ama arkadaşlar iyidir



28.02.2010

KAMUFLAŞ FLAŞ

askerlik yapıyorum. yarın çarşı iznim var çok sevinçli oluyor anlık olarak insan. elle yazdığım için eminim ki yine yazının inciliklerine takılıp, ne yazdığımı unutacak ve uzattıkça uzatacağım. farkında olup da devam etmek, bırakamamak ne kötü, çelişkili bir ilişki, aşk gibi. o seni sikti diye senin gidip kendini başkasına sktirmen şart mı? nazım'ın tahir zühre meselini günümüze uyarladım, affeder misiniz? ]bir ahmak yüzünden çarşıya bir saat geç çıktık, asabiyim[ tabii ki askerde küfür sarfiyatım ister istemez arttı. ama napabilirim, dünyanın en mal adamıyla nöbet tutuyorum, açık havada da olsak yanımdan ayrılmıyor. yalnız kalamayan, konuşmadan duramayan insanlar için çok üzülüyorum. kimseye kolay kolay "mal" demem, direkt hareket etmem yani; mına korum, siktir git, göt kafalı filan derim; ama; salak öküz aptal mal gerizekalı gibi doğrudan ve kasti hakaret içerikli kelimeler, kimseye kolay kolay sarf etmeyeceğim gibi, bana söylendiğinde kılıcımı kınından direkt çıkarabilirim, avuç içinde söndürülen sigara etkisi yaratabilirim, rimi rimi ley.

kadınla kitapçıda barda tanışacaksın arkadaş, ya da ne bileyim ikiniz de mezarlıkta ilk defa karşılaşacak ve aynı ölüye toprak attığınızı fark edip mezarlıktan el ele çıkacaksınız. ya da işte efendimiz aleyhisselama söyliyim, tam anahtar deliğinden !dışarıyı! gözlemek için eğildiğinizde aynı delikte karşılaşacak ve ordan gözgöze ayrılacaksınız, ve daha bir sürü şey, eyletmen beni, söyletmen beni.

dün bir tanesiyle gündüz nöbetinde -bu mal değil- beraberiz. nerden baksan yirmi gün yatarı olan (bknz. er terminolojisi) cep telefonu getirmiş yanında, kız arkadaşını aradı, siz ona sevgili diyor pardon, sevgilisini aradı. handsfree'ye aldı bilmiyorum neden, kürtçe türkçe karışık konuştular, bana dinletti kızın sesini, fotoğrafını gösterdi. fotoğraflardaki bütün kadınlar gibi o da bebek gibiydi allah sevdiğine bağışlasın. bizim nöbetçi de allah'ın gücüne gitmesin dünyanın en çirkin adamı. burda herkes çok çirkin. hele ben, dünyanın en çirkin adamıyım, tabii nöbet arkadaşımdan sonra. bıldırcın'a benziyorum, altımda acınası bir kamuflaj [işte nihayet başlığı kullandık, işte budur yazarlık] şalvar misali, allah için boylu boslu adamlara yakışıyor, ona lafım yok ama bizim gibi küçük eniştelere de olmaz ki hacı. [aha devriye geldi, çapraz tutuş, esas duruş]

