ama arkadaşlar iyidir



28.12.2010

günaydın. ne günaydını, bir dost bulamadık gün akşam oldu. biz dünyadan gider olduk, kalanlara selam olsun. iş arkadaşlıklarını sevmem ve inanmam, kendimi korurum, iyiliklerimi korurum, mesafeyi korurum. üç köşe teşkil atışları yapılamaz üstümde kolay kolay. sahi geçen sene sen bu zamanlarda askerdin dostum, zaman ne çabuk tükeniyor değil mi. geçen sene yeni yıl gecesi 00-01 arası acemi bir er adayı olaraktan botluk nöbeti tutuyordun, zaman ne çabuk ne hızlı ne bileyim ben. bu sene yeni yıl akşamı ise ne yapacağını kestirmek güç, herkes bunu konuşuyor. eylenmeyi eğlenmek olduğu takdirde severim. evlenmeyi henüz denemedim, bakarız.

çalıştığım işyerine haftanın bir günü üniversiteden öğrenciler geliyor mesleki dersleri için. ben veriyorum o dersi. geçen gün lav aramızda bi konu anlatıyorum, kısmi erimeler, camsı olaylar, vs. aklıma volkanlar yanardağlar geldi örneklemek için, patlattım bi yanardağı ve lavlar üzerinden anlattım konuyu. eminim pek yararlı oldu benim için, onlar ne düşündüler bilemem. taa uzakların lavlarıyla sıcak bi duş alıp döndüm. mesleki olaylar sözkonusu olduğunda aklım çağrışıplara uyup uyup damlar. bi keresinde hiç unutmam, bi seminer vardı, semineri veren amca ljubljana'dan bi üniversiteden gelmişti. ben orda o sahneyi kestim ve hemen bi kolajla perhan'ın kız kardeşi azra'yı ljubljana'ya götürdüğü sahneye gittim, hani şu ederlezi avela'nın çaldığı, yok canım ne münasebet elbette ağlamadım, ama tuttum bunun için o sırada bana sırtı dönük oturarak bira içen bi kızın sırtındaki melek dövmesine bakıp ona ithafen bi öykü yazdım. ve evet ben hayatta, özellikle benim hayatımda, her şeyin metaforlardan ibaret olduğunu murakami okumadan önce keşfettim.

Arka Sokaktaki Melek

melek’e

Erkek, bir zamanlar hayatına kendi isteğiyle girmiş ve yine öylece çıkıvermiş bir sevdik tarafından Tüy Hafifliğindeki Sarı Işık gibi bir şey olarak tasvir edilmişti. Kendisi de uygun buldu bu benzetmeyi; bu cümle bozuntusu kimde ne gibi çağrışımlar uyandırır bilinmez ama o kendi çağırdıklarını kendi benliğinde biriktirip kumbaraya attı.

Kadın, genç daha. Bir kişi, hiç bilinmeyen bir uzak ülkeye sürgüne gönderilse, hayatını devam ettirebilmek için ihtiyaç duyacağı iki şey bu kadının önce gülümseyişi sonra gülüşü olurdu, başka nimete ne hacet. Ona da dış kapının mandalı anlatıcı tarafından gereksiz de olsa Mor Gözaltlı Tomurcuk Halli Çiçek benzetmesi yapıldı.

İkisi Arka Sokak’ta karşıladılar birbirlerini birbirlerinden habersiz. Yaz akşamı. Melankoliklerin; an’ ve al’koliklerin; duruşuyla, uzaktan kaybeden olarak gösterilen ve bunu kendine yedirebilenlerin uğrak yeri olan, sokağa sarkan bir barda. Kendileri gibi olan müzikler eşliğinde farklı masalara gayriihtiyarî birbirlerine bakar şekilde oturdular. Henüz bakmadılar. Oturur oturmaz kendilerini etraftan yalıttılar.

Kadın’ın gözü sağ tarafında alabildiğine uzanan duvara kaydı. Duvarda kocaman puntolarla, kimi devrik kimi düz, özensiz harflerle ‘Aşk Köpeklik Değildir’ yazıyordu. Anlatıcı biliyor; yazı, aşkın köpeklik olmadığını ancak yazarak kanıtlayabileceğini düşünen bir âşığın sol kolundan akıttığı kanıyla yazılmıştı. Gözü bir süre daha takılı kaldı. Erkek o sırada kadını gördü, kadına baktı, kadının baktığı yere baktı. Yazıyı o da gördü. Yazının hemen üstünde, ancak duvarlara tedirginlikle yazılar yazanların ayrıntılayabileceği küçücük bir ‘melek’ resmi vardı. Kadının yüzüne baktı. Meleğe baktı. Aynı mıydı, neydi? Pek çekici buldu. Kendisine bakmasını keşke’ledi. Hayale atladı. ‘Birbirlerine dönüp kendi dillerini yaratsalar ya şimdi. El kol hareketleriyle veya sözcüklerle değil de yüz ifadeleriyle örülü bir dil. Kendi kaybedenliklerini koruyabilecekleri bir dil. Bütün sıkı ilişkilerin azınlık olduğu, sırtlarını dışarıya bir güzel dönmüş iki insanın bulunduğu bir toplumda azınlık kültürünü korumaya yönelik bir dil.’*

Hayali, müziğin sesinin birden yükselmesiyle duvara çarptı. Kadın hâlâ duvara karşı, etrafına duvar bakışlıydı. ‘Aşk Köpeklik Değildir’e bakarken bunun böyle olup olmadığını düşünmüyordu. Aşk var mıydı ki ona atfen türetilecek başka bir olguya kafa yorsun. Aşkı tarif etti kendine; onun için aşk, Çingeneler Zamanı filmini izleyip ağlayan, ağladığını saklamayan adamın –ıslak- elleriyle gözlerinde duruyordu. Öyle bir adam vardı var olmasına da nasıl bulacaktı? Etrafına bakınsa fark edebilir miydi diyalogsuz veya soyut diyaloglarla?

Herkesi süzerekten göz gezdirdi çevredekilere –Erkek, o sırada meleğe dalmıştı ve onu kanatlandırmakla meşguldü-. Umudunu içkisinin son yudumuyla ıslattı, parçaladı. Yutkundu. Usulca kalktı yerinden. Tüy Hafifliğindeki Sarı Işık’ı söndürdü.

Melek de tam bu sırada gözden kayboldu.

* Barış Bıçakçı’nın Bizim Büyük Çaresizliğimiz (İletişim Yay., 2004) adlı kitabından (sf. 63) ilham alınmıştır.

Size bir gün Barış Bıçakçı'nın herhangi bir kitabını hediye edersek boşuna değildir. Yirmiüç yaşındaydım bu öyküyü yazdığımda, elbet bunun acemiliğini taşıyor ve o zamanın bi dergisinde müstearla yayımlanmıştı, müstearları severim, bolca takarım. ayrıca müjde ar'a ithafen yazdığım müste ar diye bir öyküm de vardır ama şimdilik dursun. bakın öykü demiş ve geçen gün morcheeba'dan col adlı şarkıyı paylaşmışken bu şarkının ilham olduğu ve yine yirmidört yaşın acemiliğini barındıran bir öykümü şuraya iliştireyim ve bana ayrılan köşenin sonuna geleyim.

Muavin

“Things have changed this time around
I’m on the rocks and looking down
And i can’t see for all the darkness ‘round here
You’re in Spain and you’re walking free
I’m inside without the key
Feeling sick and angry towards you”

Morcheeba, Col


İnanır mısınız, otobüste bu şarkı çalıyordu. Dışarıdan bakıldığında bildiğiniz belediye otobüsü. Yeşil, ‘akbil’li, öten cinsten. Dışarıda kar olmasına rağmen içerisi otobüslerde hiç alışık olmadığımız cinsten sıcak. Ayakta kimse yok. Ve bu şarkı kulaktan kulağa oynuyordu. Dinlemediyseniz bilemezsiniz. Dinleyin ve onun refakatinde tekrar başlayın okumaya. Herkesin kafasında birer şarap kadehi dolacağına eminim.

‘X’ istikametinde gidiyorduk. İnsanlar duraklarda bu otobüse binebilmek için birbiriyle yarışıyordu ama her durağın sadece bir yolcu kontenjanı vardı. Jürinin tek üyesi şoförse, sadece kendi beğenisine göre yolcuyu güzelliğine bakarak seçiyordu.

O hâlde ben ne mi arıyordum? Torpilliydim, yoksa ne işim vardı o güzel otobüse binip giden o güzel insanların arasında.

O güne kadar hiçbir yerde rastlamadığım bir eşitlik söz konusuydu karşıt cinslerin sayısı bakımından. Tabii eşcinselleri de cins ve karşı cins olarak ele alıyorum, onlar da yan yana oturuyorlardı.

Melodisini ihmal etmeden hep birlikte:

“Bir bilmecem var çocuklar.”
“Haydi, sor sor sor.”
“Tek yalnız oturan kimdir?”
“Yalnız, deyince akla, hemen senin adın gelir: Ati, Ati, Ati.”


Ve o duraktan binen yolcu. Geldi yanıma oturdu. Güzelliğini tam irdeleyemedim aslında, çünkü burnunda bir hızma vardı ve ben o hızmaya kilitlenmiştim. Bende hep böyle olur; nesneler aşırı dikkatimi çeker, başka bir şeye mümkün değil yoğunlaşamam, bir de âşık olurum ki o zaman hiç çekilmem.

Bir keresinde yazlık bir beldede mısır satarken, bir turistin göbeğindeki ‘metal’e (piercing) âşık olmuştum da kırık dökük İngilizcemle düzmediğim övgü kalmamıştı. Hatta aklımda kalan bir dörtlüğünü yazıvereyim hemen, Türkçe okunuşuyla da uyaklı muyaklı bir şeydi:

“Oh dear, your belly button ring
I guess the world turns around it
Moreover it bursts my emotional tearing
If not, i will fall from a distance one thousand feet.”


Sonra potansiyel sapık diye beni iki gün içerde tuttular, bu Şoför Bey kurtardı gene sağ olsun.

Evet, nesnelerden bahsediyorduk. Gelen yolcunun hızmasına vuruldum tahmin edildiği gibi.

“Merhaba, boş herhalde?”
“Merhaba… Titanyum?”
“Anlamadım?”
“Titanyum alaşımı mı? Biraz da krom-nikel vardır sanırım.”
“Ne diyorsunuz?
“Çok güzel, gerçek bir metal. Mat görünümlü parlak. Biyouyumlu. Fevkalade.”

(Anlamsızca bakarak susar).
(Hızmaya odaklanarak). “Şey… Ben… Hoş geldiniz. Demin saçmaladım sanırım.”
“Estağfurullah.”

Sessizlik oldu bir süre. Evet, ben onun hızmasına bakarken o da maalesef herkes gibi benim sağ gözümün çaprazındaki ‘ben’e odaklanmıştı. Tam gözümü zar zor hızmasından kurtarıp gözüne nişanlamışken, bir de ne göreyim, benim on yenikuruş büyüklüğündeki benime bakıyordu. Lanet olası. Hep annemin suçu. Bana hamileyken kendini bilmezin biri; “Ciğer ye, çocuğun yüzünde ben olur, güzel durur,” demiş. Annem de kendini ciğere vurunca ne beklersiniz, evdeki hesap çarşıya uymamış ve yüzümde nerdeyse ciğerin kendisi kadar bir benle doğmuşum. Daha fazla anlatamam, aklıma geldikçe yüzümü doğramak istiyorum. Parayı bir denkleyebilsem estetik yaptıracağım ama bu muavinlik de insana para kazandırmıyor ki.

Bir süre çapraz, şaşı ve şehla bakışlar ardından sıra gözlerimize gelebildi nihayet.

“Otobüsümüzü beğendiniz mi?”
“Evet, güzel, methini çok duymuştum. Sıcak bir ortam olmuş.”
“Özellikle yaptık, maksadımız para kazanmak değil, önemli olan rahatlık, güzellik ve estetik. Günümüzün en önemli saatleri bu arabalarda geçiyor; bu nedenle güne başlamak ve günü bitirmek için en konforlu yerler bu araçlar olmalı. Biz de bunun için elimizden geleni yapıyoruz.”
“İyi düşünmüşsünüz gerçekten.”
“Siz peki, yalnız mısınız yoksa bir sonraki duraktan sevgiliniz mi binecek, biliyorsunuz esas olarak eşitlememiz lazım.”
“Ben aslında yalnızım, işten çıktım, eve gidiyordum, bir süre idare edemez miydiniz beni?”
“Elbette, kimseyi rahatsız etmediğiniz sürece sorun yok. Bakın ben mesela, burada yaşıyorum, alt tarafta yorgan yastık tedarik etti sağ olsun Şoför Bey.”
“Zor olmuyor mu?”
“Alıştım artık, hatta geçenlerde marangoz Necdet’e minyatür bir kitaplık bile yaptırdım. Zaten on kitap neyime yetmez. Çevirir çevirir okurum hepsini.”
“Hımm, neler okuyorsunuz?”
“Küçük Kara Balık’ı yeni bitirdim mesela. Ondan önce Küçük Prens’i okumuştum. İlk okuduğumsa Muzaffer İzgü’den Zıkkımın Kökü’dür, zaten ondan sonra başladı bende okuma merakı.”
“Yazı da yazıyor musunuz?”
“Evet, ama her zaman kalem kâğıt bulamıyorum. Şoför Bey fena çıkıştı geçen hafta, otobüsün iç duvarına boyayla yazdım diye. Bir de bazen sigara saracak kâğıt bulamıyorum. Yazı yazdığım onuncu sınıf samanlara sarıyorum, Bakhtin misali. Yazdıklarım kül oluyor ama sigara her şeyden önemli benim için.”
“Bahtin’i de biliyorsunuz demek… İlginç.”
“Bilmediğim şey yoktur benim. Saf olduğum doğrudur ama zekiyimdir aynı zamanda. Zeka fazlası varmış hatta bende.”
“Şeyy. Son durağa geliyoruz, benim inmem lazım.”
“Peki.”

“İsterseniz bu gece bende… Yemeğim vardı dünden, yeni pişmiş gibi olmaz tabii ama gene de ısıtırız.”
“Nasıl olur, bilmem ki? Şoför Bey’e sorayım da…”


Şaşkınlığımı ancak kapı basamağına takılıp düşmekten zor kurtulunca atabildim. Salonuna girdik. Çok aç değilsem bir kadeh Lilac Wine isteyip istemediğimi sordu. Kabul ettim. Büyük bir zarafetle getirdi. Müzik açtı: Blue Spanish Sky ve yanıma oturdu. Kanepe ne kadar da rahattı öyle. Bir ara gözlerim yine hızmasına takıldı, çaktırmadan çimdikledim kendimi ve kendime geri geldim.

“Ben İspanyolca öğretmeniyim.”
“Gözleriniz inci gibi.”
“Nasıl?”
“Şeyy. Aaa. Neden İspanyolca?”
“Puanım ona yetmişti on yıl önce.”
“Şimdi memnun musunuz hâlinizden?”
“Elbette.”

(Hızmanın çekiminden gözlerini zorla kurtararak) “Yanaklarınız çok tatlı. Ben bugüne kadar hiç bir kadını öpmedim biliyor musunuz?”
“Nasıl olur? En az yirmibeş varsınız, hatta otuz, bunca sene? Tercih meselesi mi?”
“Yok canım, daha neler. Uygun yerde uygun kimseyle uygun pozisyonda olamadım. Imm. Pardon, bazen böyle yanlış konuşuyorum istemeden.”


Dudaklarım… Na na nasıl. Kilitlendim sanki. Çok güzel. Yazın soğuk su altında birden duş alır gibi. Ağzı bir kuyu sanki ve kuyudan ipe asılı bir kovayla su çeker gibi. Kova kuyu duvarlarına çarpar gibi. Çok şey gibi… Nefesim tükeniyordu ama eli hâlâ yanağımda ve dudakları dudaklarımdaydı. Kendimi bir şey söylemek zorunda hissettim bilmem neden.

“Bu. Bu, çok güzel.”
“Çok iç gıcıklayıcı öptüğümü söylerler.”

Söylerler. Söylerler. Söylerler. O anki kıskançlığı, kırılmışlığı, nefreti, tükenmişliği hayatım boyunca hiçbir şeye karşı hissetmedim. Mutfağına gidip bir bıçak aldım.

(Tam bıçağı saplayacakken) “Ati, uyan evlat. Son durağa geldik. Yolcu kalmadı. Hadi birer sigara saralım, sonra da ben eve, sen aşağıya.

Uyku filan kalmamıştı. Eski rüyalar bir türlü aklımdan gitmiyordu. Ustamdan para isteyip bir şişe Efes Güneşi aldım. Otobüsümüzün alt katına, odama indim. Külüstür Roadster teybimi açıp, herhangi bir insanı en çok ağlatan şarkıyı çaldım, defalarca…

26.12.2010

orda saat kaç

dışarıda koccaman bir dünya var. ve. şimdi buranın öğle arası bitmek üzere.

yıllarımı verdiğim kentler oldu benim de. yerel lezzetlerden oldukça tat alan biri olarak. güzide ülkemizin güzide birkaç şehrinde tek başıma, aile kavramından ayrı, dolaşır dururum onbir yaşımdan beri. kronolojik sıralamayla evler yurtlar yurtlar evler oteller odalar. komşuların kuşlarla bir bağlantısı olduğunu düşünür dururum nicedir. bırakıp giderken o komşulara emanet ettiğim evlerde ne ben ne komşularım oturmuyoruzdur artık, ama kuşlar ekmek kırıntılarının arayışlarıyla ordadır. ehliyetim olduğu zamanlarda sktirip gittiğim kentlere uğrarım arabayla, toplu taşınmaya karşı hassasiyetlerim malum, park ederim o evlerin apartmanların yurtların önlerine. şöyle bir geçerim kaldığım evlerin önünden. sadece önünden. içlerine girmeyi o kadar o kadar çok isterim ki, ama orada başka bir aile hayat kurmuştur çoktan, görünmez bir girilmez tabelası vardır. bakkala uğrarım, tekel bayiine uğrarım, tanırlar beni üzerimden onlu sene geçmiş de olsa. evlerinde sabit komşularım süzerler şöyle bir, "benim ikinci oğlumsun sen." der emine teyze, yanında ev oturmasına gelmiş komşusuna anlatır beni, "benim oğlan bu," der. garip bir huzur duyarım. iyi bir insanımdır ben. erkeklere ilk gençliklerinde iyi bir insan olmanın bedeli pek güzel ödetilir kadınlar tarafından. son gençliklerindeyse, tam da onlar iyilikle kötülük arasında bocalarken, aranan insan olmaya evrilirler. komşularım, bakarlar bakarlar yüzlerime, alçalmış azalmış saçlarıma, sen böyle bir şekle mi girecektin yaşlandıkça der gibi bakarlar.

uzak iki türlüdür. uzak iki kademelidir. yazmak bu kademeleri ardında bırakır. dışarıda koccaman bir dünya var. ve ben koccaman sarıldım.

iyi yazarlar size ne verdiklerini bilmez. dahası sizin onlardan ne aldığınızı hiç bilmez.

sineması olmayan bir ilçede doğmuş ve büyürek olmuş olmanın insanın içinde koccaman bir boşluk yaratacağını; aynı ilçede tren, tren yolu ve gar da olmamasının ise bu boşluğu spirallediğini bilmiyordum.

itiraf et kıştan ve soğuktan kaçıyorsun di mi, bu yüzden üşüdüğünde ekvatorun altına saklanıyorsun.

benim pet shop dükkanım var. ama sadece akvaryum üzerine çalışan bir işletme. hemen iki yan tarafımda küçük bir çay ocağı, önüne hasır sandalyeler atılmış. hiçbir zaman diafonu kullanmam, "kavecii" diye bağırmak çok hoşuma gider. müstakbel sevgilimden çay istediğimde de aynı şekilde bağırırım, "kavecii, bize bi çay," alışkanlık işte. ha bir de şöyle bir şey var; ilkokulda yaz tatilinde oto sanayide bi traktör tamircisinin yanında çıraklık yapıyorum. her sabah dükkanı açtıktan sonra sularında sert sesli, önlüklü, önünde camekanından buharlar taşan bir el arabası taşıyan bi teyze geçiyor dükkanların önünden. bazen durup sigara yakıyor ve ilk nefesinden sonra bağırıyor: "puaçiciii." sonradan öğrendim bu kadın evinde poğaça yapar ve kocası da o arabayla bu poğaçaları satarmış. koca efendi bir gün ansızın sekte-i kalpten terk-i diyar eylemiş. kadın da hem yapıp hem satmaya başlamış. camekanında kocasının fotoğrafı. ... bu da ara ara, o günlerden kalma, evde attığım naralardan biridir: puaçiciii. ... benim akvaryumcunun iki yan tarafındaki çay ocağına dönersek, öyle eften püften bir yer değil, yıllanmış, maden ocağı gibi bir yer. duvarlarında çerçevelenmiş ve gazetelerden kesilmiş, orayı anlatan yazılar. ... sabah dükkanı açtığımda, kepenkleri kaldırdığımda, önüne çıkar ve göğe bakarım, havayı koklar ve "tam kar havası" derim. ve bu şehre otuz yıldır kar yağmaz.

