ama arkadaşlar iyidir



23.05.2019

palyaço
yarasa
kader

çingenelerin doğrudan müziğe doğduğu gibi benim de içine doğduğumu düşündüğüm şeyler var. ama söylemem. söylemeyeceğim.

çamaşır yıkadım. çamaşırları asarken bu hayatta yaptığım tek iş sadece çamaşır yıkamakmış gibi geliyor, bunalıp kendime kızıyorum daha farklı bir hayatım olabilirdi diye. işyerinde çalışırken de bu hayatta yaptığım tek iş çalışmakmış gibi geliyor, bunalıyorum daha farklı bir hayatım olabilirdi diye. telefonla konuşurken şu hayatta yaptığım tek iş telefonla konuşmakmış gibi geliyor, bunalıyorum daha farklı bir hayatım olabilirdi diye. bira içerken bu hayatta yaptığım tek iş bira içmekmiş gibi geliyor, bunalıyorum daha farklı bir hayatım olabilirdi diye. rakı içerken öyle olmuyor. yıkadığım çamaşırları asarken gömlekleri -artık beyazlarla renklileri aynı anda yıkamıyorum- askılarla asıyorum kurutmalığa, ütüye götürdüğüm kadın zorlanmasın diye. bunu çok ince düşünceli bir insan olduğum anlaşılsın diye anlatmıyorum, hassaten öyleyim lakin konumuz bu değil. çamaşır kurutmalığı balkona kurarken içimde o sanki bir kuşmuş da kanatlarını ben takıyormuşum ve özgürlüğü benim elimden olacak ve sabaha balkondan uçup gidecekmiş gibi bir düşünce peydahlanıyor. ama benim çamaşırlarım yüzümden uçamıyormuş, onu kısıtlıyormuşum gibi de vicdan azabı çekiyorum arkasından. gitmesin lütfen, beni bırakıp gitmesin. sen de gitme triyandafilis.

atatürk olsam şöyle derdim, mahcubiyet benim karakterimdir. ama sen öyle düşünmüyorsun farkındayım, hatta hiçbiriniz öyle düşünmüyorsunuz, siz yine de beni anneme söylemeyin olur mu.

onlara kamran yüce'nin gölge ya da oyuncuya kalan şiirlerinden bahsetmedim, onlar derken kahve arkadaşlarımdan bahsediyorum. işyerinde öğle aralarımı kahve içerek geçirmeğe başladım. öğle arası diye bir kavramım yoktu, çünkü bu hayatta tek yaptığım şey çalışmaktı ama bundan bunalınca ve daha farklı bir hayatım olabilirdi diye kurarken, öğle aralarını üç kişinin bulunduğu ve benim sohbetimi dinlemeği sevdiklerine inandığım bir ofiste kahve içerek geçirirken buldum. laf arasında anlattığım bir tecrübem üzerine bugün bana o ofiste sordular, "sizin de yapmadığınız iş kalmamış, geçende anlattığınız bir palyaço muhabbeti vardı, neydi o bir daha anlatsanız?" dediler. "palyaçoluk değildi o, oyuncakçıda çalıştığım dönemde batman'lik teklifi almıştım." dedim. "ama kabul etmedim," diye de ekledim. "neden kabul etmediniz ki?" dediler. "benden batman olmaz ki," dedim. "robin de olmaz," diye ekledim. batman olmayınca ne oldunuz?" dediler. "reyon görevlisi." dedim. o an oralarda hayatta yaptığım tek iş reyon görevliliğiymiş, gibi düşünmüyordum, henüz bunalmamıştım, farklı bir hayatım olacağını biliyordum. ve nitekim yarasa oldum. bir sabah tedirgin edici düşlerden uyandım ve kendimi devcileyin bir yarasaya dönüşmüş olarak buldum.

