ama arkadaşlar iyidir



30.12.2014

her yere kar yağmıyor malum. sizlere bundan beş yıl kadar önce bir kibritçi kız masalı anlatmış idim, hatırlamıyorum ayrıntılarını. ama senenin bu dönemlerinde geçen olaylar kişi biraz daha ayık olduğundan daha iyi hatırlanır düşüncesindeyim. mesela ben, senenin diğer hiçbir dönemini hatırlamayabilirim lakin bu birkaç günlük christmas dönemini kafam fevkalade aklımda tutar. maruz kaldığım bunca radyasyon bile bozamadı bunu. tabii bir de şubat 11'de filan aldığım mesajları unutmam. şubat 13'de aldığım mesajları unutmuşsam bile. benim yeğenim doğdu şubat 13'de. bekleyemedi bir gün daha sanki. ne alakası varsa. bugün izmir'in belli bir kesimine kar yağdı. ve çok sevindi insanlar. ben hiçbir şeye sevinmediğim gibi -hayır elbette ki böyle bir gerçek yok- ben de sevindim elbette. bir izmirli gibi sevinmedim belki ama sevindim tabii ki, tabiatı severim nitekim. 'hiking' filan işim olmaz o ayrı mesele. baktım, kartopuna yöneldi insanlar. kızdım onlara, yahu kar yağınca neden kar topuna yönelirsiniz ki koyim dedim, bildiğim en galiz küfürleri savurdum. sevmiyorum arkadaş şiddete meyyal demonstrasyonları. ha bana üç kadeh içirir de yüksek şiddetli müzik dinletirseniz o zaman kendime şiddet uygulayabilirim ama anlayamıyorum insanların diğerlerine acı verme ihtimali dahi olan herhangi bir şeyi şaka adı altında uygulamasını ve buradan kendine bir eğlence çıkarmasını. ya da ben havadan nem mi kapıyorum bilemedim, ama hocaefendinin bi lafı vardır, "benim için havadan nem kapıyor diyorlar, ya yağmur altında ıslanmayanlara ne demeli," diye. şimdi aklıma geldi işte durduk yere. zaten pek çok şey benim aklıma durduk yere gelir. aslında bu yüzden belki de en sevdiğim huyum aklımdır. hissetsen şaşarsın bence. şaş bence. dün değil de ondan önceki gün zorlu bir pazar günüydü benim için. bağışıklık sistemimi biraz fazla sevdim sanırım, ki severken ben de acıttığımı hissettim. her neyse, her zamanki diş macunu kürümü uyguladım bağışıklık sistemime ve ortaya çıkmadan geçirdim uçukları. bu arada yeğenime diş fırçalamayı öğretmeğe çalışıyorlarmış ancak macunu yiyormuş kerata. tadını pek beğenmiş.

geçen sene bu zamanlar ne fikri hür vicdanı hür aklı hür bir adam idim. bu sene bu zamanlar ise bambaşka biriyim. gel de gör beni bambaşka biri. birbirine üsturupluca çarpabilen rakı bardaklarını pek seviyorum. rakının beyazı üzerine kafa yordum bugün biraz üzerinize afiyet. rakının beyaz olmaması halinde bir anlamı bir sembolizmi olmaması üzerine. bir de buna karşılık harama helal karıştırmama bahanesiyle rakıyı sulu içemeyen kesim vardır ama benim için bir anlamı yok. ne demiş müslüm gürses bu hususta, sen kışıma yorgan oldun. hani rakıya koyduğun su da kışın örtündüğün yorgan gibi bir şey. yoksa yakarsın kombiyi cayır cayır, don gömlek yatarsın o ayrı mesele, ama doğal değil işte pampa.

ne diyorduk, geçen sene bu zamanlar, acaip sergüzeşte hazır bir nesne idim. tam bir nesne idim. sonra işler bambaşka bir haller oldu. başıma ne haller geldi. dünyayı bir bambaşka yerinden gördüm. eğretileme yok, dünyayı göğkuşağının üzerinden gördüm, göğkuşağının renkleriylen gördüm, gördüm ben gördüm. dünya bana bambaşbaşka görünüverdi. kendimi yine porsuk kıyısında sigara içerken ya da şöyle deyim bulutlara neyin bakarken yakaladım. ellerimle bulutları işaret ediyordum eskişehir otogarı'nın dibinde. şimdi, ben çocukluğundan ergenliğine kadar hayat bilgisi kitaplarının yeni yıl sayfalarında karlı fotoğraflar görüp de ömründe kar görmemiş bir çocuğun kar merakı kadar, kibritçi kız'ın karlı bir yılbaşı gecesi sokakte elinde kibritleriyle karda sönüşünün acısı kadar, ilk adamakıllı karı ısparta'da ve sonrasında eskişehir'de görmüş, ne var ki hiç karlı bir yeni yıla giriş gecesi yaşamamış biri olarak, ben daha fazla uzatmak istemiyorum. bana b. ve m.'nin yeni yıla giriş gecesinde aldıkları hediyeyi hâlâ saklayamıyorum, çünkü onu gönderdim. bunu sevdiğimden yaptım.

bugün sonra bi ara ben, mahcup insanların alkolik olamayacağına hükmettim. çünkü mahcubiyetin belli bir sınırı var. elbette ki üst düzey mahcubiyetten bahsediyorum. orda alkolizmle alkolik olmama arasında çok ince bir mahcubiyet sınırı var. dünyaya karşı mahcubiyeti had safhada olanlar alkolik oluyorlar. mahcup olan ancak mahcubiyetinden de mahcup olanlar var bir de, onlar işte alkolizmin sınırına dayanıp geri kaçıyorlar. çünkü arada çolukları çocukları anaları babaları var.

şimdi ben size, şimdi'den iyi seneler dileyeceğim. zira yarın yeğenim gelecek. gene birbirimize tip tip bakacağız. aramızdaki soğukluğun bana verdiği üzüntü rüyama sirayet etmiş olmalı ki geçenlerde rüyamda ikimiz de bülbül gibi şakıyorduk. lakin böyle bir dayıdan öyle de bir yeğen beklenir bu başka. neyse, o karıştırsın benim evimdeki nesneleri, döksün kırsın ziyanı yok.

size bir yeni yıl hediyesi almış -burası çok zor değil- ve verebilecek olmağı çok dilerdim. yine de "have yourself a merry little christmas" dinlemeyeceğim asla, nedense beni çok kötü yapıyor zira.


28.12.2014

boş zamanlarımda şiir okurum. boş zamanlarımda şarkı söylerim. merhaba. boş zamanlarımda şiir okur ve sesimi kaydederim. boş zamanlarımda şarkı söyler ve sesimi kaydederim. merhaba. boş zamanlarımda şiir okuyuşumu hiç beğenmem ama yine de devam etmekten geri duramam. boş zamanlarımda şarkı söyleyişimi beğenirim. merhaba. boş zamanlarımda şiir okuyuşumu beğenmiyor olmama rağmen paylaşırım. boş zamanlarımda şarkı söyleyişimi beğeniyor olmama rağmen kimselerle paylaşmam. 

deminlerde yine bu nevi kayıt kuyut işleriyle uğraşırken birden normalinden fazla siren sesi duymağa bağladım. çoğunlukla olduğu gibi ambulansa yordum ama seslerin yoğunluğu bir türlü azalmıyordu. ambulanslar gelip geçerlerdi daha ziyade. sonra arka penceredeki odada oturduğumdan oraya göz gezdirdim ve itfaiyenin geçtiğini gördüm. hmm dedim, herhalde bir araç yetmedi. hâlâ ses kaydedicem diye uğraşıyorum o sıra. sonra baktım ki siren sesleri kesilmek bilmiyor. kaygılanmağa başlayıp içeri koştum. kesin balkonda sigarayı düzgün söndürmedim ve evde yangın çıktı ve haberim yok diye düşündüm çünkü yanık kokuları dumanlar gelmeğe başlamıştı. balkonumun haddiden fazla aydınlık olduğunu görünce saliseler süresince bu vesveseye inanmadım değil. sonra balkona çıktım benden gelen bir şey yok ama sol alttan yükselen kesif duman ve koku ve aşağıdaki kalabalık, itfaiye polis işbirliği ve curcuna. acaba merdivenler ne durumdaydı, aşağı inebilecek miydim, duman ne kadar yeri ne kadar sarmıştı. 

bunları yazabildiğime göre elbette her şey normale döndü nitekim. 

25.12.2014

merhaba ben lokman. ben doktor. ben hekim. merhaba ben lokman hekim'in gör dediği. merhaba ben brut, erkeğin kokusu. merhaba ben snob. merhaba ben jagler. merhaba ben jöle. merhaba ben ben size bir şey diyeyim mi ben. ben tutuldu ellerim. merhaba ben i have been living since i'm x. merhaba ben x. merhaba ben çok bilinmeyenli denklem. merhaba ben matematizmin en keyifli yanıyım. merhana ben insanlığın en güzel günlerini birlikte geçirttiren. merhaba ben hırka. merhaba ben sabah kalkar kalkmaz hırka. merhaba ben ayva. ben limon çekirdeği. ben çekirdeklere methiyelere düzen adam. ben bozca adam. ben kırcali'den. ben yusuf. merhaba ben kapiler etki ile çalışırım. merhaba ben bir düdük yat bir düdük sürün. merhaba ben paspas. merhaba ben pasaport. merhaba schengen. merhaba yengen. merhaba ben hakan bıyık dayı. merhaba ben kulaklık. ben bere. bara bara bara, bere bere bere. merhaba ben iki nokta üstüste. merhaba ben iki nokta üstüsteyi fena halde romantik ve erotik buluyorum, bize bunu işaret ediyor gibiler. merhaba ben bilmece bildirmece. bulmaca buldurmaca. buldurmayan allah buldurmaz zaman zaman. merhaba ben artvin. merhaba ben köstence. ben lufthansa. merhaba ben bilinçaltı. merhaba ben silindir. ben sarnıç diyorum ben sarnıç. ben suçıkan. merhaba ben şirpençe. ben çiçek bozuğu. merhaba ben ta kendisi, çiçek dürbünü. ah bu ben, ben size bir şey desem yarısı boşa gider. merhaba ben terziler geldiler ve gitmek bilmediler. merhaba adisebaba. merhaba çarpışan arabalar. ahha notalar. merhaba ben portelere asılı kalmış hasılı kel adamlar. merhaba ben aklı bir karış havada ölçü birimine aldanmamalı. merhaba ben vapur, bildiğin vapur. merhaba ben cuma. ya da perşembeyi cumaya bağlayan gece o ben. merhaba ben tasa lambası, tasalandığınızda yakınız. merhaba ben yirmidört saat. merhaba ben koskoca bir yıl. merhaba ben en kısa gece, ya da başka bir deyişle başlarsak en uzun gündüz. ben komşular. merhaba ben ev alırım komşu almam. merhaba ben muhsin ben. merhaba ben kılıf. merhaba ben denizaltı. ben fırkateyn. ben mi, ben bulut. merhaba ben, beni anımsa beni unut. merhaba ben şiir okudum, şarkı söyledim, karabiber üfledim. bunlar blogdaki son günlerim.

22.12.2014

ben de zannettimdi ki bana bir şey oldu. halbuki bana hiç bir şey olur muydu. aslında birbuçuk sene önce kadar başladı her şey. bir gün bir şey oldu ve hayatım değişti. bir gün bir şey oldu ve kendimi kabuk değiştirirken yakaladım. bir gün bir şey oldu ve kendimi haydarpaşa numune'lik buldum. bi motorun üstünde hatırlıyorum hastaneye gidişimi. sonra sen git ben bakarım başımın çaresine dedim. gitti ama aradı nasıl oldum diye. o gün hayal meyal 200 tl acil muayene ücreti isteyen apar topar ilk gittiğimiz o osoru hastane yönetimi hele bi elime geçsin, o ayrı. sonra neyse işte aradan günler geçti. ışıklar yetmez oldu bana biliyor musunuz. ışık körü diye bi hastalık var mı acaba, ya da göz bozukluğuna mı delalet eder gözlerin giderek daha çok ışığa ihtiyaç duyması. tavuk karası filan vardı di mi, hayır gece körü değilem. çay filan demledim işte. bostancı sahillerinden bostanlı sahillerine indim. bopsstile. holy mi holy saatler geçirdim lakin içki koymadım ağzıma. kendime yasaklamıştım bunu. zaten ne çektimse kendime koyduğum özgürlüklerden ve yasaklardan çektim, kendimden başka hiç bi meretten çekinmedim, en çok da kendime çekingendim. bunlar biraz da lafın lirizminin gelişi oldu aslına bakarsak, yoksa benim gibi delişmen bir efendi nasıl çekinir beynindeki nasırlardan. nazır olacak adamdım ama bi bıraksalar. bi bıraksalar her şey olabilirdim. adım soyadım arkasına ne getirsen uyacak tipte bir ad soyaddı. rezil de olabilirdim vezir de, ben ikisini de olamadım. insan ikisinden birini muhakkak tercih etmeli. tam rezil olacakken müthiş algılarım sayesinde kurtardım kendimi, tam vezir olacak müthiş vesveselerim sayesinde uzak düştüm kraldan padişahtan fermandan. her neyse, asıl söylemek istediğim şeyi söyleyeyim de sonra arada kaynıyor, aslında sorun biradaymış biliyor musunuz. dün akşam bunu keşfettim. malum efes birasını bozdu ne zamandır, adı kötüye çıktı şekermiş filan. insanlar da bir anda tuborgcu oldu, ki ben babama servis yaptığım tuborg içtiği gençlik yıllarında -benim çocukluk- anlamıştım daha tuborg'un adam gibi bir bira olmadığını. lan yoksa olan o zamanlar mı oldu bana. her doldurduğum bi bardak rakıdan çektiğim yudumlardan mı yokssaa. konuyu dağıtmadan, diyorum ki sıkıntı biradaymış meğer. dün gece oldu ne olduysa. melankolim biraya ve rakıya bağışıklık kazandığından onlarla baş edemez olmuş. hatta karaciğer de aynı şekilde saçmalamış olabilir bu yüzden. iki kadeh viski içeyim de değişiklik olsun dedim. oymuş meğer. gece uyuyasım filan gelmedi hiç. sabah da kalkasım, ama o ayrı mesele. dur bunu anlatmalı müzik geçmişimle beraber birlikte together combined integrated.

20.12.2014

evde uzun suredir bitmesin diye kullanmaga kiyamadigim parfumumden birkac fis ustume boca ettim. dun geceden yarim kalan sarkilarin soyledigi buyuk sozler ve verdigi buyuk dozlar konusuna bu aksam girmege niyetli degildim. kokuyu uzerime sikip montumu giydim, gidecegim yere kadar herhangi bir etkisi olmayacakti biliyordum, olmasini da istemiyordum. uzun zaman aradan sonra aksam tek basima cikmaga niyetlenmistim. tum randevularimi iptal etmistim -burda abarttigimi kabul ediyorum- usumek istemiyordum ama fena halde acik havaya ihtiyacim vardi. gunduzun fena gaza gelip gidip kredi kartimdan bir tv almistim. tv montaj ekibi geldiginde soyle mi yapalim boyle mi yapalim onerilerine karsi, ben yirmi yildir tv izlemiyorum, o yuzden nasil biliyorsaniz oyle yapin, dedim. anteni olmayan bir eve tv baglamak onlar icin pek basit olmustu. peki anten yoksa hicbir sey izleyemiyor muyum sorum karsisinda belki de iclerinden gulmustuler. tv takilinca oylece bakakaldim ona. ama bu yeni nesil tvlerin oyle ozellikleri vardi ki anten olmadan da usb takip ya da internet baglantisi yardimiyla film izleyebiliyordun, ben de zaten bu amacla almamis miydim. disari cikmistim di mi, o igrenc cumartesi aksamlarindan birine daha sahit olmak istemiyordum. o uzak dag otelini aradim, cok para istedi. oysa benim hesapli bir acik havaya ihtiyacim vardi ve gittigimde alkol alacagim kesindi ve bu nedenle kalmam da gerekecekti. gidemedim. cogun gittigim sehir merkezinde cevresine gore birazcik aykiri duran bir meyhaneye girdim bahcesine. yer sorunu olmadi. buyuk umutlar great expectations icerisindeydim. nereye isterseniz oturun dedi garson. bu demek olurdu ki mekan cok tutulan bir yer degil. normalde tek ve erkek basiniza gittiginizde sizi kose bucak bir yere atarlar cok da para sacan biri degilseniz ve alirlarsa tabii.

her neyse, istedigim raki ebatini ve mezeleri soyledim. sacma sapan bi yerdeydi meyhane. cevrenin, mintikanin havasina uyulsun ama biraz da farkli olsun diye kurulmus gibiydi. icerde yedi sekiz kisilik aptal bi grup vardi. ve ben. sonra sigarasiz bolume uc kisilik bir aile girdi. benim yaslarimda bir kadin ve anne babasi. kadin cirkindi, anne babasi da oyle. raki soylediler. sonra ilgim yedi sekiz kisilik sacma gruba kaydi. sonra bir masa bir masa daha derken mekan az kalsin dolacakti ama dolmadi. cumartesi aksami alsancak'ta mekani dolduramamak cok zordur ama bu insanlar basarmisti, ya da hep basariyordu da ben yeni oldugumdan yeni fark ediyordum. kotu bir yer oldugu kesindi. filmlerdeki insanlar olmadigi gibi filmlerdeki meyhaneler de gercekte yoktu. sonra anne babasiyla gelen kizin bana baktigini fark ettim. anneyle baba raki icerken o ne alkollu ne alkolsuz bir sey icmiyordu. mekanin internet sitesinde seckin muzik arsivinden bahsediyordu ve yalan oldugunu garsonlarin yuzlerine vurmama az kalmisti. bu sacma sehirden uzaklasmaga karar vermem icin en basarili neden buydu, hicbir mekanin ruhu yoktu. hangisine sorsan buraliydi, demek ki burali olmakta bir problem vardi ya da bem burali degildim. ya da burali insanlar hep kolloidal bir suspansiyonun icindeki partikuller gibiydi, evet bence oyleydi, tum deflokulantlar ve koagulantlar hep ayarinda verilmisti ve askida seyreden bir omur sozkonusuydu. bunu acmak istemiyorum simdi soven bir tutumla yuzlesmekten kacindigimdan. sonra biraz raki ictim. isinmaga baslamistim ve montumun onunu acmaga yeltendim. montumun onunu acinca oldu her sey, birkac saat once evden cikmadan hafifce kokladigim parfumum simdi icimden burnuma dogru yukselmisti ve gecmiste o parfumu kullandigim gunler de beynime ususmustu. pek unutkan bir insanim, hatta unutkanligim genelde umursamazlik olarak yorulur ancak bu koku benim hic de unutkan olmadigimi bana hatirlatmaga yetmisti, yeterdi, genis zaman, gepgenis zamanlar.

19.12.2014

büyük söz etme derler ya hani. büyük söz etmekten imtina ederim. ama bazı şarkılar büyük sözler etmişler. sahi, ilkokulda kompozisyon dersimizde öğretmen uyarmıştı beni, daha doğrusu ilkokulda kompozisyon dersimiz yoktu da ben kompozisyon yazınca okurdu öğretmenim, o zamanlar hoca filan yok tabii. her ne ise, çok bağlaç kullandığıma dair uyarı almıştım. neymiş de hep uzatıyormuşum cümlelerimi, bunu aradan geçen yirmi yılda hiç düşünmemişdim, fakat şimdi düşündüm ki evet aynı temayülüm devam ediyor. lisedeki kompozsiyon derslerinde de cümlelerimin arasında gereksiz yere osmanlıca kelimeler sokarak anlatım bütünlüğümü bozduğum, okuyanı ittiğim yönünde uyarı almıştım. aynı habis huyuma hâlâ devam ediyor oluşum canın çıkıp huyun çıkmadığına bir delil mi yoksa ta o zamanlardan beri aynı tarza sahip oluşum mu bilemedim. biliyor olsam da pek önemi olmazdı indimde. ne diyorduk, şair abi dedi ki yazarken geyik yapıyormuşum. ben bunun farkındayım da, ya bilerek yapıyorsam. ya da bu benim için bir üslup ise. şahsen bilerek yapıyorsam çok üzülürüm. ama bu bir üslup ve doku meselesi ise çok sevinirim. bilmeden hesaplanmadan yapılan işleri hep tuttum ve sevdim, olumsuz olanları değil elbette, menfiden yana işim yok, müspetten bahsediyorum. her neyse, hâlâ diyeceğim şeye gelemedim. bazı şarkıların ettikleri büyük sözlerden dem vuracaktık. şiirin işidir elbette büyük söz edecek. ama şarkılardan her zaman büyük sözler etmelerini bekleyemeyiz, ya da benim gibi şarkının sözünden ziyade melodisinin kendisine hükmetmesine izin veren dinleyiciler için -izin vermekten ziyade esir olunan- bazı şarkıların ettiği büyük sözler pek çekici olabilior. üniversite üçüncü sınıfta mıydım neydim, seçmeli olarak türk müziği dersi alıyordum, biz mühendislik öğrencilerine sağolunsun buna benzer üç dönemde bir adet olmak üzere sosyal ders alma imkanı tanınıyordu, birinde sosyolojiyi birinde de bunu seçmiştim, diğerindekini hatırlamıyorum. dersi veren hoca müthiş bir hocaydı, hayatımda mektuplaştığım iki hocadan biridir. ilki kimdi biliyor musunuz, demin en yukarıda bahsettim ya ilkokulda ve lisede kompozisyonlarımla ilgili aldığım eleştirilerden, yazdıklarıma aldığım tek olumlu akademik eleştiri ortaokulun ikinci ve üçüncü sınıfına rastlar, o elleri maltepe içmekten sapsarı olmuş, her daim sigara kokan, küllük gibi adam hâlâ hayatta ise tanrı da hâlâ yaşıyorsa, ikisiyle mutlu bir canlı birliktelik dilerim onlara. tamam işte, şey diyorduk, şarkıların sözlere tanıdığı imkanlardan, üniversitede o seçmeli derste aldığım dönem ödevi güfte ile şiir arasındaki ilişki idi. erol sayan'la röportaj yaptım. ses kayıt cihazı bulduk bi tane nazım'la. kimden bulduk nasıl bulduk hatırlamıyorum. annemin kuzeni ahmet abi'den kendisine tam gelmediği için bana verdiği kumaş pantolon hayattaki tek kumaş pantolonumdu ve teamül gereği erol sayan gibi türk müziğinin yaşayan en büyük bestecilerinden birinin yanına gidildiğinde kumaş pantolon giymek elzem gibi gelmişti bana. başıma ne geldiyse ciddiyetimden geldi, millet onu coolluk sandı. hiç de anlatamadım zaten kaşlarımın doğuştan çtaık olduğunu. bak yine, nesye, o ahmet abi'ye uymayan kumaş pantolon bana da uymadı anasını satayım, nasıl gideceğiz şimdi adamın yanına derken, nazım, babasının damatlığının bana uyacağını söyledi. sahi mi, dedim. sahici olmasa söyler miydi. sahici olmayan arkadaşım olmadı ki benim. yakın arkadaşım olmadı diyeyim. yoksa herkes benim arkadaşım ve arkadaşlar iyidir zaten. tamam lan, dedim. getir deneyeyim. nazım böyle önemli günler için memleketinden getirdiği babasının damatlığı olan takım elbiseyi bana verdi. kendisinin boyu uzun olduğundan o duble paça ona uymuyordu. bana cuk diye oturdu. ve erol sayan üstadın yanına gittiğimizde üstümüzdeki en değerli şeyler, ikisi de orijinalinde başkalarına ait olan ses kayıt cihazı ve üstümdeki takım elbiseydi. pek janti olmuştum. üstada sorular hazırlamıştım, zaten nazım'ın güfte kelimesine olan dağarcığı benim kendisine anlattığımdan ibaretti, bense o zamanlar beşiktaş musîki derneği bi tarafta çırağan musîki derneği bi tarafta, yaşlı başlı insanlarla koro kovalıyor, ud dersi aldığım kerim hoca'nın zar zor udu tuttuğu kötürüm parmaklarında medet arıyorum. güftenin tarihini ben yazmışım gibi de bir aşinalık var hatta içimde. hatta aşinayım ben bu aşka, aşıklara. aşiyan'daki aşklara. tra lay lay. gel gelelim nazım, edebiyatla tek ilgisi adını veren nazım hikmet ve onların köyünden olan yaşar kemal. neyse, siyaset yapmayayım şimdi, röportajı elimize yüzümüze bulaştırmadan bitirdik. ses kaydının kriptosunu da ben çözdüm. ve ödevi teslim edip o muhteşem hocanın muhteşem dersinden a ile geçtik. özel özel ve aslıhan eruzun özel'i tanımam da bu ders vesilesiyledir. murat çopur da hatta aynı dönemde öğrencidir. murat'la olan geçmişimiz aslında biraz daha eskiye ve daha farklı bir şehre dayanır ama onu yüzyüze anlatayım da anlatacak bir şeylerim kalsın. neyse, güfteyle şiiri ayırt etmiş idik en son.

güftenin birinde der ki,

29.11.2014

olur mu öyle şey çocuklar, ben hep evdeyim.

1001. yayın. siz 1001 gece masallarına inanır mısınız?

dünden kaldığımız yerlerden devam mı etseydik bu gece. gece daha başlamadı demenizi duymuyorum şu an, demiyorsanız demek ki, demiyorsunuz nitekim. noldu, nereye gitti tıbbiye öğrencisi ayşe hanım, kayboluyorsunuz. kaybolmayan siz istiyoruz biz. noldu, nereye gitti kitaplarını göğsüne kavuşturmuş derse giren inkılap tarihi hocası ayşe hanım, kayboluyorsunuz, kaybolmayın istiyoruz biz. noldu, size bir şey olmadı, bana bir şey olmadı, kimseciklere hiçbir şey olmadı.

evin içinde sigara içmediğime çok pişmanım. bi kere karar vermiş de bulundum, dönemiyorum. bugün hayallerimin arabasına baktım birinde, alacakmışım gibi pazarlık bile ettim. çocuk abi çok az verdin diye serzenişte bulundu, bense o fiyatı almayacağımı anlasın diye vermiştim zaten. almayacağım araba filan, sadece hayal kuruyorum canlı canlı. bu aralar gündüzün ne düşündüysem gecemde. ne kadar da şanslıyım aslında. ha işin içine bilinci katarsam ne olur bilemem, bu gece şunu göreyim de bileisteye bir şey kurarak yatmadım hiç, yatmadan oldu. yatmadan gördüğüm rüyalar da var muhakkak. bugünlerde çok şarkı dinleyesim geliyor.

geçen gün topladım bütün işçileri. sesimin hacmini yükselttim. ve başladım bağırmağa. beni buraya siz getirmediniz dedim, ben buraya seçilerek gelmedim dedim, beni siz atamadınız dedim. bu yüzden de benim yaptıklarımı yargılama hakkını size tanımıyorum dedim, benim söylediklerime itiraz hakkı vermiyorum size dedim. ne dersem onu yapacaksınız, dedim. size bir iş vermeden önce ben onu zaten sizin adınıza yüz kez düşünüyorum dedim. bu benim karakterim dedim. bana atasözlerini haklı çıkarttırmayın dedim. dedim de dedim. şaşırdılar beni öyle görünce.

cahit külebi'nin şiiri vardı di mi, sevindi beni görünce, diyordu. hani bir sevgilin vardı yedi sekiz sene önce. tarancı'nın mıydı yoksa.

28.11.2014

peki.

"bana bi şey olmadı bana bi şey olmadı."

bloga uğradığınızda belki bu alıntıyı birkaç yerde daha gördünüz. gördünüz gördünüz. ama dikkatinizi çekmedi. hasan ali'nin söyleşilerini topladıkları kitabı okuyayım dedim dün. üç haftadır okunmayı bekleyenler arasında. yazarların aynı şeyleri yazma takıntısına benzer bir cümle vardı orda ona sorulan. ya da ben öyle algılamak istedim. iyi bir yazar okuru, -burda sıfat 'iyi bir', tamlanansa 'yazar okuru'- yani yazar takip eden okur, yazarın genelde birtakım ortak cümleleri, nesneleri, kişileri olduğunu fark eder birkaç kitabını okuyunca. fark etmemişse ayıptır. çünkü bütün çok kitaplı yazarlarda bu vardır. bunu ben de fark etmiştim okuduğum yazarlarda ve kendi yazdıklarımda. her neyse, şimdi paragrafın ilk cümlesine dönülsün. bana bi şey olmadı bana bi şey olmadı. bu alıntı bana çok şey anlatıyor. hatırlayan var mı hangi filmden olduğunu? sanmıyorum. olmaması da çok doğal aslında. çünkü bambaşka bir filmin iyi bir sahnesinin basit bir yerinde geçiyor sadece. yahşi batı'da cem yılmaz, ozan güven, demet evgar ve diğerleri bir topluluk halinde esrar içtikten sonra bu üçü dağılır ve bi ara demet evgar görülür, durdukyere kendini savunur biçimde"bana bi şey olmadı bana bi şey olmadı" der ve sonra karıncalarla konuşmağa gider. bu çok güzel bir muhabbettir. şimdi nedense anlatmak istemedim buna yüklediğim anlamı ama şöyle de düşünülebilir; acının azı insanı dünyadan koparırken çoğu dünyaya düğümler. böyle düşünüyorum tam olarak ve bu cümleyi bununla bağdaştırıyorum: bana bi şey olmadı. acımadı ki derken aslında acıyı hissedişle de tanımlanabilir bu. ya da tanımlanamaz ne o şekilde ne bu şekilde. ... sanırım gora'da olacaktı bir sahne vardı, orda cem yılmaz, özkan uğur ve ozan güven kendiliklerinden bir türkü -tak tak takırdama- okuyarak oynuyorlardı ve cem yılmaz bağırıyordu, "uyumayın ulan" diye. bu sahnedeki bu söylem de benim için yukarıdakiyle aynı kapıya çıkıyor. daha fazla açmak istemiyorum ama bir gün bir kitapçıda "uyumayın ulan" adlı bir kitap görülürse, başka bir isimle dahi olsa bilinsin ki o kitap benim kitabımdır.

blogun yayın ara yüzüne girdiğimde fark ettim 999 adet yayın yapmışım. 1000. yayını yapmak ne derece güç bilseniz gerek. bence hiç de değil. sadece elim varmadı. dilim durdu. içim sustu sıra sayılarından tamamen bağımsız. bu gün de bunu atmak için uygun bir değil aslında, yani münasip değil, yani hazır değilim henüz ama yine de demin elimin ilk şarkıya varmasıyla, yahu ne zamandır içerken dinlediğim şarkılar listesi yapmıyorum, diye düşündüm. ve karar verdim. deneyelim.

nu - man o to (original mix) : bu şarkıyı geçen sene sanırım yine bu zamanlar zeynep vasıtasıyla dinlemiştim ilk olarak. zeynep'in müzik beğenisine olan merakım daha da artmıştı ve sağolsun beni pek çok daha güzel şarkıyla tanıştırdı bundan sonra. eve yeni çıkmıştım. evi olmanın, balkonu olmanın, odadan odaya geçebilmenin, balkona çıkabilmenin, çay koyabilmenin, buzdolabına bira zulalayabilmenin yanına yeni aldığım hoparlörler de eklenince değilmiyordu keyfime ve bu şarkı tam da hoparlörlerime ve dolayısıyla komşularıma layıktı. çok kereler dinledim. defalarca dinledim. hâlâ da işyerinde aklıma getirir getirir ferahlarım bunu dünleyip. bunu dinleyip ferahlanır mı derseniz, ferahlamanın da fersah fersah çeşitleri var malum. sonradan araştırdığımda sözleri de hayranlığımı perçinlemişti. evet perçinlemek. siz perçin nedir nasıl bir şeydir bilir misiniz? perçinden kolay kolay kurtulamazsınız onu söyleyeyim bilmiyorsanız.

bundan sonraki şarkılar biraz doğaçlama olacak. kendiliğinden gelişecek blogu bilenler bilir.

kavinsky - night call: evet bu şarkının da hüviyeti var. tam bir hüviyet. hatta bu şarkı vesikalıdır da diyebilirim. buradan vesikalı yarim'e, ayşe'ye filan gidilebilir istersem. şu an canım istemiyorum. drive adlı filmde mi geçiyordu. bilmiyorum, filmi izlemedim, benim için önce şarkılar, sonra melodileri, en son zaman kalırsa da sözleri gelir ve bunun sözlerini anlayabiliyor ingilizcem, there's something inside you, it's hard to explain, they're talking about you boy, but you're still the same derken hiç bir zaman benden bu kadar bahsedilmemişmiş gibi hissediyorum. bu şarkıyı kimin ya da ne vasıtasıyla tanıdığımı hiç mi hiç hatırlamıyorum. ki genelde sevdiğim şarkıları ve insanları hatırlarım.

daft punk - instant crush: geçen sene hazirandı evet netim. sürekli, nett, diyen bir kız tanımıştım. bazı jargonlar hiç hoşuma gitmez. ama dinlerim o ayrı mesele. zaten hoşumuza gitmeyen neleri dinlemiyoruz ki günler içerilerinde. bu şarkı ve albümle daft punk ortalığı kasıp kavurma. italyan colleague'im a. ile çalışıyorduk siz içlerine daha keyifli edesiniz diye. sonra müzik muhabbetine tutuştuk o sıra. hatta blog geçmişinde de burdan hareketle bir örnek var hatırladığım kadarıyla. her neyse, do you know daft punk? dedi bana. ben de of course dedim tabii ki. ama daft punk'ın bendeki yeri ile ondaki yeri bir olamazdı elbette, onun gençliği idi daft punk. ben dillere destan şarkılarını bilirken o hepsini biliyordu. ve o o çok yeni albümü yanında taşıdığından hemen benim gezici belleğime konuk olmuştu bile. bu şarkı da albümün benim için en daft punk'a uzak şarkıyısıydı ama güzeliydi.

massive attack - paradise circus: hmm, youtube bizi buradan vuracak sanırım bu akşam. kendimi winamp'ı aldatıyor gibi hissediyorum ki o kadar çok. nasılsa değişir birazdan gecenin rengi. bu şarkı benim için cuma gece eve yalnız dönenlerin müziği, bu şarkı benim için cuma gece vardiyasından çıkanların müziği, bu şarkı benim için "it's so boring in this country, nobody wants to dance" diyenlerin yani benim gibilerin müziği. sakil mi durdu? alakası yok.

nouvelle vague - in a manner of speaking: bu şarkıya bir blog bile yetmez bence. bir ömür ancak yeter. evet birebir bir ömür. tam bir ezgi. sanırım nouvelle vague'n ne demek olduğunu öğrendiğim zamanlardı. ben de bu şarkıyı ilk olarak bu gruptan dinleyenlerdenim. istanbul'daydık. oysa ben hiç istanbul'da olmadı. yok mu ne istanbul. tosbağa vardı sanki kırmızı. kelimeler ne garip.

bence gerek yok.



5.11.2014

merdivana bağlamak nedir merak edenler için yaklaşık olarak şöyle bir şey:

1.11.2014

merdivana bağladım. merdivana bağlamanın ne demek olduğunu size yıllar önce anlatmış olmalıyım. işte bugün de tam da o anlamda merdivana bağladığım bir gündeyim. örneklendirmek istemiyorum. saat hiç akşam sekizmiş gibi gelmiyor bana. güne erken başlamış olduğumdan belki.

12.10.2014

iyi hikaye.


merhaba. bana pekala merhaba diyebilirsiniz. merhaba AAA kendimi bu şekilde tanıtabilirim pekala adımı sanımı merak edenlerdenseniz.
akşamlarımı sadece çay içerek geçirmeğe çalıştığım günlerdeyim. iç huzurumun yerinde saydığı fakat memleket huzurunun kaçık olduğu günlerdeyiz. zihnim memleketteki huzursuzluğa müstemleke.
şairliğe geri dönmekle genel müdür olmak arasında bocaladığım günlerdeyim. geçtiğimiz hafta ne yaptığımın hiç farkında değilim. arabayı nereye park ettiğimi unuttuğum çokoluyor. aranızda gündelik hayatında benim kadar su içen sanmıyorum ki olsun.
paranın kıymetini ve yeryüzünün bu konudaki tıynetini daha iyi anladığım, daha doğrusu yeni anladığım günlerdeyim. parasız mutlu oluruz sanıyordum. şimdi parasız mutlu olunmadığını kavrıyorum. sonra parayı bir ucundan kıvırıp huni şekline getirip zurnanın en geniş deliğine sıkıştırıyor ve ondan ölüyorum kederimden adlı şarkıyı çalmasını istiyorum. zurna dile geliyor. bu şekilde iç huzurum sükun buluyor. huzur içimde mesken tutuyor. bir ateş bir ateş yakıyor, ki o ateşle sigara yakıyorum.
bu kışın gelişi biraz ağır oldu fark ettiyseniz. soğuk algınlığı salgını biraz fazla yoklayacak bizi gibi bir is var içimde. bu yüzden kendimize biraz daha dikkat etmemiz gerektiğinin bilmem farkında mıyız.
ben bundan bir sene dört ay önce yeni bir işe başladım ve bundan bir sene dört ay önce ülkenin enerjisi kesilip jeneratörü çalışmağa başladı. ara ara enerji verildi ama o gün bu gündür çoğun beslemeyle çalışıyor. bu günler de enerjinin ups'e neyin bağlandığı günler. bunun benim yeni bir işe başlamış olmamla bağlantısı elbette yok, ama insan kişisel tarihiyle bağlantı kurmadan edemiyor, çünkü bu kadar mı örtüşürdü. ben de ülkenin bu makus talihine daha fazla katlanmamak çün buradan koşmak koşmak istiğorum. kaçmak değil koşmak. evet, bu soğuk algınlığını atlatınca tekrar koşmaya başlayacağım. ne diyordu filmde, koştuğunda vücudun su kaybeder, ve gözyaşı için vücudunda su kalmaz.
korkarım paşabahçe artık optikli bardak üretmiyor. kadınları, sürekli hasta olanlar ve nadiren hasta olanlar olarak ikiye ayırıyorum. kadınları, kitapçılara girip çıkanlar ve hiç uğramayanlar olarak zaten daha önce ikiye ayırmıştık yanlış hatırlamıyorsam. yanlış hatırlıyor da olabilirim, gerçi benim yanlış hatırlamam pek vaki değildir, hiç hatırlamadığım çok yaygındır o ayrı mesele, yanlış hatırlayacağıma hiç hatırlamam daha iyi, felsefesine inanananananlardanım.
uğrarım bi ara.


1.09.2014

eylül olsun diye bekledim ama eylülün gelişi de çare olmadı onlara. bazı arkadaşlarım biliyor akvaryumda nilüfer yetiştirmeğe çabaladığımı. mümkün de oldu aslında, sağolsunlar açtılar yaprak yaprak. ama dünya dedi ki çiçek de açarlar yaz gelende. çiçek açmadılar : ( güneşe tuttum, yaz dedim yaz geldi, güneş dediler güneş verdim, açmadılar. capcanlılar aslında, lakin ben çiçek açmalarını gülümsemek diye yoracaktım, işte bunu yapmadılar. herkes ya da her şey her yerde olmuyor demek ki. ben ne kadar sürekli ev içinde olmuyorsam onlar da öyle.

bi ara yazıcam abi. muhakkak yazıcam.

30.08.2014



hokusai-great wave

çok benzetiyorum nedense.
şu an çok yalnız hissettim kendimi, çünkü "hızlı gidiyorsun evlat" demedi etrafımda herhangi bir ihtiyar. çünkü etrafımda herhangi bir ihtiyar yoktu ihtiyaç hissettiğimde bulabileceğim. "evlat diye bir şey yok, o filmlerde olur!" dedim kendime. kendim söyledim kendim dinledim. sonra aklıma geldi, minik oğluna "evlat" diye hitap ettiği için içimin ısındığı bi adamla tanışmıştım sanırım iki yıl kadar önce. doğrudan sevmiştim adamı, sonra rakıyı da güzel içtiğini görünce daha da sevinmiştim. neyse evlat, annene selam söyle, beni merak etmesin gördüğün gibi.
geçenlerde eve geldiğimde fark ettim ki asılı çerçevelerden biri duvardan düşmüş. tuzla buz olmuş cam. hani bazen bardak kırıldığında olumsuzluğa ya da onun def edildiğine yorarlar ya, bende de duvardan bir şey düştüğünde vardır benzer inanış. ben de tuttum camı çerçeveyi dağıttım ondan sonra. musibet kaybolsun diye. şimdi içim çok rahat, ev de püfür püfür.
stockholm'de içip içip karaokede şarkı söylemiş adamım. neyimi beğenmiyorsanız. biri sanki demin kafasını omzuma yasladı. demin bi klip izledim beni anlatıyordu. bill murray'e scarlett johansson eşlik ediyordu klipte. insanlar çift yaratılmıştır malum.
merhaba marianne, ne çok zama noldu. bazı cuma/cumartesi akşamlarını evde ve yalnız geçirmeyi tercih ediyorum. istediğim müziği dinlemek için. izmir'de gittiği yerlerde istediği müziği dinleyemeyebiliyor insan. izmir'de pek müzik dinleme kültürü ve seçiciliği yok. bar kültürü de kalmamak üzere. barlar publar kapanıp kas yığını bodyguardların çevrelediği, karaktersiz isimlere sahip (enişte, öküz, vs.) iğrenç iğrenç gece club'ları açılıyor. içerde kesen kesene, kavga çıkması an meselesi. sevmiyorum marianne. böyle iyi, ne demişti şair, biz burda iyiyiz. bayan ç.'ye de hürmetler bu arada. yani demem o ki, bu akşamı müzik dinleme akşamı ilan ettim. müziklere çeşitli filmlerden görüntüler filan da dahil elbette. müziğin beni sarhoş etmesini çok seviğorum. müziksiz sarhoş olmak hiç hoşuma gitmiğor. bazen fazla çarpsa da sorun yok. aslında denize gitmek istiyordum bugün lakin maddi şartlar elvermedi. denize gitmek derken denize girmek değil kastım, denizi görmek. bu postu yayımlamamın sebebi yok aslında. aslında sebebi aşağıdaki elim postun sayfa açıldığındaki ilk görünürlüğünü ortadan kaldırmak. ben şimdi biraz blogu karıştırayım da eskiden ne dinliyormuşum ona bakayım. bunu da sevmedeyim. görüşmek üzere marianne.
kişiyi tedavi eden nörologun beynindeki ur nedeniyle ölmesi. dünya öyle bir yer.

28.08.2014

allahsız okuyucular, şarkıyı koyamamışım işyeri bilgisayarım yüzünden. ama biriniz bile arayıp da sormamış hangi şarkı diye. şimdi anladım meğer gerçekten zaten yoktular.

25.08.2014

günaydın. merhaba. yıllar önce yine bu saatlerde, işe erken gitmek hep adetim olmuştur. kimseler gelmeden ben gidip sigaramı kahvemi içip dünyayı düşüneceğim, yeni bir dünya kurgumun içine sigara külü döküp dumanını endüstriyel dünyanın ciğerlerine üfleyeceğim. yani böyle bir zihniyetim var idi. bu nedenle sabah erkenden kalkar, kahvaltımı yapar ve işbaşı saaatinden 45 dk. önce fabrikada olurdum. ben fabrika insanıyım, üretim insanıyım, primitif bir gelenekten gelmekteyim. patronumu sevmem ama sevmen için tek sebep ver deseler; perakende zincirleri, avmler açmak ya da sadece müteahhitlik yapmak yerine üretimde inat etmesi diyebilirdim. her neyse, yine bu işe erken gittiğim sabahlarda, laboratuarda gece vardiyasından kalan ö adlı bir çocuk vardı, sabah ben gider gitmez bu şarkıyı açardı, bilirdik ki bu yönümüz ortaktı. evli, civciv sarısı, çöp gibi bir kızı severdi. ben kimi severdim hatırlamıyorum, zaten yoktular (cuhh). bu şarkıyla o evine yollanırdı, ben işime. çok severdim. sevdiğim her şeyi çok severdim. bu şarkıyı da, işimi de, o kızı da.



7.08.2014





aslında atlıkarınca diyalogu o kadar hoşuma gitmiyor ki filmin bu sahnesinde. atlıkarınca sevdiğimden koydum. "atlı karınca" da ne güzel verilmiş bi isimdir. çocuğuma mı koysam. koydum gitti.

4.08.2014

ahmet erhan'dan bir satır seçelim bu akşam. görüşürüz.

8.07.2014

merhaba. bir ramazan davulcusu olsam diye kuruyorum günlerdir. bütün bir yıl şimdi çalıştığım gibi saçmasapan şartlarda ve insanlarda ve binalarda ve iklimlerde çalışsam, onbir yıl böyle geçse, sonra geri kalan bir ayda da ramazan davulculuğu yapsam. bağırmak iyi bilirsiniz insanın sinirini alır, sıkıntısını hafifletir. bağırmayan kişi rahatlayamaz. birine bağırmayı kast etmiyorum, boşluğa bağırmak. boşluğa mânidâr olmayan mâniler çığırarak, elinde tokmağı öyle böyle savula sallayarak çok nezih sıkıntı atılırmış gibi geliyor bana. ha bir de aklımda bozuk bir çarpışan araba'yı alıp evinin bahçesine ağaç altına konuşlandırıp arasıra ona binerek sigara içen bir adamın görüntüsü var. kendime çok benzetiyorum o adamı. çarpışan araba, bahçenin bir köşesinde alıkonmuş.

bu, gece on yasağı beni çok geriyor. ha yetti ha yetmedi.

21.06.2014

merhaba ben uzun zaman oldu. merhaba ben en kısa gece. merhaba ben kısa bir hece. merhaba ben az kaldı. merhaba ben katmer katmer. merhaba ben vay. merhaba ben ne zamandır. zaman kaç. sahi. merhaba kavalye olmayalı ne çok. merhaba ben sevgilisiyim. tatlınımmm. merhaba ben ora bura. ayaklarımın üşümemesine az kaldı. merhaba bugün kendime çok şık bir terlik aldım. ayaklarımı kadınların bir kısmı çok beğenirken bir kısmı da çirkin buldu. çirkin ama karizmatik. merhaba ben dünya kupasından henüz maç siftahı yapmadım, pek de sanırım umrumda değil. merhaba ben zerre. merhaba ben lenze. merhaba ben nezle. nezleli karga sanki böyle bir blog mu vardı tamamen şu n aklımdan geçtiğinden yoksa hiç alakam yok ama yine de takdir ettim güzel isimmiş. excel'le aram pek iyi değil. insanları ikiye ayırıyorum hep, excel'i egzel ve egsel diye telaffuz edenler olarak. merhaba dün akşam yine bir köy düğününde bulduğum kendimi iş çıkışı. bi sürü iş arkadaşı ama hepsi işçi sınıfından. bu yüzden çok hoşbulduk kendimizi, el üstünde tutulduk, biralar viskiler redbulllar filan. temiz hava dedin mi orda duracaksın dedim kendime. bu yüzden orda durduk bir süre. içtik filan. insanları fenerbahçeliler ve olmayanlar olarak ikiye ayırıyorum bazen. burdan fenerbahçeli olduğum anlaşılmıyordur diye tahmin ediyorum. her neyse, sonra nedense kendimizi pavyonda bulduk yine. yahu dedim saçmalamayın, ne işimiz var dedim. saçmalama dediler. hayat çok fena. garip manasında. şimdi mesela ben bira içiyorum, onsekiz ondokuz saat aradan sonra. ne garip. kemal sunal'ın garip diye bi filmi vardı, müzikleri çok fenadır hiç tavsiye etmem, çarpar insanı. kayığın içinde mi uyanıyordu bu filmde, öyle bir sahne kalmış aklımda, ama o filmin müzikleri, şimdi neyse hiç girmeyeyim. bence sizin için de buna benzer yerli filmler olmalı, yoksa bile kendinize böyle yerli filmler seçmelisiniz, yabancısını herkes bulur, lütfen. dün öyle bir yağmur yağdı ki fabrikayı sel alıyor sandım, seni hiç sel aldı mı, beni bir kere aldı. şimdi anladınız sanırım herhangi bir orospu çocuğu olmadığımı. , neyse, bugün kendime yüksek sesle müzik dinleme izni verdim. kafamda tadilat var. ben bugün çok üzgünüm günler kısalmağa başlayacağı için. gördün mü, başlamadan bitmiş gibi oluyor. geçen sene bu zamanlar çok keyifliydi, ta ki geceler uzamağa başlayana kadar. zaten iki gün sonra otuzüç oluyorum hatırlatmak gibi olmasın renkli rüyalar otelinde. merhaba bu arada.

10.06.2014

robinson crusoe 389

bu kitabevinin kapanıyor olması benim için ne anlama geliyor diye düşünüyorum hakkındaki haberleri ve yazıları okudukça. trt2'de "okudukça" diye bir program vardı hatırlarsanız, buraya da yazmıştım hatta, o da kapanmıştı. pek çok şey kapanıyor mu yoksa buna şahit olmayı yeni öğrenen neslimiz için bu bize böyle oluyor gibi mi geliyor ondan emin değilim hâlâ. lisedeydim sanırım, ortaokul arkadaşlarımla memlekette bir çay bahçesinde oturuyorduk bir tatil döneminde, tv kanalının biri geldi, ramazan ayındaydık, bize eski ramazanlardan bahsetmek ister miyiz diye sordu, arkadaşlarım mikrofona beni gösterdiler, oysa benim kalemim kuvvetliydi sadece, hitabetim değil, bilmem, belki o da kuvvetliymiştir. tek bildiğim, her şeyi kafamda yaşadığım, allah seni inandırsın kafamda müthiş konuşmalar yapar, müthiş şiirler yazarım, sonra uyur ve unuturum. unutmak benim karakterimde var. ne var ki hatırlamayı da sevmekteyim. [rica ederim ara bağlantıları kurmam beklenmesin, kurulsun]

eskiden aldığım her kitabın ilk sayfasına nereden ve ne zaman aldığıma dair kurşun kalemle not düşerdim. sonra bu alışkanlığımdan kitabın ilk sayfasını kirlettiğim zannıyla vazgeçtim. keşke vazgeçmeseymişim diye düşünüyorum şimdilerde. iyi bir hatırlamağa yarıyormuş aslında. bu nedenle şu an, ilk ve son kez girdiğim robinson crusoe 389 kitabevi'nden aldığım ilk ve son kitabın ne olduğunu hatırlayamıyorum. ama aslında fikrim var, birhan keskin'in bir kitabıydı, hatta "y'ol"du desem yalancı çıkacağımı sanmam, evet evet oydu.

elbette öğrenciliğim sırasında tanıştığım istiklal caddesi'nin bence saraylı ve vakur bir konuğuydu bu kitabevi. beş yılımı geçiren istanbul ve dolayısıyla istiklal caddesi ve dolayısıyla istiklal dönemimde buraya hiç uğramadım. hatta o dönem beni korkutan ve anlam veremediğim "389" uzantısının ne anlama geldiğini de daha bu sene öğrendim.  bu kitabevi bizim için görkemli ve bu nedenle pahalı duran bir kitabeviydi. bizim için dediysem aldanma, benim için. biz diye bir şey vardıysa bile kitap alanında yoktu. hiç girmememin sebebi buydu, sahaflar dururken burası biraz lüks görünümlüydü, cesaret edememiştim. gizemli bir dönemdi benim için, içeri gir ve bak hissi uyandırsa da büyü de gel çocuk der gibiydi daha ziyade. ben de girmek için büyümeği beklemiştim. ama yeterince büyümemiş olacağım ki sadece bir kez girip bir kitap alıp bir kitaba bakıp çıktım. bu kitabevi benim gözümde daha ziyade ali teoman, mehmet günsür gibiler için (ikisini de severim o ayrı mesele) tasarlanmış bir kitabeviydi. bana biraz daha, nasıl desem, hasan ali toptaş, cemil kavukçu gibiler için tasarlanmış kitapevleri lazımdı. elbette kitabevi kitabevidir her zaman, ama benim mizacıma yabancıydı o zamanlar, benim de mizacıma yabancı olduğum düşünülürse üstelik.

ama benim gibi geçtiği sokaklardaki dükkan hafızası kuvvetli biri için apayrı bir önemi vardı bu kitabevinin. bir kere hayatında okuduğu ilk önemli romanın robinson crusoe olduğu ve bunu altı yedi sekiz kez yapmış biri için varın siz düşünün önemini, ya da düşünmeyin, sktir edin ama ya da etmeyin. "etme." hangi şehirde yaşadımsa, üzerinden onbeş yirmi yıl geçmiş olsa bile geçtiğim sokakta benim geçtiğim dönemde nerde hangi dükkanın olduğunu -ihmal edilebilir bir yanılma payıyla- sayabilirim. sevdiğim kadının saçını kestirdiğini ya da boyattığını -boyatmasa ne iyi- fark etmem belki ama bir sokaktaki bir evdeki değişimleri çok rahat fark ederim. işte, robinson crusoe 389 benim için, istiklal'de her şeyin yeri değişse de, yerine başka bir şey gelse de onun yeri değişmeyecekmiş gibi hissettiren tek yerdi, bana kalırsa o caddenin demirbaşıydı, hani iki üç mekanın yeri değişmez diye düşünürdüm bu sokakta, kitabevi kontenjanı onundu, diğerlerinde çay içeriz bi ara. ama değişti.

yıktılar perdeyi eylediler viran. hatırlatın da bi ara bahsedeyim asmalı'dan urban'dan.

6.06.2014

merhaba.

ben döndüm sanırım. dönüyorum. bana ne oldu. noldu bana. sevecekmiş gibisin. orhan gencebay'ın eski günlerindeki şarkı söylerkenki ses tonunu ve icra edasını duyduğumda içimde bir umut yeşeriyor. yeni bir yeğen sahibi olmuşum gibi bir şey. ne söylerse söylesin. bu arada benim yeğenim beni hiç takmıyor. naparsam yapayım sallamıyor. acaip tepkisiz bir adam. gerçekten de dayısına mı çekti yoksa. hiç kimse bana benzesin istemem ama en azından yeğenim babasına benzemesin mümkünse. ki erkek çocuklar ne yazıklar ki babalarına benzer. ve bu annelerin atladığı en önemli şeydir. dünyanın hatta en önemli şeyidir bu, erkek çocuklar maalesef ki babalarına benzer, isterse babası on günlükken terk etmiş olsun. kız çocukları, siz ne düşünüyorsunuz bu konuda? ben sizin de annelerinize benzeyeceğinizi umar, bazen de korkarım.

28.05.2014

merhaba marianne,

senlere bu akşam bulgaristan'ın varna şehrinden seslenmekteyim. 2014-1444 yıl önce atalarımız bu diyarlarda fink atmışlar ama atalarımızın nerde ne yaptıklarıyla pek muhatap değilim malumunuz. sadece beraber geldiğimiz ekip bundan bahsedip duruyor da aklıma geldi. çok uzun yorucu bir yolculuk oldu. otobüsle sınırı geçtik. elbette ki bu geçiş esnasında -yolculuk gerginliğimi ve bu gerginlikten kurtulmak için içtiğim hapların sedatif laksatif etkilerini saymazsak- aklıma pek çok filmden sahne, şarkıdan melodi geldi geçti. yemyeşil dağlar, kayın ormanları, denizler filan. şimdi şehir merkezinde bir otel odasındayım. bizim şair bir abiyle motosikletle macaristan'a gitmek gibi gerçekleşmeyecek bir hayalimiz olmuştu. şimdi o da geldi aklıma. romanya çingeneleri geldi. schengen vizesi alabilsem romanya'ya geçmek gibi bir hayalim de vardı haftasonu için ama olmadı, türk vatandaşı olmak zor, ve gereksiz. komünist rejim hikayeleri geldi. bulgar çingeneleri geldi. yol kenarında müşteri bekleyen kadınlar gördüm. domuz eti mi değil mi diye soran türkler gördüm. iki gün daha bir şeyler göreceğim. bu esnada umuyorum farklı bir dilden insanlarla bir şekilde anlaşmağa çalışarak onlardan sigara ve bira isteyeceğim. ve bunu düşünmek bile çok güzel. bugünkü geliş yolculuğundan ömrümden takriben üç gün gitmiştir ama burada geçireceğim üç günde konuşacağım yabancılar bana üç gün daha katacak, dönüş yolunda da üç gideceğini düşünürsek, bu geziden sonra eksi üçle kapatacağım hayatı, eksi üç de geçen günler hesaptan zaten düşülecek, ona benim dahlim yok.

her neyse, hendeseyi boş verelim. ben yaşadığım şehir harici gittiğim şehirlerin akşamlarında napardım marianne? birazdan onu yapacağım.

22.05.2014

bugün hep beraber bir kez daha doğumgünü olan en yakın arkadaşım mustafa'nın doğumgününü kutlayalım.


19.05.2014

"sen de orda saksı gibi durma" dedi komutan. çok iyi bir benzetme yapmıştı aslında duruşuma dair ama bunun saksı fizikselliğinden uzak olmuş olmasını umuyordum da içten içe kırık/buruk bir umutla. zira üzerimdeki bol kamuflajla saksıyı andırdığım yalan değildi ama sadece duruyor olduğum için benzetmiş olmasını daha çok isterdim, yine de her ikisini de düşündüğü muhakkaktı. 

geçtiğimiz hafta o acı kazanın yaşandığı yerde asker arkadaşım öldü. internette ve gazetelerde, maden ocağındaki, karısıyla evlendiği günkü, vb. fotoğrafları dolaştı durdu. pis bir haftaydı geçtiğimiz hafta. benzer sektörlerden olduğumuzu bildiğinden ve ona nazaran tecrübeli olduğumdan, izmir gibi bir ortak noktamız da olduğundan, ve onun ünv.'yi okuduğu yerde yıllar önce benim lise okumuş olmam gibi bana ait çok daha büyük bir geçirgenliğimiz olduğundan, tüm yakınlığımızı birleştirip "abi bana da orda iş buluruz di mi" demişti askerdeyken. askerden geldik ve ona iş aramadık. o gitti doğrudan oraya. bir kadar sene önce beni düğününe çağırmıştı, gitmedim. tatlı bir adamdı. 

geçtiğimiz hafta çok iğrenç bir haftaydı. bir yıl önce benim çalıştırdığım bölümde akciğer kanserine tutulan m. adlı işçi meslek hastalığı davası açmıştı ve fabrikamıza bilirkişi heyeti, doktorlar, avukatlar, hakim ziyarete gelmişti. gelirken hastalığının son seyrine yaklaşmış olan henüz otuzdört yaşındaki o işçiyi de getirmişlerdi. önce tanıyamadım, sonra o maskelinin o olduğunu görünce içim cız etti, doğduğuma doğmuşluğuma pişman oldum, anama küfrettim. heyetin gezisi esnasında bu çalışma ortamında tozdan dolayı kanser olunmazdıyı ispatlamaya çalışan şirket yönetiminin bir neferi miydim. dört beş gündür o maden faciasına evinde ağlayan ancak kendi ihmalleri neticesinde toplu değilse de bireysel ölümlere risk oluşturan bir ikiyüzlülüğün neresindeydim. 

günlerdir bunları düşünüyorum. son beş yılımı işçiler arasında, işçilerin hayata ve işe bakışlarını anlamağa çalışarak, işçilerin nasıl daha sağlıklı yönetilebileceğini çözmeğe çalışarak geçiriyorum. bu sürede iki ölümlü kaza, biri ölüme ramak kalan kaza, ve onlarca uzuv kopmalı kaza görmüş soğukkanlılığımda, tek derdim onları iyi yönetmek ve tarafıma hesabının sorulduğu işlerde soruna mahâl vermemek değil, asıl derdim normal bağıra çağıra yönetim düzeninin dışına çıkıp anlayarak dinleyerek yönetmeği başarmak. çoğunlukla mümkün olmadığını görüyorum ancak pes etmiş değilim asla. ve etmeyeceğim. türkiye'nin son iki yıldır iş sağlığı ve güvenliği alanında attığı/atamadığı adımları da yakından takip ediyor ve gereklerini sorumlusu olduğum yerlerde yerine getirmeğe çalışıyorum. ancak rant alanı olarak da değerlendirebileceğim bu isg kapsamı, neye ne kadar yeterli, bunun da farkındayım. 

bunların yazılı ortamın muhabbet konuları olduğunu düşünmüyorum. sözlü ve yüzyüze sergüzeşte daldığım arkadaşlarımla bu konulardaki derin analizlerimi paylaşmak da nasip olur muhakkak. şu an acı yüzeyde, derin analiz kaldıracak durumda değil. yazı da buna hiç müsait değil. ölüm ve aşırı sarhoşluk sonrası yazı yazmağa inanmıyorum. 

bir de geçen sene bu zamanlardan beri kafamda yoğurduğum, kendime has henüz bir kaçamak alanı yaratamadığım bir fikrim var. bu ülkeden uzaklaşma fırsatı bulmuş, ya da bulabilecek arkadaşlar buralardan uzak dursunlar. ben elle tutulur yerimizin kaldığını düşünmüyorum. bayrağa milliyete devlete bekaya da inanmadığım için bana kalırsa sorun yok. gidilsin ve dönülmesin. ve ben de burda saksı gibi durayım. 

18.05.2014

hiç tadı tuzu kalmadı malumumuz.

8.05.2014

arabanın kapak contasının yanması, alkolün kana değil de doğrudan beyne karışmasıyla ilintili bir şey. arabalarda çıkan problemleri insanın -insanlığın- çeşitli problemleriyle ilintilendirmeleri tamircilerin, seviyorum gibi bir şey. yine de cüneyt arkn hiçbir filminde bence gerçek bir ağlayışa sahip değil. ama selma güneri öyle mi.

25.04.2014

bir cüneyt arkın nasıl ağlarken burnundan mermiler fışkırırsa, babama
-baba ben bir hata yapacağım. arkamda mısın,
diyesim geldi. arkamda olmayacağını çok iyi biliyordum. bu hatamda kimse arkamda değildi inanılır gibi değil. kardeşim bile arkamda değildi. kurşunlu camii külliyesine çıktım kaç yıl aradan sonra. iki rekat namaz kılayım mı dedim. cami değil seyir yeri olmuştu mübarek. yaklaşık bir yıldır beynimde bir semazen dön baba dön idi. bilemeyecektim ne yapacağımı. spora mı yazılsam dedim, senin beynin yeterince kaslı hiç gerek yok, dedi. ordan lületaşından bi kalp yontturdum kendime, içinden toplu iğneyle bi çizgi geçirdim.

kalbin içinden geçen çizginin cinsi çok önemlidir. iki ucunda ok varsa doğrudur. iki ucunda nokta varsa basit küstah bir doğru parçasıdır. bir ucunda nokta bir ucunda ok varsa nişan alınmış bir ışındır. ve unutmayalım ki iki noktadan yalnız bir doğru geçer, yalnız burada sıfat olarak kullanılmıştır.

tamam görüşürüz.

18.04.2014

güzel remedios'un öldüğü gün

sevdiklerim öldüğünde yazı yazmam beklenir sanıyorum benden acı telaşını dağıtmak için. dağılmaz ki. dün/gün bizim fabrikada bir işçi ve gabriel garcia marquez öldü. daha da önemlisi yıllardır can çekişen güzel remedios öldü.

elveda la elevación de Remedios la bella.


11.04.2014

nitelikle işim olmadığı kadar nicelikle de işim olmadı hiç. sayı saymayı sevmeyen bir hendese erbabıyım desem kim inanır. kim inanır kim inanmaz bilmem ama aslolan notadır solfejdir usûldür makamdır.
daha önce de görülmüştür. kadınlar hep ikiye ayrıldı; selma güneri'ye benzeyenler ve benzemeyenler olarak. ben de ikiye ayrıldım hep, dimitra kopulo'yla olduğum ve olmadığım zamanlar. olmadığım zamanlar nadirattandır. mesela bir ayvalık sahilinde.

görüşürüz. görüşeceğiz elbet.

10.04.2014

çile çıkmış hiç söylemiyosunuz.




içerden.
merhaba marianne,

bu gece küçücük bir muhasebe yapalım mı. içi dolu turşucuku açayım mı. hayır açmağacağım ağartmağacağım. ağ atmağacağım. atmaca mıyım. bence öğleğdim. kâh akşamdım kâh sabahdım ama gecce değildim. gocce di memoria, ne alaka. merkaba. otuzyüç yıllık ömrünün tam üçte birini bilgisayar başında sağl elinin altında mouse, önünde istediği müziği ona dinleğten bir müzikçalar programı ve masanın üzerinde başı dik muhtelif oranlara sahip şişeler eşliğinde, hayır hayır, kulağı süreğkli sürek izinde gibi kendini notalarla koklayan ve kollayan, kafası çeşitli derecelerde alkol binbeşyüzü, bir şarkının önünde diz çöküp saatler harcayabilen, kendini esenler'den otobüse bindirip diyarbakır'da indirebilen, ve bunu onbir sene boyunca istisnasız her gün yapabilen, müziğin kulaklıkların sesi yetmediğinde seyyar hoparlörleri kulaklarına bantlayan, bunu yapan ulan bunu yapan, müziği kesin onu deliye döndüreceksiniz diyen adama kulak asmayan. şimdi ne olsun be yanni. bunlar övünülesi şeyler değil barba. bunlar neden burda biliyon nu. burası bunların dokuz yılına eşlik etti de ondan. şimdi bir şeyler değişiyor. değişebilecek mi bilmiğorum. göreceğiz. olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi. sıhhat yok artık.

sağlıcakla.
çilek çıkmış hiç söylemiyosunuz.

28.03.2014

yüzüncüyıldaki komunist bakkal yaşıyor mu?

27.03.2014

22.03.2014

durma tavana bakalım.

17.03.2014

lepistes

6.03.2014

hani görmeyen kaldıysa diye şey ediyorum. her sabah bu kıza bakıyorum.


gece uyumadan önce de bu çocuğa bakıyorum.


5.03.2014

iyi denk geldi yeminle.

şaban bayramovic ve esma redzepova'ya selam olsun.


3.03.2014

merhaba.

19.02.2014

iyi bir kulaklık şart

merhaba marianne,

burda mıyız? bugünlerden çarşamba. yine çoğun olduğu gibi erken kalkılan ve mesaiye yol alınan bir gün oldu. anlatacak hiçbir şeyim yok aslında. aslında hep vardır aslı bir şeylerin. ne kadar da aynı şeyleri kullanıyor değil miyiz. aslında, bazen, filan, bunlar olmasa naparmıştık. radiation dedi şarkıda. kulaklık çok önemli diye dedim ama sana daha önce. beni dinlememen yetmiyormuş gibi kulaklık da takmadığın oluyor. sonra alçak portakal ağacının yanına geçip portakalı bir kadın memesini tutar gibi tutup da fotoğraf çektirmedim elbette. benim niye sahi hiç mi hiç fotoğrafım yok oralarda. o taraklarda bezimiz var elbet. inanır mısın o kadar boş geziyor ki ellerim, hiç.  sosyal mesaj aşeriyorum. içeriyor nitekim.

nerden aklıma geldiyse. ben biliyorum nerden aklıma geldiğini. ama bence erkek şarkısı bu.


10.02.2014

sen yine de al yanına, lazım olur.

"nilüfer

ben oraya koymuştum, almışlar,
arasına sıkışık saatlerin.
çıkarır bakardım kimseler yokken;
beni bana gösterecek aynamdı, almışlar.

kışken ilkyaz sularımda açardı;
buzlu dağlar gerisine kaçıracak ne vardı?
eski defterlerden sararmış yaprak.
beni bana gösterecek anlamdı, almışlar.

bir ışıktı yanardı yalnız gecelerde;
akşam,çiçekler uykuya yattı,
sardı karşı kıyıları karanlık-
beni bana gösterecek lambamdı, almışlar.

b. necatigil"
nazar boncuğu takmayı ihmal etmemesi gözümden kaçmamıştı. ben kaç yıldır nazar boncuğu takmıyordum kimbilir.

her hafta herhangi bir gün iş çıkış akşamı yaptığım gibi küçük alışveriş ardından çiçekçiye uzandım. "şundan," dedim, ne kadar olduğunu öğrenince, -günün kazancına ya da alıcının tipine göre fiyatı değiştirebiliyorlar, her hafta farklı fiyattan alıyor olabiliyorum, ziyanı yok- "dört bağ lütfen," dedim, bir tane de o ikram etti. "yanına da bir tane ama sadece bir tane şundan," dedim, "şu renginden." "kızınız mı var," dedi. "hayır, hatta kimse yok," dedim. o sırada çiçekler elimdeydi ve parayı hazırlıyordum. "boş eve çiçek alıyorum," dedim. "kızım mı olsaydı," dedim. "yok, da, o rengi seçince, öyle düşündüm," dedi. "her hafta yapıyorum bunu, bir hafta sizden, bir hafta yandaki amcadan, bir hafta öbür hanımefendiden, ve her hafta rengini değiştiriyorum," dedim.
biliyordum turkuazı severdiniz.


8.02.2014

bu da iki senemi yedi nerden baksan : )



daha önce daha orijinal klibiyle paylaşmıştım yine burda ama benim gözümde bu şarkı özellikle bu kliple son birbuçuk senedir hayatımı sikiyor. [argo için kusura bakmayın. tam işe yarayacağı yerde çıkıp geliyor sağolsun.]

7.02.2014

her akşam balıklara yem veriyorum marianne. ve her akşam sanki daha yeni vermişim gibi hissediyorum. bu demek oluyor ki.

6.02.2014

merhaba marianne,

bence insanın alnıyla gözlerinin orda bir şey var. hani gözlerini çevreleyen halkanın alnıyla bütünleşen noktalarında. ben mucit olsam oraya sürekli sıcak/soğuk kompres yapılabilecek bir şeyler icat ederdim kesin. oraya bi el değmeli. bunu açıklamalı ilim adamları kadınları. çakra filan da değil ya bu daha başka. yogasının amına koyim bu daha başka. var bir şey diyorum anlamıyosun.
merhaba marianne,

yaşım otuzüç ve ben bunun farkında olduğumu sanıyordum. arasıra genç kadınlarla konuşuyorum ama genç olduklarından değil, kadın olduklarından. yani ben yaşımın ne olduğunun farkında değilmişim aslında, yaş değil mesele daha aslında. mesele şu ki bugüne kadar bunu fark etmemiş olmam. bugüne kadar fark etmemiş olduğumu fark ettiğim şey şu ki, ben hayatı hiç ciddiye almıyormuşum. yaşımdan ya da yaşla ilgili herhangi bir şeyden bahsetmemin sebebi bu, bir anda bu ciddiyetin yaşla bağlantısını -ortalama ömür üzerinden hesaplayarak- kurmuş olmam. içerken içerken yaşarken yatarken kalkarken yerken içerken içerken içerken araba kullanırken severken sevişirken uyurken hiç ciddiye almamışım ben dünyayı. hep bir oyunun ve hâlâ oyunun içinde olduğumuzu sanmışım. dün nedense bu peydah oldu beynimin meyhanesine durduk yere, yok hayır durduk yere değil, araba kullanıyor ve yine hatalı mı hatasız mı olduğundan emin olmadığım bir sollamaya kalkışıyordum. ne kadar saçma ve basit değil mi. karşımda o arabayı gördüğümde bir anda vasiyetimi notere imzalattım. elbette bu bir şeyi değiştirmeyecek noter denen kurum varlığını korudukça ama bu benim içinde bulunduğum söylenmesi fena olmayan bu yaşımda, hiçbir zaman ciddiye alabileceğimin garantisi olmayacak. ve olmayacak.

sıradan çinkokarbon pillerden uzun ömürlüyüm, başka birine hem artısından hem eksisinden bu kadar enerji çekseler eminim bu kadar dayanamazdı.
merhaba marianne,

ben üniversiteyi istanbul'da şey ettim. sonra iş icabı oradan ayrıldım. sonra kuzenim diyebileceğim bir akrabalıktaki bir çocuk bana sordu, -bana amca derdi benden altı yaş küçük olmasına rağmen, aile geleneğimiz bunu bu şekilde gerektirirdi- amca hangi üniversiteyi hangi şehri yazayım dedi, puanım bu dedi. puanı düşüktü. ancak özel üniversitelerin özel bölümlerine yetecek kadardı, çok ihtimal yoktu önümüzde. babası da bunu bildiğinden buna maddi olarak hazırlıklıydı. diğer taraftan oğlu bana benzesin istiyordu. bir izmir bir de istanbul vardı önümüzde. gözlerine baktım. gözleri benim gözlerime, çenesi benim çeneme benzerdi, onun babasını babamın kardeşi zannederlerdi, benziyorduk bu yüzden, ben de onu benim o kadar sene önceki halime benzettim. git madem istanbul'a dedim. şu üniversitenin şu bölümünü yaz amcam dedim. yazdı ve kazandı. şimdi orda. ilk gittiği sene çok bocaladı, özellikle ingilizce hazırlık ona çok zorluklar yaşattı ve ben kendimi çok sorumlu hissettim. neyse ki atlattı. şimdi iyi. şimdi ben onu takip ediyorum facebook'tan instagram'dan. ama o çocuk benim oraya gönderdiğim çocuk değil, aslında o çocuk benim oraya gönderdiğim çocuk ama o çocuk ben değil. ben onu oraya gönderirken aslında kendim tekrar giderim onunla beraber diye düşünmüştüm. değilmiş marianne. kimse kimseye benzemiyormuş. ben de kendimi kimseye benzetemedim. çok uğraştım olmadı.