nergisler görüyorum gezinirken, zamanları gelmiş demek ki diyorum. alıp hediye edememek ne kötü.

kolum hatırı sayılır biçimde yandığında ve bizimkiler bunu gördüğünde aloe vera'nın iyi geldiğini söyleyip kendi saksılarındaki aloe vera'dan bir kök söküp vermişlerdi bana, malum bizim iş bol yanıklı bi iş. kaldığım odanın umumi bahçesine dikmemi öğütlemişlerdi. bense bunu anlamsız buldum ve nerden baksan üç buçuk aydır o aloe vera odamda bir bardak içerisinde büyüyor. ara ara dokunuyorum. epey de kuvvetlendi, şehvetlendi. öpülesi koklanası bir kadın memesine benziyor dokununca. birlikte fotosentez yapıyoruz geceleri.

ben bir işadamıyım. blogun geçen sayılarından birinde kırtasıye dükkanımdan bahsetmiştim, şimdi de akvaryumcu dükkanımdan, bunları yazın bir kenara ve unutmayın ki vergilendirilmiş kazanç kutsaldır.

uzak denildi ya, ben kendimi kaldığım evlerin yurtların arka bahçelerine gömüyorum nicedir. o kadar çokum ki daha gömüleceğim yerler var bunu da biliyorum. geçenlerde bir roman okudum, göçmüş adamlar bahçesi, diye. bu adamlar kendilerine malihulyadan bir yapı inşa etmiş ve fakat en ucuz bir depremde bu yapı yerle bir olmuş, sonra da bu inşaatın molozlarını eşeliyor bulunmuş bu adamlar. yalnızlığın esmer ununa sağlı sollu yatırılmış bu adamlar derinde bir yerlerde, kum zerrecikleriyle, kristal, balkonlarında melal oturan kum zerrecikleriyle, yeryüzünün büyük çoğunluğunu oluşturan silis çamuru içinde oturuyorlarmış, yapıştırılmışlar, yakıştırılmışlar.

ona bir isim ver babası, dedi çocuğumun annesi. verdim gitti. rüyalar gerçek olsa, dedi emel sayın.

bir şarkıcı şarkı söylerken gülümsemeli. ben şahsen öyle yapardım.

üzgünüm bu zihin böyle bol vardiyalı çalışıyor.

24.12.2010



bu klasik şarkıyı söylüyordular rüyamda banbana. pek hoş doğrusu.

23.12.2010

kişinin ayakkabısının içine yağmur dolabilir, daha ziyade sıkı bir yağmur yağdığında ve konçsuz bir ayakkabı giyiyorsan karşılaşırsın böyle bir pozisyonla. ya da bez ayakkabı. benim oldu birkaç kez ordan biliyorum. başıma gelmese bilebilir miydim, işte orasını bilmiyorum. bazı şeyleri yaşaması lazım insanın, ki bilsin.

sabah işe giderken mesela, -çok bahsediyorsam bi durumdan, anlaşılır ki bana dokunan bir durumdur, basit- -psikanalitik incelemeye ihtiyacım var mı-, ayı gördüm yine bir aysar olaraktan. geceden kalma dolunaylığını koruyordu, sevdim bu şekli, elimden bir şey gelmedi sevmekten başka.

planımı kurmuştum bu akşama. yarın tatilim benim normalde, sabah erken gitmeyecek ve bu akşam gönlümce bira içecektim, kaç gündür bu anı bekliyor olacaktım, olmadı, erken gitmek gerekti yarın, canım sağoldu, sağlık filan oldu. ... bir kadının çoraplarından bahsetmiştik di mi sizinle, ama ben bundan bahseden şarkı/şiir görmedim henüz, bu alan edebiyatımızda gayet boş, el atabilirsiniz benden tavsiyeniz, en azından sıkı bir okurunuz olurum. kadının çorabı önemli olmaz olur mu hiç, ne renk mesela. çiçekli böcekli mi, şekilli mi şekilsiz mi, renkli mi. renksiz herhangi bir kıyafeti yakıştıramıyorum ben pek zira. uzun çorapsa sözkonusu olan, daha farklı renkler şekiller biçimler mevcut. ... mesela buzdolapların buzlukları zamanla buz biriktirir, bunu neden yaparlar anlam veremem, yoğuşma vs bilimsel terimlerle açık edilebilir ama ne gerek var, bu hayatta pek çok şeye ne gerek vardır. böyle deyip geçebiliriz elbette ama ne gerek var, üstelik sonunda bağımlılık yapar. .. sabit bir evde yaşıyorsanız sorunlara mutlaka açık olmalısınız. bir gün musluk bozulur, bir gün çatı damlatır, bir gün sifon çalışmaz kova kullanmak zorunda kalırsınız, bir gün bir şeyler mutlaka olur ve bunlar sizi yaşamaya karşı diri tutar, hayatın bundan başka bir anlamı da yoktur zaten. ... yarın ya da yarından sonra bir arkadaşım beni sevgilisinin arkadaşıyla tanıştıracak, bu yaşlarda malum böyle şeyler olur, ve ben böyle şeylere pek gelemem, zaten cebinde canlı bir kuş taşıyan biriyim bir de böyle durumlar sözkonusu oldu mu bütün minihayvanat ceplerime dolar, ama oraya gitmek istiyorum çünkü yalnız içmek istemiyorum en azından yarın ya da ondan sonraki akşam.

günü geçmiş bir gazete ne ifade etmek isteyebilir. sizce de önemli değil midir. günü geçmiş bir gazete. geçmişte almış olduğunuz bir mesaj. zaman aşımı diye bir kavramı bir türlü oturtamadım yerli yerine, otur diyorum oturmuyor, hacı yatmaz gibi. halbuki zaman bu, değil mi, aşınması lazım zamanla, kendisiyle, aşılmıyor alçak zaman.

not bırakmayı severim. iş arkadaşlarıma genelde vardiya defterine uzun uzun yazmak adetimdir, hem geceye gelenler gündüz yapılanları iyice algılasınlar ve devam etsinler hem de geyik olsun işte, yazarken oldukça toniğimdir, cin komiğimdir, okursan görürsün. evlerine gittiğim arkadaşlarıma da umulmayacak yerlere notlar bırakır ve bir vakit sonra bana geri dönüp bunu sen mi yazdın diyecekler mi diye beklerim. bunu sık sık yaparım, nadiren birilerinin evine giderim. bu durumda orana vurursak bunu çok hep sık yaparım demektir.

kuşlar güzeldir. kuşlar güzeldir. kuşlar gerçekten güzeldir. balıklar güzeldir. balıklar hakkaten. kediler zira. ve çok önemlisi geyikler, karacalar. karacalar diyorum. karaca güzel bir kadın ismidir, günümüzde hiç görmedim ama nick olarak kullanılabilir, tavsiye ederim özellikle esmer filansan. ... mesela massive attack angel adlı şarkısının bir bölümünde aynen şu ifadeyi kullanır hiç utanmadan ve uslanmadan; love you love you love you, love you, love you, love you. gel de meftun olma, gel de müptela olma.

her çakmağın bir çakışta yanmaması gibi her kadın bir bakışta yanmayabilir. biz anlıyoruz oysa kendimize ilgi duyulduğunu ya da ilgiye sağır felan olunduğunu. herkes anlar zaten. güzel de bir şeydir bunu anlamak ama emin olamamanın verdiği tereddüt. mütereddit tedirgin bizim sevdiğimiz bir arkadaşımızdır aynı zamanda.

özellikle akşamüstleri, bunu anladık mı, akşamüstleri, akşamüstleri pek mühim taşır. insanın kendini bir kentte sanması. insanın kendini orda burda sanması, onunla sanması pek bir zahirilik taşır. zahireci diye buğday filan satan amcalara deriz biz, buğday pek erotik saydığım bir meyve yok yok sebze yok yok o da değil işte, bir şeydir. buğday başakları iyidir,

aha defter bitt
günaydın. hava güzel. denize nazır çay bahçesinde çay içmelik. biraz üşümelik, sıkı giyinirsen bir şeycikler olmaz. esnerken çok çirkin olur insanlar, bu yüzden ağzımızı sol elimizin tersiyle kapamamız mühim bir görgü kuralımızdır. ve sabahları bir miktar esneriz biz. hapşururken kendimizden geçeriz, hele ben bir metre çaplı bir daire çizerim. günaydın. dişleri fırçaladıktan sonra sigara içmek çok hoşuma gider. dişleri fırçaladıktan sonra öpüşmenin hoşuma gitmesinden daha az tabii bu, yine de öpüşmenin yokluğunda sigara bir boşluk doldurgacıdır. pencereden sızan rüzgarın sesi de ne hoştur mesela, ses demeyelim de uğultulu deneysel bir müzik diyelim ona biz. günaydın, ben, ben, ben, diyecek bir şey bulamıyoru bazan. nazan güzel bir isim mi bilemedim, ama suzan öyle mi ya, suzan güzel isim. esma da güzel bir kedi ismi, ortega güzel bir kedi ismi, başka neler var güzel kedi isimleri olarak, şimdi aklıma gelmiyor u. şarkıcının bir şarkısı var, sigarasız sabah olmuyor der, halbuki bak oldu bile sabah, tahminimce yarın da olur ama hayır yarın cuma, kıyametin kopma ihtimali var, her cuma kıyamet kopma ihtimali taşır beraberinde, kopmamışsa biz bunun akşamını barlarda meyhanelerde teselli ederiz, kimimiz barlara yalnız gitmekten hiç hoşlanmaz, anlamsızdır da zaten. günaydın, perşembenin geçmesine daha çok var gibi görünmekte ama bir bakmışsın akşama iyi geceler bile dileyebiliyorsun. yine de sabah her zaman önce gelir. bırakalım bu mevzuyu, sonu gelmez sözlerin. dün işle ilgili bir mail yazıyordum, kendimden geçmişim, iş arkadaşım beni okuyormuş meğer o sırada, çekil de ben iki cümlede anlatayım demesin mi, az kalsın foyam ortaya çıkacaktı diye çok korktum. mütebessim bir nsan olmama rağmen ve konuşmakla aramız pek iyi olmadığından bütün maillerime yazmayı taşıyorum, e sözkonusu olan işle ilgili mail olunca bu pek hoş olmuyor tabii, roman mı taşıyorsun mübarek sırtında. günaydın, yine de her sabah hasta siempre dinlemek hâlâ ilk günkü gibi sevdiğim bir durum. bağlaçları yerli yersiz kullandığımın ben de pekala güneş gibi farkındayım, gülüşlerinin ardından hep güneşlerin doğması gibi farkındayım, -bak rüzgar uğuldadı bu cümleden sonra-, ama bağlaçlara gereken önemi göstermeliyiz.

günaydın bu.

