ama arkadaşlar iyidir



28.07.2018

merhaba marianne,

yine başbaşa kaldık. korkarım ömür boyu başbaşa olacağız, benim yüzümden. sen, başına gelenlerin hep senin yüzünden olmasının ne demek olduğunu biliyor musun marianne, buna hiç düşündün mü, suçlayacak bir kimse/şey bulamamayı ve bu yüzden d2(2) kendinden başka kahredecek bir kimse/şey bulamadığın için hep kendini yemeği. kendi yemeğini çok seviyorum, hep yiyorum.

bugün kendime bir kıyak yapayım dedim, hep aynı haltı yiyorum gerçi, hep kendime kıyak geçiyorum. kendimi çok yediğim için arasıra ödüllendireyim diyorum. bazen ne düşünüyorum biliyor musun; sen pek bilmezsin yeterince etçil olmadığın için. etini yediğin hayvanların eti için kurban edildikleri esnada ödleri patlarsa ve o bölgeden yiyorsan ağzına müthiş acı bir tat gelir ve tüm ağız tadını yerle bir eder. hani bi kilo kabak çekirdeği yersin de keyifle, arada bi tane acı çıkar da tüm tadını bozar ya onun gibi. neyse, mesajı kaçırmayayım, ben eti yenebilir bir hayvan olsaydım muhakkak ödüm hep patlak olurdu, hep bu geliyor aklıma.

bugün kendime yaptığım kıtaya, pardon kızağa, pardon kıyağa gelirsek, ben bunu hep yapıyor olsam da, bugünün farkı konforuma düşüp açılır kapanır meşhur sandalyelerden ve 20 litre kapasiteli termos almış olmam. yoksa yine deniz kenarında sivrisineklerle oturuyoruz, farkı yok. ama rakım tam soğuk ve bu sefer taşa oturmuyor, kolçaklı modüler bez sandalyeme oturuyorum. burayı ben keşfettim, şimdi görüyorum ki epey keşfedilmiş. bence benim dünyadaki misyonum keşfetmek, pek çok şairi şarkıyı şarkıcıyı yeri mekanı keşfetmek keşfetmiş olmak gibi, ama en çok da pek çok insanı keşfetmek gibi. ha ne var ki, benim keşfettiğim şairler şiirler şarkılar sonradan çok tutuluyor ve istilaya uğruyor olmasına rağmen keşfettiğim insanlar aynı hukuka uğramıyor ve ben buna kısmen üzülüyorum. uğrasa çok kıskanırdım o ayrı mesele.

burası bir dağbaşının denizle buluştuğu bir kayalık, kayalıkta çadır kurulabilecek kadar düzlük elbette mümkün. hemen yanıbaşımızda bir mezarlık var. aklı başında insanlar buraya gelmezdi, yılkı atları ve ben olurduk burda, yeminle söylüyorum, ama bu gelişimde fark ettim ki epey insan dadanmış, yine de gecenin sonunda biliyorum ki onlar gidecek, mezarlıktakiler ve ben kalacağız, atlar zaten uzun zamandır yoklar. ay dolgunları ve tutulmalar da bitmiş olduğuna göre yıldızların ışığına muhtaç olduğumuz bu gecede -ay her ne kadar eksilmek bilmese de sağolsun- dağ başında olmak her kese göre değil ama benim bi huyum vardır, yalnızken korkmam böyle yerlerden. çoğulken insan ister istemez yanındakini kollama içgüdüsüyle hareket ediyor.

şimdi burda denize sıfırım. rakım sıfır, yo rakım var, evet pek hoş olmadı ama vallahi  denkgeldi. ne demiş orhan gencebay, elimde bir kandil dolaşıyorum. yıldızların ışığından medet umuyorum. arasıra kımıldayan rüzgar yönüne göre burnuma iyot aldıkça ne kadar da mutlu olduğumu hissediyorum. aslında böyle bir şey yoktu biliyor musun marianne, yani mutluluğu hissetmek diye bir şey. ben bunu iki hafta önce yeğenimle oynayıp onu izlerken hissettim. ani bir şey oldu ve çocuk bir anda ona söylediğim şey sonrası öyle keyiflendi ki, çok mutluyum dayı, dedi. ve hareketleri mimikleri bunu o kadar doğruladı ki 'çok mutlu olmak cümlesinin ona anne babası tarafından öğretilmiş bir şey olmadığının, bunun kendiliğinden gerçekleştiğinin farkına vardım. elbette beş yaşındaki bir adamın çok mutlu olduğunu kelimelerle ifade etmesi öğrenilmiş bir durumdur fakat o esnada onu dile getirmese ve cümle kurmasa da tavırları o kadar netti ki ben yüz yaşında olmama rağmen bu yaşıma kadar kimseye karşı öyle bir tavır sergilememiş olmama içerledim ve yüzleştim.

daha önce d3(3) dedim ya, insan öğrenmek için yaşar, şair demiş daha doğrusu, ben tekrarlamış ve keşfetmiş bulundum. öğreniyoruz nitekim. ömrüm üç saattir gözlerimin önünden akıp gidiyor. sarhoş kafayla gecenin sonunda arabaya doğru çıkacağım küçük uçurumu düşmeden çıkma güdüsü bilinçaltımı zorlarken kendimi bıraktığım cep telefonu müzik arşivimin beni blues şarkılarıyla yüzleştirmesi melankolik olmama izin vermiyor. ha bir de ayaklarımın dibinde, allah var bir metre ötemde uzanan denizde zıplayan balıklar, yengeçlerin terliklerimden serbest bıraktığım ayak parmaklarıma uzanma ihtimali, yıldızları tek tek seçecek kadar net görebiliyor olmak, ve arada bir burnuma çalınan koku, en önemlisi de bu, bunlar beni melankoliden uzaklaştırıp keyfe gark ediyor, keyfim her koku devranında çark ediyor.

ömrüm kaç saattir gözümün önünden geçse ve yediğim haltlar aksa bile. ne demiş şair, ömrümü santimetrekarelere böldüm de bir türlü anılarımı yazamadım. bu aslında iyot kokusu değil de yosun kokusu. ikisi aynı kapıya mı çıkıyor yoksa. gece beni domuzlar yemezse -ki bugüne kadar akıllarından geçirmediler- -geçirdiyseler de ödüm patlamış olacağından yerken bana çok söverler- sabah deniz ayaklarımın altından akıyor olacak, mezarlıktakiler de müsaade ederse tabii.

demin elvis presley'in çok beğendiğim yorumundan blue moon dinledim, özellikle aradım ve dinledim. iki kadar saat önce. şimdi ay yükseldi ve ben denize karşı modüler sandalyemde otururken tüm kahrıma karşı çıka çıka, arkamdan ay yükseldi ve denize karşı yakamozunu yapboz haline getirdi. ben aysar mıyım emin değilim ama tam bu esnada telefonun insafı beni ella fitzgerald'ın blue moon yorumuyla karşı karşıya bıraktı, işte o zaman dedim ki hayatımda bunlları kendisine anlattığımda çok görmeyecek tek insanı yedim.