4.02.2014

merhaba marianne,

şimdiki gibi pek sarhoş geldiğimde beni eve al olur mu. ve hiç çaktırma lütfen, sanki her zamanki halimmiş gibi -ki çoğu zamanki halimdir- ağırdan al, kadınlık yap bana. beni ağırla olabildiğince ağırlığınla, karım olduğunu hissettir bana, çocuğun olduğumu bildir ağırlığınla. esme yağma, hoşgeldin de. bütün fazla gelen ağırlıkları attığımı ve düşmemek için elimden geleni yaptığımı bileyim ben de. izci kampına katılırmışız gibi bileyim ben. öyle uzaktan bak ki senin olduğumu hissettir bana, ben bu zamana kadar hayatımın anasını ağlatmış olsam da pişmanlık duymak için büyük bir geçmiş yarat bana, seni tanımadan geçirdiğim yüzyıllara kısa bir süre yanmama izin ver. rüya görüyormuşum gibi hissettir bana marianne, uyandığımda anlayayım gerçek olduğunu.

1.02.2014

merhaba marianne,

bugün pek de uzun sayılmayabilecek bir aradan sonra annemi gördüm, örgümü andım. dünyanın başıma ördüğü çoraplar konusunda muhtelif tasalarım var. ve bu dünya düzeninde pek mühim değil, olmasın da zaten. o kadar da milyar varken, bence lafı mı olmalı, olmamalı mı olmalı mı. sonra sohbete türkiye'nin çeşitli merkezlerinden arkadaşlarımı buyur ettim kafa tasımda, sonuçta tasa tek başına derdest edilemiyor. dersaadet'te buluşmak üzere sözleştik ve fakat benden başka gelen olmadı ne gam. sonra sultanahmet'e sahafları gezmeye gideyim bari dedim, sahaf ne gezer, hepsi ingilizce ders kitabı satıyor olmasın m, beni bi yas tuttum. buat diye bir kelime dikkatimi çekti sahafları gezerken. ordan mahmutpaşa'ya geçecektim geçmesine lakin, çaldıran'a uğramadan edemedim. yine de yeryüzünde buat diye bir kelime yaşıyordu yaşamasına ve eskimolara olan uzaktan ve platonik ilgim onların bana kayıtsız kalmasına mani olmamalıydı. yine de yıllardır mani oluyordu halimi takrire hicabım. şimdi sana kendimi tanıtacak değilim marianne, bunki gerçek beni pek tanımanı istediğimi söyleyemeyeceğim, hem de esefle muzdaribim bundan. trafikte korna çalmaktan da imtina eden biriyim. hani bazı babalar vardır, toplum tarafından ve eş dost arafında çok sevilirler lakin eve geldiklerinde ızdırap olurlar -aranızda askere gitmeyenler ızdırap olmak lafzını tam çözemeyeceklerdir kesinlikle- ben de o babalar olmaktan pek korkuyorum neme lazım. bende yeterince nem var, sana da bence biraz rutubet lazım. ki birlikte kurulanmamızın bi ranlamı olsun.

benim babam nerdeyse osmanlıdan beri devlet memurudur marianne. ve öyle komik bir şey oldu ki, kendisi bu haberi bana verirken telefonda gülüyordu, bana da ziyadesiyle komik gelemedi değil, adamın tayini çıkmış van'ın ta çaldıran'ına. bana sen ne biçim tarihçisin dedi, çaldıran mı, diye hayretle sorduğumda. yok dedim, onu hatırlıyorum, onlar benim hayatımın dönüm noktalarıdır, unutmam mümkün mü dedim, ben ki ilk öpücüğümü ridaniye, ikincisini mercidabık, üçüncüsünü de çaldıran'da almış adamım dedim, kronolojisini karıştırıyor olabileceğim mazuriyetimi yineledim. ... bir sürgün bu sevda.

yine de buat fena kelime değil.

29.01.2014

merhaba marianne,

bugün canım çok sıkkın işim beni terk ediyor olabilir. sen yine de yok yok yalan deme sevgi denen o gerçeğe. bugün akşam iş çıkışı havayı biraz daha geç kararmaya çalışırken yakaladım onca bulutun arkasında, kızardı biraz beni görünce. geçen sene dün bugün ferdi özbeğen öldü. geçenlerde bir anayım demiştim zaten. bugün bir daha vaktidir. vaktidir vakte tapan illetimin istikbâl.

bi ara görüşürüz nasılsa.

25.01.2014

bana bunlarla gelin. konuşmak zor iş.

 
WES from Alejandro Prullansky on Vimeo.

24.01.2014

mükemmel tanımına uymuyor mu marianne?

sana da afiyet olsun.


22.01.2014





merhaba herkesler. şimdi böyle bir şarkı var ortada, mutluluktan bahsettiğini iddia eden bu şarkıyı alıyosunuz bi kefesine dünyanın şirazesini şeyettiğim terazisinin. merhaba herkesler. diğerine de en aşağıda anlatacağım filmi. canlarım pek sıkkın olduğunda gözüm kimseyi görmez ama çok yaratıcı da olmam ve hiç bulunmamak üzere kaybolmak isterim, öyle battaniye altına filan da gizlenmem ha, uykuyla işim olmaz. bugün iş yüzünden, işyerindeki saçmalıklar yüzünden morallerim azcık -üzerinize mutluluk- uzaktı. can sıkkınlığım günlük limitimin üstüne çıktığında ben de zıvanadan çıkarım ve napacağım sağını solunu şaşırır. aklıma bu şarkı geldi ve bağıra bağıra söylemeye başladım. feliçita e tenersi per mano dare lontana feliçita, böyle anlardım ben, anlamı şu imişti: mutluluk, el ele tutuşarak uzun süre yürümektir.

 doğru söylemiş herkesler. işte bugün bazı mutsuz olduğumda yaptığım gibi bu şarkıyı eda ediyordum çoğunluğunda nınınınn nıı diyerek. yan taraftaki italyan kulak kabarttı, "hey hasan" dedi, "did you watch al bano celebrating his birthday on raiuno." "when?" dedim. "no," dedim. "a few days ago," dedi. "i thought about to send a message to you but i remembered that you don't have a tv and i gave up," dedi. "maybe i can watch from youtube," dedim. "maybe," dedi. "al bano celebrated his 70th birthday with a concert in moscow." dedi. "why moscow?" dedim. "he is very famous in moscow." dedi. "and romina?" dedim. "also she was there with so many other singers," dedi. "but you know they've divorced." diye ekledi. ayrıldıklarını bilmiyordum. şaşırdım, "sen hep beni mazideki halimle tanırsın," dedim. anlamadı.

felicita'yı, bu şarkıyı ben çok severim ama al bano ve romina'nın söylediği şekliyle değil. seksenlerde izlediğim bir emrah filmindeki haliyle. şimdi şu blogun bir avuç okuyucusunun kaçı bu filmi izledi bilmiyorum, izledi de bu şarkı aklında kaldı onu da bilmiyorum, ama içinde müzik olan her şey benim aklımda kalır, senin de içinde müzik var idiyse sen de aklımdasın demekdir, ve bu film izlemesi pek de kolay olmayan bi filmdir. daha net konuşayım, bence kim ki duk türk olsaydı bu filmi kesin çok beğenirdi, tabii biz napıyoruz, okuduğumuz tarihi o dönemin şartları içinde yargılıyoruz. içinde bu şarkının geçtiği, emrah'ın oynadığı "acı" filmi gerçekten emrah'ın ve dönemin diğer filmleri arasında toplu bir hareketin ortasında marş komutu verildiğinde ortaya tek adımıyla çıkan tek şapşal gibidir. bu film bambaşkadır. dönemin tüm basit duygu sömürüsü ve yapışkan lirizm ihtiyacını tek bir filmde ve tüm çarpıcı gerçekliğiyle en vurucu biçimde ortaya dökmüştür. zaten şehnaz dilan'a da bu filmde aşık olmuştum o ayrı.

 ha bir de filmin girişinde bebek doğuş sahnesi donmuş bir kesitle epey uzun tutulmuştur. sonradan barış bıçakçı'nın, çok değerli bulduğum, "erkeklerin hayatında iki şaplağın çok önemi vardır, biri doğduklarında yedikleri diğeri ilk geneleve gittiklerinde", minvalinde bir anlatısını okuduğumda da filmin bu sahnesinin gözönüme gelmesiydi.

ama demem o ki, felicita.
merhaba marianne,

bugün canlarım çok bozuk, morallem pek sıkkın, iş yüzünden, işine çakii bizlere bir şey olmii. bu şarkıyı bundan seneler senelerce evvel kuzenim vasıtasıyla eskişehir'deki evimde tanımıştım. kuzenim sıkı bir yavru kurttu, bu şarkının orijinal söyleyeni de öyle ama öyle deme adam güzel söylemişti gerçekten. sonradan şu alttaki icrayı gerçekleştiren davul zurna orkestrasının da çaldığına şahit oldum geçtiğimiz yaz bir düğünde. -bu arada makinaya çamaşır attım kulağım orda- ve mest oldum tekrardan. senlere tavsiyem bu şarkıyı asıl icracısından dinlemen bir de. ama alttaki çalgıcı ekip, işte onlar benim kankalarım. az çıkmadık beraber ovalara gençliğimde. hâlâ da yaparız denkgeldiğimizde, şimdi youtube meşhuru olmalarına az kaldı. her neyse. morallem ihtiyarladı bugün. bugün arap çayını bile içmedi.

 [açılır açılmaz sesi kısılsın, zira çok yüksek kaydedilmiş.]


19.01.2014


Hepsileri Ermeni

Türkiye hermetiktir, hermetik kalacak.

Kemanî Tatyos Efendi der ki, mani oluyor hâlimi takrire hicabım.

“İlk saldırı 19.00 sıralarında Şişli’deki Haylayf Pastanesi’ne yapıldı. Ardından büyüyen kalabalık gayrimüslimlerin toplu olarak yaşadığı birçok semtte önce Rumların, ardından da Ermeni, Yahudi ve hatta yanlışlıkla bazı Türklerin dükkânlarına saldırarak yağmaya başladı.” 

 
“Bu sırada on altı çocuk, aralarında motorlu sandallara, altın yaldızlı güvertelerinde yalancı insanlar bulunan kotralara sahip çocuklar da bulunan on altı çocuk, ellerindeki ve ceplerindeki taşlarla beraber fırladılar. Stelyanos Hrisopulos gemisini batırdılar.”

Hamparsum Limoncıyan’ın kültablasından fırladığımızı inkâr edemem.

“Baba Hamparsum, doğru inandandır, Doğuya dönük notaları, Ortodoks gibi düşünüp Osmanlı gibi şakımıştır.”

Anahit’in serin gözlerinden muhabbet kaptığım da doğru.

Benim hiç Ermeni arkadaşım olmadı. Semra’nın Ermeni olduğunu söylediler ama o bana bakmadı.

Bayraklardan nefret ediyor. Bayraklar beni haçlara aylara yıldızlara oraklara varaklara ve renklere ayırıyor. Ben renk körü olmak istiyor.

İzmir’in tek eksiği birkaçyüzbin (üçyüzbin –T.U.) Ermeni’dir. Dağlarında açan çiçekler hep sarıdır, ve onlara sormazlar mı anneniz babanız nerdedir?

Onlar gittikten sonra Türklerin içi ihtiyar heyeti gibi oldu. Sümükleri selpak nedir bilmedi. Türkler sümüklerini hep artık kollarına sildi.

Onlar gittiler ve sonra Türkiye’nin dağları denizlere sik gibi uzandı hep. Türk dünyası yüce bir coğrafi kaosa girdi.

Onlar gittiklerisıra Türkler harekete geçti, habire inek sağdı, memelerden süt çıkmadı, ve sağdı, milliyetin mukaddesatın sağlamasını yaptı.

Onların ardından Türkler her sıcaklığı kırk derece hissetti, hissedilen sıcaklıktan bile şüphelenildi.

Onlarsız biz Türkler çok yalnız kaldık. Herkes bize boyunuz bosunuz devrilsin dedi, boş olun dendi. Altıüstü kaç yüz bin (üçyüzbin – T.U.)

Onları biz yığınca toprağa, bülbül öttü ılga etti dalını, ördek yüzdü dalga etti gölünü.

Sonra biz Türkler ağırlık merkezimizi şaşırdık. Bi Rumlara bi Kürtlere bi Moldovalılara kime göre moment alacağımızı bilemedik.

Kuşlar yüzyıldır Türklerin aleyhine tezahürat ediyor fakat biz var anlamıyor.

Kurukahvecilerin zilleri yüz yaklaşık yıldır çalmıyor. Paslı kilitler çalışmıyor. Mezarlar gıcırdıyor.

Halbuki onların da süpürgeleri yoncadandı, onlar da şu derenin alıcıydılar, onlar da varmış bakmıştılar ki demir kapı sürgülü.