22.12.2010

duruyorum öylece. uçabilmekle uçmak arasında dağlar gökyüzleri kadar fark var elbette. napıyosun diye sormuyor elbette kimse ama ben cevap vermekte zorlanmıyorum: duruyorum. uçmağı düşünüyorum. işten çıktıktan sonra daireme dönerken bir de baktım ki ay dolmuş, kocaman olmuş. karşıdan karşıya geçmek üzereydim o sırada, kamyonlara tırlara çarpılmamak için aya bakışlarımı değiştirdim, önüme baktım, belki yerde bi mektup filan bulurdum öyle değil mi. önüme bakarak yürürüm gayrihtiyari. bakanlar bugün çok dalgınsın der ama aslında öyle değilimdir, yüzümde öyle bir dalgınlık durgunluk bana yaradılışımın bir hediyesi/cezası. bu, yazdıklarıma da yansıyor olabilir, burda takdir benim değil. duruyorum. işten çıkmışım misal, yürüyorum yürüme mesafesinde, öyle uzun yürüyüşlere alışkın değilimdir. evet yürürken pek de konuşamam zaten, kuşlar kanat çırparken ötüyo mu hiç, demiş miydik bunu bi yerde. bunu konuşmuş muyduk gibi sorular sorarım sıklıkla kendime; bunu yaşamış mıydım, bunu düşünmüş müydüm, onu sahiden sevmiş miydim, felan.

işten geldim. yemek yedim. duş aldım akabinde. durmaya başladım ondan sonra. aptal bilgisayarımı çoktan açmıştım zaten ve ona bir daha çal sam demiştim, o da başlamıştı. eskiden açılış şarkıları vardı aylarca sabit olan, artık pek yok. bir bulut geçti üstümüzden dedi bak şimdi çalan, nebuçalan. dururken su içmeye başladım sonra. iki tane birbuçuk litrelik su şisesini yanıbaşıma koyup masaya bilgisayarın başına oturdum içki içmiyorsam. zaten bu su şişeleri de içki içmeyi çok beğendiğim haftalardan kalma, tüketmeliyim, içim rahat etmiyor tüketmezsem. diyelim ki içmiyorum, su içiyorum ve öylece duruyorum, bir şeyler okumaya gayret ediyorum ama olmuyor. mesela bundan haftalar önce benim kitapkurdu olduğumu düşünen ve hüsn-ü zannına mest olduğum arkadaşım beni -şu meşhur blog, neydi adı, arkadaşının linkini veriyordun- işaretlemiş elimdeki kitabın 55. sayfasından bir paragraf yazmam konusunda, hah mimlemiş.

elimin altında son üç haftada aldığım beş adet kitap var herbirinden ortalama onbeşer sayfa okunmuş. neyse birini açıp yazıyorum; "bu hep böyle. kapı çalınıyor. işte yine başlıyoruz. kapıyı çalan her kimse hayatı paylaşacağız. hayat onun için ne kadar çekilmezse benim için de o kadar çekilmez olacak. karşı komşum gelen. elinde boş bir kağıt, koltuk altındaysa birkaç gazete var. merhaba, diyor gülümseyerek. yüzüme bakıyor ama sanki görmüyor da aramızdaki boşluğu tırmalıyor. rahatsız edici bir sessizlik. yüzünü sağa çevirip hafifçe birkaç kez öksürüyor. benden bir şey beklediğini hissediyorum." belli ki beni cezbetmesi mümkün bir kitap değil bu. o yüzden kötü reklam olmasın diye adını vermiyorum ama şu satırları yazan birinin bana kendini okutması pek mümkün değil. kitap okuyayım diyorum, sonra vazgeçiyorum işte kısacası. blog okuyorum yeni bir şeyler varsa. facebook'a bakınıyorum. twitter'ı sallamıyorum. sözlüğe bakınıyorum takip ettiğim adamlara. olmuyor. bir şeyler yazayım diyorum. duruyorum.

bu kadar duran birinden ne beklenir ki, elbet yaşadığını yazmak zorunda değilsin ama bana yazdıran iki şey vardır, yaşamak ya da okumak, bu aralar ikisini de yapmadığıma göre haftasonları barlarda insanları gözlerken hayalgüçlerime takılan cümleleri kayda geçiyorum o kadar, onlar da sıradan olup geçiyor çoğunla. orhan gencebay desen, yapmış adam ben napayım. müzik dinlemeyi tercih ediyorum çoğunlukla. birkaç adet saz gitar darbesi beni durduruyor, alıkoyup bir yerlere ışınlıyor. sonra bakıyorum mesaj kutumu filan kontrol ediyorum, "cabin crew slides armed and crosscheck" diye ünlüyorum. uçmak sahi sadece uçmak mıdır.

21.12.2010

hoşgeldin ey en uzun gece,

büyüdün büyüdün ve şimdi tekrar çocukluğa dönüş vakti. şimdi oyunların yaklaşacağı zamanları yakalama vakti. hani tavsiye etmiyorum ama uzun gecelerde sigara iyi gider, çerez mübarek. ne demiş dillere pelesenk edesice şair; "şeb-i yeldada uzar fecre kadar kıssa-i aşk / ta ki mecnun bitirir nutkunu leyla söyler"

elbet bir vakit benim de geceler yarim oldu. türküsünü söylemişliğim vakidir. ama genelde gecelerle çok iyi geçindiğim söylenemez. sabahlarla daha bir haşır neşiriz. ben geceleri sadece uyumak isterim, başka bir şey değil.

ay tutuluyormuş gördünüz mü?
türkiye saatiyle sabaha karşı erken

bugünlerde yazılmıyor aslında. bazen öyle bir his oluşuyor ki insanın içinde, hani bitkileri bilmemkaça ayırıyorduk ya biz ortaokulda mıydı neydi, işte o sınıflardan yumru köklügillere yazdırıyorum kendimi, sıra arkadaşım bir şeker pancarı, iyi anlaşıyoruz. ayrıca sıra arkadaşımla bizim de içinde bulunduğumuz müsamere ve temsil kolundaki eğitici kol çalışmalarımızda patates, yer elması ve havuç da bize eşlik eden arkadaşlarımızdan. ve ben bu kolun gözlemcisiyim. bu kolun üzerinde açılmış yanık yarasıyım, yaram genç, kendimi tamamen kaybetmiş hayatla dörtnala sevişirken kolumu ihmal edip üzerindeki bandajın kaydığını unutuyorum, sonra bir bakıyorum hayatın saçları yaranın tazeliğine yapışmış, ama bir saç da bu kadar güzel olmaz ki, dursun orda dursun. bazen yazılmıyor sevgilim. malum, ne demiş bir büyüğümüz, gitmeyi göze alamayanlar küçük bir hikayenin etrafında döner durur minvalinde bir şey, buna nasıl katılıyor nasıl katılıyorum anlatamam, dönüp duruyorum. alevlerin etrafında fır dolayı dönen kolpa bir zeybekten ne farkım, ama ahdım ahid ki hikayeleri büyüteceğim, besliyorum, yumru kökleri açacak bir gün kendini, doğuracak doğurtacak.

hem niye öyle diyorsun ki sevgilim, mevsimler aylardan elbette daha önemlidir ve mevsimler onu kapsadığı öngörülen aya değil yaya benzer. istersek genişletebilir daraltabiliriz, bütün bir mevsimi bir ay içerisine sıkıştırabiliriz,

bir düşmanım bile yok.

18.12.2010

(dün akşam)

yakın bir şehirde yaşayan kardeşime gittim. tayini çıktığı için kendisine bir veda gecesi düzenleyeceklerdi. geceyi düzenleyen kişi de sekiz yaşında babasız bir kız çocuk sahibi olan arkadaşıydı ve orda bulunması gerekiyordu. ve gece boyunca çocuğa birinin gözkulak olması icabediyordu. ve son anda bunun piyangosu bana vurmuştu. ve olayın bu ana kadarki boyutu hiç önemli değil ki ben bundan haber aldığımda dört kadeh kadar duble rakıyı annemin yolladığı emsalsiz yiyeceklerle ve büyük hasretle tüketmiştim ve yavrucak geldiğinde öyleydim. kardeşim dedi ki, "abi bi sorun olursa ararsın, dikkat et bu çocuk üstün zekalı olduğu milli eğitimce tescillenmiş bir çocuktur." hoşgelmişti. tanıştık. elbette çekingendi. elbette çekingendim. önce bir ayılmalı kendime gelmeliydim ve damarlarımda dolaşan alkolü bir anda uzaklaştırabilecek bir bilimsel deva bu çağlarda yoktu. sofrayı toparladım, bana yardım etti. sekiz yaş da az buz değildi ve çocuk gerçekten zekiydi. önce biraz ona hikaye anlattırıp bana alışmasını sağladım. kendime orta şekerli türk kahvesi yaparken bana mutfakta eşlik etmesini rica ettim, süt içirdim. eline bir bilgisayar verip o saatleri ona rahatlıkla geçirtebilirdim, elimde televizyonun kumandası, ama buna razı olmadım. anlatmayı seviyordu ve iyi biliyordum ki çocuklar anlatmayı gerçekten severdi, hatta en büyük sorunları onları dinleyecek birilerini bulmaktı. iyi oyun oynadığımı söylemiş miydim, hele de kafam güzelse, oynadık. giderken beni çok sevdiğini ve facebook'a ekleyeceğini söyledi.



we are a strange pair, aren't we?

kışın içeriden dışarıyı seyredebildiğim, içeride herdem bir ısıtıcının bulunduğu, kapı açılır açılmaz pencerelerini buğunun kapladığı; kırtasiye dükkanımda, herdaim demlenmiş duran amade bir çaydanlığın usul fokurtusu, ve ben, oranın insanı, yazın önüne sandalye tabure atılan bir dükkanın ara sokakta kalmışlığının, o müzikal bir insafla dokunmuş esnaflığın insanı. arada bir mutlak balkonlu evi olan, sıkıldığında, taşınmak pahasına, evini değiştirip başka bir eve geçen; çok sıkıldığında şehirlerarası onbeş günlük bir aylık bir yolculuğa çıkan, ama hep geri dönen, toprağına, evinin kokusuna, geri dönen. ... hasan ali toptaş, gölgesizler'le ilgili olsa gerek, bahsettiği bir anısında yaşadıkları kasabadan şehre insan taşıyan bir minibüse sahip olan babasının arada bir haber vermeden çekip gittiğini ve iki ay sonra hiçbir şey olmamış gibi çıkıp geldiğini anlatır. gölgesizler romanında kurguladığı berber karakterini de, o bundan bahsetmiş miydi hatırlamıyorum ama, bunun üstüne katmerlediğini düşünürüm ben hep. ve romanın sonunda o müthiş pencereden bakma sahnesi, filmde de çok iyi işlendiğini düşündüğüm o sahne.

kırtasiye deyip geçmeyelim olur mu. kadınların renkliliğini bu mu yüzden seviyorum çok. defterler, kalemler, kağıtlar, teksir kağıtları, zarflar, koçanlar, kokulu silgiler, kalemlikler, ataçlar, raptiyeler, ve bir köşede kitaplar, ders kitapları, çocuk kitapları, kült kitaplar, ahşap. evet ben belki böyle bir adam olurdum evliliğimde. bahsettiğim dükkanın içinde oturabilecek, günlerce aylarca sıkılmadan çaylarca oturabilecek bir adam, ama gittiğinde iki ay geri dönmeyip, döndüğünde her şeyi aynı bulamama korkusu taşımayan bir adam. bilmem,

bir iglo inşa ettim kendime bu günlerde. duvarlarına istediğim yüzleri astım, komodinlere istediğim yazıları çekmeceledim. dün izlediğim bir programda kız, sevdiğine örgü örerken, sevdiğinin adının baş harfini örgü ipliğiyle koltuğun üzerine konduruyordu. adımın beş harfinin böyle bir şeye ihtiyacı var ve bunun için iglodan ziyade bir ev lazımdı. iglomun içersinde, sandalyemin üzerinde, alkole karşı koymaya yüzbininci kararlı bir vaziyette, battaniyeyle sardığım dizlerimin üstünde karşı konulmaz bir kitap, ellerimin arasında iki yanından ısıtır umuduyla kavradığım bir çay bardağı, cam, ve ışığı geçirgen, soğuktan uyuklamak istiyorum, hayattan o anki tek beklentim o uyuklama isteği. sonra biri gelir beni uyandırmaya kıyamaz, alır beni sıcak bir evin içine battaniyemi eksik etmeden taşır, sandalyemin tekerlekleri vardır.

ve kiraya vermeye karar verdim ondan sonra. hemen dükkanımın camına astım tabelayı, güneyli bayana veya niteliksiz adama kiralık kırk metrekare iglo.

(bugün akşam)

insanlar bir nehire baktıklarında ne görür? tek bir nehir görür. görer.
halbuki aynı yatakta üst üste akan iki nehir olabilir.

17.12.2010

atımı bağladım nar ağacına

- hani sen bu kadar sık yola çıkıyorsun ya, şu tahta bavullardan var mı sende?
- bir roman yazacaksam olsam adını tahta bavul koyar mıydım acaba, romana olmasa bile belki oğluma veririm adını.
- oğluna çok yaklaşmıştık hatırlıyor musun?
- an meselesidir yaklaşmak ve uzaklaşmak biliyorsun.

biri ne zaman tutup bana madrigal dese, aklıma ilhan berk'in madrigaller'i gelir, 1'i 2'si 3'ü hepsi. aklıma ne zaman tutup madrigaller gelse bana biri madrid der ve nightnoise adlı gruptan klasik morning in madrid şarkısı çalar omzumda. omzum güzeldir benim, kadınlar omuzları sever; kadınların omuzları mühimdir, erkekler de tutup bunları sever.

- ellerine bakan bir kız resmi çizmek istiyorum ama çizemeyeceğimi biliyorum. sen çizer misin benim yerime, ellerinden kopya çekebilirsin pekala.
- senin için tüyümü kıpırdatmam.
- o zaman bi el at da büyükada'ya gidelim.
- ne işimiz var orda.
- i'm not here, this isn't happening.
- çizdin sen.
- devreleri yakmak güzel bir deyim değil mi? bugün bana tatil. müslümanlar gibi cuma tatili. cumartesi devre arası. pazara iş var.
- bak merzifon'a el atabilirim seninle.
- tamam ama ben otobüsün üstünde gitmek şartıyla gelirim ancak. penceresinden sarkıp cama tıklarım, öperim filan.
- film izlemeyi yasaklıyorum sana.
- sen inek sağdın mı hiç?
- süt ne güzel bir şey di mi, bembeyaz, beyaz beyaz,
- hiç kullanılmamış gibi yaşadığının farkında mısın? sergilenmek için, ama teşhir asla değil, öyle duruyor gibisin. hiç başına kötü bir şey gelmemiş gibi, hiç canın acımamış gibi, ya da hiç çok mutlu olmamışsın gibi,
- okuduğun bunca şeyden böyle bir sonuç mu çıkardın?
- sana galiba aşık oldum ben. aşık ben sana galiba oldum.
- bu konuşmada kız kim erkek kim anlaşılmayacak biliyorsun di mi.
- hiç ciddi konuşamayacak mıyız sennen.
- kalp krizi kadar ciddiyim.
- terlik, kiremit, karamel, iğde, tarçın, karanfil, elma dersem git ve geri gelme
- micus'un mad bird şarkısını senden mi ayarttım ben
- sıkıldım bütün bu konuşmadan ben, çok sıkıcısın
- ben de sıkıldım konuşmaktan

ben şaşırdım şimdi, ben hangisiyim, türlü şekillerim olduğu muhakkak ama marangoz işi miyim, öyleysem bile kulağının ardındaki kalem olmak isterdim en azından. değilsem aradaki geçme payları bırakıldı mı ki paso verilirken, geçebilecek miyiz. bilmiyorum. frezeyle çentik açtın bana. ve frezya zamanları geliyor sanırım.

- ağla firuze, ağla.
- çift taraflı giyilebilen bi giysi gibisin.
- ipi çektiğinde kapımın çalacağını biliyor muydun.
- umarım sen de bir gün layık olduğun insanı bulursun.
- allah kayığını buldursun.
- elmanın çekirdeğini yutmak çok hoşuma gidiyor.
- çocuğumun babası olmanı istiyorum.
- benim tavşanım oldu, bıldırcınlarım oldu, kirpim oldu, güvercinlerim oldu,
- gülümse hadi gülümse, bulutlar gitsin.
salut

eskişehir'e sormak lazım önce, sen bu herifle o kadar sene parkların sizi çağıran taraflarında naptınız diye. şöyle konuşmalıyım ben de, parklarda düşünceli gezinen genç insanların temsilcisi olarak, ben gittim oralarda oturdum, evet aynen böyle denmeli tarafımdan. yaz kış sıcak soğuk kar yağmur galaksi meteor yağmuru asit yağmuru göktaşı yağmuru krater mrater demeden ben o parkların köşelerinden birkaç yıl geçirdim. hava sıcaktığında çocuklar vardı birtakım annelerin babaların ellerinden tutmuş, sigara içmiyordum mesela kötü örnek olmayayım diye. sonra gidiyolardı, ve ben hemen çakmağıma sarılıyordum. çakmak ve yanıcı maddeler mühimdir bu tarz anılarda. oksijenin, nam-ı diğer o2'nin tutuşturucu görev yaptığını biliyoruz, ve bilmelerimiz artıyor ki oksijen yalnız gezemez, hep o2'dir o. ne güzel di mi, yapışık doğan ikizler gibi. evet yapışık doğmuş olsak ensestimiz ense kökümüzde biten bir bataklık selvisi olabilirdi pekala. sonra kavga ederdik senle, senin ensenin sınırları içinde mi benim ensemin sınırları içinde mi, halbuki ortak. ortak olduk biz bi kaç kere, o yüzden sen dersen ki, yüksek dağın kuşuyum da selviye konacağım; ben mutlaka şöyle eklerim, iste beni babamdan vermezse kaçacağım; rollerimiz değişebilir, cinsiyet yok aramızda.

sincap camiası, birtakım ağaçkakanlar, ve serçeler, ve tarlakuşları, hepsi ciğerimi bilir benim, ben de onlarınkini bir şiire yazar gibi rahatlıkla dökebilirim. korkuttum onları bi süre, sonra hemhal olduk, sevgili olduk hepsiyle. sonra doğa, sonra orman, sonra deniz, otlar, çimenler. ekinler fiyler anızlar. yeni biçilmiş çimlerin kokusu hepimizi bizi doğuran spermlerin kokularına çağırır, burda durduk, es, bir çay içip devam ettik yolumuza. müziğimizde birkaç çeşit es vardır biliyoruz, birlik ikilik dörtlük altmışdörtlüğe kadar gider. altmışdörtlük es'in nota olarak gösterimi işte en başta dediğim ağacı ifade eder, es'in yani sessizliğin kısalığı arttıkça ağacın boyu uzar. biz notalar arasındaki bu sessizlikleri şarkıyı dinlerken pek fark edemeyiz, ama onlar orda dururlar, hiç uyumazlar. çok konuşmakla çok susmak arasında fark olmaması da burdandır, ikisinin esleri tersinirdir sadece. susarken de yanlış nota basmış olabiliriz, yanlış nota bakmış olup o nottaki mesajı yanlış okumuş olabiliriz.

sonra sincap ağacın kovuğunda aromalı bir sigara içer. biz bu sekansta sadece kovuktan çıkan dumanı görür ve koklarız. sincapla kovuk ilişkisini iddiasız bir şiirimde dile getirmiştim senin üzerinden, analoji kurarak. sen bir sincap ben kovuk, beni anımsa beni unut, gibi hatırlıyorum. bu nedenle heyecanlarınızı lütfen gizlemeyin küçükhanımlar. sana sami baydar'ın mavi sincap likörü hikayesinin öyküsünü anlatmış mıydım? git anlatayım.

salut, c'est encore moi!
salut, comment tu vas?

fais-moi un bon cafe
j'ai une histoire a te raconter

16.12.2010

go my love, go and see!

bugün buraya çok yağmur yağdı. sanki hiç durmadı. yağmur göl yaptı bi tane, kocaman. sonra göl yağmurla birleşti deniz oldu. deniz büyük. deniz geniş. deniz derinleşti. denizin dibinde hatçam demirden evler oluştu. ben demirden evlerden birinin içine girdim. denizin zemin katındaydı ev. iki vazgeçemeyeceğim şey bir aradaydı, ev ve deniz. evin içinden sen çıktın. evin önüne bi karabiber ağacı diktim. o ağaç büyüyene kadar seni göremeyecektim. deniz kokusu evin penceresinden içeri dolmakta tereddüt etmiyordu. sonra dedik ki senle, bi dışarı çıkalım soluk alalım, çok fena bir rüzgâr vardı. dipteki batık gemiler ve harabeler arasında bi ara kaybolacağız sandık. köşeyi döndüğümüzde bir de baktık ki o gün denizin pazarıymış, pazar kurulmuş, börülceler, yosunlar, çeşit çeşit, kestaneler. birkaç adet inci aldık, sana benzediğini söyleyecektim, unutmuşum.

