ama arkadaşlar iyidir



31.12.2013

birinde hiç unutmam, -diğerlerini de unutmam- nazım'la işten çıkmışız 31 aralık 2002 saat 23.12 gibi, daha üniversite öğrencisiyiz o zamanlar, maslak'ta acaip rüzgarlar eser bu saatlerde bu mevsimde, nazım ipince bir oğlan, rüzgar beni uçuramaz, napalım demişiz, yurda gitmek istemiyoruz, selim bizi alkollü kabul etmez, beşiktaş'ta hakan pastanesiyle sinanpaşa camiiyle çıtır'ın oraya çektik üçer bira, it gibi soğuk, attila ilhan soğuğu var havada, yağmur yok mu, o da var,

geçen sene de öyleydi nitekim.
genellikle yolda kalırım senenin bu zamanlarında.
hatırlamaz olur muyum.

- Diar 2


24.12.2013

bu sayımızdaki nostalik yolculuğumuzda bir miktar daha geri gidiyoruz. kolilerden çıkan defterlerin çıkış ya da elime geçiş kronolojisine uyuyorum bunları aktarırken, asıl kronolojik sıralamasının önemi yok, zira bazen coğrafya tarihten daha çok yer tutar hayatımızda. rakım bitti, birayı kalorifer peteğinin üstüne koydum biraz ısınsın için, boğazım çok muhallebiktir, havadan nem toz soğuk sıcak ne varsa kapar ama soğuk içiniz uyarısını dikkate alacağım elbette, hiç de soğuk olmadı zaten içimiz, ısıtmaya programlıydık biz.

iki tarafından da başlanmış deftere. çok basit, hiçbir albenisi olmayan çizgisiz bir okul defteri. bir aşağıdaki yazıdaki de öyleydi. hatırlıyorum ve burdan da net anlaşılıyor ki bu defterler ansızın çöreklenen bir ihtiyaç halinde ilk bulunulan kırtasiyeden uyuşturucuya sarılınır gibi alınmıştı. sonrasında biçimleri göz önüne geldiğinde pişman olunmuştu ama çare yoktu çünkü ilk ansızlığın ihtiyacıyla apartopar sayfalarca yazılmıştı. tıpkı okul hayatımda olduğu gibi, ilk günler deftersiz gittiğim derslerde aldığım ilk notları hakiki defterini aldıktan sonra hiç temize çekip geçirmedim yeni deftere, hep araya iliştirdim sadece.

defterin sağından da solundan da girmişim. sağı tarif ettiğim asıl açılış yerine baktığımda "ah seni bilmiyor kimseler bilmiyor" diye bir öykü karşılıyor bizi. attila ilhan şiirinden alıntı. fena attila ilhan'cıyım o zamanlar, hâlâ da severim. ilk yazdığım öykü diyebilir miyim emin değilim ama bu defterin tutulduğu yılla ilgisi olmayan bir tarihte yazılmıştı aslında, bu defter diğer içeriğine bakılırsa 2003 sonunda tutulmaya başlanmış, bense bu öyküyü 2002'de yazdım diye hatırlıyorum. bir icq sohbeti üzerinden öyküleştirilmiş uzun bir metin bu. icq meşhurdu o zamanlar (61436127 :) ben de haftasonları internet cafelere gittikçe açıyordum, sonrasında eve çıktığımda da kullanmaya başladım, izmirli bir kızla yazışıyorduk, gayet düzeyli edebi felsefi bir sohbetimiz vardı, sohbet ilerledikçe buluşmaya karar verdik ve ben bir haftasonu izmir'e indim, içmeye başladık, benle başka napılır hiç fikrim yok zaten, alsancak'ta bir barda içtik biraz, sonra geç oldu ve o yılların yine popüler mekanlarından dungeon'a girdik, gece bitti mekan kapandı, yaz vaktiydi, büyük park'a geçip sabahladık. ikimiz de o kadar saftık ki, o kadar duru bir buluşmaydı ki. sabah da ilk otobüsle döndüm, o da evine döndü. kızın nick'i marla singer, benimki baudelaire : ) bu öykü icq sohbetiyle başlayan bu gerçek buluşmayı hikaye eden çok basit çok heveskar bir öykü. belli ki yazılı bir yerde dursun diye bu deftere kaydetmişim üşenmeden. vardır ya hani, sonra bir daha gördün mü abi o kızı? görmedim abi.

defterin aynı yönünde yazılmış; uykusuz, gece içinde bakışlar ve sayıklama isimli üç melankolik anlatı var. birine 01.03.2004 02:10 diğerine 02:33 tarihi atılmış. diğeri de 03.03.2004 02:46 demişim, ve "dergiye gönderdim" yazmışım. hangi dergidir, neyin nesidir yok, hatırlamıyorum da, iğrenç bir metin. o zamanlar geç yatabiliyormuşum demek ki. halbuki hayatımın hiçbir döneminde geç yatmamışım gibi bir his var içimde, içkili sahil sabahlamalarım hariç tabii. dergiye gönderdim dediğim yazıda pek çok atıf var. yılmaz odabaşı'nın feride şiiri mesela, ama az bozmadı o şiir o dönem beni. başka da bir şey yapmadı zaten edebiyat adına şairin kendisi. pınar kür'ün bitmeyen aşk'ı var. hahah hatırladım, şöyle demişim öyküde, öyküymüş bu; "bugün caner'e sorduğumda 'oğlum unut onu, devamlı biriyle mesajlaşıyor' demişti." hatırladım, olayın gerçeğinde meğer caner'le mesajlaşıyormuş ama caner bana öyle aktarmış : ) çok kötü bir isim seçmişim kahramana, caner ne ki. hmm, letting the cables sleep'e de atıfta bulunmuşum. çok içirmişti bu şarkı bana o dönem. şimdi de başlasam iki gün iki gece içirebilecek kuvvete sahip. kıza da nihan adını uygun görmüştüm. nihan mıydı dideden ki.

sonra da "iki insan bir insan" başlıklı bir öykü var. unutmuşum bunları yazdığımı. bu da çok kötü bir öyküymüş, şimdi okudum da, taze çekilen bir anının üstüne yazılan hiçbir şey -samimiyet taşısa da- edebi değer taşımaz kanısında iddialıyım.

"o cumartesi gecesi, ben anlattım... sen dinledin." 6 aralık 2003. fragmanında buna benzer bir şey geçen bir yakın dönem filmi vardı, lütfen hatırlatın bana. biz o filmi ta ne zaman çekmişiz : ) hmm, bir de boris vian'ın "günlerin köpüğü" çok meşhur hayatımda o dönem. ama hâlâ onun üstüne anlatı tanımam, görsem de tanımam. içinde deresi ve tavşanlarıyla orman, der üstad. chloe, der. bunu filme çektiler yakınlarda, izlediniz mi ahali? ben izlemedi.

defterin diğer yönüne geçiyoruz şimdi. mopak, % 100 saf selülözden üretilmiştir. mopak özelleşmişti o senelerde. yok yahu, seka'ydı o. mopak zaten özel. olay omorfo mahallesi'nde geçiyor. 28 ekim 2003'de başlanmış kaleme. sms örnekleri var, ve telefondan deftere aktarılmış yüzlerce sms. 13 aralık 2003'de ara veriliyor. müthiş bir sarkastik olduğum konusunda bir tespiti vardı tespitlerine güvendiğim bir arkadaşımın, bunu bana söylediğinde sarkastiğin ne demek olduğunu bilmiyordum. o esnada kendisine sorduğumda, müstehzi demekle yetinmişti, sonradan anladım ki müstehzi yeterli değil sarkazmı anlatmaya, ama ben hangisiyim ondan emin değilim. sadece hiçbir zaman ciddi olamadım, bundan eminim. işte bu deftere kaydettiğim mesajlarda en beğendiğim yönüm olan uzaktan sarkastik cevapcılığın harikulada [typo yok] örneklerini görüyorum kendim, başka da gören etmedim.

sonrasında bir dergide ilk yayımlanan öykümü yazmışım bu deftere. bu defter o defter miymiş, hay allah. dergiye gönderdim, mart sayısında yayımlandı demişim. 2004'den bahsediyorum tabii.

defterde mart nisan mayıs haziran ekim'e kadar giden bir sms kayıtları topluluğu var. sonra boşluk verilmiş. belli ki bu kayıtları hafızam için ele almışım, zira hafızamı alkolde açmayı iyice yoğunlaştırdığım bir dönem bu dönem ve sonrasında ardı arkası kesilmeyen bir süreç beni bekliyor olacak. on sene aralıksız içmek.

o dönem andre breton'la tanışmışım. ama şimdi daha net fark ediyorum ki, gerçeküstücülük tanımının sadece adına vurulduğum bir dönem, içeriğini fark edecek olgunlukta değilim, nadja'sıyla tanışıyorum üstadın. yalçın küçük okuyorum. onur caymaz okumuşum, yetenekli bulmuşum, nerden bileyim sonrasında adamın ajtasyondan başka bir şey yapmak bilmediğini. sefa kaplan'ın "öyküler seni söyler"ini okumuşum, adı güzel kitabın bi kere, oğlak'tan çıkmıştı hatırlıyorum kapağını net bir şekilde, oğlak'ın son demleri.

ve en önemli kısmı defterin bana kalırsa. özet halinde kelime anekdotları dökmüşüm. aynen: dünyanın en altın kalpli çocuğu. su gibi gitmek. süt. kurabiye. huzur makinesi. içli köfte. nur-u ayn. you're my sunshine. muhabbet kuşu. melek. petroleum girl. denge. MUSE. radyo. sırnaş. ela. kan. kahvaltı. makarna. kurbağa. eti puf. kaave. dargın ayrılmayalım. nota. ne kim. yoğurt. iş. oruç. iftar. davulcu. çöpçü. gece. espri. karyola. duvar. ışık. spesyal. meraklı. züğürt. istanbul. gayriciddi. tedirgin. böğürtlen. kişi. madly. condensant. aptal. foolish lovers do. kaybol. fıtı fıtı. proje devinim. mufk. vasıf. beraber. excel. ödev. yenge. rüzgar. burcuvazi. emrah. kontör. yıldız tablo. kulak. ince. tatlı. kafi. kifayet. burberry. yıkılmak. saç. faith. mor göz. bardak. defter. fuzuli. bok. yırtmak. utangaç. forrest gump. ballıca. ciğer hasta ölmek. ah kamil ah. dünya. susam. huy. brokoli. şibumi. otogar. nilgün marmara. dayı. regl. şuh. murat. eski. ramazan. bulaşık. zambak. krizantem. jelibon. cocostar. cold cold night. özür. safsata. allah. ev. musıki. paramparça aşklar. çingene. sütlaç. andırmak. maçka. çeşm-i siyah. apti palace. dan kek. dantela. kola. çocuk. perde. psikopat. yılmaz. romeo. köle. televizyon. ıyy romantik. mısra. sırma. çarşaf. börek. sefil. yoz. hodbin. mutlu. zil. domdom. uçurum. dostoyevski. pasif agresif. poe. sol. just silence. radiohead. cem. duman.

ve defter sağdan sola ya da soldan sağa boş kalmış birkaç sayfayla bir daha yüzüne bakılmamış. hiçbir defteri tamamen bitirdiğimi hatırlamıyorum. herhangi bir şeyi tamamen bitirdiğimi de. çok sevdiğim bazı romanları da özellikle bitirmeden kenara ayırdığımı iyi bilirim. sonu gelsin istemem. yüzyıllık yalnızlık, imkansız aşk, sahilde kafka, tutunamayanlar, kürk mantolu madonna, anayurt oteli, aylak adam, varolmanın dayanılmaz hafifliği, şu an ilk aklıma gelenler. son üç beş sayfasını bilerek okumamışımdır. hiçbir şeyin sonunun gelmesini istemiyorum, her şey yarım kalsın ki devam ettiğini, laf olsun diye olmadığını hissedeyim. bir şeyi bitirdiğiniz zaman onu yaşamanızın, yaşamış olmanızın bir anlamı kalmıyor. bitmemek üzere yaşamalısınız ne yaşıyorsanız. bu yüzden de bu defterler hâlâ günyüzünde, çünkü bitmediler.

23.12.2013

gün içinde rastlayıp hatırladım : )


22.12.2013

mukadderat icabı yayın hayatının sonuna geldiği sezilen, ölüm iyisi olarak tanımlanabilecek günlerini yaşayan bu bloğun açıldığı günlere dair birkaç defter geçti elime yeni evime taşındıktan sonra. bu defterleri açmayı bilerek ötelemiştim içinden çıkacak canavarlarla savaşma gücünü kendimde bulup bulamayacağımdan emin olmadığımdan. ama kaderden kaçılmadığı ve korkunun ecele faydası olmadığı malumumuz. hem, dünyanın, pek çok şeyi ve insanı kaybederken az çoğunu kazandırmaya da devam etmesi bazı şeylerin bitmesini katlanılır kılıyor muhakkak. her neyse, bir daha açmayacağımdan artık iyice emin olduğum bu defterleri açacağım birkaç gün. üç haftadır uyguladığım haftaiçi içmeme kararım bozulacak ama birkaç kadeh rakının bana bu esnada eşlik etmesi kaçınılmaz. kendimin nebil özgentürk tipi müzikli anlatısını yapacağım, ve bunu rahatça ve kendim için yapacağım. kimse kızmayacak çünkü kimseyi yazmayacağım. defterde okuduklarımdan çağrışımlarım bulunacak burada. bu defterlerde 96 yılında başlayan lise hayatımdan bilgisayar destekli yazı ortamına girdiğim 2006'lara kadar bir geçmiş mevcut. sonrasında bu defterleri napacağımsa büyük bir soru işaretinin kilerinde duruyor, bilmiyorum. zor bir karar olacak ama sanırım onları herkes gibi ben de yakmalıyım.

"eski" şehir
"eksik" şehir

başlığıyla açılıyor defter. 04 ekim 2004 tarihinde başlanmış. "pencereden sokağa bakıyorsunuzdur gecenin bitimine doğru... sanki o geçer ceketine sımsıkı sarılmış bir biçimde. ROADS çalıyordur." şeklinde bir alıntı ardından sayfa boş bırakılmış. bu alıntı ekşisözlükten roads başlığının altında yazan bir yazıdan diye hatırlıyorum. 2003 sonunda keşfetmiştim portishead'i. tabii roads, mysterons, ve üzerine bir yazı yazdığım undenied, ve diğerleri. ama 2004 yazı tamamen bu üçlüyle geçmişti. ve bu alıntının benim için önemi büyük, anlamı itibarıyle. tam da beni tarifliyor çünkü. tipik bir büyükşehir anlatısı gibi geliyor bana. fazlasıyla manidar. gençliğin üç nokta yanyanalı yıllarının ifadesi. şu an tek noktalı yaşlarımdayım. herkes üç nokta yanyanalı bir dönemden geçmiş olmalı gibi geliyor bana, ama ısrar etmemeli bu dönemde elbette. bir sonraki şarkıya kadar roads eşlik edecek bize bunu yazarken. ve defter başındaki alıntı. çok güzel anlatmamış mı şarkıyı tariflerken. bunu müslüm gürses'den dinlemeye kalktığımızda şöyle diyecek üstad, "karanlık çökünce sokağınıza, köşede ben varım, unutamazsın." aynı şeyin farklı şekillerde söylenişi. köşede duran bir adam oldum çünkü. hani tarık akan'la gülşen bubikoğlu'nun oynadığı "ah nerede vah nerede" adlı filmde tarık akan karakteri sokakta zemine "seni seviyorum" yazar ya, gülşen bubikoğlu karakteri de pencereden perdeyi kıyılayarak sertçe bakar ve perdeyi sonsuza dek çekmiş gibi kaş çatar, bu sahneyi önemserim ben. erkekleri ikiye ayırırım bu hususta, o yazıyı oraya görünür şekilde yazanlar ve o yazıyı elinde bir mektuba yazıp ha verdim ha vericem diye buruşburuş köşebaşında bekleyenler. geçiyorum.

nazım'a mektupla açılıyor defter. nazım dediğim şair nazım değil, benim liseden arkadaşım makine mühendisi nazım. askerdeydi o sırada ve ben eskişehir'de kötü durumdaydım, laf olsun diye yapılmış ve yıllarca su yüzü görmemiş bir barajdım. yağmur sularının bile iplemediği, sağdan soldan gülerek sızıp giderek içinde birikmeyi reddettiği, kürt çocuklarının bile serinlemeye gelmediği kurumuş bir barajdım eskişehir'deki ilk günlerimde. bu yüzden nazım'a kızıyor ve askerden yolladığı mektuba cevaben defterime yazıyordum. beni yalnız bırakan o değildi aslında, bendim, ama onun haki kamuflajlı yalnızlığınınsa ben farkında değildim. ahmet kaya'nın yüreğim kanıyor'unu büyük meze yapmışım mektubuma. şarkının bütün sözlerini alıntılamışım. hâlâ dinlemem o şarkıyı kolay kolay, dinlersem iyi olmaz bilirim.

7 ekim 2004 tarihli kısa bir giriş: "eskişehir'deyim. bir gazete ilanı beni buraya yönlendirdi. çok değil, daha üç ay öncesine kadar aklımdan bile geçmezdi eskişehir'e geleceğim, dahası yerleşeceğim, üstelik beş seneliğine. alışmaya çalışıyorum" o zamanlar da kurarmışım devrik bolca cümle.

sonra da murathan mungan'ın "tutkunun veronica voss"u başlıklı öyküsünü yazmışım üşenmeden. ruhen orospu olmayı pek güzel anlatır bu öyküsünde. bir sonraki sayfada yine m. mungan'dan "boyacıköy'de kanlı bir aşk cinayeti" adlı öyküsünden bir alıntı yapmışım. m. mungan'ın çok iyi bir yeniden yazma ustası olduğunu düşünüyorum, iyi bir öykücü. ve edip cansever var hayatımın büyük bir kesiminde, ve şu alıntı "bitmedi, diyorum bitmedi şaşkınlığımız"

"niye" sorusuna cevap aradığım ve hepsinin cevabı, "işte bu yüzden, sırf bu yüzden işte" diye biten bir yazı yazmışım.

aralık ayıydı, onikisi gibi hatırlıyorum, defterde buna dair not yok. okuldaydım. sahibini bilmediğim bir numara aradı. bir kız sesi, ağlıyor. ağlayarak konuşuyor. önce yanlış oldu zannettim ama adımı biliyordu ve bana hitaben ağlıyordu. yarım saat kadar sürdü ağlamalı konuşma. rahatlamıştım çünkü konunun öznesi ya da yüklemi ben değildim, ben rahatlamak için anlatılandım sadece. sonrasında gülmeye başladı ve hâlâ kiminle konuştuğum hakkında fikrim yoktu, tek derdim ağlayan bir kadını gülümsetmek olmuştu, bu bir refleksti zaten bende. biraz ferahladığını anlayınca telefonu kapatırken sorabildim ancak, ben kiminle konuştum diye.

senenin son günü idi, şehirdeki tek arkadaşım aradı, otogara ortak bir arkadaşımız gelecekti onu alır mısın diye, onu aldım ve onlara bıraktım. sonra gitmedim yanlarına, içimden gelmiyordu, şarap içerek girdim yeni seneye.

8 ocak 2005'de içinde kill bill izleme hikayesi geçen ve gerçeğe dayanan bir öyküyü yazma girişiminde bulunmuşum. bunu sonradan da bitirmedim diye hatırlıyorum şimdi.

11-12 ocak'ta "dost" adlı uydurma bir öykü yazmışım. sonradan aynı yıl bunu aylak'da yayımlamıştım. ... ahmet arif'in ay karanlık'ından esinlenerek bir şey yazmışım. çok hoşuma giderdi bu şiirini seslendirdiği mp3. "hasretinden prangalar eskittim" kitabını almamak için çok uzun süre direnmiştim nedense. benim için bir kitap ya ilk baskısında alınır keşfedilir ya da alınmaz gibi bir takıntım vardı. onun ilk basımına yetişemeyeceğime göre neden inat ettiysem, huysuzum çünkü. YUMMAYIN GÖZLERİNİZİ ULAN diye de yazmışım büyük harflerle sonra.

ve dönemin en büyük hatıralarından, YÜCE İSA BANA NE YAPTIN BÖYLE. "-işte geldi anne bir kara tren / işte geldi anne bir kara sabah" sonraları bir şair bu şarkının ilk dizesinin türkçeye farklı bir tercümesini şiir kitabına isim yaptı; "bak anne geliyor bir kara tren" diye. bunu kitabı okumadan benden başka anlayan oldu mu bilmiyorum elbette, kitabı okuyup anlamayanlara dokunmuyorum bile. bu sözler "çingeler zamanı" filminde çalan "ederlesi avela" adlı eserden. tam da 2004 yazıydı, aynı filmde olduğu gibi ve olduğu kadar sarhoş olmuş ve onun düştüğü durumlara düşmüştüm. bir daha o kadar kaybetmedim kendimi, yaklaştım ama o kadar değil. bazı filmler bazı şarkılar hayatımızda ayrı dönemlere hitap eder ve bünyenin onu kanıksaması uzun sürer, sonra muhakkak bir yerden sonra etkisi yiter ya, benim dünyamın en uzun gezdirdiğim aksesuarlarından olmuştur bu film. bazı sanatsal değerleri bana ilham verdikleri ölçüde mi değerli buluyorum yoksa onlar mı değerlerini o şekilde hissettiriyorlar bana, her ikisi de, ve bu film üstüne çok içtim çok düşündüm çok yazdım. filmde geçen bazı replikleri not etmişim deftere.