 

 

 

 

 

 

 

16.01.2014

merhaba marianne,

bazı şehirler insanı olduğundan güzel gösteriyor.

15.01.2014

merhaba mı marianne,

çölde çay mısın. soru işareti yok bizim mevsimlerde. rap dinleyen çocuğa evlat mı derim. rap de/da müzik midir haha. hayri irdal'ın bir sözünü hatırladım ama aartık aaaramızda bunun hiçbir hüviyeti yok. kahvehanede çay mısın. kahveye gitmiyorum yıllardır. o tarz toplu ortamları sevmiyorum, aslında sveiyorum da bi taraftan, konuşmak durumunda kalmıyor insan. insan diyerek kendimizi ötekileştiriyor muyuz acaba. sverige. ben isveçteyken hava -stockholm seni inandırsın- hiç kararmıyordu. öteki kavramı da ne meşhurdu bi aralar, ben de öyle. unutacağımı bildiğim şeyleri unutacağımı bildiğim halde önlem almıyorum ya, ben en çok buna sinirleniyorum sonrasında, aslında kızmadım, incindim sadece, kırıldım, bunu benden beklemez idim. kıskandırmak gibi olmasın marianne, tanju okan dinler misin, diye sordu. dinlerim, dedim, nerden çıktı ki, diye ekledim içimden. hangi şarkısını dinleyeyim, dedim. öyle sarhoş olsam ki : ) dedi. o bizden biri değildi halbuki. alnımda mı yazıyordu desem, evet alnımda filan yazdığında inanıyorum artık, ama alnımı henüz görmemişti. satırlarımdan mı damlıyordu desem, evet bu da doğru, ama onları da görmemişti. ee hani bunun şerbeti.

şey diyorum marianne, şimdi benim televizyonum yok. son kusur yıldır tv izlemiyorum. ha bulursam kaçırmam o ayrı ama yani ne gerek var bilemedim şimdi, evet film izlemek için gerekli, ama film de izlemiyorsa insan, -bak yine yaptı- ya da insanlar çok canı sıkılmış olmalı. hem de pişman herkesten. ben bir yönetmen olsaydım -hiç alakam yok ama- bir mandalina çekirdeğinin yere düşüş ve sonraki hareketi sahnesiyle başlayan bir film çekmeden sinemaya adım atmazdım. çekirdekleri olmayan mandalinalara inanmıyorum nihal, ah pardon marianne, çok afedersin, nihal şiirin birinden dilime dolanan bir isim sadece, nihal diye birini tanımadım bile ömrü hayatımda, şiiri çok kereler okuduğumdan. ama lütfen, uzatmazsan sevinirim.

bak aslında inanmayacaksın biliyorum ama ben hiç uyumamak istiyorum inan marianne. yani uyumak pek sevdiğim bir şey değil. hatta hattat keşke beni uyurken çizse ve kendimi o halde görüp uyumuş uyanmış olduğuma inansam. ama yetmiyor leyla. eyvah marianne,

bazı dışardan gelen sesleri yağmur sesi gibi getirmiyolar mı kulağıma, gerçekten dalga mı geçiliyor benle acaba diye şüphelendiğim oluyor marianne. daha dün baktıydım aya, göğün alnına bozuk para yapıştırılmış gibi geziyordu. şu türkü sözü hakkında ne düşünüyorsun marianne, türlü donlar giymiş gülden naziktir. bence çok cezbedici. tam kendimi ifade edecektim ki çayda çıra olduğunu öğrendim marianne, ya da bu meseleyi sonra konuşalım. neden biz hep suçluysak, suçlu gibiysek, suçlu gibiymişsek, suçlu gibi hissediyormuşsak.

bence karabiberde pek çoğumuzun farkında olmadığı bir gizem var. karabiber, soframızın büyücüsü.

13.01.2014

merhaba marianne,

bugün kendime bir değişiklik yapmağa karar verdim, karar vermeden karar verildim aslında. bir arkadaşımın çok önemli bir deyişi vardı, ekstradan zil zurna sarhoş olmak dışında yaptığımız bir aşırılık olmadığı konusunda öz mü öz bir eleştiri getiriyordu yaşantımıza. ben bugün buna dur demek için yapmağa karar vermediğim elbette bu neye borçlu olduğumuzu bilmediğimiz bu değişikliği. sadece farklı bir şeğ olsun istedim. düşünsene fark yaratabildiğin şey bu kadar basit naçiz bir şey. bugün sabah erken kalkacağımı düşünmeyerek normal yatış saatimi ötelemeğe karar verdim sadece ve an itibarıyile anlık olarak saate bakılsaydı bu rahatlıkla hissedilebilirdi. [bu yazıda ve hiçbir yazımda gayriihtiyari yazım yanlışı ya da anlatım bozması yoktur, varsa size öyle geldiğindendir, beni okumayı anlamayışınızdandır, ben orda bir şey deniyor ya da diyorumdur] gecenin bir saati ansız bir sms alacağımız yaşları elbette geçtik ve telefonların da mesaj uyarıları heyecan vermez oldu malum ticari orospu çocukları yüzünden ama alsak fena olmazdı gayriihtiyari bir ses. [nokia'nın mesaj uyarısına eş bir heyecan bundan onbeş yıl önce de yoktu, onbir sonrasında da gelmeyecek dünyaya.] [ben öğrenciliğimde sınav geceleri erken yatar ve ama kanepe gibi rahatsız bir yerde uyurdum ki sabah yatağın rahatlığına kanıp geç kalmayayım sınava, ha içmiş olmam da tetikte uyumama yeter bir sebepti zaten] az uyuyacağımın belli olduğu gecelerde hâlâ aynı taktiği uygularım, rahatsız bir yerde rahatsız bir şekilde yatarım ki vücudum bari tetikte olsam. hep aynı terane marianne. onlar ki beni bilmeyenlere beni anlatanlardır marianne. iyidir geceler, sabahlar kadar olmasa. da.

12.01.2014

merhaba marianne,

bir dizi resmî olmayan ziyaret için istanbul'da bulunmak istiyorum ne var ki blogger'a bir şeyler oldu ve istanbul'un baş rakamı olan i'yi otomatik olarak büyük rakkam yapmak istiyor. rakkas geliyor meydane böyle durumlarda beynimde. insan istediği gibi yapı bozamayacak mı yani. başka sitelerde de görüyorum böyle pervasızlıkları, yiyorsa resmi derkenki i'nin şapkasını tak diyorum ama yemiyor zekâları bunu elbette, çünkü onlar ezberci bir teknolojinin gayrimahsulleri. şapkasını takmadan dışarı yollamaması gibi bir annenin okula giden çocuğunu. sabahları yedi gibi evden çıkmam gerekiyor işe gitmem için marianne. bana bugüne kadar hazırlamadığın tüm kahvaltılar için teşekkürler rica ederim. tam da sabah ben apartmandan çıkarken çocuğunu gelen kreş servisine bindirmeğe hazırlanan bir anneye rastlıyorum, yürü kızım, hadi kızım diye servis şoförünü bekletecekler diye öyle telaşlanıyor ki kadın çocuğunun atkısını ve beresini sararken. bazen daha erken çıktığımdan rastlamıyorum, bazen de rastlamak istediğim için rastlıyorum ya da raslıyorum. aşağıdaki resme benzer bağlıyor olmalı kızının saçlarını atkıdan bereden önce.



bugün apartmanındaki en yakın üç komşum kandil münasebetiyle bana irmik helvası getirdi. irmik helvasının türkiye üzerinde dünyayla kurduğu bağlantıdan pek hoşnut değilim ve aklıma bir türlü yatmıyor ama komşudan geldi ve bu bağlantı önyargısını kırayım diye en azından üzerindeki tarçını ve içindeki cevizleri yedim biraz üzerine afiyet. kandil günlerinin adının neye tekabül ettiğini hatırlamağa çalışmanın güzel olduğu dönemlere gittim geldim bi süre. bazınız buna kafa yormadı bile ailesinden aldığı müthiş ateyiz terbiye münasebetiyle. sonra da şairleri düşündüm marianne, şairlerin mayolu fotoğrafları olması garip değil mi sence de, bu yüzden şair olmayı reddettim sanırım. red mi ettim redd mi edildim [arabesk filmindeki söyleyiş güzelliğiyle şener şen'in]: terk edildim terk edildim. terk oldum. atımın terkisine basıp. soluğu alıp, benzi soluğu da yanıma alıp, yo marianne.

kandil mi candle'dan geliyor, candle mı kandilden sence? kandil diye de bir dağımız var biliyorsun. ya da dağları var. şöyle de bir mısrağ var, "torun dediğin onsekizinde bir kadın haritasında meme icabındağ." gündüzünde dinlenebildiğim akşamlarda içmeği seviyorum marianne.

şarkıları dünüyorum bazen mariağnne. şarkılar da beni düşünüyor mudur merak ediyorum ama o ayrı mesele, onu başka bir akşamda dile almağı planlıyorum. bir almanak edeyim diyor her sene yıl sonunda, sonra da bir bakmışım ki yılbaşı olmuş ve başlamış harala gürele, mehmet de pek güreli laf aramızda, kimse bilmez. benim de adım öldükten sonra cebeli diye anılsa hoşuma giderdi, kemiklerim rahat bir uyku çekerlerdi de sızlamak nedir bilmezlerdi aslında, cebeli kayalı demek malumunsa. cedelleşiyoruz nitekim.

yarın, yarın olacak biliyorsun marianne. yarın bir yarın olacak. onun da başka yarınları muhakkak. şimdi ben sen o bizimiz siziniz hepimiz inzivalara çekilip sabahları birer kahve yudumlayacağız, çay da içeceğiz muhakkak.

çay içilsin marianne. görüşürüz denilsin.

11.01.2014

umman ümmi midir marianne, yoksa leyli midir?
merhaba marianne,

yine -belki göğe değil ama- tavana bakmağa başladımsa bir şey var demektir. bir şey olmayan ne var ki di mi, saçmalıyorum bence, saçmalamayan ne var ki di mi, olmayan da ne varsa artık, kesimlikle kesimlikle. böyle akşamlarda atla ilk geçen araca gel denilse, soluğu arjantin'de alabilecek gibiyim, ne demiş şarkıcı ayrıca, sevecekmiş gibisin.

benim, çok hızlı bir a içerim.

okuldan döndükten sonra kuzenimle inekleri otlamaya götürürdük biz bahar aylarında marianne. kuzenim çocuk kadın güçsüzlüğünde olduğundan ben çekerdim işin asıl töhmetini. kaçmazlardı da sağolsunlar. öğretmen evleri dediğimiz bi mahallenin çimenleri çok yeşildi ve manidardı. bazı çimenler çok manidar oluyor, bazı karlar da öyle, üzerine yatıp aa gökyüzüne ne zamandır bakmamışım dedirtiyor insanı. ama allah var hiç oğlak gütmedim, büyükbaşlarla uğraştım genellikle. babam bilir inek sağmayı, annem bilmez, ki annemin annesi türkiye'nin kocası tarafından ilk kendi başına bırakılmış kadınlarındandır, kocası rakı içip orda burda dere kenarlarında su arklarında sızıp kalmaktan başka bir şey bilmediğinden sabaha karşı tütün kırmağa da sebze meyve toplayıp pazarda satmağa götürmeğe de sabah erkenden inek sağmağa da kendisi karar vermiş bir kadındır, akşam hazırladığı sofranın tuzu eksik diye bir tekmeyle savrulması da cabası. geçen hafta memlekete gittim marianne. memleket ne kadar da taşralı bir kelime değil mi, insan hicap duyuyor kullanırken. gurbet demek gibi bir şey, halbuki sıla öyle mi, sıla daha afili daha cabbar, gurbet daha edilgen daha kaybeden daha zavallı. memleket de öyle. ama yer mi anadolu çocuğu marianne, neden cevap vermiyorsun bana. geçiyorum hep bunları. geçen hafta tam da bugün, cumartesi yani, bundan yedi ay öncesine kadar cumartesinin pek önemi yok idi benim için, şimdilerde öğreniyorum haftaiçi çalışıp haftasonu dinlenmeği, de mesele bu değil, -sana yazdıklarımı seninle konuşurmuşum gibi oku lütfen- geçen cumartesi gündüzünde babamla bahçeyi sulamağa, ağaçları arlamağa gittik, -bu demek midir ki insanlar gibi ağaçlar da arsız olabiliyor, aynen öyle marianne- işimiz erken bitti, tam da bahçede dayıma rastladım, nabıyosun dedim, kuş vurmağa çıktım dedi omzundaki tüfeği göstererek. ben kuş vurmağı dayımdan öğrendim, iyi avcılığı dayımdan öğrendim ama ben avlanmıyorum artık, dayım işin bitince uğra eve dedi. zaten anannemi görmeğe gidecektim uğrayacaktım muhakkak. babam, beni eve bırak nereye gideceksen git dedi, aynen dediği gibi yapıp köye geri döndüm dayımın yanına. avcum kaşınıyordu, avcum kaşındığında anlarım ki gündüz rakısı içeceğim. bu adamlar haftanın bir iki günü içenler marianne, o yüzden o haftanın içecekleri günü geldiğinde heyecanlanıyorlar, gözleri parlıyor, bana da aynısı oldu. vardığımda dayım ve yanında onun dayısı, bahçe ocağını yakmışlardı, yengem salatayı yapıp bardakları hazırlayıp içeri sobanın yanına çekilmişti. anannemse oğlunun ve kardeşinin yanında oturuyordu öğleden sonrasında, şimdi de torunu iştirak etmişti bu toplanmağa. nene, dedim her zaman yaptığım gibi. bi yudum almadın mı hiç. almadım oğlum dedi, dedenin aldığı yudumlar bana da yetti. başladık operasyona. dayım, onun dayısı ve ben, ben de dayıyım biliyorsun marianne, yeğenimin babası içki içmez ama korkarım yeğenimi bana benzetirim ben de. gerçi babam da dayı ve babam yeğenini kendine benzetmedi hiç, içmez kuzenim, ama ben onu çok severim bilirsin, bilir misin. her neyse marianne, neler anlatacaktım konu nerelere vardı. şehre taşındığımdan bu yana akşamları ambulans sesleri eksik olmuyor, polis sirenleri de öyle, ya da itfaiye sirenleri mi acaba bunlar. bi ara sana askerdeyken sabahları tüm kışlada çalan müziğin orijinal adını bulabilirsem dinleteyim, herkesin bildiği malumane bir şey ama ismini bilmiyorum işte. şimdi saat aslında çok erken ama ben biraz müziğe dahlolayım. sonra tekrar yazarım.

10.01.2014

merhaba marianne.

9.01.2014

merhaba marianne, bana neden yazmadığını merak etmiyorum. çünkü günler ne kadar da çabuk. şu an canım çok sigara istiyor. yo hayır sigarayı bırakmadım, balkona çıkmaya üşeniyorum sadece. biliyor musun benim inancıma göre ben sigarayı bıraktığımda dünyada bir buzul daha sular altında kalacak ya da bilemiyorum pilav şeklinde bir tepe su altında kalabilir herhangi bir yerde. yo hayır kocabenlik değil bu marianne, bu derin bir tutku. şimdi benim için nilüfer dinleme zamanı marianne, iki adet nilüfer aldım, evde yetiştirmeyi büyütmeyi beslemeyi becerebilir miyim bilmiyorum ama ne zamandır kuruyordum bunun hayalini, biri çok tomurcuk henüz, diğeri biraz yetişmiş, şimdilik biçimsiz birer kovada duruyorlar, onlardan eve alıştıklarında bana söylemelerini rica ettim, o zaman onlara akvaryum alacağım, yanlarına da birer aynalı sazan, güzel olmaz mı, işte sanırım hiç çıkmam o zaman evden, biraz rakı içerim belki bakıp, konuşuruz da hem. şimdi uyuyayım ben.

4.01.2014

merhaba marianne, sana simdi memleketimin komur kokulu buhranindan sesleniyorum. dun aksam saat dokuz sularinda sehre girmemle beraber kesif bir komur kokusu sondi ustume. hep iddia ederim ki bu kucuk sehirde insanin ustune kisin komur yazin da raki kokusu siner marianne. sonbahar ve ilkbaharda ise hayit ve ilgin gibi bitkilerin kokusu. sana bu aksam burdan iletecegim pek cok mesaj var ama daha dogru bir turkce ortamindan seslenmeyi umuyorum. zira teknoloji cok zor.

2.01.2014

merhaba marianne,

sana bu satırları taze ısırılmış bir dilin acısıyla yazıyorum. epey oldu bunu yaşamayalı ama hissedebiliyorum yaşamadığım acıları, da. bugün izmir'de kar yağacakmış gibi bir hava vardı öğle arasında, sanırdın ki buraya her gün kar yağıyor, öyle bakıyordu gökyüzü bana, ama yağmayacağını ikimiz de çok iyi biliyorduk. sabahları çok özlüyorum marianne, en çok sabahları özlüyorum, sabahları diyorum, kahvaltı sonralarını mesela sabahların, erkenlerini. sonra bir işçi geldi bana kafasının çok karışık olduğunu anlattı tam da ben sabahları özleyip günlük bir fincanlık kahve hakkımı yudumlarken ve birazdan sigaraya çıkacakken. sizinle bir şey konuşmak istiyorum, dedi, anlat, dedim. size bunu neden anlatacağımı bilmiyorum ama içimden anlatmak geliyor, dedi, anlat, dedim. anlatacağı şeyi kestirse miydim kestirmese miydim bilemedim. bir kadın var, dedi. hobbala demedim içimden. biliyordum bir davası olduğunu. daha önce birkaç kez uyarmıştım mesai saatinde cep telefonu kullandığı için. ben mesai saatlerinde telefon kullanılmasını sevmiyorum marianne. ben telefon kullanılmasını hiç sevmiyorum. mesai saatlerinde içinde dışında gündelik hayatta. ne içindeyim ne dışında, yekpare geniş bir anın parçalanmaz akışında. bunu doğru mu hatırlıyorum onu da bilmiyorum. düzelt beni marianne. azalt beni, daha fazla öksürtmeyeyim.

evli, çocuğu var, dedi. sen de evlisin, senin de çocuğun var, dedim. onyedi senelik dava bu, dedi. o zamanlar dört yıl gezdik, sonra bir şey oldu ben istemedim. dört sene önce karşılaştık, ben evi değiştirince meğer onun mahallesine taşınmışım. iki sene boyunca birbirimizi gördük ama selamlaşmadık. ben zaten onu o zamanlar istemediğimden şimdi mahcuptum. o da ses çıkarmadı. iki sene böyle geçti. sonra bir gün durakta servis beklerken buraya gelmek için, merhaba dedi. bana merhaba dedi abi. iki senedir de görüşüyoruz. biz beraberiz işte anlayın. kocası öğrendi beni. numaramı da bulmuş aradı, sövdü bir sürü. geçenlerde hatırlarsanız numaramı değiştirdim, bu yüzden değiştirdim. şimdi napıcağımı bilmiyorum.

ona tabii ki ne yapması gerektiğini söylemedim marianne. birden bana bu anlatılınca, ne düşüneceğimi şaşırdım. düşünmüyorum. düşünmemeyi tercih etmekle birlikte düşünürken buluyorum kendimi. dünyanın çivisi ne alemde acaba. sana kış çayı hitabım devam ediyor marianne. öyle bir akşamlarım var ki kış çayının ardından kalorifer peteğinin üzerine konarak hafif ısıtılmış iki üç biranın gelmesi çok olağan karşılanıyor müzikçalarım tarafımdan. uzak düşüyorum sonra. internet bağlantım gelip gidici. ne var di mi gelip gidici olmayan. bir de sabahları düşünüyorum marianne. dünyanın bütün sabahlarını diyorum, djarum. bu ilk oyunlarımdan biriydi belki. oyun dedin de, geçenlerde çocukluk aşkından artık ümidi keserek kendisinden hoşlanan bir çocuğa evet dediğini duydum çocukluk aşklığımın. dile kolay, bir kadın on yaşından otuziki yaşına kadar bu kadar bekler miymiş marianne. marry christmas diye bağırdım ona. bir kadın daha bekler o şekilde. ben, bekler miydim öyle.

ıslık çalarım marianne. belki de en güzeli böyle.



hadi hatırlayın bunu


1.01.2014

merhaba marianne,

sana yeni bir yıldan sesleniyorum. yeni bir yıl, girişinde kutlamayı pek bilmesem ve adetim üzere olmasa da, yeni bir şeyler demek biliyoruz. yenilikleri severim. sen de sever miydin. geçtiğimiz yeni yıl benim için çeşitli sürprizlere gebe oldu ve öylece kalakaldı. bir bir önceki yıl beni sevmedi marianne. güzellice de girmiştim halbuki. dünü de kapsayan bir önceki yıl ise yorulmuş bir şekilde aldı beni içine.

bugün gezmeye çalıştığım eskiciler hep kapalıydı. zeki müren ve müzeyyen senar plakları buldum bi yerde, tertemiz sesli plaklar, çok pahalılardı. pikap fiyatına plak mı olurdu, olmuştu. canım sıkıldı, orda yıllanıp gideceklerdi ama dükkan sahibi bundan rahatsız değildi. yine de ben kendimi tanıyorsam alacaktım onları, bir gün muhakkak verecektim bir plağa yüzelli ikiyüz tl. ama o gün bu gün değildi. ne zaman paraya dokunsam ellerimden tiksiniyor ve onları yıkayamadan geçen her dakika içime batıyor. geçtiğimiz hafta kendime bir adet hoparlör aldım. bana zarar da fayda da çok kendimden bugünlerde. müzik seviyordum herkesler gibi ve bazı tizliklere dair titizliğim sonsuzdu.

dün bizim için biten yıldan bahsetmeliyim biraz. yıldan ve seneden. sene-i devriyeden. içimde devriye nöbeti tutan keşmekeşlerden, içimdeki askerliği bir türlü bitmeyen tur üstüne tur bindiren keşlikten. zor bir dönemeç oldu geçtiğimiz yılın girişi. çok çalışmalıydım ki geçtiğim yılların terlerini bir bir bütün gözeneklerimden dışarı atayım. ben de öyle yaptım marianne. çok çalıştım bu senenin başında. allahtan çok çalışmaya müsait bir ortam vardı. ikibuçuk ay boyunca gece demedim gündüz demedim cumartesi demedim pazar demedim çalıştım. iş kazası geçirdiler ölümden döndüler, iş kazası geçirdiler öldüler bu dönemde, bana bir şey olmadı. bolca soğuk yedim. ocak şubat ve mart aylarını dışarıda ellerime hohlayarak, tenekede yanan odunlarla ısınarak geçirdim. bir sürü yabancı dil konuşan adamla kavga döğüş bana verilen işi zamanında teslim ettim. abi lütfen bugün erken çıkalım dediler, olmaz dedim, abi kendine zulmediyorsun bize bari etme dediler, olmaz dedim, zulüm hepimizin. ve biraz ısınmağa başladım marianne. kaldığım yere geri dönebilecek konuma yürümeğe başladım onca çalışmanın sonunda. sonra iki arkadaş kadın girdi hayatıma. iki kadın aynı anda sever gibi yaptı beni bana. iki kadın aynı anda baktı bana beni. olmaz dedim, bu zulüm hepinizin. sonrası çok bir yıl oldu bu. sonranın ardı arkası kesilmedi. sonra bir daha göstermedim o kadınları bana. içelim dedim diğerlerine ve içmeğe başladık elimdeki işleri bitirip. mayıs oldu ay. mayıs dedi ki bana, senin işini değiştirelim, sen git bizim şu yan taraftaki fabrikada çalış. biraz da oraya vur kendini. hiç düşünmedim marianne, düşünmek istemediğim zamanlardı. değişikliğe fena halde ihtiyacım vardı. mayısta yeni yıl gelse kabulümdü.

haziran deyince ben hiç tatil yapmamıştım. ondan önceki yıl da yapmamıştım. yine yapmadım. tatil yapmak ne kadar saçma bir şey dile. tatil yapılır mı marianne. dinlenmez mi insan. okul mu bu tatil olsun. cumartesi pazar çalışmayı unutturabilecek bir işim olmuştu artık. ve yaz bana merhaba dedi. denize çıktık her hafta sonu. bira rakı filan. gömlekler tiril tiril elbiseler. yine de etraftaki hiçbir kadının o yakası ince fırfırlı ince fiyonklu tişörtleri elbiseleri gömlekleri yoktu. bu sevmemek için yeterli bir sebepti. kimsenin yazını kışa çevirmedim bu defa bu yaz. yazın ortası beni bir salladı. dedi ki, uopp, ağır ol bay düzyazı, mollalığından geçtik adamlığın da kalmadı. aynen böyle ağır konuştu bana temmuzun sonu. başımı döndürdü, yere çaktı istanbul'un ortasında, haydarpaşa numune'de bir soluk aldım derince. dur dedi doktor, devam etme, kenara çek.

kenara çektim bir süre. evvelime bir şey olmamıştı da ahirime neler oluyordu öyle. kaldığım otele bıraktı beni şair abi. haftasonubirlik ziyaretimden bir hışımla döndüm işmemleketime. durun ağalar dedim. durun hanımlar dedim. dur kamil dedim kendime, davut da durdu, hepimiz durduk ben. hayatı teşbih yapmış sallıyorken durdum ve tesbihata başladım. yeni bir iş yeni bir sorumluluk düşündürdü beni, ben hâlâ mesaili çalışma düzenine uygun bir insan mıyımı sorgularken onuncu yıl marşımda. dünya bana fena el ense çekmişti ve hareket etmeme izin verdiği ölçüde ben kendimi zafere yakın sayıyordum, o ise beni gizli bir kameraya almış seyrediyordu. sabahları göğe bakmağa çalışırken göğün her defasında bana mısın sorgusuna maruz kalıyordum, ona mıydım bilmiyordum. izmir'i tanıdım, ve sonra dedim ki aga ben ayrılmak istiyorum. benim daha makbul değişikliklere ihtiyacım vardı ve bu şartlar altında ancak kaldığım yeri değiştirebilecektim.

eve çıktım. git dedim yanımdaki kadınlara. siz de gidin dedim komşulara. kimsesiz kalmak istiyordum. hayatın zaval nahiyesinden çıkalı yıllar olmuştu ve bir daha da dönmek istiyordum. şimdi sonbaharla merhaba dediğim bir evim var marianne. tanımadığım ama aşure ayını es geçmeyen komşularım var. günaydınlarım iyiakşamlarlarım var. müzik dinleyebildiğim bir sesim, birkaç tane dört duvarım var. yine hiçbir şey elbette filmlerdeki gibi değil ama gariptir yine de filmler var, çekmeğe de devam ediyorlar. gözlerim hâlâ dünyayı iyi çekilmiş fotoğraflardaki gibi görmüyor. ama gözlerim dünyaya çok iyi fotoğraf makinelerinin objektiflerinden çok daha manidar bakıyor.

şimdi kendime kış çayı demledim marianne. insan öleceğini anlar mı bilmiyorum ama hasta olacağını anlıyor, ama anladığında iş işten geçmiş, istila başlamış oluyor. her hafta bir ya da iki kez köşedeki çiçekçiden taze çiçek alıyor ve turkuaz vazolara koyuyorum. kuruyorlar, aldırmıyorum. köşede çiçekçi olması ne güzel şey. saksıdaki çiçekler kimi inat ediyor ve yeşil kalıyor, kimiyse benim yerim senin yanın değil deyip kendini kurutuyor. yine hiçbir şey tam değil. tam olmak da bana ait değil sanıp korkuyorum, sonra mental bir aritmetik yapıp uzaklaştırıyorum bu fikri. tıpkı filmdeki gibi ağacın kovuğuna söylemek gibi. ben ağzımda tıpkı bir gramofonun salyangozu varmış gibi, ağzımdan göğe uzanan hayali salyangoza söylüyorum kötülükleri. panzehir diye bir şey var ve biz onu tanımıyoruz marianne, halbuki ilgi istiyor sanki o.

düzenli yatma ve kalkma saatlerim var. düzenli yeme içme saatlerim. yine sevmiyorum upuzun çorap giymeyen kadınları. tek başıma barlara gitmiyorum artık. ehliyet kaptırmak için hakkım kalmadı, az bir şey içip araba da kullanamıyorum. içki içmeğe devam ediyorum. yazı da yazmıyorum. arada bir dergilere eskilerden gönderip içimi rahatlatıyorum. bu sene hiçbir kadına bakmadım marianne. bu sene gözlerim hep boş baktı. gözlerim bomboşluğa baktı. bakar gibi bakmadı. başım hâlâ dönüyor. şiir var yazmak var. şarkılar çalıyor. upuzun çoraplar giyen kordelalı kadınlar var. çiçekler var. ısınmak var üşümek var. hayat var.

şimdi gece geldi. uykusu var. ve biliyorum ki
uzun süre limon ağacı görmediğimde depresyona giriyorum.