sonra geçen gün falıma bakan arkadaşın dediği meseleye geldik. mermaid meselesi. dillere pelesenk etmek istemediğimden. oturdum falımda çıkanlardan ilham alarak genç kayıkçı ve deniz adlı bir roman taslağı çıkardım. sonra sigara kağıdım bitti, üzgünüm taslağa sardım tütünü, içtim, kafa yaptı biraz, bunu sorun etmedim. evet evet fareler vardı denizin dibindeki evimizde kapımızı çalan. kapımızı kemirmekte idiler ve bunu sorun etmiyorduk. habire fotoğrafını çekmeye yelteniyordum, sense buna poz vermemekte direniyordun. ama ama ama fareli denizin kayıkçısı olmak gerçekten de zorlanmadığım bir şey idi. ki bu benim kaç bin yıllık hasretimin goncası idi. denizin hemen yan sokağına çıktım, bu sırada portatif radyo-kaset çalarımızın düğmesine bastığımda, denizlere çıkar sokaklar, diyen bir şarkıyı mırıldanıyordu denizdibi orkestrası. şarkı şöyle bitiyordu, ki ben bunu çok tuttum, yıllardan sonra, yollardan sonra, yeniden yanyana onlar.

bu anda bu denizler şehri yağmurunu arttırmış ve hatta korkutucu seviyede gökgürültülerine kulak kabartıyordu. bu esna tam da benim her gök çınlamasında birlikte ürpereceğim bir kişilik arayışımın kayıtlarını tuttuğum zamana rastlıyordu, rasgele dedi ordan geçen bir yunus. perdelerimin arkasından, -sen bu arada benim iflah olmaz romantizmimden ve melankolimden bıkıp usanıp dipevini terk etmiş, babanın gökdelenevine kaçmıştın-, çakan şimşeklerin ışıkları içerime vuruyordu. ve sonra kaf suresinden bir ayet okundu, duydum, dedi ki: üstlerindeki göğe bakmazlar mı ki, onu nasıl bina etmiş ve nasıl donatmışız! onda hiçbir çatlak da yok. halbuki ben denizin gök seviyesindeydim, dünyam tersine dönmüştü, göğe değil de dibe bakyordum. aslında dünyayı tersine çevirsek, ya da dünyanın tam tur döndüğünü düşünsek, -keşke bi tur da bana verseydi-, tam da ters döndüğünde; ben denizin dibine bakıyor olsam dahi dünya tersine döndüğünde göğe bakıyor gibi olmam gerekirdi izafiyet ve moment icabı. sait faik demişken, ve konuyu buraya getirmişken, şunu kesin hatırlamamız gerekirdi ki, havada bulut öyküsünde tam da bunu anlatıyordu saik fait. anlatsam mı anlatmasam mı ayrıntısını bilemedim şimdi. sana bunun hikayesini anlatmış mıydım? ah yorgiya mu,

gel anlatayım.

13.12.2010

ellerinin mandalina kokusu parmaklarını ısırmamı gerektirir, bunu bil.
Sade

"Gel bakalım bi sigara içelim," dedi soğuktan ben kaçarken. Benden bir yaş büyüktü, dört yaşında bir kızı vardı. Çocuklar tatlı olmak zorunda gibidir bilirsiniz. Çocuklar şeker gibidir. Biz iyi anlaşmışızdır çocuklarla. Sıkıntı yok.

"Sade kahve yapayım mı sana," dedi dışarıdaki soğuktan içeri doğru ben uzaklaşırken. "Yap hadi, sadede gelsin," dedim. Yüzüme baktı, gülümseyerek,"ulan doktor ne adamsın," dedi.

Sevdiğim bir iş arkadaşıydı. İnsanların hayat için ne ifade ettiklerini yüzlerinden okumaya çalışmak gibi bir alışkanlığımız var malumumuz. Herkes de kendisinin bunu iyi yaptığını çalışır. Benim de düşüncelerim var elbette. O iyi bir iş arkadaşımız.

Kahveyi karıştırırken elindeki paketten çıkardığı sigaralardan birini ona bakıp bakmadığımı umursamaksızın fırlattı. Tutacağımı biliyordu. Bazen ortaya böyle düşünceler atarız, okuyanın onu tutacağını, elinden düşürse bile yerden alıp üstüne silip onu kullanacağını biliriz. Aşırı titizlerle işimiz az. Kiminin de o konudaki düşüncesi taze bitmiştir mesela, hemen alır ve sarılır, bunu ziyadesiyle severiz.

Benim mesaimin bitmesine az kalmıştı. O mesaiye başlayalı daha iki saat olmuştu. Ama rahattık, sigara yakabilirdik soğuktan korunmak üzere, laboratuarımızın bir köşesinde, kulağımız açılacak kapının tetiğinde.

"Ulan doktor, senin gibi aydınlık adamın bu tozun toprağın içinde işi ne!" dedi. "Nasıl duruyorsun burda, hiç düşünmedin mi o sözleşmeye imza atarken?" dedi.

"Sarhoştum hatırlamıyorum." dedim. Ne gerek vardı ki hatırlamaya. Bazen cidden gerek yoktur böyle şeylere.

"Dört yıl daha nasıl çalışacaksın bu şartlarda, bu paraya. Sıkıntı basmıyor mu bunları düşündükçe?" dedi.

"Ben çok aşık oldum," dedim. "Alışkınım."
öyleyse ayrılalım

bir fırtına tuttu bizi. izmir'in bir sahil kasabası var. hiç gitmedim. haftasonu baktım ki ne göreyim, ispanyol meyhanesi'nde bir kadın hâlâ çığlık çığlığa şarkı söylüyor. kediler kediler.

kalbimde öyle bir dinamit patlattı ki, yıllar öncesinin bütün ölü balıkları ters dönüp yüzeye çıktı, aksine canlandı. kalbimi rüzgarıyla öyle bir şişirdi ki, patlayacak sandım. yanında öyle rahattım. üzüm filan yemek. ben en çok şarkı sevmeyi söyledim. söyledikten sonra açık açık sustum. ben her sustukça yanaklarının burunlarına bakan tarafları kızardı, ben bunun neyin belirtisi olduğunu biliyordum bir doktor olaraktan, "seni öldürürüm" dedi her defasında ben uzun uzun havalar patlattıkça. yüzüne; burunlarının üst, gözlerinin altkatındaki müstakil dairedeki çillerine baktım baktım, bana bir kere öpse bir kere yanağımı avcunun içlerine alsa yeteceği vardı. ona şiir okumak filan. seninle cigara içip araba kullanmak ve arabanın bizi nereye götürdüğünü izlemek istiyorum sevgilim,

bu yazdıklarımı ıslıkla çaldım.
ancak meşk edilerek tanınabilirim gibi geliyor bana

12.12.2010

martılar çıldırmış olmalı

bi kere de bu kadar ayık olduğun için sen bana mesaj atsan, diye bağırdım büyük harflerle cep telefonumun yüzaltmış haneli mahallesinde. mahallenin bakkalı bile suspus oldu beni öyle sinirli görünce. sonra vicdan meselesi yaptım, içim elvermedi bağırdım diye, seni en çok beşiktaşlı olduğun ve benimle beşiktaş'ta bir paket sigarayı iç ettiğin için, pişirdiğim yağı suyu ayarsız taze fasulyelere eyvallah ettiğin için seviyorum. bir de bu mesajları cevap gelmesini önemsemeksizin sana atmama izin verdiğin için, sevgiline de ayrıca teşekkür ederim böyle bir arkadaşını hoş görebiliyor. allah kahretsin ki haydarpaşa yanabiliyor.
çok canı sıkılmak

ülkü tamer mi der, şiirde anlam sapanla kuş vurmağa benzer, gibi bir şey. bilenler iyi bilir sapanla kuş vurmak zordur. ülkü tamer'in konuşma şiirini haluk bilginer güneşin oğlu filminde canlandırdıktan sonra bu mısralar daha da bir önem kazandı elbette, özellikle "çok canım sıkılıyor / kuş vuralım istersen" ikiliği. çünkü, küçüklüğümde yaz tatillerinde ağustossonu-eylül'de okulun açılışına yakın işi bırakıp kendimi okula adapte etmeye çalıştığım zamanlarda, çok canım sıkılırdı ve kuş vurmaya giderdim. bunu daha önce anlatmış olmalıyım ama madem ki a. bahsetti ve a. deyince benim adıma bir süredir ahlat geliyor, tekrar bahsetmemde herhangi bir sakıncaya körüm. ayrıca dolaylı anlatırım üzerinize post-modernizm.

çöpten terk edilmiş bir bond çanta bulmuştum. temizledim, yıkadım pakladım. kapağı kapanmıyordu, iple bağladım, kapattım. içine üzüm, su, kağıt kalem doldurur, elimde sapanım ve pantolunumun ağırlıktan aşağı düşmüş ceplerinde yuvarlak özenle seçilmiş taşlarımla ahlat ağacının altına giderdim. sapanla çok çok iyi bir avcıydım. kıydım mı tam kıyardım.

o ağacın tek başına bulunduğu bölge antik çağlardan anılara sahip bir bölgeydi. hangi çoban hangi ağanın kızına vuruldu bunu bilmem elbette ama anı dediğim de öyle bir şey değildi zaten, anılar aşkı her zaman başat unsur olarak gözetmeyebilir, ya da bazen tercihim bu yöndedir. tarihi bir bölgeydi ve civarda harabeler vardı. üstünde arıların ve incir kuşlarının çöreklendiği incir ağaçları yükselirdi bu harabelerin içinde. ve yüzyıllar öncesinden yıkılmış kapılarından içeri girmeye diğer çocuklar pek cesaret edemezdi. ve bu yöre mahalleli çocuklar tarafından pek ziyaret edilmez, oralarda bir cadı kadının dolaştığı rivayet edilirdi. yani şartlar tam da istediğim gibiydi. harabelere uzaktan tek başına selam duran ahlatın altına oturur, elimde sapan, üstüne konacak kuşları bekler, can sıkıntımı yediğim üzümlerle gidermeğe çalışır, ahlata anlata anlata bitiremezdim sıkıntılarımı. dokuz yaşının on yaşının artık ne kadar sıkıntısı olursa. orada birkaç kitap bitirdiğimi hatırlıyorum diyemeyeceğim çünkü tek kitabım beyaz ciltli robinson crusoe idi, ama onu en az üç kere bitirmişimdir orada.

ahlat, bir deyişle yaban armududur, dalları sık ama yaprakları seyrektir. dünya da öyle,
Basmakalıp (Klişe)

"Nasıl oluyor şimdi, anlatsana biraz," dedim karşımda oturan arkadaşıma. Bira içiyorduk. Mevsim yazdı. Uzak bir memleketten beni ziyarete gelmişti. Başladı anlatmaya, "Ne gerek var hacı. Veriyorsun parayı, hiç dırdır yok, şuydu buydu yok, işi bitirip evli evine köylü köyüne. Zaten biliyosun bi süre sonra hep aynı basmakalıp hareketler." "Tamam onu demiyorum, işleyişi anlat," dedim. "Telefon numarası bulacaksın önce, güvenilir olacak, arayacaksın, şartlarını öğreneceksin, okeyse en az dört yıldızlı olacak bir otel ayarlayacaksın, yukarı çıkıp bir daha arayıp oda numarasını söyleyeceksin ve o en geç yarım saate orda olacak."

Dediklerini yaptım. Numarayı buldum ahbabım olan ve bu işlerin gediklisi bir abimden. Aradım. İki saat kalırsa şu kadar, şöyle şöyle böyle böyle, bir şeyler söyledi. Tamam dedim. Otele gidip çift kişilik odayı ayarladım. Tekrar arayıp oda numarasını söyledim. İçki içmemiştim, her şey sağlıklı ve salim kafayla hareket ediyordu etrafımdaki. Bu beni daha da heyecanlı kılıyordu. Birazdan, hiç tanımadığım, görmediğim, bir saat öncesine kadar sesini bile duymadığım bir kadın gelecekti ve onunla hayatımda hâlâ ısrarla ve inatla en özel bulduğum şeyi gerçekleştirecektim. Tamamen merak içersindeydim. İnsanlar böyle bir şeyi pazara dönüştürmüşlerdi, böyle bir sektör faal bir vaziyette geceleri vardiya döndürüyordu. Bu, genelevden daha başka bir konum gerektiriyordu, hatta bunun için inşa edilmiş özel oteller vardı. Hiçbir şeyin farkında değilmiş gibi çalışan resepsiyonistleri ve odaları vardı bu otellerin. Odalarının sesi kısılmıştı. Sabah birtakım teyzeler gelip bir önceki gecenin hafriyatını temizliyor ve ellerinde elektrik süpürgesiyle bir önceki gecenin olası pozisyonlarını kuruyorlardı yatakların şekline bakarak.

Bense pencereyi açmış şehrin manzarasına göz atıyor, bir taraftan yaklaşan vaktin aşağıdaki taksiden inecek insanla belirmesini bekliyordum, üflediğim duman dışarıdaki rüzgardan içeri giriyor ve gözlerimi boğuyordu. Müzik açmalıydım. Bir şeyler yapmalıydım. Üstüm nasıl olmalıydı. Gelen insanın nasıl biri olduğu apayrı bir merak unsuru iken nerden geliyordu, benim gibi başka bir otel müşterisinden mi mesela. Ne düşünecekti beni ilk gördüğünde. Ne diyecekti. Ya ben, ne işim vardı o otel odasında. Merakımın beni düşürdüğü hallere bakıyordum o sırada aynada. Yakışıklı mı duruyordum, bilmiyor, hiçbir şey bilmiyordum. Birazdan kapı mı çalacaktı gerçekten. Ya gelmezse,.

Asansörün yükselen sesini duymamla içimdeki everestler himalayalar boy boy yükseldi, bir tırmanıcı göğsüme çapasını sapladı, tırmanmaya çabaladı midemi ayaklarıyla tekmeleyerek.

Pardösümü çıkarmamıştım. Kapı çaldı, açtım. Hoşgeldiniz deyip elimi uzattım. Adımı söyledim. Memnun olduğunu ifade etti. Etkilenmiş gibi baktı. Bir süre kapıda kaldı, sadece bakıştık. Ben etkilendim, o etkilenmiş gibi bakmaya devam etti. Bu kadar güzel bir insan beklemiyordum. Sesinden yüzünü bakışlarını böyle hayal etmemiştim. Nasıl hayal edebilirdim ki. Dünya üzerinde bu şehirde bu saatlerde yaşayan binlerce kadından biri olabilirdi o an o kapıdaki. Etkilenmiş bakışları beni daha da etkiledi. Hani uzakta görsem sevgilim olmasını isteyeceğim kadar ifadeli bir yüzü boyu posu vardı. Gerçekten etkilenmiş miydi, yoksa benden önce gittiği ağızları alkol ve sigara kokulu adamlara da mı aynı şekilde bakıyordu. Tamam çirkin bir insan sayılmazdım, hatta beğenenlerim bile olurdu zaman zaman, en azından duruşumla ekstraya çıktığım muhakkaktı ama onun bana karşı duruşu sahici miydi, bunu bilebileceğim bir an gelecek miydi.

İçeri davet ettim. Ceketini çıkardı. Güzelliğini meydana getirdi. "Duş aldınız mı," dedi. "Hayır," dedim. "Ben alayım," dedi. O banyodayken bir sigara daha yakıp dışarı çıkarmaya ve şehrin üzerini örtmeye çalıştığım ama buna inat eden dumanla gözlerimi tekrar boğdum. En azından artık pardösümü çıkarmalıydım. Havluya sarınarak çıktı duştan. Yatağa oturdu. Elim ayağıma dolandı. Gözlerine baksa mıydım. Bakmak istiyordum. Kendini kötü hissetmesin istiyordum. Diğerlerine benzemediğimi bilsin istiyordum. O genç ve güzel kız, nasıl olur da.., diye düşünmeden de duramaz biçimde duşa girdim. Çıkarken üstümü giydim. Sigara içse sakıncası olup olmayacağını sordu, elbette olmayacağını söyleyip ben de bir tane yaktım.

Yatakta oturuyor ve dumanları, yetişme çağındaki hormonlarla birlikte yukarı tavana yolluyorduk. TRT4 ü açmıştım televizyonda, isterse kapatabileceğimi söyledim, bir kadın Edith Piaf şarkılarını yorumluyor ve o anda Sous le ciel de Paris çalıyordu. Açık kalmasını istedi.

"Üstünü giymişsin?" dedi. Gözlerime bakmaya ve beni etkilemeye devam ediyordu. Sahi bunu herkese mi yapıyordu. Aklıma yeşilçam filmleri geldi. Evet bu kadına aşık olup onu bu hayattan kurtacaktım korkarım sonunda. Aileme durumun uhreviliğini anlatamayacak ve dışlanmış bir evlat olarak onunla birlikte başbaşa kalacaktım. İyi kötü maaşım vardı, geçinip gidecektik... "Ne bileyim," dedim. Üstümü çıkarmış olmam, banyodan benim de havluya sarınarak çıkmam, oraya onu sadece bu iş için çağırmış olduğumu yüzüme çarpacaktı ve bundan acaip bir hicap duyacaktım. İki saatlik kurulmuş saatimizin yirmi dakikası uçmuştu bile. "Ben ücreti alabilir miyim?" dedi. Tabii deyip verdim telefonda anlaştığımız üzere. Teşekkür etti? Teşekkür ettim? Allah'ım vardı benim ve ben o an orada ne işim olduğundan, o anın bir hayal olup olmadığından, aynı yatakta sırtlarımız yatağın başına dayalı oturduğumuz o genç ve güzel kadının gerçekte varlığından, birazdan ne yapacağımızdan, şarkıda geçtiği gibi Paris göğünün altını üstüne getirip getirmediğimden, her şeyden ama her şeyden ya da hiçbir şeyden emin değildim.

"Başlayalım mı?" dedi. "Dur!" dedim, "birazdan." Yanımda olup olmadığını sordu, yoktu, taşımak gibi bir adetim de yoktu. Çantasından çıkarıp komodinin üstüne koydu. Bir tırnağıyla diğer parmağının tırnağının üstündeki biyolojik nesneyi soymaya çalışıyordu. Durdurdum. Elini tuttum. Elimi tuttu. Ellerimiz kenetlendi. "Ben, daha önce tanımadığım biriyle hiç," çıktı ağzımdan. "İlk defa mı ücretli yapacaksın?" dedi. "Evet," dedim. Neden kız arkadaşım olmadığını, gayet de prezentabl olduğumu söyledi. Bildiğin güzeldi bu kız. Bir şeyler uydurdum. Üniversite öğrencisi olup olmadığını sordum, o ayın sonuna kadar arayabileceğimi ama ondan sonra tutturması gereken bütçeyi sağladıktan sonra o işi bırakacağını, düzgün bir işe gireceğini, her şeyi ayarladığını, sonra da erkek arkadaşıyla evleneceğini, söyledi.

Benden önce başka birine gidip gitmediğini, iki saatlik görüşmemizin ardından başka birine gidip gitmeyeceğini, bu güzelliğin bu şekilde boşa gittiğini, daha neleri neleri düşündüm, hiçbirini sormadım. Sonuçta, sevgili niyetine son birlikte olduğum kadın sonradan öğrendiğim kadarıyla benden bir hafta önce de biriyle birlikte olmuştu, benden bir hafta sonra da olacaktı muhtemelen. Son ayrıldığım sevgilim ayrıldıktan iki ay sonra attığı mailde, hâlâ resmi olarak ilişki içerisinde bulunduğumuz, telefonuna ulaşamadığım bilmemne ayının bilmemne günlerinde beni bilmemkimle aldattığını söylememiş miydi. Yani belki de abarttığım kadar olmamalıydı. Bu herhangi bir ihtiyaç ve insanoğlunun başına yaratılış icabı örülmüş bir çoraptı, sen ne kadar dikkat edersen et bir tarafından mutlaka kaçacak bir ince çorap. O yüzden belki de öylesi bir güzelliği heba etmemeli ve o anın tadını çıkarmalıydım.

El ele, biraz susarak, bir konuşarak, bir yarım saat daha geçirmiş olmalıyız.

"Eda gerçek adın mı?" dedim. "Hayır," dedi. "Ama Ahmet senin gerçek adın di mi?" "Evet." dedim, "peygamber adı, iyi huylu, ağırbaşlı." Mesleğimi sordu, "ben anlatırım", dedim, "buraya da bunun için geldim. Şimdi gidebilirsin. Teşekkür ederim." ucuca ekledim.
...

And then she asks me, "Do I look all right?"
And I say, "Yes, you look wonderful tonight."

...
. .
...

And then she asks me, "Do you feel all right?"
And I say, "Yes, I feel wonderful tonight."