ah müjgan ah'dan alıntılar var sırada. sonra da soruyorum, menekşe gözlerde hiç vefa yok mu? sadri alışık'la da bütünleştiğim dönemler.

ardından not aldığım bazı cep telefonu mesajları var.

sonra da edward said'den meşhur bir alıntı yapmışım: "içindeki hasreti dindir, unutulduğun kent senin değildir." istanbul hasreti had safhada.

6 şubat 2005. izmir'den seslenmişim, şu an çalıştığım işyerinin daha iki ay önceye kadar kaldığım misafirhanesinden. ilk gelişim ve ilk kalışım idi orada. beş sene sonrasında işyerim olacağını biliyordum. bir dizi çekiliyor o sırada seher vakti diye, mesaj atmış menkul kıymetli arkadaşım, "dizide oynamaya başlamışsın." diye o dizideki karakteri bana benzeterek. hemen annemi arayıp soruyorum, anne böyle bi dizi varmış, bu dizideki adamın biri bana benziyormuş, doğru mu diye. o da meğer oğlum çıktı diye izliyormuş diziyi. insanın annesi bile benzetiyorsa gerçekten benziyor mudur, ben hiç benzetemedim halbuki. tabii saçlarım varken benziyormuştuysam. ... tutunamayanlar'ı okuyorum o sıra o misafirhanede. onbeş gün kalmıştım sanırım ve kitabı orada başlayıp orada bitirdim. ve iki üç hafta önce konusu gelince bloğa iliştirdiğim hikayeye orada başlamıştım. üç bölüme ayrılan bu hikayenin ilk episodu defterde duruyor şimdi gözümün önünde.

mart ayı gelmiş. "eğer bir gün bir kadın eli omuzunuza dokunur da 'ne par pas' 'gitme' derse bilin ki bu güzeller güzeli triyandafilis'dir, sen de gitme triyandafilis" ayla kutlu'nun bir novellasından uyarlamaydı sanırım, onu izledim o ara. ne kadar da iyi bir zamanlamaymış, ya da başka bir açıdan bakarsak ne kadar da yangına körükle gitmişim bu filmi izleyerek. hâlâ izlemeyeniniz varsa mutlu bir anında izlesin. ben o dönemler yerli film arayışındayım, tabii internetten indirme, youtube'dan izleme pek mümkün olmadığından zar zor cd bulmaya çalışıyor ve buldukça da kaçırmıyorum. bu film de o arayıştan bana bir sürpriz. defterde bu filme dair alıntının hemen ardından upuzun başka bir alıntı başlıyor, aynı film keşfetme sürecimin başka bir altın portakalı bana, masumiyet'te haluk bilginer'in güven kıraç'la esrar içerken derya alabora'yla hikayesini anlattığı sahne. üşenmedim bu sahneyi durdura durdura tüm konuşmayı yazıya döktüm ve sonra bilgisayara geçirdim. sonrasında aldığım mesajlarla sabitlendi ki bu konuşmanın metni internete ilk benden yayıldı.

18.03.2005 mesajlar. başlıyor. geri alınamayacak bir dönem. mihenk. 14.04.2005 istanbul'dayım. maçka parkı'na çıktık.

pazar gününe rastlayan 19 haziran'da defterin son yazısını yazarak geçen seneyi özetlemişim.

defterin içine iliştirilmiş bir kağıtta arkalı önlü "hayat hipermetroptur" başlıklı bir mektup yazmışım.

16.12.2013

güle güle danyal.

15.12.2013

- kusura bakma ağam kendimi kurtarmam lazımdı.
- kurtardın mı bari?

7.12.2013

annemle mutfakta oturuyoruz. sanki aradan yillar gecmis annemle mutfakta oturmayali. halbuki uc ay olmustur en fazla. bi kere mutfakta uc ayda bir de olsa oturabilecegim bir annem olmasina sukretmeliyim. bulasik makinasindan sikayet ediyor annem, makina alirsan camasir makinasi gibi kisa programlanabilir bir makina al oglum diyor, bunu dogrudan boyle soylemiyor elbette, yoksaa annemin 'programlanabilir' kelimesini kullanmasi mumkun degil. bense bu sirada telefonumun klavyesinden muzdaribim, muhakkak typo yapiyorumdur diye kafa yoruyprum, annem bulasik yikarken. bulasik makinasinin ne kadar uzun surede yikadigina uzuluyoruz annemle birlikte, halbuki en azindan yagsiz bulasiklari kisa programda yikasa ya camasir makinasi gibi. hak veriyorum anneme. babamsa ucuncu kadehini hizla ictikten sonra sobanin yandigi salona cekiliyor. babamla kavga saatimiz baslardi eger ringe kenara cekilmeseydi, zira ikimiz de ucer kadehimizi devirmistik ve artik ortam annemin endise veren bakislarina sahne olmaya baslardi. derken babam kenara cekmesini bildi. bense hic kenara cekmeyi ogrenemedim sanirim. ya da en azindan son birkac senedir, normalde yasayamadigim ergenligimi doyasiya yasamaya koyulmustum ve bu nedenle babamla kavga etmek, evden.ikimizden biri cikip gidecekmis hissi uyandirmak hosuma gider olmustu. elbette bu esnada olan anneme oluyordu ve o da sanki yillarin pcunu benimle almak istermis gibi, sen aldirma oglum baban boyle iste doyordu, halbuki annem bilmiyor muydu ki babam neyse ben de o oluyordu. annemin mutfagiyla ilgili derylerini dinlemek hosuma gidiyordu ama su kahrolasi telwfonumun tuslarina basan parmaklarim eminim ki dolmaliklarindan buyuk buyuk tuslara basiyor ve bana hic sevmedigom gibi yanlos yazdiriyordu. evet aralik aynin ortasina dogru komur kokulu memleketime hos gelmistim ve evimin mutfaginda sigara ocmem yasakti. memlwketime girmeden once dun aksam, soyle bir sehri dolanayim deyip kicuk gaz pedaliyla arsinlistim. bu esnada demez mi mp3 calqrindan arabanin kauran akkor, diyorlar ki sen delisin hic bu kadar sevilor mi. ben bu sehirde halbuki ayrilali tam yirmibir kusur yil oldugundan hic o kadar sevmemistim ki zaten, alqkasi yoktu ama ara ara sokaklarinda sarhos dplanmisligim vakiydi. annemin ne guzel kaygolari vardi mutfagiyla ilgili. sanki su mutfagi salonla birlesyiretek biraz buyutsek dunyanin en mutlu insaniydi, bundan babama bahsettiginde ise babam da sanki sevgilisinin istegoni sadece daha da degerlensin diye ve onun son andaki keyfini gprmek icin beklwyen bir adam gibiydi. ben de bu esnada bunu aktaran fakat cumlelerini toparlayamayan adam. hicbiri olmadi.

5.12.2013

ben de seviyorum zeki müren'i. gülbeşeker'i de seviyorum sevdim. rakıyı özledim. menendin yok seni kime benzetem. güzelmiş bu.

sesigüzel güzergahı diye bi cafe-bar-bistro-lounge açmak istiyorum. çalışan ararken vereceğim ilanda, ses mülakatına alındıktan sonra kabul ya da red edileceksiniz diyeceğim. garson adaylarına düm teka düm tek diye usül vurdurup, kendi seçtikleri bir iki şarkı söyletip öyle alacağım işe. sonra çalışanlar çalıştıkları esnada ya da dinlenirken filan, şarkı söyleyecekler çıplak sesle. enstrüman nadir zamanlarda olacak. mekan ve makam böyle, buyurmaz mıydınız?

2.12.2013

dünya üzerinde bu şarkıyı benden çok ya da benim kadar bile seven yok sanırdım. varmış meğer, hem de adam tutup film yapmış, bense bilmemişim senelerdir. insan öğrenmek için yaşar, boşuna da dememiş şair.

turkuazı seviniz.