sizi farklı farklı dönemlerden ve yerlerden arkadaşlarınız arasıra sabahın köründe arar da, -hatta, bu beni niye bu saatte arıyor, hayırdır inşallah, diye de düşündürür bu durum sizi- "ya ben seni rüyamda gördüm, ama rüya biraz kötüydü, yaslar matemler vardı, iyi değildin, iyi misin?" derler mi? bu bana sık sık olur ama ben bundan az etkilenirim.

bugün bir şairin söyleşisini dinlerken -keşke bu hayatta yaptığım tek iş okumak olsa diye hayıflandığım olmuyor değil, ama ilk sırada içmek tabii ki, rakıyı çok özledim- iki kişi arasındaki en kuvvetli etkileşimin hâlâ karşılıklı çay/kahve içerken gerçekleştiğini iddia ettiğini duydum. ben de bir süredir buna düşünüyordum. beni sözlü ifadelerin değil de yazılı ifadelerin etkilediğini. sözlü ifadeleri yeterince ciddiye alamadığımı, ancak aynı şey yazılı olarak bildirildiğinde epey etkilendiğimi. hatta belki de haddinden fazla etkilendiğimi, hatta belki alınganlık yaptığımı. yani, sizin cümleleriniz var, benim cümlelerim yok. bu yüzden konuşmalarımı, konuşmalı iletişimimi kısıtlı ya da hep yüzeysel konularda tutuyor, ya da sohbet ciddi konulara daldığında dinlemeği tercih ediyorum. bu yüzden de benimle ciddi olamıyorsunuz sanırım. ya da ben konuşamıyorum sanırım. söyleyecek söz bulamıyor muyum. bilmiyorum. zaten yarasa oldum, düz bakamıyorum, düz yapamıyorum.

çocuk yaştayken düğünlerde bir şeyler satardık çocukluk arkadaşım osman ile. malum o zamanlar bakkal sık rastlanan bir yer değildi, market ilçe merkezinde birkaç adetti, süpermarket sadece il merkezinde vardı. böyle olunca da çocuklar için oyuncak ve şekerleme, büyükler için kuruyemiş ve meşrubat böyle eğlence akşamlarında önemli bir gıda ve cazibe odağıydı. hakkaten öyleydi. biz de bizden büyük abilerimizden öğrendiğimiz üzere girişimciliğe karar vermiş ve gündüz hurda toplayarak, akşamları da düğünlerde kuruyemiş, meşrubat ve oyuncak satarak para kazanmağa çalışıyorduk. kışın da o paraları parasız yatılılığımız döneminde harçlık olarak kullanıyorduk. düğünler mahalle aralarında yapıldığından hitap ettiğimiz kesim de kalabalıktı elbette. eniştemin oto sanayi sitesinde bakkalı vardı, satacağımız ürünleri oradan veresiye alıyorduk. kullanılmamış oyuncak pek bulabildiğimiz bir şey değildi, bu yüzden belli sayıda alabiliyor, yanına tamir edebildiğimiz kullanılmış oyuncakları koyuyor ve adına "kader" dediğimiz bir kura sistemiyle satışa sunuyorduk. şimdi düşününce bu sistem o dönemlerde lunaparklardaki çekilişi sistemlerinden kopyalanmış olabilir gibi hissediyorum. her çocuk belli bir sabit para verir, ve onlara kura çektirir, aralarından birkaç kişiye kazandırırdık. çıkma oyuncaklar için verilen meblağ düşük, kullanılmamış oyuncaklar içinse daha hatırı sayılırdı. tezgahımızı düğün yerinin çocukların yoğun olduğu tarafına baktırırdık ve çocukların canını çektirecek şekilde gösteriler yapardık. halbuki biz de oniki onüç yaşındaydık. sonra çocukların canı çekerdi ve babalarından para isterlerdi, babaları bizimle pazarlık yapar ve ikna olmazlardı çekilişe. bu defa da çocuklar ağlamağa başlardı. osman'la birbirimize bakardık. evet biz o işi o şekilde yapamadık.




KADER

Hiç yorum yok: