ama arkadaşlar iyidir



28.02.2010

KAMUFLAŞ FLAŞ

askerlik yapıyorum. yarın çarşı iznim var çok sevinçli oluyor anlık olarak insan. elle yazdığım için eminim ki yine yazının inciliklerine takılıp, ne yazdığımı unutacak ve uzattıkça uzatacağım. farkında olup da devam etmek, bırakamamak ne kötü, çelişkili bir ilişki, aşk gibi. o seni sikti diye senin gidip kendini başkasına sktirmen şart mı? nazım'ın tahir zühre meselini günümüze uyarladım, affeder misiniz? ]bir ahmak yüzünden çarşıya bir saat geç çıktık, asabiyim[ tabii ki askerde küfür sarfiyatım ister istemez arttı. ama napabilirim, dünyanın en mal adamıyla nöbet tutuyorum, açık havada da olsak yanımdan ayrılmıyor. yalnız kalamayan, konuşmadan duramayan insanlar için çok üzülüyorum. kimseye kolay kolay "mal" demem, direkt hareket etmem yani; mına korum, siktir git, göt kafalı filan derim; ama; salak öküz aptal mal gerizekalı gibi doğrudan ve kasti hakaret içerikli kelimeler, kimseye kolay kolay sarf etmeyeceğim gibi, bana söylendiğinde kılıcımı kınından direkt çıkarabilirim, avuç içinde söndürülen sigara etkisi yaratabilirim, rimi rimi ley.

kadınla kitapçıda barda tanışacaksın arkadaş, ya da ne bileyim ikiniz de mezarlıkta ilk defa karşılaşacak ve aynı ölüye toprak attığınızı fark edip mezarlıktan el ele çıkacaksınız. ya da işte efendimiz aleyhisselama söyliyim, tam anahtar deliğinden !dışarıyı! gözlemek için eğildiğinizde aynı delikte karşılaşacak ve ordan gözgöze ayrılacaksınız, ve daha bir sürü şey, eyletmen beni, söyletmen beni.

dün bir tanesiyle gündüz nöbetinde -bu mal değil- beraberiz. nerden baksan yirmi gün yatarı olan (bknz. er terminolojisi) cep telefonu getirmiş yanında, kız arkadaşını aradı, siz ona sevgili diyor pardon, sevgilisini aradı. handsfree'ye aldı bilmiyorum neden, kürtçe türkçe karışık konuştular, bana dinletti kızın sesini, fotoğrafını gösterdi. fotoğraflardaki bütün kadınlar gibi o da bebek gibiydi allah sevdiğine bağışlasın. bizim nöbetçi de allah'ın gücüne gitmesin dünyanın en çirkin adamı. burda herkes çok çirkin. hele ben, dünyanın en çirkin adamıyım, tabii nöbet arkadaşımdan sonra. bıldırcın'a benziyorum, altımda acınası bir kamuflaj [işte nihayet başlığı kullandık, işte budur yazarlık] şalvar misali, allah için boylu boslu adamlara yakışıyor, ona lafım yok ama bizim gibi küçük eniştelere de olmaz ki hacı. [aha devriye geldi, çapraz tutuş, esas duruş]

dur hele bi soluklanayım. şimdi yazı bağlama örneklerinin hemen ikincisine geçiyoruz ki; camouflage diye bir grup vardır bilirsiniz seksenlerden sarkma. en meşhur şarkılarından biri de "love is a shield" dir. klibiniz izlemenizi istirham ediyorum, sözlere bir bakalım: love is a shield, to hide behind. zamanım olsa ve nöbette olmasam çözümlemeye kalkardım ama yanımdaki üniversite mezunu tertibim sağ olsun hiç dolu konuşmayıp, beynimi ufalayıp civardaki susmak bilmeyen köpeklere atıyor. bize de böylesi işte. benimle konuşmasın diye yazar olacacağım korkarım. yazmaktan geliyor yaz'arol'mak. askerliğin toplu yaşama adapte olmam konusunda yardımcı olacağını umuyordum ama sanırım ters tepki yaratacak. hatta en azından eski halime dönmem için bile bir süre türkiye'den uzaklaşmam gerekebilir. bu yüzden yarın ]bugün oluyor yani[ internete girer girmez interrail olaylarını araştıracağım. haziran'da doğdum haziran'da kaybolacağım. böylelikle bunun hayaliyle daha çabuk geçirebilirim kalan günleri. tabii ki her nöbet arkadaşımla konuşmamazlık gibi bir huyum yok, adam seçiyorum sadece. zaten askerde müslüm gürses kurallarının geçerli olduğunu söylemiştim. mesela; aldanma çocuksu mahsun yüzüne, ya da hasret rüzgarları, ya da nereden sevdim o zalimi, ya da kaç kadeh kırıldı sarhoş gönlümde, gibi. herkes birbirine sevdiğini, eski sevdiğini, yamuk yapanı, yan çizeni, kahpelik yapanı, evleneceğini, vs. anlatıyor, nöbet yerleri hatıralarla dolup taşıyor, düşman mı dayanır o nöbetlere.

yaşasın sıra bana geldi. ben de anlatıyorum tabii. bizim de elbette birbirimize vitaminler moraller verdiğimiz oldu vakt-i zamanında. hatta mübalağa bir sanat gibi olmasın ama geçti sevdalarla ömrüm, ihtiyar oldum bugün. bugün gazetede, "nine" filminin afişini gördüm. dedim ki onlara; nöbetçiler, atın beni dışarı. dedim ki onlara; nöbetçiler, bir zamanlar ben de deli gibi sevdim. dedim ki onlara; nöbetçiler benim msn nick'im guido'dur. hatta geçen gün çarşı izninde peder bey dedi ki, "oğlum, insanlar mesene'de konuşuyorlarmış çocuklarıyla kameralı filan, sen de nasılsa internete giriyorsun, biz de sen çarşıya çıktığında halanlara gideriz, hasan'ın bilgisayardan konuşuruz." "tamam," dedim. babama ekleme talebi gönderdim guido'dan, en başta da uyardık ya tanımadığınız insanlardan gelen şeyleri açmayın diye, her geleni kabul etmiyor. "baba benim, hakan" diyorum, cevap vermiyor. neyse işte, sonra müşerref ettim onları guido'yla, "o bir karakter!" dedim.

guido'nun varoluşunun -her varoluşun olduğu gibi- birkaç sebebi var. daha az önemliden çokça önemlilik sırasına göre: hayat güzeldir adıyla bildiğimiz la vita e bella'daki roberto benigni'nin adı guido'dur. fellini'nin 8,5 adıyla bildiğimiz otto e mezzo filminde marcello mastroianni'nin adı guido'dur. ve yine fellini'nin aylaklar adıyla bildiğimiz i vitelloni'sindeki istasyoncu çocuğun adı guido'dur, moraldo ona "ciao guido!" der trenin penceresinden, aynen.

işte iki numaraya ve konunun başında bahsettiğim bugün gazetede okuduğum habere geri dönersek, bu "nine" [penelope oynuyor, öpmek] adlı film 8,5'un uyarlamasıymış, bunu duyunca heyecanlandım. sinemaya gitmemiz yasak... aklıma şarkısı geldi bunun, "kim bilecek, kim duyacak."

doğrudan, direkt, kasti, görür görmez "benimle evlenir misin" demek istiyorum. kız kulesi'nde, ışıklı panoda, gazete ilanında, şurda burda, miami heat'de, değil, sürprizin kendisi bu... yok, sen beni aramıyorsun, beni sevmiyorsun, benimle ilgilenmiyorsun, dün gece neredeydin, beni kiminle aldatıyorsun, kimi siktin, filan hiç girmeden. şu hani, eskilerin kullandığı, yassı sucuğa benzer yastıklardan alıp çarşının ortasında insanların gülen bakışlarına aldırmadan, elimde onunla çekine sakına gezip, doğrudan benimle evlenir misin. askerliğimi yaptım, iyi kötü işim var, alkolü azalttım, sigarayı çocuk olunca bırakcam söz. imamı çağırıp, "hacı kıy bu nikahı!" deyip, ikişer rekat nafile namaz, hemen ardından sakına çekine le le le sakine. yatak odasını, yemek takımını, salon oturma grubunu kimin alacağını, kaç bilezik takılacağını filan sonra konuşacağız. evlendikten sonra alalım olmaz, borçsuz gireceğiz dünyaevine, allah'ın evine de öyle uğurlanacağız. başımızda birer zerdali. ezginin günlüğü söyleyecek radyodan, fincana kahve koydum gel, bugün şeytana uydum gel. [ay nerde doğsa oradaydık / dallarda zerdali çiçekleri]

ali'nin ata bakası geldi.

damdan düşer gibi olacak biliyorum ama geçen gün ranzadan düştüm. halbuki demiştim komutana, "komutanım ben üstte yatamam," diye. pezevenk, "evde mi sandın lan kendini!" dedi. ben de düştüm işte, oh olsun. uf oldu mona koyim. [mamak kışlası, küfür yuvası] halbuki ben üzerimden atmak üzere olduğum yorganın peşindeydim horlama seslerinin arasında. tam yorganı tutmak üzereydim ki havalandığımı, yorganın bana feyk atıp yatakta kaldığını, benimse aşağı doğru süzüldüğümü hissettim. ve ardından şlapp-gümm karışımı bir ses duydum. dedim ya burda yaşadığım hiçbir şeyi ben yaşıyor gibi değilim, demedim mi yoksa, sanki başka biri benim adıma yaşayıp bana anlatıyor ve ben yazıyorum. altımda yatan çocuk uyandı tabii yere çarpmamın gürütüsüyle. "abi, bir şeyin var mı?" dedi korkuyla. hemen kalktı kolumdan tutup kaldırdı. o sırada neyim var neyim yok onu araştırıyordum ben de; gürültüme eşlik etmeyen, kesilmek bilmeyen horlama seslerinin eşliğinde. "yok!" dedim, hatta mübalağayı severim bilirsin, işi şiiriyete döküp," hiçbir şeyim yok!" dedim, ve ekledim: "hiçbir şeyde gözüm yok, sen yanımda ol yeter." üstüne alınmadı tabii. düşüşüm aklıma geldikçe gülüyorum o gün bugündür. sen de gül.

ellerimin halini görsen, korkarsın, tutmazsın.

Hiç yorum yok: