tesadüfe neresinden, hangi uzvundan bel bağlayalım,
çok yakında.
19.12.2019
9.11.2019
27.10.2019
merhaba.
üzerimde yeller esiyor.
porto'da bir bardayım, hiç yabancılık çekmiyorum. onlar da beni yabancılamıyorlar. dört yıl önce ve hatta neredeyse beş yıl, gelmemiş gibiyim. aynı yerlerden geçtikçe hatırlıyorum oralardan daha önce de geçtiğimi, deja vu gibi de değil, harbiden geçtim, quirino ve eşi ile, şimdi yalnız ya da renata ile. bar to be wild diye bi laf uydurdum.
üzerimde yeller esiyor, gerçekten, üzerimden yelkovan kuşları geçiyor, birtakım şarkılar ve köprüler. elbet bir gün köpüreceğiz.
tamam, sonra devam edeceğim ama üzerinden yeller geçmesi, bu mühim. ve ben dj olsam ne çalacaktı isem herifin biri porto'da onu çalıyor, işte buna içiyoruz bir süre bir sürü.
üzerimde yeller esiyor.
porto'da bir bardayım, hiç yabancılık çekmiyorum. onlar da beni yabancılamıyorlar. dört yıl önce ve hatta neredeyse beş yıl, gelmemiş gibiyim. aynı yerlerden geçtikçe hatırlıyorum oralardan daha önce de geçtiğimi, deja vu gibi de değil, harbiden geçtim, quirino ve eşi ile, şimdi yalnız ya da renata ile. bar to be wild diye bi laf uydurdum.
üzerimde yeller esiyor, gerçekten, üzerimden yelkovan kuşları geçiyor, birtakım şarkılar ve köprüler. elbet bir gün köpüreceğiz.
tamam, sonra devam edeceğim ama üzerinden yeller geçmesi, bu mühim. ve ben dj olsam ne çalacaktı isem herifin biri porto'da onu çalıyor, işte buna içiyoruz bir süre bir sürü.
31.08.2019
"hayatın hep bir çarşı yerine aktığı bu yerde
bu adamlar zamanın tersi olan
korkunç kamyonların sırtında bu adamlar
ve muhteşem yalnızlıklarını alıp ve haklılıklarını
yanlarına"
Geçen haftasonu yine böyle bir cumartesi sanki. İbo, ben ve adını yeni ögrendiğim, o akşam tam da o esnada tanıştığım, çocukluk arkadaşım İbo'nun av arkadaşı, bizden birkaç yaş büyük bir abi, memnun olmuştuk. İzmir'de azmak kokusunu, çamur kokusunu ne kadar da özlediğimden bahsederken, kadehlerimizi tokuşturup memnun oluyorduk. Kalpli bir adama benziyordu, ben de öyleydim, İbo zaten öyleydi ama geçen sene kalbinden bıçakladılar onu bir mesele yüzünden, neyse ki ölmedi. Sonra muhabbet, ben de bu köydenim, sen kimlerdensin'e geldi. Ben ona, o bana sorduk. Ve sorularımızın cevapları bizi vicdansız bir çıkmaza götürdü. Dedemin katilinin yeğeniydi o adam. İbo da bunu bilmiyordu tabii ki. Bunu birlikte öğrenince bütün azmak ve çamur kokusu hayallerimiz suya düştü. Ellerim ayaklarıma dolandı, o mahcup oldu utandı. Ben saçma bir intikam hissine atandım, yıllar vardı atanmıştım da kurtulamamama bir çentik daha. Hey garson bize bir sarı daha.
Bugün şimdi burada, yosun kokusunun içinde, o kokuya duyduğumuz özlemi yad ederken gelen hezimetten bağımsız, kendi kutsal kokularımı kutluyorum. Barda doğdum yadsımıyorum ama demek ki ilk gençliğimi azmak ve çamur kokularıyla geçirdikten sonra orta yaşlılığımı yosun ve deniz kokusuyla yaşlamışım meğer.
Bu Yalnızlık Benim. Ergenliğimden bu yana yalnızlıktan pek bahs açmamışımdır, hatta yüzyılıma şahit olan burada da aransa (silinen 2004-2009 arası dâhil) nadir bulunur ya da benden ötedir ama bugün büyüdüm sanırım. Sami Baydar'ın Ömer Aygün'e yazdığı mektupları okudum ve yalnızlık kelimesine olan mesafemi sonlandırmağa ve onunla barışmağa karar verdim. Bugün benimle yaşıt ama onüç onbeş yaşlarında çocukları olan kadınlar bana hep baktılar, bunu çok sorguladım, yine birine benzetip de mi baktılar yoksa kızarık yüzüme çok yakışan gözlerimin ferine mi baktılar, bilmiyorum. Çocukluğumuzda çizgi filmlerde gözlerinde yazılar olurdu karakterlerin, öyle bir şey mi. Benimkilerde ne yazdığını biliyorum artık, bunu hâlâ itirafa mecalim yok ama mecal ecele mani değil ve şifreli bir şaşaa ifşa ediyorum şimdi kendimden.
O Yalnızlık Benim.
ilk tanındığımda sene 2006 idi sanırım. çok yalnız bir adamsın demişti Bayan Ç, acıyarak değil, merhametinden sual olunmaz elbet ama o da değil, durum tespiti. benim sonralarda,
Napıyosun?
Duruyorum.
şeklinde ton verdiğim hayatımda demin buralardan ıssız bir kara köpek geçti.
şimdi de duralım düşünelim. beni burada mutlu kılan ne? yosun kokusu mu; denizin, içinde hatırı sayılır bir süre tuttuğu her nesneye atadığı o kendine has kokusu mu, evet tam da bu. bunu tarif edebildik mi iç anadolulu yarimize, o zaman tamamdır.
şimdilerde diye başlayan bir şiir yazmak istiyorum ama beni bırakın beni bırakın beni bırakın bu köhnelerde. bu salsızlık benim diye yazmıştım yıllar önce yine burda b u yerde, belli ki bir şey demek istiyordum. ben karanlıktan ıssızlıktan korkmam, normalde korkak bir insanımdır ama beni dağın ovanın orta yerine geceleyin bırak, dünya varmış derim, fiddunya haseneten (buna ayrıca gelmeli), ne katiller de vardır ki karanlıktan ıssızlıktan börtü böcekten öďü kopar ama adam vurmağa gelince gözünü kırpmaz, veya kadınlar. her neyse, şimdi burada b u yerde. bu ıssızlığın eşiğinde, üzerimde yıldızlı gök* ve yasalar.
bu adamlar zamanın tersi olan
korkunç kamyonların sırtında bu adamlar
ve muhteşem yalnızlıklarını alıp ve haklılıklarını
yanlarına"
Geçen haftasonu yine böyle bir cumartesi sanki. İbo, ben ve adını yeni ögrendiğim, o akşam tam da o esnada tanıştığım, çocukluk arkadaşım İbo'nun av arkadaşı, bizden birkaç yaş büyük bir abi, memnun olmuştuk. İzmir'de azmak kokusunu, çamur kokusunu ne kadar da özlediğimden bahsederken, kadehlerimizi tokuşturup memnun oluyorduk. Kalpli bir adama benziyordu, ben de öyleydim, İbo zaten öyleydi ama geçen sene kalbinden bıçakladılar onu bir mesele yüzünden, neyse ki ölmedi. Sonra muhabbet, ben de bu köydenim, sen kimlerdensin'e geldi. Ben ona, o bana sorduk. Ve sorularımızın cevapları bizi vicdansız bir çıkmaza götürdü. Dedemin katilinin yeğeniydi o adam. İbo da bunu bilmiyordu tabii ki. Bunu birlikte öğrenince bütün azmak ve çamur kokusu hayallerimiz suya düştü. Ellerim ayaklarıma dolandı, o mahcup oldu utandı. Ben saçma bir intikam hissine atandım, yıllar vardı atanmıştım da kurtulamamama bir çentik daha. Hey garson bize bir sarı daha.
Bugün şimdi burada, yosun kokusunun içinde, o kokuya duyduğumuz özlemi yad ederken gelen hezimetten bağımsız, kendi kutsal kokularımı kutluyorum. Barda doğdum yadsımıyorum ama demek ki ilk gençliğimi azmak ve çamur kokularıyla geçirdikten sonra orta yaşlılığımı yosun ve deniz kokusuyla yaşlamışım meğer.
Bu Yalnızlık Benim. Ergenliğimden bu yana yalnızlıktan pek bahs açmamışımdır, hatta yüzyılıma şahit olan burada da aransa (silinen 2004-2009 arası dâhil) nadir bulunur ya da benden ötedir ama bugün büyüdüm sanırım. Sami Baydar'ın Ömer Aygün'e yazdığı mektupları okudum ve yalnızlık kelimesine olan mesafemi sonlandırmağa ve onunla barışmağa karar verdim. Bugün benimle yaşıt ama onüç onbeş yaşlarında çocukları olan kadınlar bana hep baktılar, bunu çok sorguladım, yine birine benzetip de mi baktılar yoksa kızarık yüzüme çok yakışan gözlerimin ferine mi baktılar, bilmiyorum. Çocukluğumuzda çizgi filmlerde gözlerinde yazılar olurdu karakterlerin, öyle bir şey mi. Benimkilerde ne yazdığını biliyorum artık, bunu hâlâ itirafa mecalim yok ama mecal ecele mani değil ve şifreli bir şaşaa ifşa ediyorum şimdi kendimden.
O Yalnızlık Benim.
ilk tanındığımda sene 2006 idi sanırım. çok yalnız bir adamsın demişti Bayan Ç, acıyarak değil, merhametinden sual olunmaz elbet ama o da değil, durum tespiti. benim sonralarda,
Napıyosun?
Duruyorum.
şeklinde ton verdiğim hayatımda demin buralardan ıssız bir kara köpek geçti.
şimdi de duralım düşünelim. beni burada mutlu kılan ne? yosun kokusu mu; denizin, içinde hatırı sayılır bir süre tuttuğu her nesneye atadığı o kendine has kokusu mu, evet tam da bu. bunu tarif edebildik mi iç anadolulu yarimize, o zaman tamamdır.
şimdilerde diye başlayan bir şiir yazmak istiyorum ama beni bırakın beni bırakın beni bırakın bu köhnelerde. bu salsızlık benim diye yazmıştım yıllar önce yine burda b u yerde, belli ki bir şey demek istiyordum. ben karanlıktan ıssızlıktan korkmam, normalde korkak bir insanımdır ama beni dağın ovanın orta yerine geceleyin bırak, dünya varmış derim, fiddunya haseneten (buna ayrıca gelmeli), ne katiller de vardır ki karanlıktan ıssızlıktan börtü böcekten öďü kopar ama adam vurmağa gelince gözünü kırpmaz, veya kadınlar. her neyse, şimdi burada b u yerde. bu ıssızlığın eşiğinde, üzerimde yıldızlı gök* ve yasalar.
20.07.2019
-merhaba.
-biraz konuşalım mı?
-ne konuşalım?
-bugünlerde pek çok insanla tanışıyorum. barbra streisand'ın bir şarkısı var biliyorsundur, woman in love diye, çok güzel bir kadın şarkısı değil mi?
