ama arkadaşlar iyidir



28.02.2012

gayet teğet

izmir'e sürpriz niyetine serpilen kar konfetilerini serpantin gözlerimle izler ve çayımı yudumlarken, saçlarının aheste ahengi gözlerime serpantin şeritler çekerken, gâh içinde gâh dışında olduğumuz bu çemberin teğet ve normalinin gölgesinde, tüm dileklerimiz mevsim normalleri için sevgilim; ve bunun için ve bunu düşünerek, çayıma ilave bir şeker atabilirim

ve gayet normalim.

"çocuklar kim bilir
                   ne harikûlâdedir
          160 kilometre giderken öpüşmesi" [n. hikmet]
makinalaşıyorum




"trrrrum
trrrrum
trak tiki tak!
makinalaşmak istiyorum!" [nazım hikmet]

22.02.2012

could she be loved

peki, hoşbulduk. peki, anladık. peki çektim dünyanın çuhasına bizzat yürüyüşümle, olmayan endamımla. pike çekmeye hiç de benzemiyormuş. merhaba,

bugün işten normal saatince çıkınca bir de baktım ki hava aydınlık, bu beni son günlerin en çok sevindirdi. fark ettim ki işleyişim değişti, dilim bir türlü dönmedi buna. havanın akşamüzeri saatin altı suyuna gittiğindeki bu haline bir çok da ayaklarım sevindi; ben şahsen çorap giymeyi hiç mi hiç sevmem, gelgelelim benim ayaklarım yılın on ayını çorapla geçirirler. hatırlar mısınız ayaklardan başlanırdı pek çok şeye, misal mi, üşümeye. ben de onu tırnaktan tepeye sevmeye kararlıydım. çoraplar bazı kadınlara öyle yakışıyorlar ki, o kadınları o zamanlar özellikle biraz daha fazla seviyorum. bilhassa bazı çoraplar bazı kadınlara öyle, misal diz üstünde kalakalan bi elbisenin altında belden aşağı uzanan beyaz filan çoraplar var, bildiğin sütün beyazı, hayır sütun gibi demedim, kremgi de değil, beyaz, o zaman ben işte tipik bir yaşlı teyzenin arefe günü sevincine bir bir aşk başlatırdım seninle aramızda, ertesi gün bütün çocuklarımız ve komşular elimizi öpmeye gelecekler gibi severdik birbirimizi, kahretsin, ne var ki sen o diziyi izlemedin ve ellerin pek çirkin.

birayı bardaktan taşırabilmek için yüzey gerilimi gibi bilimsel bir gerçeği alt etmen gerekir, bakma öyle kolay durduğuna. ... ellerimi bugün doktora gösterdim, dedi ki bilmemne dermatit. bunun bir üst modelinden askerde de olmuştu, o zaman da göstermiştim. askerliğimi kısa dönem er olarak ankara mamak'da yaptım. o dönemi ankara'nın hayatımdaki önemine dair son nokta sanırdım. daha neleri varmış. şu an içinde bulunduğumuz dünyayı da askerliğe benzetiyoruz. ... doktor dedi ki, şu şu kremi bir hafta süresince kullan, sonra tekrar gel. ben doktor olsam şöyle derdim halbuki, "elleri kremlemenin özel bir şekli vardır ya hani, kremi iki nohut tanesi kadar elinin tersine döktükten sonra ayaları kullanmadan ellerini sırt sırta verdirirsin ya. işte şimdi git ellerini ona götür. onun ellerini tut. ellerinizin sırtına miktarınca krem sürün. ve ellerinin omuzlarını onun ellerinin omuzlarında gezdir. sırtsırta versin elleriniz. baharda -yine geldiğinizde- sırtüstü çimenlere yatmış da göğe bakar gibi. işte o zaman iyileşirsiniz." iyi ki doktor olmamışım de mi. (di mi?)

sabunla şampuanla tam da bu anda -dur sen bunu sakın puanlama-, başa alıyorum: sabunla şampuanla yıkanarak temizlendiği varsayılan elleri veya vücudu kurulamak amacıyla kullandığımız havlularımızın illa ki bir gün gelip de kirleniyor olmalarının sebebini kavrayabildiğim gün gideceğim dünyanızdan.

beni kurulamayınız,
bırak ıslağın olayım.
ıslığım ol dudaklarımın arasında.




dan sedelim mi?