dur hele bi soluklanayım. şimdi yazı bağlama örneklerinin hemen ikincisine geçiyoruz ki; camouflage diye bir grup vardır bilirsiniz seksenlerden sarkma. en meşhur şarkılarından biri de "love is a shield" dir. klibiniz izlemenizi istirham ediyorum, sözlere bir bakalım: love is a shield, to hide behind. zamanım olsa ve nöbette olmasam çözümlemeye kalkardım ama yanımdaki üniversite mezunu tertibim sağ olsun hiç dolu konuşmayıp, beynimi ufalayıp civardaki susmak bilmeyen köpeklere atıyor. bize de böylesi işte. benimle konuşmasın diye yazar olacacağım korkarım. yazmaktan geliyor yaz'arol'mak. askerliğin toplu yaşama adapte olmam konusunda yardımcı olacağını umuyordum ama sanırım ters tepki yaratacak. hatta en azından eski halime dönmem için bile bir süre türkiye'den uzaklaşmam gerekebilir. bu yüzden yarın ]bugün oluyor yani[ internete girer girmez interrail olaylarını araştıracağım. haziran'da doğdum haziran'da kaybolacağım. böylelikle bunun hayaliyle daha çabuk geçirebilirim kalan günleri. tabii ki her nöbet arkadaşımla konuşmamazlık gibi bir huyum yok, adam seçiyorum sadece. zaten askerde müslüm gürses kurallarının geçerli olduğunu söylemiştim. mesela; aldanma çocuksu mahsun yüzüne, ya da hasret rüzgarları, ya da nereden sevdim o zalimi, ya da kaç kadeh kırıldı sarhoş gönlümde, gibi. herkes birbirine sevdiğini, eski sevdiğini, yamuk yapanı, yan çizeni, kahpelik yapanı, evleneceğini, vs. anlatıyor, nöbet yerleri hatıralarla dolup taşıyor, düşman mı dayanır o nöbetlere.

yaşasın sıra bana geldi. ben de anlatıyorum tabii. bizim de elbette birbirimize vitaminler moraller verdiğimiz oldu vakt-i zamanında. hatta mübalağa bir sanat gibi olmasın ama geçti sevdalarla ömrüm, ihtiyar oldum bugün. bugün gazetede, "nine" filminin afişini gördüm. dedim ki onlara; nöbetçiler, atın beni dışarı. dedim ki onlara; nöbetçiler, bir zamanlar ben de deli gibi sevdim. dedim ki onlara; nöbetçiler benim msn nick'im guido'dur. hatta geçen gün çarşı izninde peder bey dedi ki, "oğlum, insanlar mesene'de konuşuyorlarmış çocuklarıyla kameralı filan, sen de nasılsa internete giriyorsun, biz de sen çarşıya çıktığında halanlara gideriz, hasan'ın bilgisayardan konuşuruz." "tamam," dedim. babama ekleme talebi gönderdim guido'dan, en başta da uyardık ya tanımadığınız insanlardan gelen şeyleri açmayın diye, her geleni kabul etmiyor. "baba benim, hakan" diyorum, cevap vermiyor. neyse işte, sonra müşerref ettim onları guido'yla, "o bir karakter!" dedim.

guido'nun varoluşunun -her varoluşun olduğu gibi- birkaç sebebi var. daha az önemliden çokça önemlilik sırasına göre: hayat güzeldir adıyla bildiğimiz la vita e bella'daki roberto benigni'nin adı guido'dur. fellini'nin 8,5 adıyla bildiğimiz otto e mezzo filminde marcello mastroianni'nin adı guido'dur. ve yine fellini'nin aylaklar adıyla bildiğimiz i vitelloni'sindeki istasyoncu çocuğun adı guido'dur, moraldo ona "ciao guido!" der trenin penceresinden, aynen.

işte iki numaraya ve konunun başında bahsettiğim bugün gazetede okuduğum habere geri dönersek, bu "nine" [penelope oynuyor, öpmek] adlı film 8,5'un uyarlamasıymış, bunu duyunca heyecanlandım. sinemaya gitmemiz yasak... aklıma şarkısı geldi bunun, "kim bilecek, kim duyacak."

doğrudan, direkt, kasti, görür görmez "benimle evlenir misin" demek istiyorum. kız kulesi'nde, ışıklı panoda, gazete ilanında, şurda burda, miami heat'de, değil, sürprizin kendisi bu... yok, sen beni aramıyorsun, beni sevmiyorsun, benimle ilgilenmiyorsun, dün gece neredeydin, beni kiminle aldatıyorsun, kimi siktin, filan hiç girmeden. şu hani, eskilerin kullandığı, yassı sucuğa benzer yastıklardan alıp çarşının ortasında insanların gülen bakışlarına aldırmadan, elimde onunla çekine sakına gezip, doğrudan benimle evlenir misin. askerliğimi yaptım, iyi kötü işim var, alkolü azalttım, sigarayı çocuk olunca bırakcam söz. imamı çağırıp, "hacı kıy bu nikahı!" deyip, ikişer rekat nafile namaz, hemen ardından sakına çekine le le le sakine. yatak odasını, yemek takımını, salon oturma grubunu kimin alacağını, kaç bilezik takılacağını filan sonra konuşacağız. evlendikten sonra alalım olmaz, borçsuz gireceğiz dünyaevine, allah'ın evine de öyle uğurlanacağız. başımızda birer zerdali. ezginin günlüğü söyleyecek radyodan, fincana kahve koydum gel, bugün şeytana uydum gel. [ay nerde doğsa oradaydık / dallarda zerdali çiçekleri]