-evet, bira içer misin?
-bira içer miyim?
-şiir oku, sesin yalpalansın, sesin balkona düşsün, balkondan alt balkona, oradan daha alt balkona, derken balkondan düşüş el ele.
-geçenlerde alt balkona düşmüşüm biliyor musun? çevremde bana oğlum diyen tombul teyzeden anladım alt balkonda olduğumu. adımı da biliyor. davetiye vermişti bana oğlunun düğünü için.
-keşke saysaydın kaç bira içtiğini. saydığın zaman sarhoş olmuyorsun.
-ben daha ölmemişim biliyor musun? benden geçmemiş yani.
-senden hiç geçmeyecek. ekrem bora mıydı o, soğuktu ve yağmur çiseliyordu, sahi ne sevmiştin o kötü filmi boşu boşuna. niye sevmiştin?
-soğuktu ve yağmur çiseliyordu, o yüzden sevmiştim.
-sen niye meşhur olamadın acaba!
-ünlem sevmediğimi bildiğin halde neden kullanıyorsan. (bafra sigarasından yakar) (bafra'yla tafra)
-mustafa'yı arasam.
-arama, ölüler konuşmaz ve sen ölülerden hiç anlamıyorsun.
-peki, içimde çalan o şarkıları arasam? aaah, yine sevebilirim hayatı.
-dün biri sana "hep böyle misin?" demiş doğru mu?
-bunu sana zaten ben söylemedim mi?
-hayır sen söylediğini sanmışsın, ben sen söylemeden söylediğinden utanan söyleyenden duydum. zaten her şeyi söyledim zannedip söylemiyorsun, zihninde söyleyeyim diye kurup ardından söyledim zannedip susuyor ve üstüne cevap bekliyorsun. bu yüzden saçmasın ve yıllardır beyninde saçmayla dolaşıyorsun.
-"bu su hiç durmaz," diyorsun yani.
-ne demiş şair, "suyum ben, bırak gideyim."
-hafıza suya benzer, bazen ince bir tabaka halinde kalır, soğukta donar, sıcakta çözülür ama incedir ve unutmazsın, bazense belirsiz bir derinlikle birikir, birikinti göl olur, ya üsttekileri hatırlarsın ya alttakileri, rüzgar varsa dalga yaratır ve üsttekilerle alttakiler yer değiştirir, neyi hatırladığın değişir, çok eskiyi hatırladığın da olur çok yeniyi de.
-var mıyız? dalga var mı? rüzgar var mı? yaprak kıpırdıyor mu?
-istihza mı ediyorsun? müstehzi misin?
-müsterih ol. balkondayım. balkonda olan insanlar her yana yöne yöreye hakim insanlardır. ne demiş şair, "anlamadığım çocukları balkonuma gömerim."
-ha bir de senindi di mi o laf, "baba bana balkon almadın."
-ellerin insanın balkonu olduğuna dair laf da benim miydi? yoksa şimdi mi uydurdum?
-ellerine bakıyor ve onların yaşanmışlık, görmüşlük geçirmişlik çektiğini sanıyorsun, ellerinin diğer herkesin ellerinden daha değerli değil ama daha farklı olduğunu iddia ediyorsun. başka hiç kimsede o ellerden olmadığını, hatta ellerinin parmak izinden daha ayırt edici olduğunu -tabii bu sadece senin ellerin için geçerli- düşünüyor ve biri senin ellerine baksa seni tanırmış gibi zannediyorsun. yanılıyorsun babuş yanılıyorsun.
-yine oraya gitmişsin, göğe bakıyormuşsun.
-gittim. evet. burada göğe nicedir bakmağı unuttuğumu hatırlıyorum, sonra hatırlar hatırlamaz boynum kırılana değin bakıyorum. göğ çok güzel. önümde deniz oluyor burada, sen burada olsan senin de önünde deniz olurdu, hatta abartmak bir yana önümüzde deniz, ikimiz. oldu da sanki hatırlıyorum yaz aylarından. burayı bana bahşetmişler, doğa demiş ki, "al bura senin, kullanma ama burada dur" sanki böyle demiş gibi deniz ve mehtap bana. bakalım bu gece ay var mı, ay yoksa ay karanlık, kahveye kahveye çalar gözlerin diye uydururum, ay varsa ayın şavkı vurur sızım üstüne filan, ne bileyim çalar çırpar kendime yorarım şiirleri şarkıları.
-senin gibi konuşmamı ister misin, seni taklit etmek çok kolay, şiirlerle şarkılarla kendini avutacaksın, mesela.
-ben zaten önce anlaşılayım, sonra da kolay taklit edilebileyim diye hep aynı şeyleri bazen benzer bazen benzemez şekilde söyler dururum.
-tarzım var diyorsun yani.
-hayır, terzim var, terzim dünya.
-biraz konuşalım mı?
-ne konuşalım?
-bugünlerde pek çok insanla tanışıyorum. barbra streisand'ın bir şarkısı var biliyorsundur, woman in love diye, çok güzel bir kadın şarkısı değil mi?
-evet, bira içer misin?
-bira içer miyim?
-şiir oku, sesin yalpalansın, sesin balkona düşsün, balkondan alt balkona, oradan daha alt balkona, derken balkondan düşüş el ele.
-geçenlerde alt balkona düşmüşüm biliyor musun? çevremde bana oğlum diyen tombul teyzeden anladım alt balkonda olduğumu. adımı da biliyor. davetiye vermişti bana oğlunun düğünü için.
-keşke saysaydın kaç bira içtiğini. saydığın zaman sarhoş olmuyorsun.
-ben daha ölmemişim biliyor musun? benden geçmemiş yani.
-senden hiç geçmeyecek. ekrem bora mıydı o, soğuktu ve yağmur çiseliyordu, sahi ne sevmiştin o kötü filmi boşu boşuna. niye sevmiştin?
-soğuktu ve yağmur çiseliyordu, o yüzden sevmiştim.
-sen niye meşhur olamadın acaba!
-ünlem sevmediğimi bildiğin halde neden kullanıyorsan. (bafra sigarasından yakar) (bafra'yla tafra)
-mustafa'yı arasam.
-arama, ölüler konuşmaz ve sen ölülerden hiç anlamıyorsun.
-peki, içimde çalan o şarkıları arasam? aaah, yine sevebilirim hayatı.
-dün biri sana "hep böyle misin?" demiş doğru mu?
-bunu sana zaten ben söylemedim mi?
-hayır sen söylediğini sanmışsın, ben sen söylemeden söylediğinden utanan söyleyenden duydum. zaten her şeyi söyledim zannedip söylemiyorsun, zihninde söyleyeyim diye kurup ardından söyledim zannedip susuyor ve üstüne cevap bekliyorsun. bu yüzden saçmasın ve yıllardır beyninde saçmayla dolaşıyorsun.
-"bu su hiç durmaz," diyorsun yani.
-ne demiş şair, "suyum ben, bırak gideyim."
-hafıza suya benzer, bazen ince bir tabaka halinde kalır, soğukta donar, sıcakta çözülür ama incedir ve unutmazsın, bazense belirsiz bir derinlikle birikir, birikinti göl olur, ya üsttekileri hatırlarsın ya alttakileri, rüzgar varsa dalga yaratır ve üsttekilerle alttakiler yer değiştirir, neyi hatırladığın değişir, çok eskiyi hatırladığın da olur çok yeniyi de.
-var mıyız? dalga var mı? rüzgar var mı? yaprak kıpırdıyor mu?
-istihza mı ediyorsun? müstehzi misin?
-müsterih ol. balkondayım. balkonda olan insanlar her yana yöne yöreye hakim insanlardır. ne demiş şair, "anlamadığım çocukları balkonuma gömerim."
-ha bir de senindi di mi o laf, "baba bana balkon almadın."
-ellerin insanın balkonu olduğuna dair laf da benim miydi? yoksa şimdi mi uydurdum?
-ellerine bakıyor ve onların yaşanmışlık, görmüşlük geçirmişlik çektiğini sanıyorsun, ellerinin diğer herkesin ellerinden daha değerli değil ama daha farklı olduğunu iddia ediyorsun. başka hiç kimsede o ellerden olmadığını, hatta ellerinin parmak izinden daha ayırt edici olduğunu -tabii bu sadece senin ellerin için geçerli- düşünüyor ve biri senin ellerine baksa seni tanırmış gibi zannediyorsun. yanılıyorsun babuş yanılıyorsun.
-yine oraya gitmişsin, göğe bakıyormuşsun.
-gittim. evet. burada göğe nicedir bakmağı unuttuğumu hatırlıyorum, sonra hatırlar hatırlamaz boynum kırılana değin bakıyorum. göğ çok güzel. önümde deniz oluyor burada, sen burada olsan senin de önünde deniz olurdu, hatta abartmak bir yana önümüzde deniz, ikimiz. oldu da sanki hatırlıyorum yaz aylarından. burayı bana bahşetmişler, doğa demiş ki, "al bura senin, kullanma ama burada dur" sanki böyle demiş gibi deniz ve mehtap bana. bakalım bu gece ay var mı, ay yoksa ay karanlık, kahveye kahveye çalar gözlerin diye uydururum, ay varsa ayın şavkı vurur sızım üstüne filan, ne bileyim çalar çırpar kendime yorarım şiirleri şarkıları.
-senin gibi konuşmamı ister misin, seni taklit etmek çok kolay, şiirlerle şarkılarla kendini avutacaksın, mesela.
-ben zaten önce anlaşılayım, sonra da kolay taklit edilebileyim diye hep aynı şeyleri bazen benzer bazen benzemez şekilde söyler dururum.
-tarzım var diyorsun yani.
-hayır, terzim var, terzim dünya.