20.02.2012

nerden uçurdum bilmiyorum, evet evet, yolculukların en büyüğü eve dönüş yolculuğudur.
merhaba dünyalilili, hayatın paçasından tuhaflıklar damlarken ben arkasında bıraktığı lekeleri takip ederek yaklaşık bir otuzbir yıl yaşadım. bir çocuğum olmadı ama olsa idi adını talih koyacağım kesindi. türk olursa talih, italyan olursa felicita. sonra içinde bulunduğum bu halet-i ruhiyeye ugyun birkaç şarkı belledim, onları bir kasede çekip geceler boyunca dinledim. şarkı aralarında kendime öğüt vermekten kaçınmadım, kendime uygun gördüğüm nasihatleri toplumdan esirgedim. ayaklarımı üşümeden önce birbirlerine bakarken yakaladım, özellikle o masum serçeparmaklarım, sonra ömür boyu birlikte üşümeye karar vermişler meğer. tabii ayaklarımız birbirine değse idi böyle mi olurdu tüm o kadınlarla kapı aralarında. yalnızken birayı hızlı içtiğim söylenir, ben yalnızlığımın yalancısıyım. benim yalnızlığım tam bir orospu çocuğudur, benim yalnızlığım tam bir piçtir. sigarayı hızlı içerkense yalnızlık filan dinlemem. yalnızlığımın gelişine vurmakta eskiden pek ustaydım, şimdi gözlerim seçmiyor, doksana tutturamıyorum eskisi gibi, yine de gol olmasına gol.

merhaba dunyalulu, yankee zulu, dünyanın anekdot alınan bir parçasından aldığım haberlere göre dünyanın adı zülüfmüş, hatta dökülmüş yüze diye devam eden bir türküsü bile var, kırkbeşliğe okuduğumu hatırlıyorum en son. son otuzbir yılımı hayatın parçasından alınan koku örneğinin biyopsisini yapmakla geçirmekteyim, bu benim işim ve işimi severim. doku örneğini zed'e kopyaladım. zed is dead baby, zed is dead.

herkeslerin mahşeri bir kalabalığın alkışları eşliğinde öldüğü tam da bu sırada dünyanın tüm pantolonları düştü ve kiminin gtü kiminin çkü göründü. benim ben, tanımadın mı, benim ben oğlun.

bozca adam adı gibi kolay kilo alan bir yapıya sahipti, su içse yarayan cinsten. bi kere onun kilo verebilmesi için içkiyi bırakması şarttı, bi kere kilo onun için problem değildi, ne kadında ne erkekte, nemli olan yüz güzelliğiydi, o nemliydi. bir şarkıyı ardarda yüzelli kereden biraz daha fazla dinleyebilirdi. sonra o sırada yanmakta olan sobanın içine dünyanın tüm hikayelerini diyorum, hepsini attı. sonra ve o sırada kalıplarını kullanarak çelik çomak oynadı. kızlara güzel şeyler söyledi, sevenleri onu çok sevdiler, her şeye rağmen çok sevdiler, ve bir şekilde affettiler, ama o bundan şımarıp şaşırdı mı, hayır ne münasenet, karışmadı yarışmadı açık seçik sizle oynamadı.

bozca adam'ın ellerinde bir enfeksiyondur başladı. yoksa o bir meslek hastalığı mıydı. uzun süredir tutulmamakla alakası yok, güneş'in de öyle pek sık tutulduğu söylenemez ama o hiç buna gönül koyup enfeksiyon geçiriyor mu. yoksa kış mevsimi güneş'in alt solunum yolları enfeksiyonunun bir yansıması mı, daha neler. o kızın da elleri pek çirkindi, hiç möyle kız eline benzemezdi, çatlak desen var, kuruma desen var, desen desen var.

arkamdan değil, kulağıma konuştular, duymuş bulundum. dediler ki; "iletişim kurmakta çok güçlük çekersiniz, doğru düzgün konuşmadığı gibi, sizi dinlerken de doğrudürüst tepki vermez, bazen dinleyip dinlemediğini bile anlayamazsınız. zaman zaman, araya koyduğu soruları bile dinliyor gibi görünmekten kaynaklanan sorularıymış gibi düşünürsünüz. ama aslında içinden size sorular soruyordur, içinden size tepki veriyordur, ve bunu yaparken dışından yaptığını sanıyordur." böylesi bir türe ne buyrulur.

bu bahsi kapıyorum hanımlar beyler. yaşadığım her ilde müptelası olduğum, kendime daha yakın bulduğum bir kitabevi mutlaka oldu. küçük illeri saymayacağım, istanbul'da mesela elbette bunun sayısı fazla: önce beşiktaş'daki kabalcı, sonra o pasajın altındaki pentimento -hangi pasajın, hadi bakalım?- sonra sinanpaşa çarşısı'nın alt katındaki pınar sahaf -hâlâ duruyor hadi bi haber-. ankara'da imge kitabevi. izmir'de yakın kitabevi. şimdi düşündüm de, insan son onbeş yıldır hep aynı pozisyonda mı durur. sanırım bazı pozisyonlar daha evla olur.

bu bahisleri kapıyorum hanımlar. yeni bir bahse kadar benden ayrılmayınız.

19.02.2012

ibrahim
gönlümü put sanıp skip atan kim.
annem beni uyutmaya çalışırken ayaklarında fazla mı sallamış acep?

"-olur da çalışmazsan; çalışırsan da, olur da vakitlice çıkabilirsen- cumartesi akşamları iki üç güzel kıza bakıp üç beş bira eşliğinde hayal kurmak için yaşadığının farkında mısın?" dedi. "çekil git meyhaneci, beni halime bırak, tükenip gideceğim bu gece bardak bardak." dedim.

12.02.2012

bozca adam, içinden eski tip metalik gürültülü motosikletlerin vızır vızır geçtiği bir dar sokaktaki yere yakın ev gibiydi. bozca adam, eteğine sırtlandığı dağın yamacında taş ocağı olan bir köy gibiydi. bozca adam, üç gündür bir şey yememiş mide gibiydi, gurul gurul. bozca adam, eskişehir'de kütahya caddesi'nde bir apartmanın son beşinci katındaki ev gibiydi, her büyük araç geçtiğinde sallanan ve işlek. bozca adam, hoparlörün üzerinde birikmiş toz zerrelerinden biriydi, müzik de hiç susmazdı. bozca adam, üzerinden yağmur eksik olmayan bir atermit gibiydi. bozca adam, kulağın dibinde bir sivrisinek gibiydi. bozca adam, karıncaların adımlarını duyabilecek hassasiyete sahip bir adam gibiydi.

kendisine bundan sonra b.a. diyebiliriz.

birhan keskin'in kitabının adı da ba'ydı. yine de didem madak'ı tercih ederim müteveffa, toprağı bitki örtülü olsun.

ellerinin hiç ısınmıyor oluşunu şöyle bir hayra yorarız. mesela benim alnım yüzüm çok yanar kış akşamları, ellerinin soğukluğu burda girer devreye. ısı alışverişi yaparız seninle. alınan ısı eşit olur verilen ısıya. ortalarımızda buluşuruz birbirimizin. and içeriz birleşmemiz sonrası dünya'ya.

bozca adam, kurbağalara bakmaktan bir türlü gidemiyordu.
pazar günleri normal bir vakitte uyanırsam ve işe gitmeyeceksem, işe gitmeyecek olmanın rahatlığı ve sükunetiyle kendimle söyleşi yaparım. hürriyet'in pazar eki'nde ayşe arman'la söyleşmek gibi değil de, buna benzer ve bunu hevesleyen bir kendini anlatma çabası. insanın kendini anlatma çabası yaşama motivasyonunun en büyük gizli öğelerinden biri. dil, gözler, mimikler gibi fizyolojik anlatım unsurları bir yana, yazmak şarkı söylemek gibi psikanalitik -bence psikanalitik- unsurlar bir yana. anlatırken dil ve gözleri kullanmak açısından kendini yetersiz hisseden dünya kullanıcıları -benim gibi- anlatım olanaklarını yazmaktan yana kullanabilir. cümlelerim epeydir biriktiğinden, ve dün akşam içerken bu yazıyı kafamda kurguladığımdan, bir taraftan o kurguya da bağlı kalma çabam devreye girince, şimdiki ayılma girişimim de işin içinde olunca, toparlayamadım cümleleri. ama zaten düz anlatımdan uzak durmaya çalıştığım da bilinir dost meclisinde. dur ben bi kahve yapayım.

üzerinde dakikalarca durulan, gözün bir tarafı üzerindeyken bir taraftan o dakikaları, bahaneyle başka bir iş yapayım, şeklinde geçirten kahve yapma operasyonunun sonu her zaman beklenildiği gibi keyifli olmaz. kendi tecrübemden hareketle yaklaşık yüzde otuz gibi bir taşırma sorunum vardır. ve bu tüm hevesi kırar çoğunlukla. insanı yaptığına yapacağına pişman ettirir. ama bence yüzde otuz fena bir rakam sayılmaz, kadınlarda bu oranın yüzde ona düşmesini umut ediyoruz.

bana kimse neden yazılarında dünya kelimesini bu kadar sıklıkla kullanıyorsun diye sormadı bugüne kadar. hoş, bana kimse yazılarında şunu bunu niye kullanıyorsun diye de sormadı ya, dünya kelimesine atfettiğim ayrı bir önem var. benim anlatmaya kalktığım dünya, bende "tarzım dünya" şeklinde geçerken, şairin kurduğu cümlede "terzim dünya" şeklinde geçer, aramızdaki yakınlık sonradan benim onu okumamla fark olunmuştur. her neyse,

hep, kişinin dünya karşısındaki aczini ve zaruretini anlatmaya çalıştım. buna elbette ilk gençliğimi yoğun islamcı öğelerin etkisiyle geçirmişliğimin bilinci de dahil. kişi, yani ben, bu bilinçte olan, bunu bellemiş olan ben, bunu unutur da malihulyaya dalarsa, üstüne bir de kendini ciddiye almaya kalkarsa, sonunda kıç üstü oturur kalır ve hayatındaki başat unsur olan mizah unsuru ortadan kalkar. son dönemde altında kaldığım iki maddeden birincisi bu. kendini, etrafını, dünyayı ve dünyanı aşırı ciddiye aldığında dünyanın altında kalıyorsun ve hayatındaki mizah, yerini pis bir duygu piçliğine bırakıyor. ve bunun anası babası belli olmadığı gibi çeşitli kardeşleri peydah olunca içinden çıkılmadıkça çıkılmaz da çıkılmaz.

ikinci madde ise, yine aczini unutup dalıp giden kişinin, yani benin, ben farklıyım ben farklıyım tekerlemesini diline pelesenk edişiyle gözlerini kör etmesi ve tekerine çomağın girdiğinin farkına varmamasıdır. elbette hepimiz birbirimizden pek çok anlamda farklıyız, ve bir de şu var ki hepimiz aslında aynıyız. bu yönüyle; kişi, kibrinden midir bilinmez, kendini farklı hissetmeye başlar ve bu vehimle, bu sanrıyla, bu yanılgıyla farklı olduğunu düşünüp düşünüp kendini -tabir hoş değil ama- pazarlamaya kalkar. ve sonrasında bir vesileyle, sevdiği kadın ona hiç de farklı olmadığını öyle bir anlatır ki, öğretmeni ona hiç de farklı olmadığını öyle bir notla anlatır ki, babası hiç de farklı olmadığını öyle bir tokatla anlatır ki, ... o zaman anlar dünyanın kaç bucak olduğunu.

işte bunlara dikkat ediyoruz değerli sev kardeşim. dikkat ediyoruz ki boyumuzun ölçüsünü alma sıklığımız insani çerçeve içerisinde kalsın.


7.02.2012

ne inkar, ne itiraf

hiç bu kadar bırakmamıştım sanırım. ya da hiç bu kadar bırakacak kadar olmamıştım. bazen itiraf etmek gerekebilir, itiraf edilmelidir ki uykuyla uyanıklık arasından uyanılsın. başka türlüsü olmayacak anlaşılan. önce iyice bir çökmek lazım ki, sıvı yüzeye doğru haddince yükselsin, tortu dipte iyice biriksin ve eldeki birikim irdelenip ona göre karar verilsin. o kadar sarhoş o kadar depresif o kadar yıkık olunmuş günler olunmuşsa da burda, tutulup ondan dem vurulmadı, dem vurulmuşsa da açık seçik bahsolunmadı, bahsolunsa da suistimal asla olunmadı, suizan edilmedi. ya da ben hep böyle niyet ettim yazarken yaşarken. hep mutluluğundan bahsettim insanoğlunun, yatay ve dikey mutluluğundan, bir-likte gelişecek mutluluğundan. ya da bahsettiğimi sandım. şimdiyse, bilmiyorum. inanıyorum ama bilmiyorum. inanın bilmiyorum.

beni yanlış tanıyınız lütufen.

şimdi bildiğim bütün çekirdekleri yutuyorum. evet saygıdeğer misafirler, değerli baylar bayanlar, ben burada bitiğim. ben burada kayıbım. bu sözcükleri kullanmaktan, yıllarca kullananları hor gördüğümden değil elbette, öyle utanıyorum ki. ben burada yokum. elbet dönerim ama ben o ben değilim. bu şekilde bu varoluşla çıkışımın olmadığını anlamış bulunuyor ve pes ediyorum. huzurlarınızda tuş oluyorum. saygılarımla itiraf ediyorum: düştüm, kalkamıyor ve kalkmıyorum.  

5.02.2012

ben yaptım, olduN.

3.02.2012

hadi beni konuştur
haftada bir gün olması. ve bu bir günün haftada bir gelmesi. aradan geçen sürenin bir hafta olması. artı bir.
akşam iyi vurur, kuvvetli eser

2.02.2012

köşeyi döndükten ve yanyana yürürken o şarkıyı dinledikten sonra bir süre daha yürümeye devam ettik. hayata da bir süre devam ettik. bu sırada elbette bir takım şeyler oldu ve ben şu an, onun saçlarını koklayamadan ondan uzaklaşmış olan ben, tüm o olanları anlatabilecek miyim bilmiyorum. anlatırken klasik bir ingiliz romanındaki gibi betimlemekten, romantik akımın bir parçası olmaktan korkarken, -tam da bu an-, aklıma romantizm ve melankoli üzerine yaptığımız tartışma geliyor ve kendimi akışıma bırakmaktan alamıyorum kendimi, kendimi. peki bu arada aramızda sürmeyen aşk, saat yönüne mi saat yönünün tersine mi akıyor, bunu merak ediyorum, en azından kol saati kullanıp kullanmadığını merak ettiğim, kullanıyorsa nasıl bir saat kullandığını merak ettiğim kadar, beni ne kadar kadar. akar akar akar.

o sırada demin çalan şarkı bitiyor ve biz yine düşmekten uzaklaşmaya çalışarak yürüyoruz yanyana. "nereye gitsek?" diyor, "bilmem, ben misafirim." diyerek konunun odağını kendimden atıyor ya da attığımı sanıyorum. onunla olacağımdan emin olduğum herhangi bir yer olabilir o an gideceğimiz yer, hatta alkol bulunmayan bir yer olsa bile olur gibime geliyor. yüzünden portakal dilimlerinin içindeki hayatı çokluğu çoğulluğu rengi canlılığı okuyorum. ikimiz, iki soğuk benizli.

kar yeni mi başlıyor, devam mı ediyor.

koluma girmediği için üzülüyorum. kendimi soğuk bir müsvedde kağıdı gibi hissediyorum. sustuğum için kendimi kınıyorum, kinci bir emre kadar susmaya devam ediyorum. kelimelerimden tiksindiğim zamanlara tekabül ettiği oluyor susuşlarımın. yürürken, ortaokulda lisede yanyana yürüdüğünüzde elinizi eline çarptırarak teselli bulduğunuz anları olur ya kaldırımların, ona benzer bir hisle teselli ediyorum kendimi, düğmeleri onunkiyle aynı minvalde olan montumu montuna değdirerek. kürk mantolu madonna tasvirime ne kadar da benziyor yıllar önceki. hayır, bu kadarı da fazla diyorum; benzerse, sonum öyle olursa.

sigara almak istediğini söylüyor. sonra birlikte bir bakkaliyeye giriyoruz. erdal bakkal yazıyor kapısında, gülümsüyoruz. ona bir ciklet alıyorum el atından ona sezdirmeden. onun duyacağı şekilde sesleniyorum erdal abi'ye, "erdal abi, bu, saçları rulo kat'a benzeyen kız var ya," diyorum, "kudretten kırmızı dudaklı... benim sevgilim." diyorum. erdal abi bana bakıyor: "sevgilim kelimesi her şeye ne güzel gidiyor di mi," diyor. bozuluyorum. yerde karda portakal kabukları görüyorum.

nereye oturacağımıza karar veremeden, montumun kolu montunun koluna çarpa çarpa bir süre daha yürüyoruz. dilim çözülüyor. "sana söz verdiğim şeyleri almıştım aslında." diyorum. "ne söz vermiştin ki?" diyor. "sana şapkanın çok yakışacağını söylemiştim ya, sana aldığım şapkayı ve bir demet nergisi getirmiştim yanımda. şapkayı getirdim ama yanımda getirmedim, çünkü bir daha karşılacağımıza emindim. nergisleri de çöpe attım. çünkü seni tanımaktan korktum." yerdeki buz kalıntılarından daha da soğuk oldu oluyor sanki o an yol.

yol deyince aklıma geldi, orange road izlemiş miydi acaba hiç.