ali'nin ata bakası geldi.

damdan düşer gibi olacak biliyorum ama geçen gün ranzadan düştüm. halbuki demiştim komutana, "komutanım ben üstte yatamam," diye. pezevenk, "evde mi sandın lan kendini!" dedi. ben de düştüm işte, oh olsun. uf oldu mona koyim. [mamak kışlası, küfür yuvası] halbuki ben üzerimden atmak üzere olduğum yorganın peşindeydim horlama seslerinin arasında. tam yorganı tutmak üzereydim ki havalandığımı, yorganın bana feyk atıp yatakta kaldığını, benimse aşağı doğru süzüldüğümü hissettim. ve ardından şlapp-gümm karışımı bir ses duydum. dedim ya burda yaşadığım hiçbir şeyi ben yaşıyor gibi değilim, demedim mi yoksa, sanki başka biri benim adıma yaşayıp bana anlatıyor ve ben yazıyorum. altımda yatan çocuk uyandı tabii yere çarpmamın gürütüsüyle. "abi, bir şeyin var mı?" dedi korkuyla. hemen kalktı kolumdan tutup kaldırdı. o sırada neyim var neyim yok onu araştırıyordum ben de; gürültüme eşlik etmeyen, kesilmek bilmeyen horlama seslerinin eşliğinde. "yok!" dedim, hatta mübalağayı severim bilirsin, işi şiiriyete döküp," hiçbir şeyim yok!" dedim, ve ekledim: "hiçbir şeyde gözüm yok, sen yanımda ol yeter." üstüne alınmadı tabii. düşüşüm aklıma geldikçe gülüyorum o gün bugündür. sen de gül.

ellerimin halini görsen, korkarsın, tutmazsın.

