmadığı konusunda şüphelerim var ama çok da sorun değil, antikacı değilim nihayetinde ve maksadım bu cihaza iş gördürmek. alıp da saklamak veya sergilemek de değil. memleketten dede yadigarı plaklar getirmiştim sırf bunun için, yıllardır da onları çalmak için beklerdim. -bu plaklar aslında çok büyük bir yazının konusu, çünkü ben bunların içindeki şarkılarla karşılaştığımda sanki girift bir romanın bazı ayrıntıları açığa çıktı, veya çözmüş gibi oldum- meğer bu plaklar haddinden fazla çizik olmasın mı, meğer tam sarmaya hazır kasetlerin çıkardığı boğuk seslere benzer sesler çıkarmasınlar mı. bütün sevincim altüst oldu. benim hediyem de öyle yalnız kaldı salonda. büyük bir şevkle para biriktirip oyuncak alan ama eve vardığında bir de bakınca ne gören, oyuncağının paramparça olmuşluğuyla karşılaşan bir çocuğun duygularına benzer bir duygulanma dalgaları yükseldi içimde, yükseltti yükseltti vurdu kıyılarıma, işte sahillerdeki kumlar bu şekilde oluşuyordu ilkokulda, dalgalar hızla kayalara vuruyor ve kayalar ufalanıyordu, bunu andım o gece. öyle bıraktım. bugün de bir vesileyle işten erken çıktım ve şehirdeki tek antikacı bölgesine yürüdüm, üç gündür aklımdaydı bu yürüyüş ama erken çıkamıyordum bir türlü, nihayet bugün, mutlu gelişme, zeki amca'yla tanıştım, ve onbir tane plak aldım kendisinden çok da cüzi olmayan bir fiyata. artık paramı nereye harcayacağım da belli olmuştu, kitaplar bu duruma üzülecekti ama napalım kapitalist dünya, tercih etmek zorundasın bir şeyleri. ve eve gelir gelmez ilk işim onları dinlemek oldu. bazıları çizikti yine de, ki buna bir de 'elbette' notu düşmek lazım herhalde, kırk elli senelik plak çizik olmayacak da ne olacak, ben daha otuz senelik bile değilken bunca çizilmişim. mesela emel sayın'ın 45liğinde sesi biraz boğuk geliyor, erkeğe yakın bir sesle söylüyor gibi, ama müzik aynı, müzikte bir sorun yok, o halde ne gam. bundan sonra az çizilmiş plak buldukça buradayım dostlar. bu vesileyle ne yazılar yazılır biliyor musunuz. ki zeki amca bu işin menbaı gibi duruyor.
bir nesil sanayiye gitti onkusur yaşında. onüç yaşında çırak, onyedisinde kalfa oldu. her akşam karanlıkta, elleri mazot kokulu üstüpleriyle temizlenmiş, sabun niyetine tinerle arındırılmış boyalardan yağlardan azade, dolmuş beklediler, el ettiler köye giden arabalara. onların çocukları var şimdi. türkiye çok değişti millet, türkiye çok değişti, ve kimileri için baharı görmeden yaz geldi geçti. bu hediye meselesinin benim açımdan birçok önemi var. tabakalı yapıya sahip bir insanım. bazı malzemeler de sahip oldukları tabakalara göre sınıflandırılırlar. ben de insanları böyle sınıflandırıyorum. mesela killerin çok tabakalı olanları pek makbul değildir, ama benim gözümde insanların fazla tabakalı olanları evladır. neyse, bu konuya şurdan girecektim, bu pikap alma işinin birçok katmanı var, kaz kazabildiğin kadar, ama maalesef biraz klostrofobim var, fazla inemeyeceğim madene. günümüzde bir şeyi satın almak için para biriktiren, para biriktirebilmek için de tam zamanlı bir işte çalışan ortaokul-lise mezunu yirmiyaş civarı gençlerin son temsilcisi olan kuzenimden aldığım bir feyzdir bu benim. bu nesil, babadan para isteyemez. baba da zaten kolay kolay para vermez. aslında verir, ama onu da bir gece vitrin gözüne bırakır, sen kalkar sabah o mahcup parayı alırsın. ya da anneye bırakır, anneden alırsın. anneden almak mübah, babadan almak mekruhtur. düşün artık, çalmakla olan bağlantısını sen kur, ey kul. bir çocuk onyedi onsekiz yaşında sigaraya biraya ve en masraflısı müziğe merak salar. tabii zaman şimdiki gibi beleşe mp3 kopyalama zamanı değil, kaset alıyorsun, ondan bir önceki nesilde de plak alıyorsun. tabii kasedin de plağın da korsanı var sonuçta, ama o bile bir para. hele bunları çalacak olan alet. hele çaldıkça içilecek olan sigara ve bira. kolay değil babam kolay değil, bir de ömrüm seni sevmekle nihayet bulacaktır şarkısı, sen düşün. masraflı iştir sevmek. ödeyemeceksen sevmeyeceksin. [her halukarda birkaç katmana sahip bir cümle kurduk] çalışırsın bu yüzden. ben gencin müzik dinleyenini, sigara ve adam gibi bira içenini severim. ve dünya üzerine özel olarak gönderildiğine inandığım bir insan benim bu kuzen, allah bozmasın diyelim, çalışır ve teyp alır, kasetçalar alır, mp3 çalar alır, ben onun kasetçalarından dinledim en güzel hatasız kul olmaz'ı, başka zamanlarda o kadar güzel söylemiyor orhan gencebay. şimdi ben bu pikap'ı ona gösterdiğimde deli olacak, "hasan abi," diyecek, "para bok, alırsın tabi mına koyiim," diyecek. mercedes sosa şu hikayemi bilse çok sevinecek.