7.07.2019
babam aradı, "senin adamlar bir bir ölüyor bak, şarapçılığın sonu bu," dedi. iki hafta önce.
evet merhaba, bu gece kitabın adı tam da yerini buldu. "uyumayın ulan." bunu senelerce önce dile getirmiştim. bana hâlâ manidar geliyor. tam benlik, tam keklik. iki hafta önce denizli'nin bir ilçesinin ücra bir köyüne derdime derman aramağa gittim. bence dert değildi ama ultrasonlar mr'lar öyle söylemediğinden hadi dedim arayayım. adam konum attı sağolsun ve ücra barajlardan, üzerine protesto yapılan adıgüzel hes'lerin yanından geçip buldum. adıgüzel hes'in yanında oraya devrilmiş bir otobüs cesedi duruyordu tekerlekleri havaya kalkmış. fotoğraf çekmekte bu kadar başarısız olmasam -yine de çektim- o fotoğraf kitaplara girerdi, çünkü o sahne öyle bir sahneydi. tel örgülerle çevrilmiş bir alanda, o tekerlekleri yüzüstü bırakıp derdime derman aramağa devam etmeğe gitmek bana dokundu ama yapacak bir şey yoktu. bu lafı çok seviyorum; "yapacak bir şey yok hakhan dayı." askerde duymuştum defalarca. askerlik anısı. askerliğim gönül akkor şarkıları gibi geçti, hayatımın kamuran akkor şarkıları gibi geçen kısmına ayrıca geleceğim.
bu blog saçma bir yer oldu farkındayım. ama benim için bir taraftan da iyi bir mecra. hiç kaybolmayacak gibi sanki. internete bir kere yazılan bir daha kaybolmaz derler. e ben de yazdım ondört yıldır buraya. kaybolmasa iyi bari. kitabın adında mutabıkız. beraber son kez tatile çıkacak mıyız?
o ilçenin o köyündeki adamın bir su bidonuna doldurup 'bu sana iyi gelecek' dediği karışım hakkaten iyi geldi galiba. içmeğe tekrar başladım. ferdi tayfur'un dediği gibi, her sabaha umut dolu adımlarla koşuyorum. sonra içmeğe başlayınca, -bu arada topal hakki öldü, veto öldü, hem de ardı ardına.- cenazede lafı döndü, "bizim balıkçılar birer birer gidiyor." dedi sarı, içip gelmişti cenazeye. topal hakki, adı 'hakkı' ama nüfusa 'hakki' diye kaydolmuş. anılırken de hakki denirdi, hatta topal hakki denirdi direkt. ben ortaokuldan liseye geçtiğim sene çalıştığım tatil köyünde karısıyla aynı yerde çalışıyor ve aynı servise biniyorduk. köye uğrayıp onu alıyor ve işyerimize koyuluyorduk. karısı serviste günahı boynuna biraz lakayıttı, hoşuma gitmiyordu tavırları. velhasıl sonradan topal hakki'yi aldattığı ortaya çıktı. hakki balıkçılık yapıyordu, ayrıldı karısından bu muhabbet çıkınca.
bir gece biz; benim okumamış versiyonum tayfun, eniştem, hakki ve veto (veliddin) ovada içmeğe meydan okuduk. sazlıklardan havalandık. kimimiz çadırda kimimiz bulduğu yerde yattık o gece. domuzlar geldi, tayfun'la ben ikimiz domuza çıktık. veto'nun uyurken dili boğazına kaçtı, nefessizlikten zor kurtardık. eniştem bunları görüp 'bir daha sizinle içeni siksinler' dedi. tayfun'la biz domuz vuramadan çamurlara bata bata geceyi kapattık. veto son zamanlarında çok nefes darlığı çekiyordu, koah hastasıydı, tayfun beni her çağırdığında davetleri geri çeviriyordum, eniştem zaten o dönem ettiği küfrün arkasındaydı, hakki de balıktan yeterince para kazanamadığı için beyin birine bedellik yapıyor, işlerini görüyor ve ekmeğini oradan çıkarıyordu, tayfun da içip içip düşüyor bir yerini kırıyordu. ben de bu adamlarla çıkınca ne yapacağımı kestiremediğimden zaten çok kısa süreli olan tatillerimde başka bir bahane buluyor ya da ortada görünmüyordum. velhasıl, babam beni uyardı, 'senin adamlar bak bir bir gidiyor' dedi bu haberleri verirken. en son suşi'nin yerinde içmiştik onlarla beraber, sanırım bir daha da içemeyeceğiz. suşi'nin de bir ayağı çukurda.
iskender öldü. ne bileyim, şairler hayattayken onlarla iki kelam etmedim dolayı üzülüyorum, ama şair sevmiyorum napayım. bu gecelerde öyle güzel yetmiyor ki içmek, her sabaha elimi alnıma götürerek geceden bakıp, sanırım bu sabah uyanamayacağım diye yatıyorum, ama her sabah da uyanıyorum, demek ki bu bir vesvese. bir taraftan da hoş. didem madak ben onu görmeden gittiği için çok üzgünüm. sami baydar için de öyle. ahmet erhan için de. iskender öldüğünde aklıma geldi bunlar. ben onu görmeden demişsem, adam olduğumdan değil, göremeden gittikleri için, iki satır yüzlerini yakından göremedim diye. bu yüzden sevdiğim şairleri görmek için elimden geleni yapmağa karar verdim bundan sonra. siz de beni görmek isterseniz elinizden geleni yapın, zira ben de eski şairlerdenim, zira son pişmanlık fayda etmiyor.
bu süre zor geçti. iptidai bir rahatsızlık ve ona aranan iptidai -primitif- çözümler. barajlar, hidroelektrik santralleri. topal hakki'nin ve veto'nun ardı ardına ölmesi. iki yakın arkadaşımın annelerin ölmesi, bir çok yakın arkadaşımın ablasının ölmesi. sonra şarkılar, mevsim geçişleri ve topallamalarımız. topallıyoruz.
bu yüzden, bu yüzden,
çok güzel cümleler kurasım var,
uyumayın ulan, sanki ben her gece erken yatıyorum diye erken uyuyor sayılıyormuşsam,
yakışıyor mu bu yaşta -üstelik yeni doğumgününü kutlamış- bir adama bütün bunlar,
datça'ya mı göçsek,
çok batıyor bana kapalı ve dar duvarlar havalar,
adalet ağaoğlu'nu sever misin? bir düğün gecesi ama daha da önemlisi ölmeye yatmak benim için önemli romanlarıdır.
bu geceler, bir düğün gecesi'nden mülhem yatıyorum.
do i move you?
çok güzel şarkılar var, ve kalp çarpıntılar ve sendromlar, "çok sevdik be abi."
derdimi sikeyim derdinin yanında,
doktor eski günlerine geri döndü.
ve elbet bir gün geri gelecek. görüşürsünüz.
hasan rifat'a da dedirttiği gibi, "babuş, arrivederci!"
evet merhaba, bu gece kitabın adı tam da yerini buldu. "uyumayın ulan." bunu senelerce önce dile getirmiştim. bana hâlâ manidar geliyor. tam benlik, tam keklik. iki hafta önce denizli'nin bir ilçesinin ücra bir köyüne derdime derman aramağa gittim. bence dert değildi ama ultrasonlar mr'lar öyle söylemediğinden hadi dedim arayayım. adam konum attı sağolsun ve ücra barajlardan, üzerine protesto yapılan adıgüzel hes'lerin yanından geçip buldum. adıgüzel hes'in yanında oraya devrilmiş bir otobüs cesedi duruyordu tekerlekleri havaya kalkmış. fotoğraf çekmekte bu kadar başarısız olmasam -yine de çektim- o fotoğraf kitaplara girerdi, çünkü o sahne öyle bir sahneydi. tel örgülerle çevrilmiş bir alanda, o tekerlekleri yüzüstü bırakıp derdime derman aramağa devam etmeğe gitmek bana dokundu ama yapacak bir şey yoktu. bu lafı çok seviyorum; "yapacak bir şey yok hakhan dayı." askerde duymuştum defalarca. askerlik anısı. askerliğim gönül akkor şarkıları gibi geçti, hayatımın kamuran akkor şarkıları gibi geçen kısmına ayrıca geleceğim.
bu blog saçma bir yer oldu farkındayım. ama benim için bir taraftan da iyi bir mecra. hiç kaybolmayacak gibi sanki. internete bir kere yazılan bir daha kaybolmaz derler. e ben de yazdım ondört yıldır buraya. kaybolmasa iyi bari. kitabın adında mutabıkız. beraber son kez tatile çıkacak mıyız?
o ilçenin o köyündeki adamın bir su bidonuna doldurup 'bu sana iyi gelecek' dediği karışım hakkaten iyi geldi galiba. içmeğe tekrar başladım. ferdi tayfur'un dediği gibi, her sabaha umut dolu adımlarla koşuyorum. sonra içmeğe başlayınca, -bu arada topal hakki öldü, veto öldü, hem de ardı ardına.- cenazede lafı döndü, "bizim balıkçılar birer birer gidiyor." dedi sarı, içip gelmişti cenazeye. topal hakki, adı 'hakkı' ama nüfusa 'hakki' diye kaydolmuş. anılırken de hakki denirdi, hatta topal hakki denirdi direkt. ben ortaokuldan liseye geçtiğim sene çalıştığım tatil köyünde karısıyla aynı yerde çalışıyor ve aynı servise biniyorduk. köye uğrayıp onu alıyor ve işyerimize koyuluyorduk. karısı serviste günahı boynuna biraz lakayıttı, hoşuma gitmiyordu tavırları. velhasıl sonradan topal hakki'yi aldattığı ortaya çıktı. hakki balıkçılık yapıyordu, ayrıldı karısından bu muhabbet çıkınca.
bir gece biz; benim okumamış versiyonum tayfun, eniştem, hakki ve veto (veliddin) ovada içmeğe meydan okuduk. sazlıklardan havalandık. kimimiz çadırda kimimiz bulduğu yerde yattık o gece. domuzlar geldi, tayfun'la ben ikimiz domuza çıktık. veto'nun uyurken dili boğazına kaçtı, nefessizlikten zor kurtardık. eniştem bunları görüp 'bir daha sizinle içeni siksinler' dedi. tayfun'la biz domuz vuramadan çamurlara bata bata geceyi kapattık. veto son zamanlarında çok nefes darlığı çekiyordu, koah hastasıydı, tayfun beni her çağırdığında davetleri geri çeviriyordum, eniştem zaten o dönem ettiği küfrün arkasındaydı, hakki de balıktan yeterince para kazanamadığı için beyin birine bedellik yapıyor, işlerini görüyor ve ekmeğini oradan çıkarıyordu, tayfun da içip içip düşüyor bir yerini kırıyordu. ben de bu adamlarla çıkınca ne yapacağımı kestiremediğimden zaten çok kısa süreli olan tatillerimde başka bir bahane buluyor ya da ortada görünmüyordum. velhasıl, babam beni uyardı, 'senin adamlar bak bir bir gidiyor' dedi bu haberleri verirken. en son suşi'nin yerinde içmiştik onlarla beraber, sanırım bir daha da içemeyeceğiz. suşi'nin de bir ayağı çukurda.
iskender öldü. ne bileyim, şairler hayattayken onlarla iki kelam etmedim dolayı üzülüyorum, ama şair sevmiyorum napayım. bu gecelerde öyle güzel yetmiyor ki içmek, her sabaha elimi alnıma götürerek geceden bakıp, sanırım bu sabah uyanamayacağım diye yatıyorum, ama her sabah da uyanıyorum, demek ki bu bir vesvese. bir taraftan da hoş. didem madak ben onu görmeden gittiği için çok üzgünüm. sami baydar için de öyle. ahmet erhan için de. iskender öldüğünde aklıma geldi bunlar. ben onu görmeden demişsem, adam olduğumdan değil, göremeden gittikleri için, iki satır yüzlerini yakından göremedim diye. bu yüzden sevdiğim şairleri görmek için elimden geleni yapmağa karar verdim bundan sonra. siz de beni görmek isterseniz elinizden geleni yapın, zira ben de eski şairlerdenim, zira son pişmanlık fayda etmiyor.
bu süre zor geçti. iptidai bir rahatsızlık ve ona aranan iptidai -primitif- çözümler. barajlar, hidroelektrik santralleri. topal hakki'nin ve veto'nun ardı ardına ölmesi. iki yakın arkadaşımın annelerin ölmesi, bir çok yakın arkadaşımın ablasının ölmesi. sonra şarkılar, mevsim geçişleri ve topallamalarımız. topallıyoruz.
bu yüzden, bu yüzden,
çok güzel cümleler kurasım var,
uyumayın ulan, sanki ben her gece erken yatıyorum diye erken uyuyor sayılıyormuşsam,
yakışıyor mu bu yaşta -üstelik yeni doğumgününü kutlamış- bir adama bütün bunlar,
datça'ya mı göçsek,
çok batıyor bana kapalı ve dar duvarlar havalar,
adalet ağaoğlu'nu sever misin? bir düğün gecesi ama daha da önemlisi ölmeye yatmak benim için önemli romanlarıdır.
bu geceler, bir düğün gecesi'nden mülhem yatıyorum.
do i move you?