21.02.2010

askerde müslüm gürses kuralları geçerli, dışına çıkabildiğin pek nadir. çarşı izninden dönüşe dair karalamış mıydım, hayır böyle bir şey yapmış olamam. birazdan döneceğim mıntıkama. şimdi mustafa'dayım, ayaklarım halıları özlemiş. demin yolda yürürken çalıştığım firmanın ürünlerini gördüm bir reyonda, içim bir hoş, alaycı bakışlar ah ne hoş. mustafa'yı evlendirdim bundan iki kadar hafta önce, mutlu oldular. bugün de onların evindeyim, ne mutlu ki onların olduğu bir şehre düştü vatan borcu. "eğitimde merhamet, vatana ihanet!" uygun adım, yürüyüş kararıyla say, marş. mustafa, canciğerim, kuzu sarmasım, benim bundan takriben ondört senedir ciğerimi bilmeye en yakın insandır, bu hususta hatta sarı'yla kapışırdı; sarı, gülüşüyle bir boy öne çıkardı. lisedeyken yan ranzamda yatardı, horlardı, şimdi evlendi, çay yaptı bize eşi, türk kahvesi, sabah kahvaltısı, güzel şeyler bunlar, anlatmaya tabii ki değer. tanrım saat beşte nizamiye'den giriş yapmış olmam lazım. eve yalnız dönmeye mahkum olduğumu söylemişti bundan yıllar önce bir arkadaşım, sanki buna çok istekliymişim, sanki çok matah bir şey imiş gibi, böyle olmadığı için mahkum kelimesini kullanmış olamaz mı. peki ne demiş necip fazıl bu hususta, "zindanda dakika farksızdır aydan". sahi metallica şimdi nerde ve ne yapıyordur acaba, aslında hiç mi hiç merak etmiyorum. bundan evvelsi gün oturdum üç sayfa mektup yazdım, hem de tam istediğim gibi kurşun kalemle, pek beğendim el yazımı, sonra bir de fark ettim ki sadece yazı için yazıyorum, gönderir miyim hiç, göndermedim tabii ki, kıç cebimde buruştu gitti, düşeceği ve onu bulamayacağım günü bekliyorum, diğer mektuplara yaptığım gibi. bu saatten sonra da -şafak seksenbire düşene kadar, dünya saatine göre son beş gün- mektup kabul etmiyoruz kimseden, gişeyi kapattım. telefonu da kestik aynen. askerlik nasıl bir şey biliyor musun, sarhoşluk gibi bir şey, hani sarhoş olunca ararsın ya özlediklerini, bu bakımdan. ha bir de uzun süre ayık gezemiyorsun. sabah bağlı bulunduğum komutanım yatağını toplamamı emretti, gece de ben yapmıştım zaten yatağını, bu konuda bir yazı kaleme almasını istiyorum georges perec'in, ya da geçtiğimiz günlerde kaybettiğimiz j. d. salinger'in. ne demiş müslüm gürses, "karanlık çökünce sokağınıza, köşede ben varım, unutamazsın" ekliyorum, tazmanya canavarısın, bir zamanların ezergeçerusunum. şafak seksenbeş, daha doğrusu seksenbeş havada. gece tutacağım üçbuçuk beşbuçuktan sonra seksenbeş benim için batmış olacak. müthiş komik söylemler var bu şafak sayımı konusunda, şimdi burda anlatamam, yüzyüze görüştüğümüzde anlatırım, gözlerinin içi önce düşünür sonra bence güler. aynı zamanda anannemin takma adı güler. orijinali elmas, dedem sevmemiş. amma da kafa karıştırıyor daha evlenmeden çocuğuna isim bulma yarışına girmek kendi kendine. filmlerde hep geçer ya, eski sevdiği ama alamadığının adını koyar esas adam, iş mi lan, anlamıyorum doktor. uzun dönemler bana ya doktor ya da dayı diyorlar, kısa dönemler abi. birkaç kişi adımla hitap ediyor. abi olmak güzel şey doğrusu, tavsiye ederim, herkes bir kez olmalı. dünya amma da çok güzel kadın yapmış ben içerdeyken, bugün kızılay'da eylemcilerin içinden geçerken yaşadım bunu, sonra dedim kendime, arşınla yolları, metrele, kilometrele. laf olsun diye yazdığım belli oluyor mu gerçekten. nöbet tutarken yanımdaki nöbetçi konuşmasın diye şarkı/türkü söylemesini emrediyorum ona. hiçbirinin sesi de istediğim gibi çıkmadı şu ana kadar. benim de sesimi bozdu bu askerlik, halbuki eskiden öyle miydi, bir ümmügülsüm, bir terry chicks, bir blind lemon jefferson, bir ne diyeyim ben askere girerken kaybettiğimiz mercedes sosa halt etmiş. ne demiş cohen bey amca, "won´t you come over to the window, my little darling /i'd like to try to read your palm / i used to think i was some kind of gypsy boy, before i let you take me home." şimdi, ilgili birliğime teslim olmadan, mustafa'yla hanımının bana teslim ettikleri evlerinden ayrılmadan önce, bir adet sigara yakacağım ve nicedir özlediğim, bende siktir olup gitme hayalleri kurduran, beni kudurtan birkaç adet şarkı dinleyeceğim video sitelerinden. sonra buruk bir şekilde yeşillerin yanına döneceğim, üstümü arayacak muhafızlar, elleşme lan diyeceğim. aklımda "carry me caravan take me away." ne dram yaptı bu sene bu ankara be. önümüzdeki hafta türkiye haritasına düşecek şafak sayısı. en son altmışyedi ilde kalmıştım ben ama arkadaşlar çoktan haritayı çıkarmışlar adıma. işaretleyeceğiz, içlerini dolduracağız renkli kalemlerle illerin, türkiye'yi tekrar gözden geçirmiş olacağım, ondan sonra da ver elini spain, this pain, suicide is painless, hımm. askere gelmemin asıl amacı olan temize çekme günleri de başlamış olacak ondan sonra. hemen temiz bir muhasebe çek diyeceğim allah'ıma, kansız ve kuru olacak, biraz acılı. yazı da yazmam daha da. yazmam mına koyim, yazmam. elbet gelecek müzik dolu günler, ve o gün şimdi olmadığı gibi kimse olmayacak:
maslak'ta bir rüzigâr eser eserdi ki sormayın. nazım'ı uçuracağından korkardım, tabii ben o zamanlar meltem'e nirvana'nın unplugged albümünü ne bahane uydurup da hediye etsem de günler tasarlıyorum. tasarlıyorum tasarlıyorum, ne var ki günlerin biri bir diğerini tutmamakta ısrar etmekte. tabii ben o zamanlar askere gideceğimi filan hiç mi hiç düşünmüyorum. şol varoşun düzüne çıkıp çıkamayacağıma filan kafa mı kafa hiç yormuyorum. yaşım küçük. daha iki kız sevmişim düşünsene. çarşı izni hak getire, haydi allah rast getire, çarşı dediğim de beşiktaş çarşı tabii. nazım ile habire tavla atıyoruz çarşının çay bahçesindeki önü, nazım habire yeniyor beni, küfür mü küfür ediyorum üstüne, çok güzel küfür ederim o ayrı mesele. gözleri maviyle yeşil arasında dalgalanan (yedi mavi, üç yeşil) bir kızcağız var, adını tavlacı güzeli koyuyorum, ona bakıyorum, sizin deyiminizle onu kesiyorum, ama ben buna intersection adını takıyorum, ondan sonra herkes de onu intersection olarak tanıyor ve çağırıyor, hatta annesi bile. yavşak nazım da bu sırada pulların yerini değiştiriyor ama aldırmıyorum elbette, gözlerim tavlacı güzeli'nde. mimar sinan'da okuyor, belli, sanatçı tipi var, çok önyargıcıyım o zamanlar, bildiğin gibi değil, yaşım küçük, ancak tavla oynayıp çay içmeye, akşamına da biraya dadanmaya yetiyor. henüz öğrenmeye başlamışım dünya kaç bucak. sonradan kaçıyorum bucak bucak. kızı takip ediyorum otobüse biniyorum. bu arada, bildirmem lazım otobüslere binmek dokunmuyor bana o zamanlar, sıkıntı panik basmıyor daha, dedim ya yürümeyi yeni öğrenmişim. allah'tan uzağa gitmiyor kız, ortaköy'e doğru alıyor yol. ben de hemen arkasından binip ortaköy'e gidiyor gibi yapıyorum, çok iyi ortaköy'e gidiyor gibi yaparım. çok iyi orta yaparım ama gol yollarında hep bütünleme hep bütünleme, babam çok kızar buna. nazım ardımdan bakakalıyor tabii arkamdan, gelirim birazdan diyorum otobüse koşarken, elimdeki hiç unutmam didem madak'ın grapon kağıtları'nı ona fırlatıyorum. sanmıyorum ki o kitabın birkaç sayfasını karıştırsın yokluğumda. kız iniyor son durakta. ben de iniyorum. önüm arkam sağım solum bakmadan sahilin yolunu tutuyorum, bu kadarı bile ayıp yaptığım şeyin, kendimden utanıyorum. sonra bir daha böyle kötü şeyler yapma emiyorum, tembihliyorum içimdeki tavlacı çapkına. şimdi bana böyle bir şey yaptıracak biri olmaması tabii ki ülkemizin sorunları sıralamasında kendine arka sıralarda yer buluyor. bu ordu harbiden ayrı ve özerk bir cumhuriyet hacı abi. şimdi, bütün bunları neden mi anlattım, elbette neden değil ama yine de söyleyim bilisen, geçen hafta nazım geldi ziyaretime. asker dedin mi insanın ziyaretçisi olmalı, bir de mektup yazanı. tanrım bu kadar mı yaprak dökümü, bu kadar mı acımak, bu kadar mı mai ve siyah, bu kadar mı vurun kahpeye, bu kadar mı sinekli bakkal olur bir insanın yazdıkları. ama o değil de, çarşı izni dönüşü akşam yat içtimasından sonra elimde çekbas koğuşu temizlerkenki hissiyatımı bir bilseniz hüngür hüngür ağlarsın, hatta sorarsınız bile, gülmek için yaratılmış gözlerde yaşlar var niye, diye. ben geçen gün bi kere yaptım, fonda ne çalıyordu hatırlamıyorum, ama funda allah için güzel isim. kızın olsa istemez miydin. allah'ım bana öyle bir çakmış ki ikiz doğmuş içimdeki çocuk. hatta ikizin biri diğerini taşıyormuş yirmidokuz yıldır. hintliler görüp tanrı lan bu demiş. hatta ikizlerin ikisi de birbirinden acaip farklıymış, tek yumurta mıydı çift miydi, herkes karıştırır olmuş bunu bu günlerde. hatta iki ikiz ensest ilişkiye girip bir de üçüz peydahlamasınlar mı! işte o üçüz doğar doğmaz radyodan şarkı istemiş, hem de ne biliyorsun? müslüm gürses'den ömrüme verilen bu ceza niye.

14.02.2010

yazı geldiğinde sadece rahat rahat yazabilenleri kıskanıyorum bugünlerde sadece. ama sadece sadece. a be te se e ef ge ha i yot ka el em en o pe

yananı allah görür mü. sevmekten ben korkmuyorum, kitabını çalıştım. ne mi yapıyorum, sıkılıyorum. osman ve sabahattinle buluşcaz şimdi, sigara işcez, çay filan. beklerim. sonra bi tane daha yaksam mı, boğazım istiyor gibi. vay dumanına yanduğum. internetten çıkiyrim bilisen. seni
bir şarkı var ki onu dinlediğimde fena halde bileniyorum. firar edeceğim geliyor. firar etmesem de; çıktığımda, tamı tamına altı gün istanbul'da, dört gün eskişehir'de, bir gün ısparta'da, bir gün muğla'da, bir gün ankara'da, bir gün marmaris'te, bir gün fethiye'de, bir gün ağva'da geceleyip her sabah istisnasız tekrar tekrar başlamak istiyorum hayata, kaldığım yerden değil, kalmadığım bir yerden. sonra yedi gün memlekette. etti mi sana yirmiüç gün. ondan sonra ver elini.
sonunda kızın kimliğini açıklıyorum;

adı: elini ver nerde elin
göbek adı: gözleri aşka gülen taze söğüt dalısın
soyadı: incir ağacısın gam götürensin
geceleri sokak lambalarına yakın bölgelerde tuttuğum nöbetlerde ışıktan faydalanarak birşeyler karalıyorum, sonradan hiç hoşuma gitmiyor okuduklarım. bu, herkese olan hoşuna gitmemekten biraz daha farklı çünkü o duyguyu da iyi biliyorum.

buradan çıkış hakkında hayal kuruyorum nöbet tutarken. nasıl çıkacağım konusunda kararsızım.

ilk şık, siyah bir mercedes ve üç tane siyah takım elbiseli, kirli sakallı izbandut kiralayıp, tam ben çıkarken onlara elimi öptürmek -"geçmiş olsun ağam"- ve valizimi onlara verip mercedes'in arka koltuğuna kurulmak. giderken kadir tapucu'dan yüksek sesle dönüşüm muhteşem olacak çalacak. woofer'lar çatlayacak. boynumda beyaz atkı.

ikinci şık, ogün samast ya da mehmet ali ağca'da olduğu gibi tanımadığım fakat güncelliğimden dolayı bana hayran olan bir kadın buraya gelip bana evlenme teklif edecek, çıkışta da bir gazeteci ordusuyla beni almaya gelecek.

üçüncü şık melih gökçek'le anlaşma yapıp, şehrin bütün camilerinden ve diğer hoparlörlerinden yaslı gittim şen geldim çaldırıp tüm tertiplerimle vedalaşacağım. nizamiye'ye tükürüp ulus dolmuşa bineceğim. soluğu bentderesi kerhanesinde alacağım.

çok kötü esprili şıklardı di mi üsttekiler. bunları nasıl düşündüğüme ben de şaşırdım di mi. şimdi de doğru cevap olan asıl şıkka gelelim, evet kimsenin beni almasını istemeyeceğim. sabah altıdan itibaren alınabilen tezkeremi alıp altı otuzda çıkmış olacağım. dört altı'ya giden nöbetçiler dönerken beni görecekler, iç geçirecekler, ben de onlara bakıp iç geçireceğim. ve sessizce yol alacağım. biraz yürüyüp bir taksiye atlayacağım.

ne demiş şair; istersen sessiz gel, haber vermeden.
askerde bol bol malzeme topluyorsundur diyor konuştuğum arkadaşlarım. bu bakış açısını sevmiyorum. cem yılmaz mıyım. yazar mıyım, olmayı düşünmüyorum. blogırım, gırla gider. alayına gider. güm güm.
günaydın ankara kardeş! bir çarşı izninde daha birlikte olmanın tedirginliği içerisindeyiz, biz, hepimiz. ben ve diğerleri. ankara havası çalan taksilerle ankara'nın göbek bölgesine piercing takmaya gelmişem. inbox'umda iki adet mail gördüm, sevinmişem. aytaçcığım atmış bir de, o şimdi döndü askerden. bu şehir girdap gülüm. kimin bacağından kalçasından memelerinden bahsetmişim yazılarımda tam olarak bilemiyorum, geçmişe dönük okumalar icra ettim, aradım taradım bulamadım. saçlarım uzadı, çim adam işi oldu yine, kirpiye benzedim yine. alnım genişledikçe genişledi. askeriyenin uygun gördüğü kep oturmuyor kafama, haftada bir azar dinliyorum kumandanlarımdan, emredersiniz. bol bol nöbet tutuyorum, nöbetleri ikişer kişi tutmaya başladık, işte bu kötü oldu, zaman zaman sevmeyeceğim adamlarla tutmak zorunda kalıyorum. ama dün süleymanla bir tutmuşuz ki iki saat nasıl geçmiş anlamamışak balam, süleyman diyarbakırlıdır bilisen. diyarbakır bana kalırsa getto gibi bir yerdir dayı. ortalama dokuz yaş büyüğüm çocuklardan, dayı diyorlar :) oysa ben sadece irem'in hakan dayısıydım. sabah kızılay'a inip çiçekçilerin önünden geçip çiçekçilerin "buyur abi" demelerini beklemişem. dediler ve kişisel tatminimi tamamlayıp internet kafenin yolunu tuttum. sahi bugün sevgililer günüdür, kutlu olsun bacım. şimdi ölmek istemem. açtım bilgisayarın hafızasında bulunan mp3 leri. ahmet kaya'ya yine önce "sevdim inanamıycaan kadar seni esmer kız" dedirttim, sonra ben "geçmiyor günler" deyince, o da dayanamadı "öptüğüm kızlar geliyor aklıma" diye ekledi. cansu dere'yi özledim. "dereden geçemedim / derdimi seçemedim oy" diye bir türkü bestelemeye kalkıştım, tutmadı, düştü. sonra youtube'da buena vista social club'dan "dos gardenias" dinledim, allahım allahım içim nasıl doldu, diyor ya hani orda şair, senin için iki gardenya. işte budur tanrım.

6.02.2010

yazarımız bugün haftalık çarşı iznini kullandığından yazısına en iyi ihtimalle bir hafta ara vermiştir.

not: ankara'nın taşına bakmaya gittim, gelicem.