çok güzel şarkılar var, ve kalp çarpıntılar ve sendromlar, "çok sevdik be abi."
derdimi sikeyim derdinin yanında,
doktor eski günlerine geri döndü.
ve elbet bir gün geri gelecek. görüşürsünüz.
hasan rifat'a da dedirttiği gibi, "babuş, arrivederci!"
20.06.2019
dün gece iki bira içeyim deyip üç birayla durabilmiştim. nerden estiyse. ama bilerek çok geç başladım içmeğe ki fazla içmeğe takadim olmasın. ama hep oldu maalesef, ona takadim hep oldu. velhasıl, park ve bahçeler müdürlüğü görevimden yeni istifa etmiş edamla, iki bira istedim tekel bayiinden. "saat geç oldu biliyorum ama söz bir dahakine yetişeceğim ve seni zor duruma sokmayacağım" dedim adama. 'seni' demedim, 'sizi' dedim. arkadaşım olmayan insanlara siz demeyi tercih ediyorum. hatta keşke herkes birbirine siz dese. sizli bizli konuşsak birbirimizle. birlikte dışarı çıktığım insanları, muhattab olduğumuz garson, kasiyer, tezgâhtar vb. hizmetkârlara hitap şekilleriyle değerlendiriyorum. hizmetkâr dediysem hizmet sektöründe çalışıyor olması manasında, kelime anlamıyla, gündelik kullanımdaki haliyle değil. eğer misal sizinle dışarı çıkmışsak, ve garsona sen diliyle hitap ediyorsanız, üzgünüm, gözümde değeriniz düştü ve bir daha kolaysa kaldır kaldırabilirsen. bunu yapışım, bana da siz diye hitap edilsin ya da snob ve gardırop bir insanım diye değil, hak yerini bulsun diye. hayatta hep demem odur ki hak yerini bulsun, ama önce hak yerini arasın. yeterince aramadan buldumcuk olursa olmaz. olmaz. "haleluya demeden olmaz. şaşıyorum hâlâ insanı kanatan hakikatler olmasına. ve yalnızlığa."
bugün sabah işe giderken, zorum ne idiyse o saatte işe gidecek, erken kalkmağı sevdiğimden değil ama erken kalkmakta bir hikmet var olduğuna çok içten inanıyorum. hatta hiç uyumasak mı napsak. ama gerçekten erken kalkmağı çok keyifle eda ettiğimden değil. ha, gün beni bu kadar iğdiş etmese, o zaman ben de daha rahat atardım uykunun karnına bir tekme. bugün normalden biraz daha erken kaptırmış işe giderken, -arabayla hız yapmağı maalesef seviyorum- -bana hız yaptıracak müzikler açıp yola koyuluyorum- -duvara karşı'cılık oynuyorum- -hız yaptıkça yol kısalıyor ve ben müzikler yetmedi diye üzülüyorum- -gün geliyor müzikler için yolu uzatıyorum- -gün gelirse müzikler için her şeyi yapabilirim- -sizin için de her şeyi yapabilirdim lakin gelmediniz, biz de izmir'i gelmedik ki, içinde bulunduk- -sizin için yapamadığım bir şeyleri yerine yapacak başka şeyler aradığımdan ben de işte müzikti rakıydı biraydı itti kopuktu süratti felaketti uğraşıyordum- ... kaptırmış işe giderken. ama bir saniye, işe gitmeden öncesine gitmemiz lazım önce;
sabah erkenden de erken kalktım ve işe gidip bir an önce finlandiyalı müşterimize mail atmak zorunda hissediyordum kendimi. çok büyük bir 'claim' yemek üzereydik ve ben durumu çok üstüme alınmıştım halbuki benle hiç de alakası yoktu. geceleri, sadece bir an önce bitsinler diye ve/veya sahil boylarındayken seviyorum. misal, olympos'un orda bir yerdeyiz, çıralı sahilindeyiz misal, öyle böyle sevmemişiz, eğer öyleyse geceye amenna, ama izmir'de gecenin afederseniz koyim. velhasıl, bu sabah yine gecenin bitmesine sevinmiş olarak kalktım ve bir an önce ya bir ormana ya da işe atmak durumunda hissettim kendimi. bu ara yoksulum, gecelerim çok kısa ve huzursuz ve dirlik düzenlik'siz. bu ara ormanlara çok takılmış durumdayım. bu ara ormanlardan aşağı aşar gelirim, nazlı yari kaybettim, ağlar gezerim. ormana gidemediğim için işe gidiyorum. ama çok yakında, hissediyorum ki ormanda bir evim olacak, ormana zarar vermeden tasarlanmış inşa edilmiş bir evim olacak, hatta akşam iş çıkışı bunun için yer de baktım bir müddet ormanlarda dolaşıp. hem deniz hem orman zor tabii.
her neyse, sabah o kadar erken kalktım ki, evde kahvaltı yapmak için henüz midem uyanmamıştı. normalde kahvaltısız çıkmam ve kahvaltıya önem veririm ama bugün öyle olmadı. hadi dedim bir gevrek alayım izmirli diliyle, bir de tahinli çörek, işyerinde yerim mail atarken. durdum fırının önünde. saat o kadar erkendi ki mekanlardan çıkan adamlar henüz ayılmamıştı. bir adamın tam ben arabayı park ettikten sonra yalpalayarak bana doğru yöneldiğini gördüm. ama ben de muhabbetine maruz kalmamak için hızlıca fırına yöneldim ve adam dışarıda beni beklemeğe başladı. ben adamın bekleyişini fark etmiş olmakla gergin, bekleyişinin sebebi hakkında tedirgin, bildiğim uzak doğu sporlarını uygulamak zorunda kalacak mıyım diye düşünürken elimde gevreğim ve tahinli çöreğimle alışverişimi yapıp arabama yöneldim. nitekim beni durdurdu, "günaydın." dedi. elini uzattı. elini sıktım. tam şoför kapısının orada beklemişti ki kaçacak yerim olmasın. "günaydın." dedim. sağ yumruğum etkiliydi, bunu onbir yaşımdan beri biliyordum. dediklerinden hiçbir şey anlamadım. sarhoştu. boynunda bir boyunluk vardı. elindeki hastane çıktısını göstermeğe çalışıyordu. ben somut çıktılara ve varlıklara dikkatli biriyimdir, adamın elindeki kağıttan adını soyadını okudum, doktorun teşhisini okudum, yazdığı ilaçları okudum -bu ara ilaçlara epey yakından muhatabız- ve bana yarım yamalak cümleleriyle kurduğu senaryoyla, yazılanların ve ters takılmış boyunluğun hiç alakası olmadığını hemen fark ettim. bunu anlayınca benim hayatımın en kıymetli saatlerinden olan sabah saatlerimi daha da çalmaması için onu başımdan savmam işten bile değildi, fakat yapmadım. bakışları, benim de onun haline bir iki yıl sonra düşebilecek bir hayat sürüyor olmam beni bunu yapmağa engelledi. hastalığını anlatmağa koyuldu, dinlemek istemediğimi fark etti, benden yirmiüç lira istedi, ben de ona yirmiüç lira verdim. kendinin zeki olduğunu düşünen insanlar bazen böyle rakamları somutlaştırıp küsurat ekleyerek olaya zeka ve inandırıcılık kattıklarını düşünürler, bunu bilen ve kendinin zeki olduğunu düşünerek böyle yapan insanları süzen ve kendinin az daha zeki olduğunu sanan insanlar olduğu gibi bunu böyle düşünerek kendinin daha da zeki olduğunu sanan insanlar, ve hepimiz birimiz, birimiz hepimiz. velhasıl, adını soyadını zihnime kaydettiğim bu adamla benim sinirlerimi kaldırmasına izin vermeden ve bir gün yakın gelecekte onun düştüğü hale giderek yaklaşıyor olmamdan birlikte korkarak vedalaştık. yola koyuldum.
işte bu sabah, uyandığında, sabahın köründe işe giderken, suratıma maskemi takmış, süratimi almış yokuşu tırmanıyordum. yol gayet tenhaydı ve sabah özellikle yolların bu halini daha çok seviyordum. derken, ileride yolun tıkandığını ve araçların dörtlü flaşörlerini yaktığını görüp yavaşlamak zorunda hissettim ve hatta zar zor durabildim. ben küfretmeğe hazırlanmış ve hatta ufak ufak sayıp dökerken bu yol tıkanmasının hadsiz olmadığını anlamam uzun sürmedi, yavaşladım ve o çileye bir çile de ben katmadan durdum, bir de baktım ki ticari binek karışımı bir araç en sol şeritte durmuş, şoför inmiş aracından dumanlar çıkıyor, ve en sağ şeritte bir eşek. topallıyor, göğsünden kanlar damlıyor. hayatımda bu kadar üzücü sahne azdır. eşek muhtemelen bir yerden kaçmış, başıboş, karayoluna dalmış ansızın ve araç da son anda fark edip duramamış ve çarpmış. araç mahvolmuş, aracın mahvolması bir yana eşeğin o hali, içimden çıkmıyor. o kadar çaresiz hissettim ki kendimi. durdum. hiç veteriner arkadaşım olmadığını o an anladım. o eşeğe kendim çarpmış olduğumu düşündüm bir an. kendim çarpmış kadar üzüldüm. çaresizliğime üzüldüm. adama üzüldüm. eşek ayakta bize bakıyordu. yarasından ne kadar haberdardı emin değilim ama bize ve hatta direkt bana bakıyordu. sırtladım onu. yolun kenarına çektim. beni tekmelerse diye korktum. çifte atarsa diye korktum. eşek kâh yanımda, kâh sırtımda, emniyet şeridine doğru ilerledik. aklıma murat kekilli geldi. şarkısı vardı. her şeyin bir şarkısı var, her kesin de öyle. kesin var.
bugün sabah işe giderken, zorum ne idiyse o saatte işe gidecek, erken kalkmağı sevdiğimden değil ama erken kalkmakta bir hikmet var olduğuna çok içten inanıyorum. hatta hiç uyumasak mı napsak. ama gerçekten erken kalkmağı çok keyifle eda ettiğimden değil. ha, gün beni bu kadar iğdiş etmese, o zaman ben de daha rahat atardım uykunun karnına bir tekme. bugün normalden biraz daha erken kaptırmış işe giderken, -arabayla hız yapmağı maalesef seviyorum- -bana hız yaptıracak müzikler açıp yola koyuluyorum- -duvara karşı'cılık oynuyorum- -hız yaptıkça yol kısalıyor ve ben müzikler yetmedi diye üzülüyorum- -gün geliyor müzikler için yolu uzatıyorum- -gün gelirse müzikler için her şeyi yapabilirim- -sizin için de her şeyi yapabilirdim lakin gelmediniz, biz de izmir'i gelmedik ki, içinde bulunduk- -sizin için yapamadığım bir şeyleri yerine yapacak başka şeyler aradığımdan ben de işte müzikti rakıydı biraydı itti kopuktu süratti felaketti uğraşıyordum- ... kaptırmış işe giderken. ama bir saniye, işe gitmeden öncesine gitmemiz lazım önce;
sabah erkenden de erken kalktım ve işe gidip bir an önce finlandiyalı müşterimize mail atmak zorunda hissediyordum kendimi. çok büyük bir 'claim' yemek üzereydik ve ben durumu çok üstüme alınmıştım halbuki benle hiç de alakası yoktu. geceleri, sadece bir an önce bitsinler diye ve/veya sahil boylarındayken seviyorum. misal, olympos'un orda bir yerdeyiz, çıralı sahilindeyiz misal, öyle böyle sevmemişiz, eğer öyleyse geceye amenna, ama izmir'de gecenin afederseniz koyim. velhasıl, bu sabah yine gecenin bitmesine sevinmiş olarak kalktım ve bir an önce ya bir ormana ya da işe atmak durumunda hissettim kendimi. bu ara yoksulum, gecelerim çok kısa ve huzursuz ve dirlik düzenlik'siz. bu ara ormanlara çok takılmış durumdayım. bu ara ormanlardan aşağı aşar gelirim, nazlı yari kaybettim, ağlar gezerim. ormana gidemediğim için işe gidiyorum. ama çok yakında, hissediyorum ki ormanda bir evim olacak, ormana zarar vermeden tasarlanmış inşa edilmiş bir evim olacak, hatta akşam iş çıkışı bunun için yer de baktım bir müddet ormanlarda dolaşıp. hem deniz hem orman zor tabii.
her neyse, sabah o kadar erken kalktım ki, evde kahvaltı yapmak için henüz midem uyanmamıştı. normalde kahvaltısız çıkmam ve kahvaltıya önem veririm ama bugün öyle olmadı. hadi dedim bir gevrek alayım izmirli diliyle, bir de tahinli çörek, işyerinde yerim mail atarken. durdum fırının önünde. saat o kadar erkendi ki mekanlardan çıkan adamlar henüz ayılmamıştı. bir adamın tam ben arabayı park ettikten sonra yalpalayarak bana doğru yöneldiğini gördüm. ama ben de muhabbetine maruz kalmamak için hızlıca fırına yöneldim ve adam dışarıda beni beklemeğe başladı. ben adamın bekleyişini fark etmiş olmakla gergin, bekleyişinin sebebi hakkında tedirgin, bildiğim uzak doğu sporlarını uygulamak zorunda kalacak mıyım diye düşünürken elimde gevreğim ve tahinli çöreğimle alışverişimi yapıp arabama yöneldim. nitekim beni durdurdu, "günaydın." dedi. elini uzattı. elini sıktım. tam şoför kapısının orada beklemişti ki kaçacak yerim olmasın. "günaydın." dedim. sağ yumruğum etkiliydi, bunu onbir yaşımdan beri biliyordum. dediklerinden hiçbir şey anlamadım. sarhoştu. boynunda bir boyunluk vardı. elindeki hastane çıktısını göstermeğe çalışıyordu. ben somut çıktılara ve varlıklara dikkatli biriyimdir, adamın elindeki kağıttan adını soyadını okudum, doktorun teşhisini okudum, yazdığı ilaçları okudum -bu ara ilaçlara epey yakından muhatabız- ve bana yarım yamalak cümleleriyle kurduğu senaryoyla, yazılanların ve ters takılmış boyunluğun hiç alakası olmadığını hemen fark ettim. bunu anlayınca benim hayatımın en kıymetli saatlerinden olan sabah saatlerimi daha da çalmaması için onu başımdan savmam işten bile değildi, fakat yapmadım. bakışları, benim de onun haline bir iki yıl sonra düşebilecek bir hayat sürüyor olmam beni bunu yapmağa engelledi. hastalığını anlatmağa koyuldu, dinlemek istemediğimi fark etti, benden yirmiüç lira istedi, ben de ona yirmiüç lira verdim. kendinin zeki olduğunu düşünen insanlar bazen böyle rakamları somutlaştırıp küsurat ekleyerek olaya zeka ve inandırıcılık kattıklarını düşünürler, bunu bilen ve kendinin zeki olduğunu düşünerek böyle yapan insanları süzen ve kendinin az daha zeki olduğunu sanan insanlar olduğu gibi bunu böyle düşünerek kendinin daha da zeki olduğunu sanan insanlar, ve hepimiz birimiz, birimiz hepimiz. velhasıl, adını soyadını zihnime kaydettiğim bu adamla benim sinirlerimi kaldırmasına izin vermeden ve bir gün yakın gelecekte onun düştüğü hale giderek yaklaşıyor olmamdan birlikte korkarak vedalaştık. yola koyuldum.
işte bu sabah, uyandığında, sabahın köründe işe giderken, suratıma maskemi takmış, süratimi almış yokuşu tırmanıyordum. yol gayet tenhaydı ve sabah özellikle yolların bu halini daha çok seviyordum. derken, ileride yolun tıkandığını ve araçların dörtlü flaşörlerini yaktığını görüp yavaşlamak zorunda hissettim ve hatta zar zor durabildim. ben küfretmeğe hazırlanmış ve hatta ufak ufak sayıp dökerken bu yol tıkanmasının hadsiz olmadığını anlamam uzun sürmedi, yavaşladım ve o çileye bir çile de ben katmadan durdum, bir de baktım ki ticari binek karışımı bir araç en sol şeritte durmuş, şoför inmiş aracından dumanlar çıkıyor, ve en sağ şeritte bir eşek. topallıyor, göğsünden kanlar damlıyor. hayatımda bu kadar üzücü sahne azdır. eşek muhtemelen bir yerden kaçmış, başıboş, karayoluna dalmış ansızın ve araç da son anda fark edip duramamış ve çarpmış. araç mahvolmuş, aracın mahvolması bir yana eşeğin o hali, içimden çıkmıyor. o kadar çaresiz hissettim ki kendimi. durdum. hiç veteriner arkadaşım olmadığını o an anladım. o eşeğe kendim çarpmış olduğumu düşündüm bir an. kendim çarpmış kadar üzüldüm. çaresizliğime üzüldüm. adama üzüldüm. eşek ayakta bize bakıyordu. yarasından ne kadar haberdardı emin değilim ama bize ve hatta direkt bana bakıyordu. sırtladım onu. yolun kenarına çektim. beni tekmelerse diye korktum. çifte atarsa diye korktum. eşek kâh yanımda, kâh sırtımda, emniyet şeridine doğru ilerledik. aklıma murat kekilli geldi. şarkısı vardı. her şeyin bir şarkısı var, her kesin de öyle. kesin var.
10.06.2019
Okunmazlık Abideleri I
24.05.2019
o eski kıvrıklığımdan
eser yok şimdi. dümdüzüm. dümdüzüzzaman.
tepelere çıktım ve şal
istedim. her ne kadar çoğunlukla üşümeğe tedbirli olsam da -zira en sevmediğim
şeylerden biridir üşümek; bir, açlık; iki, üşümek.- allah etmesin. rakı
arasında türk kahvesi içmeğe bayılırım bundan söz etmeği bayağı bulsam da.
tepelere çıktım. merhaba ben homeros.
yeşilliğe ve açık
havaya çok ihtiyacım vardı. araba sesi duymadan. bugün sabahtan beri bunu
kurmuştum zihnimde. taksi ne kadar yazar acaba diye. sonra makul bir fiyata
anlaştık. dönüşte ömer beni alacak. izmir’in dağlarına çıktım bugün, zira dağ
görmeğe ve rakı içmeğe çok ihtiyacım vardı. doktor, haftada bir gün ve bir
kadeh dedi ama onu dedikten sonra birbirmize baktık.
ben, “olmaz!” dedim, o, “olacak!” dedi. gözleri çok
yeşildi. mesleğini eda etse yetecek gibiydi günahını almayım. ama almak
durumundayım.
bugün sabah yanımda
çalışan işçilerden biri geldi ve “abi akciğer temiz çıktı.” dedi. temiz
çıktığının nasıl anlaşıldığını sordum. işyeri doktorunun sevk etmesi nedeniyle
evine en yakın hastaneye gittiğini söyledi. röntgen, mr, vs. çekip çekmediğini
sordum, “çekmedi.” dedi. sadece fabrikada çekilen röntgene bakıp, “bana niye
göndermiş ki?” demiş ve çalışabilir diye imzalamış. o doktora, okuduğu okuldan
okutan hocaya kadar bildiğim bütün küfürleri sıraladım, hoş olmadı biliyorum
ama doktorları neden sevmediğimi bir kez daha anladım umarım. işçiye, ilk
fırsatta başka bir hastaneye gitmesini ve durumu anlatmasını söyledim. zira
benim yanımda çalışan çeşitli mustafa’lar meslek hastalığından öldü, belki biz
yaptık belki başka yer ama tahammülüm yok. o doktoru bulup teşhir etmezsem bana
da doktor demesinler.
ezan sesinin bile
ulaşmadığı bir yerdeyim. öyle bir yerdeyim. eza yok, ezber yok, ezel yok.
17.05.2019
bir hıdrellez’i de
daha geride bıraktığımız bugünlerde ben aslında yoğum. ben, nasıl ederim nasıl
yaparım da gül ağacı dibine bir dileğimin yazılı bulunacağı kağıdı bırakırım
diye balkonda sigara içerken bir de baktım ki karşı apartmanda bir kadın, apartmanlarının
bahçesine indi ve hızlıca koşarak elindeki kağıdı gülün dibine bıraktı ve hoop
kaçar gibi geri dönerek apartman boşluğunda kayboldu. o kadar takdir ve tebrik
etdim ki bu hareketini, kocası olup onu öpesim geldi. ederlezi.
geçen hafta dünya dar
geldi şehirde, baktım gece gündüz karıştı, her şey bulandı, rakı rengi oldu,
şarap rengi oldu. bi ara kendimi denize attım, bi arap vardı o kurtarmış.
lakabı arap olanları hep sevmişimdir zaten, ama kurtarmasaydı iyiymişti. geçen
hafta hangi haftaydı bilmiyorum.
sonra deliliğe vurdum
ki arap kendini mahcup hissetmesin.
giriş ezgisi
bu ne dünya kardeşim
kırklar dağı’nın düzi
rabbenâ âtinâ
fi'd-dünyâ haseneten (allah'ım bize dünyada iyilik, güzellik)
peyote
Ne Garip Dünya
gülşen-i hüsnüne
kimler varıyor
varuna
carlsberg
içimde bir his var
sineme bir
biyopsi
nem sinem mi sinem mi
nem sinem mi sinem mi si
23.04.2019
Okunmazlık Abideleri II
merhaba.
bu sene nevruz’un
bensiz gelmesine çok içerledim, hele haber bile vermemiş olması yok mu.
nevruz’un bensiz gelmesi. bu cümlede sanki bir edebi sanat var, kafiye olsun
diye değil. o değil de, hata benim idi. demem o ki ben günlerden baharın
geldiğini unutmuşum, son anda farkına vardım. ve kendime kızdım.
bahar benim için
istanbul’da başlamışdı, ve oradan isim şehir bitki hayvan oynayarak devam
etdi. edip cansever okurken anlam buldu: ve devam etti. erguvan dilini
öğrenince devam etti÷ ve son bulmadı. ... aradan zaman geçti, zaman bu, geçer
elbet. müthiş bir düzyazı dilim vardı o zamanlar, geçti elbet. çok bira
içiyordum.
(esnerken ağzımızı sol
elimizin tersiyle kapatalım lütfen, dünyanın en güzel kadını da olsanız bunu
yapmalısınız)
gündüz bira içmeyeli çok
olmuştu, çünkü gündüz bira içmemeli, zira yoksa akşam olmuyor. son birkaç
yıldır ilk birada/kadehte morali çok bozuk oluyorum. ikinci üçüncü dördüncü
birada/kadehte çekilir oluyorum, sonrasında yine morali değişik. ama ilk kadeh
gerçekten sorunlu ve sorumlu. başım dönüyor, çarpıntı başlıyor, sonrakilerde
uzun süre düzeliyor. size şöyle bir şey söylemeliyim, şayet alkolikseniz kronik
bir rahatsızlığınız olduğunu ölene dek anlayamayabilirsiniz.
bugün çok uzun zaman
aradan sonra gündüz burası birası içmeğe yeltendim, fena da olmadı hani. benim
için riskli bir durum gündüz rakısı/birası içmek. yanımda sevdiğim insanlar
yoksa yapmamak için elimden geleni yaptığım bir şey gündüz birası/rakısı içmek,
zira zor.
parmağımın hali içler
acısı, ucube bir görüntüsü var, saklamıyorum, görünce irrite ediyor biliyorum,
geçecek diyorlar. hatta bu ara en sevdiğim dilek “allah geçerinden versin”
oluyor. irrite etmek dedim de, itchy and scratchy kelimelerini öğrendim bu ara.
irrite etmek dedim de, duru yüzlü kadınlara ayrı bir muhabbet besliyorum tüm
aralar. muhabbet beslemek de değil benimki de, lafın yeri geldi sadece, yüzüm
hiç duru olmadığından belki de, özellikle de makyajsızlarsa.
evvelsi gün
memleketteydim, onyedi yaşındaki yeğenimin yüzüne boca ettiği makyaj hususunda
onu uyarmalı mıyım, nasıl uyarmalıyım diye kendi kendime düşünürken, altı
yaşındaki yeğenimin 23 nisan temalı bateri gösterisini izlemeğe gitmiştim. orda
ne de göreyim? yüzyıl öncesinden bir yüz, anne olarak.
18.04.2019
merhaba.
merhaba’nın sahip olduğu
bütün önemini at yarışlarında kaybettiği bir dönemden geliyorum. hiç at yarışı
izlemedim, oynamadım. kısa bir dönemini kahvehanede batak ve 3-5-8 oynayarak
geçirdim hiç istemeye istemeye. kısa dönemlerle ilgilendim çoğunlukla
ilgilendiklerimle, ilgilendiklerim de her neler idiyse. bir şeylerin iyisine
sahip olmak için normalden biraz daha fazla bir bedel ödemek gerektiğini
öğrendiğimde onaltı falan yaşındaydım. İnsan’ın iyisine sahip olmak için
normalden biraz daha fazla bir bedel ödemek gerektiğini öğrendiğimde kaç
yaşındaydım hatırlamıyorum. bildiğiniz gibi bazı bedelleri markaya ödüyoruz.
insan’a da nasıl sahip olunursa, benimki lafın gelişi, yoksa elbette mülkiyete
hayır. ama birkaç tane daha radyom olsa fena mı olurdu, belki mezara götürürdüm
onları, kefenin cebi yok biliyorum ama toprağın cepten bol bir şeyi yok.
batak ve 3-5-8 dedim
de aklıma geldi, king/rıfkı da oynadığım oldu, bu oyunlarda kartları iyi takip
etmeniz gerekir malum, hatta klasik iskambilde de öyle. ama ben oyun oynamayı
sevmem, içinde bulunduğum bir şeyin oyun haline getirildiğini hissedersem o
şeyden soğurum, ama oynamaya devam ederim o ayrı. hem de kuralına göre
oynamağa. eğer ortamda rakip yoksa, müsabakasız bir oyunsa, oyunu diğer
oyunculara zevksiz gelecek hale getirerek bırakırım. rekabet içeren bir oyunsa
rakiplerime yenileceklerini hissettirir fakat tam da yenecekken masadan
kalkarım, çünkü ben rekabet sevmem, yenmeyi yenilmeyi sevmem. ama yenmeme ramak
kalacak ana kadar sabretmesini, iz sürmesini, strateji geliştirmesini çok iyi
bilir ve yaparım. oldu da yenildiysem rövanş ister ve rövanşı almama ramak kala
bırakırım. bunu ben demiyorum, şu an hayatımda olan binbeşyüz kişi diyor.
hayatıma giren diğer binbeşyüz kişiye sorsak, onlar da derlerdi sanırım aynı
şeyi.
30.03.2019
merhabali,
elimin altındaki
evrakta iki tane altalta kutucuk var, birinin önünde “başarılı” yazarken
diğerinin önünde “başarısız” yazıyor. birileri birini tıklayacak/tikleyecek, ve
bu elbette oy çokluğuyla olacak. halbuki, ben istiyorum ki bireysel kararlar
alalım, oy çokluğuna çoğulculuğa bakılmasın, bakılıyor mu ki zaten öyle olması
istense bile. bakılmıyor bakılmasına ama zoruma giden bakılıyor gibi
yapılmasına. yani ben o sınavdan kalacaksam buna bir kişi karar versin,
muhatabım kimse onu bileyim ve o karar versin, ben de düşmanımı ya da “decision
maker”ımı bileyim güncel tabirle. o mu bu mu diye şüpheye düşmeyelim. hepsi
danışıklı dövüş yapıp da meydan okumasın ya da iyi polis kötü polis
oynamasınlar, ak göt kara göt bileyim. allah birse mesela, ki bu ne güzel, tek
başına karar verecek demektir, ki benim en çok sevdiğim yönü de o zaten. çok
adil buluyorum bunu, çoğulcu demokrasiye inanmıyorum, tahakküm vardır ve bir de
hükümdar. siz hiç hükümdarlar meclisi diye bir şey duydunuz mu? ama bizde var
di mi.
ışık loş sanırım. mart
ayındayız. hava henüz ısınmamış. hava ısınacak, biz doğalgaz faturalarını daha
az ödemeğe başlayacağız diye sevineceğiniz, sevinmek üzereyiz. hatta havanın
ısınmasına az kala öyle bir rüzgar çıkacak ki buna tek sevinen bitkiler olacak,
onlar o esnada birbirilerini kıyasıya seviyor olacaklar, biz üşüyecek ve bu
kuvvetli rüzgarın ardından yağması gereken yağmuru bekliyor olacağız. bitkile
ro rüzgaru. andan içeru.
14.01.2019
merhaba marianne,
ne çok özledik değil
mi sizleri. yeni yılımızı bile kutlamadık birbirimizin sandık bi ara, az kalsın
buna inanıyorduk hatta, yani bu dünyada daha önce hiçbir şeyi kutlamamış
olduğumuza. bir mesaj, bir gülüş, bir bakış, bir istihza, bir sakız çiğneme
hareketi, bir tokalaşma, bir çelme takış. halbuki yağmur günlerdir göz açmıyor
-günlerdir dediğim de üç gündür-. öyle deme onca zaman aradan sonra evde geçen
üç gün ömürdendir. hem de haftaiçi üç gün. dört gündür evdeyim, kısa boylu
boyumca uzandım. upultu gitmiyor, ya da usultu ya da ulultu, ya da umultu ya da
unultu. yağğmur de ne iştahlı değil mi? hasan mutluluğu var havada.
turgut uyar’ın en
sevdiğim şiiridir hasan mutluluğu. hasan adlı arkadaşlarım ve insanlar da en
sevdiğim insanlardır. yaklaşmakta tereddüt dahi etmem ve ölene kadar severim
çoğunlukla.
şiiri yazacaktım,
vazgeçtim yazmıyorum, herkes bulsun okusun ve kendine yakışanı alsın. şairlerin
sözleri biz ve tanıdıklarımız için biz hayatta olduğumuz sürece geçerlidir, biz
yaşarken şairler ölse de devam eder. bunu size daha sonra basit bir mühendislik
hesabıyla aktaracağım, ama şu an değil. hani senin hayatın senin tanıdığın tüm
insanlar ölene kadar devam ediyordu, öyle bir şey vardı, benim yapacağım
hendese de ona benzeyecek handiyse.
gök ne kadar acımasız
şu iki gecedir. aynı benim gibi, sesini yükseltmesini duysan sanırsın dünyaları
başına yıkacak ama gel gör ki aslında merhametinden asla sual olunmaz. benim
merhametimin neyi eksik? salı günü hayatımda ilk defa merhametsiz biri olduğuma
hükmettim. bugün cuma ve dört gündür hayatımda ilk defa ardıardına evden
çıkmaksızın evdeyim, yağmur sağolsun bana eşlik etti.
en sevdiğim yazar c.m.
kitaplarını bir taraf almış, diğer kitapları diğer taraf. öyle acıklı geldi ki
bana ayrılan çiftin hikayesini dinlerken. toplamdaki hikayemiz şu son cümleden
bağımsız, yabancılaşarak hissetmeğe koyulduğum. yol kenarlarında ot topladığım,
çam diplerinde mantar bastığım, göl kenarlarında şarap damıttığım, makilerinde
zeytin otlattığım.
evde geçirdiğim şu
birkaç istirahat günlerinde, biz bizeyim, dört gündür sesim de çıkmıyor, biri
arayacak da konuşmak zorunda kalacağım diye öyle korkuyorum ki, sesimin tonu
çok inceldi, hiç hoş değil. kaçıranlar için programın tekrarı olacak mı onu çok
merak ediyorum. müsterihim.
izmir, tarihinin yoğun
yağmurlarını koynuna almış hepsini birden seviyor kaç üç gündür. göğ gürlüyor
ve ben çekiniyorum. zira sebepsiz değil gürlemesi, ışıklar yakıyor, müthiş
şavkını çakıyor. işte ben o esnada, ışığı görür görmez gardımı almış alıyorum,
dünyanın en gürültüsüz insanı olan ben göğün gürültüsüne hazır bulunuyorum. son
demim yıldırımdan olmasın diliyorum. çocukluğumdan kalan bir travmam var -her
travma yazışımda keşke tramvay yazsam demiş oluyorum-, çocukluğumda malum bizim
oralar her yer travma ve her yer ova, yaza dönük bir havada pek vaki olmamakla
birlikte komşularımız tarlada iken düşen yıldırım canını alıyor şadiye
teyze’nin. göremediği torununun adı şadiye, yaşı şu ara yirmibeşlerde.
bakın şurada yazdığım
üç beş cümlede bile yüzlerce vaka bıraktım ona göre. ... rüyalarım çok canlı
son iki gündür. öyle böyle değil, özlemişim meğer. en azından rüyada dahi bu
kadar canlı olmasını hayatın, hakikaten özlemişim. selen'i hatırlıyorum bugünkü
rüyadan kalan, çünkü çok gerçek anlıyor musun. rüyayı hatırlamıyorum bile,
sabah sorsan amenna. ve eniştem var başka bir rüyada, tonlarca balık tutuyor,
ona hesap soruyorum, niye yakaladığın o kadar taze balığı bana hiç ayırmayıp
başkalarına sattın diye. yıllardır ‘balıkların öcü’ diye bir başlık düşünüyorum
cümlelerime, öyle de çok çekiniyorum ki içeriğinden.
saatler çok çekiç bu
ara, çekindiğim kadar var.
04.01.2019
dün ne oldu. ya da bu
gün. misal bu hafta. bu hafta çok bensizdim. hiç kendimde değildim, hiç
kendimde hissetmedim. dışarıdaydım. ondan önceki haftalarda öyle değildi misal,
buraya gelip bu hafta ezberime takılan şarkılar bunlar diye laf edebilirdim.
bunları söyleyip sesimi sisimi kaydettim deyip ileride bakmak üzere buraya
kaydedebilirdim. bu hafta hiç böyle bir şarkım olmadı zira bende değildim.
yılbaşı bile yılbaşı gibi, yeni yıl bile yeni yıl gibi değildi. benim yüzümden
tabii ki, başka mesul yok. hatta bi ara klavyede w'nin yerini bile çok
aradığımı söyleyebilirim. normalde yılın son günlerini iple çeken bi insan,
sadece christmas songs dinletebilmek ya da zamanın hakkını vererek
dinleyebilmek için bile, çok mühimdi yeni yıla girmenin birkaç gün öncesi ve o
son gecesi, lakin bu sene son gününde beceremedim o şevki, heyecanı, bir şey
oldu ve zapt etti beni -hani nerde “bana bi şey olmadı”-. bugün göreyim dedim
tezahürünü, ama gone with the sin dedi bartender.
bu hafta bu gün hâlâ
çağrılmadığımı çok iyi hissettim. en çok da sağ el başparmağım hissetti bunu.
benim sağ el başparmağım -öyle demeyin, beş parmağın beşi bir mi- ilk acısını
ben oniki yaşımdan günler alırken almıştı başına, yarısı kaybolmuştu o gün
bıçak darbesiyle. dün de ikinci yarısını kaybetti. hesapladım, aradan yirmbeş
yıl geçmiş, kimilerinizin yaşı kadar bir mesafe.
geçen hafta çok acı
şeyler oldu.
ziya anne ve babası
hastalandığı için kursu bırakmak zorunda kaldı ve memleketine döndü, ki
aramızda halk oyunlarına en heveslimiz oydu.
gelirken çöp toplayan
iki genç çöpten buldukları kolayla bir şeyler yiyorlardı. hepsini
anlatmayacağım. en azından anlatılanları gördüğünüz bir yer var, benim o da yok.
yo, bunu burada
bırakmam ben bensem.
29.12.2018
merhaba ey gi,
merhaba gri olup ve
beni kaale almayanlar,
kaale almak’taki kaale
kelimesinin gerçek yazılışını ya da kökenini merak edişim,
merhaba ey işyeri
hekimim,
emin olmamız gerek
deyişi emin olmayan tüm eminsizlerin,
bilseniz sizi ne çok
özlemişim,
merhaba beni salıncaklarınız
ve her biriniz,
merhaba beni
özleyenler ve kar topu oynayanlar,
merhaba ben sizi çok
özledim bir bilseniz,
merhaba çeşitli
haftasonu uçmaları ve kulaklıklar,
size bir şey diyim mi
ben, ben hepinizi kulağıma astım, kulaklarım bu yüzden biraz kepçe,
merhaba ben duyması
azalan kulaklarıma şahit olmanın çok sıcak çaya batırdığı zavallı bisküvi,
mesela süreyya
berfe’nin “hepsi o kadar” şiiri,
e mesela bitmeyen
doktora tezim ve ben,
sizin büt büt
bütünlemelerle bitmeyen ağırlıklı genel not ortalamalarınız,
ha misal bitmeyen
kaşıntılarım, allerjen kelimesi çok hoş geliyor kulağıma az duyduğu ölçüde,
merhaba ey gi, zi
kalbimin, ziggy stardust filan şarkıları olacak
ve ölecek birkaç gün
sonra bundan yeni yıl başlangıcında,
merhaba, kar küresi
bana hâlâ gayet küresel bir hümanizmi ispat ediyor ve gözlerim doluyor,
siz sevmezseniz
sevmeyeni olun sevmemenin ziyanı yok benim için,
şair der ki yukarıda
bahsettiğim şiirinde, “hiçbir zaman suyu olmayacak bir kuyu”,
gibi merhaba ben emine
teyze’yi özlemiş olabilirim ya da indinde herhangi birinizi,
enveriye tren garı
derken mesela sözün gelimi aslında onun hepsi si,
yoksa ne işim olur
dünyanın en saçma lokantasında,
kelimelik oynayın
devam edin merhaba sevdiğim şarkıları paylaştıklarım,
ben de bilirdim
yirmiki yaşında bir yıldız olayım ama ben büyüdüğümde yaşım otuzikiydi sanırım,
merhaba ben de
bilirdim bu yepyeni yıla sizinle girmeyi,
ama anlıyor musunuz
beni misal ülkü tamer’in “ben var ölmek” şiiri,
yok o da değil de en
çok size hediye edilmeyi özledim,
a yo beni unutmuş
muydunuz yoksa merha hahan,
merhaba ben biyopsi si,
merhaba
söylediklerimin hepsi biliyorum daha önce söylendi, ha sanıyor muyuz ki
kestiler acıdı,
biliyoruz o sabaha
karşılar acıyan yanlarını bana ayırdı,
merhaba, her saçı çok
erkenden bağlı bir genç insan gördüğümde aklımda ebru,
anneleriniz
kızkardeşleriniz hepsinin yeri bende ayrı,
biliyor umsunuz benden
çok iyi bir bibliyofil olurdu mezarlıklarda,
fakat sinin yeri ayrı
öyle demeyin ben onu orama yerleştireli yıllar,
merhaba siz isterdiniz
biliyorum ki sizden ötürü,
merhaba yine de eeee
öyle yani işte işyerinde iştahım, alıkoyamaz gelse feriştahı,
merhaba kimsenin
egosunu üzmesine gerek yok çünkü u nutmam mümkün değil anlıyor musunuz,
yılbaşını yalnız
geçirecek olmam sizi unutmuş ya da sevmemiş olmama mümkün değil,
şairin şarkısı var ama
şimdi söylemem, hani neydi o fatih sahnesi’nin adı unkapanı surların ordaki, si
merhaba benim gönlüm
isterdi ki uyluk kemiğim şiir yazsın uyluğuma karşı,
bu demek değil olacak
gönlün gönlüme karşı.
23.05.2019
palyaço
yarasa
kader
çingenelerin doğrudan müziğe doğduğu gibi benim de içine doğduğumu düşündüğüm şeyler var. ama söylemem. söylemeyeceğim.
çamaşır yıkadım. çamaşırları asarken bu hayatta yaptığım tek iş sadece çamaşır yıkamakmış gibi geliyor, bunalıp kendime kızıyorum daha farklı bir hayatım olabilirdi diye. işyerinde çalışırken de bu hayatta yaptığım tek iş çalışmakmış gibi geliyor, bunalıyorum daha farklı bir hayatım olabilirdi diye. telefonla konuşurken şu hayatta yaptığım tek iş telefonla konuşmakmış gibi geliyor, bunalıyorum daha farklı bir hayatım olabilirdi diye. bira içerken bu hayatta yaptığım tek iş bira içmekmiş gibi geliyor, bunalıyorum daha farklı bir hayatım olabilirdi diye. rakı içerken öyle olmuyor. yıkadığım çamaşırları asarken gömlekleri -artık beyazlarla renklileri aynı anda yıkamıyorum- askılarla asıyorum kurutmalığa, ütüye götürdüğüm kadın zorlanmasın diye. bunu çok ince düşünceli bir insan olduğum anlaşılsın diye anlatmıyorum, hassaten öyleyim lakin konumuz bu değil. çamaşır kurutmalığı balkona kurarken içimde o sanki bir kuşmuş da kanatlarını ben takıyormuşum ve özgürlüğü benim elimden olacak ve sabaha balkondan uçup gidecekmiş gibi bir düşünce peydahlanıyor. ama benim çamaşırlarım yüzümden uçamıyormuş, onu kısıtlıyormuşum gibi de vicdan azabı çekiyorum arkasından. gitmesin lütfen, beni bırakıp gitmesin. sen de gitme triyandafilis.
atatürk olsam şöyle derdim, mahcubiyet benim karakterimdir. ama sen öyle düşünmüyorsun farkındayım, hatta hiçbiriniz öyle düşünmüyorsunuz, siz yine de beni anneme söylemeyin olur mu.
onlara kamran yüce'nin gölge ya da oyuncuya kalan şiirlerinden bahsetmedim, onlar derken kahve arkadaşlarımdan bahsediyorum. işyerinde öğle aralarımı kahve içerek geçirmeğe başladım. öğle arası diye bir kavramım yoktu, çünkü bu hayatta tek yaptığım şey çalışmaktı ama bundan bunalınca ve daha farklı bir hayatım olabilirdi diye kurarken, öğle aralarını üç kişinin bulunduğu ve benim sohbetimi dinlemeği sevdiklerine inandığım bir ofiste kahve içerek geçirirken buldum. laf arasında anlattığım bir tecrübem üzerine bugün bana o ofiste sordular, "sizin de yapmadığınız iş kalmamış, geçende anlattığınız bir palyaço muhabbeti vardı, neydi o bir daha anlatsanız?" dediler. "palyaçoluk değildi o, oyuncakçıda çalıştığım dönemde batman'lik teklifi almıştım." dedim. "ama kabul etmedim," diye de ekledim. "neden kabul etmediniz ki?" dediler. "benden batman olmaz ki," dedim. "robin de olmaz," diye ekledim. batman olmayınca ne oldunuz?" dediler. "reyon görevlisi." dedim. o an oralarda hayatta yaptığım tek iş reyon görevliliğiymiş, gibi düşünmüyordum, henüz bunalmamıştım, farklı bir hayatım olacağını biliyordum. ve nitekim yarasa oldum. bir sabah tedirgin edici düşlerden uyandım ve kendimi devcileyin bir yarasaya dönüşmüş olarak buldum.
sizi farklı farklı dönemlerden ve yerlerden arkadaşlarınız arasıra sabahın köründe arar da, -hatta, bu beni niye bu saatte arıyor, hayırdır inşallah, diye de düşündürür bu durum sizi- "ya ben seni rüyamda gördüm, ama rüya biraz kötüydü, yaslar matemler vardı, iyi değildin, iyi misin?" derler mi? bu bana sık sık olur ama ben bundan az etkilenirim.
bugün bir şairin söyleşisini dinlerken -keşke bu hayatta yaptığım tek iş okumak olsa diye hayıflandığım olmuyor değil, ama ilk sırada içmek tabii ki, rakıyı çok özledim- iki kişi arasındaki en kuvvetli etkileşimin hâlâ karşılıklı çay/kahve içerken gerçekleştiğini iddia ettiğini duydum. ben de bir süredir buna düşünüyordum. beni sözlü ifadelerin değil de yazılı ifadelerin etkilediğini. sözlü ifadeleri yeterince ciddiye alamadığımı, ancak aynı şey yazılı olarak bildirildiğinde epey etkilendiğimi. hatta belki de haddinden fazla etkilendiğimi, hatta belki alınganlık yaptığımı. yani, sizin cümleleriniz var, benim cümlelerim yok. bu yüzden konuşmalarımı, konuşmalı iletişimimi kısıtlı ya da hep yüzeysel konularda tutuyor, ya da sohbet ciddi konulara daldığında dinlemeği tercih ediyorum. bu yüzden de benimle ciddi olamıyorsunuz sanırım. ya da ben konuşamıyorum sanırım. söyleyecek söz bulamıyor muyum. bilmiyorum. zaten yarasa oldum, düz bakamıyorum, düz yapamıyorum.
çocuk yaştayken düğünlerde bir şeyler satardık çocukluk arkadaşım osman ile. malum o zamanlar bakkal sık rastlanan bir yer değildi, market ilçe merkezinde birkaç adetti, süpermarket sadece il merkezinde vardı. böyle olunca da çocuklar için oyuncak ve şekerleme, büyükler için kuruyemiş ve meşrubat böyle eğlence akşamlarında önemli bir gıda ve cazibe odağıydı. hakkaten öyleydi. biz de bizden büyük abilerimizden öğrendiğimiz üzere girişimciliğe karar vermiş ve gündüz hurda toplayarak, akşamları da düğünlerde kuruyemiş, meşrubat ve oyuncak satarak para kazanmağa çalışıyorduk. kışın da o paraları parasız yatılılığımız döneminde harçlık olarak kullanıyorduk. düğünler mahalle aralarında yapıldığından hitap ettiğimiz kesim de kalabalıktı elbette. eniştemin oto sanayi sitesinde bakkalı vardı, satacağımız ürünleri oradan veresiye alıyorduk. kullanılmamış oyuncak pek bulabildiğimiz bir şey değildi, bu yüzden belli sayıda alabiliyor, yanına tamir edebildiğimiz kullanılmış oyuncakları koyuyor ve adına "kader" dediğimiz bir kura sistemiyle satışa sunuyorduk. şimdi düşününce bu sistem o dönemlerde lunaparklardaki çekilişi sistemlerinden kopyalanmış olabilir gibi hissediyorum. her çocuk belli bir sabit para verir, ve onlara kura çektirir, aralarından birkaç kişiye kazandırırdık. çıkma oyuncaklar için verilen meblağ düşük, kullanılmamış oyuncaklar içinse daha hatırı sayılırdı. tezgahımızı düğün yerinin çocukların yoğun olduğu tarafına baktırırdık ve çocukların canını çektirecek şekilde gösteriler yapardık. halbuki biz de oniki onüç yaşındaydık. sonra çocukların canı çekerdi ve babalarından para isterlerdi, babaları bizimle pazarlık yapar ve ikna olmazlardı çekilişe. bu defa da çocuklar ağlamağa başlardı. osman'la birbirimize bakardık. evet biz o işi o şekilde yapamadık.
KADER
yarasa
kader
çingenelerin doğrudan müziğe doğduğu gibi benim de içine doğduğumu düşündüğüm şeyler var. ama söylemem. söylemeyeceğim.
çamaşır yıkadım. çamaşırları asarken bu hayatta yaptığım tek iş sadece çamaşır yıkamakmış gibi geliyor, bunalıp kendime kızıyorum daha farklı bir hayatım olabilirdi diye. işyerinde çalışırken de bu hayatta yaptığım tek iş çalışmakmış gibi geliyor, bunalıyorum daha farklı bir hayatım olabilirdi diye. telefonla konuşurken şu hayatta yaptığım tek iş telefonla konuşmakmış gibi geliyor, bunalıyorum daha farklı bir hayatım olabilirdi diye. bira içerken bu hayatta yaptığım tek iş bira içmekmiş gibi geliyor, bunalıyorum daha farklı bir hayatım olabilirdi diye. rakı içerken öyle olmuyor. yıkadığım çamaşırları asarken gömlekleri -artık beyazlarla renklileri aynı anda yıkamıyorum- askılarla asıyorum kurutmalığa, ütüye götürdüğüm kadın zorlanmasın diye. bunu çok ince düşünceli bir insan olduğum anlaşılsın diye anlatmıyorum, hassaten öyleyim lakin konumuz bu değil. çamaşır kurutmalığı balkona kurarken içimde o sanki bir kuşmuş da kanatlarını ben takıyormuşum ve özgürlüğü benim elimden olacak ve sabaha balkondan uçup gidecekmiş gibi bir düşünce peydahlanıyor. ama benim çamaşırlarım yüzümden uçamıyormuş, onu kısıtlıyormuşum gibi de vicdan azabı çekiyorum arkasından. gitmesin lütfen, beni bırakıp gitmesin. sen de gitme triyandafilis.
atatürk olsam şöyle derdim, mahcubiyet benim karakterimdir. ama sen öyle düşünmüyorsun farkındayım, hatta hiçbiriniz öyle düşünmüyorsunuz, siz yine de beni anneme söylemeyin olur mu.
onlara kamran yüce'nin gölge ya da oyuncuya kalan şiirlerinden bahsetmedim, onlar derken kahve arkadaşlarımdan bahsediyorum. işyerinde öğle aralarımı kahve içerek geçirmeğe başladım. öğle arası diye bir kavramım yoktu, çünkü bu hayatta tek yaptığım şey çalışmaktı ama bundan bunalınca ve daha farklı bir hayatım olabilirdi diye kurarken, öğle aralarını üç kişinin bulunduğu ve benim sohbetimi dinlemeği sevdiklerine inandığım bir ofiste kahve içerek geçirirken buldum. laf arasında anlattığım bir tecrübem üzerine bugün bana o ofiste sordular, "sizin de yapmadığınız iş kalmamış, geçende anlattığınız bir palyaço muhabbeti vardı, neydi o bir daha anlatsanız?" dediler. "palyaçoluk değildi o, oyuncakçıda çalıştığım dönemde batman'lik teklifi almıştım." dedim. "ama kabul etmedim," diye de ekledim. "neden kabul etmediniz ki?" dediler. "benden batman olmaz ki," dedim. "robin de olmaz," diye ekledim. batman olmayınca ne oldunuz?" dediler. "reyon görevlisi." dedim. o an oralarda hayatta yaptığım tek iş reyon görevliliğiymiş, gibi düşünmüyordum, henüz bunalmamıştım, farklı bir hayatım olacağını biliyordum. ve nitekim yarasa oldum. bir sabah tedirgin edici düşlerden uyandım ve kendimi devcileyin bir yarasaya dönüşmüş olarak buldum.
sizi farklı farklı dönemlerden ve yerlerden arkadaşlarınız arasıra sabahın köründe arar da, -hatta, bu beni niye bu saatte arıyor, hayırdır inşallah, diye de düşündürür bu durum sizi- "ya ben seni rüyamda gördüm, ama rüya biraz kötüydü, yaslar matemler vardı, iyi değildin, iyi misin?" derler mi? bu bana sık sık olur ama ben bundan az etkilenirim.
bugün bir şairin söyleşisini dinlerken -keşke bu hayatta yaptığım tek iş okumak olsa diye hayıflandığım olmuyor değil, ama ilk sırada içmek tabii ki, rakıyı çok özledim- iki kişi arasındaki en kuvvetli etkileşimin hâlâ karşılıklı çay/kahve içerken gerçekleştiğini iddia ettiğini duydum. ben de bir süredir buna düşünüyordum. beni sözlü ifadelerin değil de yazılı ifadelerin etkilediğini. sözlü ifadeleri yeterince ciddiye alamadığımı, ancak aynı şey yazılı olarak bildirildiğinde epey etkilendiğimi. hatta belki de haddinden fazla etkilendiğimi, hatta belki alınganlık yaptığımı. yani, sizin cümleleriniz var, benim cümlelerim yok. bu yüzden konuşmalarımı, konuşmalı iletişimimi kısıtlı ya da hep yüzeysel konularda tutuyor, ya da sohbet ciddi konulara daldığında dinlemeği tercih ediyorum. bu yüzden de benimle ciddi olamıyorsunuz sanırım. ya da ben konuşamıyorum sanırım. söyleyecek söz bulamıyor muyum. bilmiyorum. zaten yarasa oldum, düz bakamıyorum, düz yapamıyorum.
çocuk yaştayken düğünlerde bir şeyler satardık çocukluk arkadaşım osman ile. malum o zamanlar bakkal sık rastlanan bir yer değildi, market ilçe merkezinde birkaç adetti, süpermarket sadece il merkezinde vardı. böyle olunca da çocuklar için oyuncak ve şekerleme, büyükler için kuruyemiş ve meşrubat böyle eğlence akşamlarında önemli bir gıda ve cazibe odağıydı. hakkaten öyleydi. biz de bizden büyük abilerimizden öğrendiğimiz üzere girişimciliğe karar vermiş ve gündüz hurda toplayarak, akşamları da düğünlerde kuruyemiş, meşrubat ve oyuncak satarak para kazanmağa çalışıyorduk. kışın da o paraları parasız yatılılığımız döneminde harçlık olarak kullanıyorduk. düğünler mahalle aralarında yapıldığından hitap ettiğimiz kesim de kalabalıktı elbette. eniştemin oto sanayi sitesinde bakkalı vardı, satacağımız ürünleri oradan veresiye alıyorduk. kullanılmamış oyuncak pek bulabildiğimiz bir şey değildi, bu yüzden belli sayıda alabiliyor, yanına tamir edebildiğimiz kullanılmış oyuncakları koyuyor ve adına "kader" dediğimiz bir kura sistemiyle satışa sunuyorduk. şimdi düşününce bu sistem o dönemlerde lunaparklardaki çekilişi sistemlerinden kopyalanmış olabilir gibi hissediyorum. her çocuk belli bir sabit para verir, ve onlara kura çektirir, aralarından birkaç kişiye kazandırırdık. çıkma oyuncaklar için verilen meblağ düşük, kullanılmamış oyuncaklar içinse daha hatırı sayılırdı. tezgahımızı düğün yerinin çocukların yoğun olduğu tarafına baktırırdık ve çocukların canını çektirecek şekilde gösteriler yapardık. halbuki biz de oniki onüç yaşındaydık. sonra çocukların canı çekerdi ve babalarından para isterlerdi, babaları bizimle pazarlık yapar ve ikna olmazlardı çekilişe. bu defa da çocuklar ağlamağa başlardı. osman'la birbirimize bakardık. evet biz o işi o şekilde yapamadık.
KADER
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)