...
geçen sene bu zamanlar'ı var her zamanın, bunu biliyoruz. yine ayın onikisine mi rastlıyordu pazar, öyle olmasa gerek, bunu hatırlamıyorum. ... izmir'e bildiğin kar yağacaktı dün neredeyse, bildiğin kar yağmadı ama kar yine de mütereddit ve utangaç bir halet-i ruhiyeyle hava durumuna müdahalede bulundu ve ben buna çok üşüdüm sokaklarında arz-ı endam şeyederken. yalnızdım muhakkak. hatırası olan bir mekan olarak alin's kafenin önünden geçtim. tahminen içinde yine güzel melodiler kahvelerini yudumluyorlardı pencerenin ardından. oranın tuvaleti pek güzel mesela. ... geçen sene bu zamanlar ankara'da osman'la sabo'nun yanında sigara içiyor ve kendimi altı aylık bir düşünce periyoduna hazır ediyordum. birazdan nizamiyeden içeri girecek ve düşüncelere tekme tokat dalacaktım. ... izmir'in karı etrafa epey ve hatta benim tahmin derecelerimin üstelinde bir soğuk yayıyordu, yağmağa kararlı görünüyor ve fakat kendinde buna cüret etme hakkını görüp görmediği sorgusunu kafasında benimle birlikte taşıyordu. dün izmir'de cümleler bildiğin uzundu, katar katar yürüdüm soğukta. eldivenim kaşkolum ve berem yoktu. burnum palyaçoydu, kulaklarım kıtır. ellerimin montumun yan cepleriyle alıp veremediği bir şeyler vardı.

saatler yaklaşıyordu geçen sene bu zamanlar. mustafa'ya adamakıllı bir mesaj atmalıydım telefonumu altı aylığına kapatmadan önce. bu zamana kadar beni aramadığı sormadığı için onu en yakın arkadaş kontenjanını boşa işgal ettiğine dair birce pişman etmeliydim. nitekim ettim, mesajım onun telefonunu boyladı, iletildi ve iletilir iletilmez telefonumu kapadım. artık bana ulaşabilmesi için çaba sarfedecekti, nitekim zaman gösterdi ve etmedi o ayrı mesele. insanın arkadaşlarının böyle toleransları her zaman olmalıdır, benim boldur.

geçen sene bu zamanlarda kendimi üşümeye iyice hazır etmeliydim ve dün bunun parodisini yapmama izmir izin verdiği için kendisine minnettardım. izmir bilirsiniz çoğunlukla böyle soğuk etmez ama dün kayda değer bir ifadeyle al sana geçen sene bu zamanlar dedi bana. ben buna pek üşüdüm. sevindiğimi saklamamalıyım. üşümek nadiren iyi de gelir insana. akşamında gittim bir kafenin o radyasyonlu ısı cihazları zaptetmiş bahçesine. ayaklarım içerledi içerlemesine ama üşümeliydim ve üşümekten başka bir sıkıntım da yoktu. müzik başlayınca zaten sorunlar azaldı.

osman'ın hanım, geçen sene bu zamanlar ben içeri girmeden rahat edeyim diye elinden geleni ardına koymuyordu, ellerini bir sıcak bir soğuk suya koyuyor, önüme sürekli çaylar pastalar börekler yığıyordu. bense düşünüyordum, nasıl olacaktı, tedirgin elbet, bunu gizleyemem, kolay kolay gizleyemiyorum zaten hallerimi, başarısızım. sabo'yla osman çaylara yumulmuş beşiktaş'ı mı kurtarıyordu, askerlikten mi bahsediyordu tecrübeliler olaraktan, hatırlamıyorum. aklım geride bıraktığım diğer türlerin kökenindeydi. saçlarımı kısaca kestirmiş, tıraşımı iyicene olmuş, yeşil don ve atlet kombinasyonumu giymiş, yeşillere teslim olmağa hazırlanıyordum.

dün akşam soğukla hemhal olurken durgun su yüzlü kadınlar gözlerime bakıyordu ellerinde kadehleriyle. kaçırarak bakıyorlardı. ben de kaçırıyordum. kaçmalarımız kesişmiyor ve dolayısıyla gözlerimiz ceza sahasının ortasında karşı karşıya kalmıyordu. durgun su yüzlü kadınların bakışlarından bazen timsahlar, bazen kemirecek ahşap bir doku arayan porsuklar, bazen de allı pullu tatlı su balıkları çıkıyordu, çoğunlukla ortalık yeşil. yuva yapıp yumurtalarımızı bırakıyorduk sazlıkların arasına bakışmamalarımızla. sonra, sonra zaman yerle yeksan ediyordu, viran.

vakit yaklaşıyordu geçtiğiniz sene bu tarihlerde. beni bırakılmaya getirdiler sabo'nun arabasıyla. bir de baktım ki ucunda kapının görünmediği bir sıra. sıranın ortalarında bir yerde babamın zoraki tanıştırdığı hemşehrim çocuk ve ailesini gördüm, onlara görünmeden sıranın arkasına geçtim, orada hiçbir tanıdığa ihtiyacım yoktu, istemiyordum. arkadaşlarıma siz boşa beklemeyin soğukta dedim, iki tane sigarayı ucuca iliştirip ilerlemeye devam ettim.

soğuk evlerde çok kaldım. içimi soğutmaya yetecek kadar çok hem de. üşümeyi iyice mütalaa ettim zamanında. soğuk evlerde, bilgisayarda yazı yazmayı sevmediğimden, kalemle yazmayı tercih ettiğim zamanlardı o üşütme zamanları. şimdi benim ağabeylerimi kapalı spor salonlarına yerleştiriyorlar soğuk günlerde. kalemle yazan el çok üşür, özellikle yazarken üşür, bunu iyi bilirim. dün de öyle etti.

teslim oldum.

11.12.2010

gider yani insan. gitmemek gibi bir yükümlülüğü yok ki. gitme de denilmez ki gitmeye kararını çoktan vermiş bir insana. sen olsan, sen de giderdin aynı durumda. sorun şu ki, sen aynı durumda değilsin. sen başka bir durumdasın.

6.12.2010

kıyıda demirli durmak üzerine bir web günlüğü bir edebiyat

kaybettiğin bir şeyi ararken başka bir güzel şey bulmaya biz serendipity diyoruz. iyi ediyoruz.

önüne geçemediğim, önüne geçilemez bir iktidar hırsı var insanoğlunun. denedim denedim olmuyor, denediler denediler olmadı. maddi iktidar, cinsel iktidar, politik iktidar, vs, sonunda hepsi manevi iktidara dönüyor, ama yalancı bir manevi iktidar, gelip geçici, sönücü, gazlı bir iktidar, hazımsızlığı da bu yüzden belki. işte tanrı burada soyunup oyuna giriyor ve diyor ki; külliyen zaafsınız, sizi komple zaaftan yarattım, düdüğü çaldığında anlıyoruz ki zayıfız. kendi adıma mı konuşayım, peki.

işin tüketici yanı şu ki, kutsal saydığım sanatta da bu durum kendini gösteriyor. edebiyat, burada da var aynı iktidar hırsı. ve ben buna -edebi olarak beğenilme kaygısı, ki bu da iktidar azmini getirir, daha masum gibi görünüyor değil mi- bir zaman kapılmış biri olarak, kendimi bu hırstan alıkoyabilmek için -en azından sanatı kirletmemek adına- bu hırsımı başka bir alana sevketmiş bulunuyorum. burada baudelaire'in çalışmakla ilgili düşüncelerini devreye sokmak isterdim ama başvuru kaynağım maalesef elimin altında değil, uzatmayacağım,

oğuz atay'ın şöyle bir sözü bulunur: "bedenimi önemsiz bir yaşantıya kaptırmakla aklımı korudum." hareket noktası burası. konuyu iktidar hırsıyla bütünleyeceğiz.

şimdi geceye jacques brel'in herhangi sevdiğimiz bir şarkısıyla veda etmeyi umuyor ve bu konudaki derin düşüncelerimizi başka bir zamana saklıyoruz.
izmir'den denize dökülen

genç kayıkçı ve deniz adlı hikaye orada başlamıştı. sen de bizdensin diye seslendi denizden bir balık, orhan gencebay bıyıkları taşıyordu. sonra falında deniz kızı çıktı kayıkçı'nın, çok klişesin diyemedi falını okuyan kişiye, yaşasın dedi geçti. ... hep öyle olurdu zaten, bir şarkı bir film bir tını bir ruh bir mekan keşfeder, zamanından önce keşfeder, sonra o keşfettiği şey çokluk tarafından keşfedilir, ve o çokluk onun üstüne üstüne gider, onu bıktırırdı. o akşam da öyle olmuştu, işinden çıktı, uzun haftalardır ilgiyle gittiği, o hakkını vererek pink floyd çalan mekana gitti, köşebaşına oturdu rahatsız etmemek ve edilmemek umuduyla. birasını söyledi, yerinden kaldırdılar o sırada, rezerveymiş, başka bir köşe buldu. bütün bu denizlerin köşe başları tutulmuş muydu. orada devam etti. akın akın gruplar geliyordu mekana, güzel erkekler güzel kadınlar güzel gençlikler, el ele, heyecan dolu, süslenmiş hayatlar, birasından yudumlarını söylemeye devam etti. ara ara mekanı işleten genç kadın gülümsüyordu isteğiniz var mı gibisinden, yoktu.

gelmeye devam ettiler, bir yer buluruz umuduyla bakmaya girdiler en azından. girerken ona da çarptılar, mevsim kıştı ve herkesin birbirine değen sıkı montları vardı. sıkıldı işte, tek başına haddinden fazla yer işgal ediyormuş duygusunu orası da tattırmıştı ona, acıydı. hızlı hızlı içti, bitti. kalktı gitti.

haddince içmişti ama gönlü otele dönmeye el vermedi. bir bira aldı sahile yakın tekel bayiinden. sahile indi. insanlar oralarda da gruplar halinde çimenler üzerinde söyleşiyorlardı. işte bu keyifliydi, çünkü aralarında mesafeler vardı. "mesafeler" "senin olsun" diye bir mesaj aldığını hatırladı geçen sene o zamanlar. denize ayaklarını sallandırıp, ki o çok zevkli bir şeydi, uzzaklara baktı, karanlıkta ışıldayan ışşıklara. biradan yudum aldı. balıkları göremiyordu.

içemedi birayı. denize döktü. izmir'den denize dökülen sadece düşman olmamalıydı.

5.12.2010

bir de şu var, kaybolduğunu anladığın an nerede ve ne kıvamda isen oradan ayrılmayacaksın ki seni bulsunlar, ki daha da kaybolma.
hepimizin bildiği gibi kaybettiğimiz bir şeyi bulmamız için onu aramamız değil, onu düşünmemiz gerekir. arayarak bulamayız, düşünerek belki bulabiliriz. sözgelimi sizde bende olduğu gibi üzerinizdeki kıyafetin düğmeleriyle oynama alışkanlığı var, bu bir sıkılganlık belirtisidir, düğmeyle oynarken düğmeyi koparttınız ve yere düştü, hemen gözleriniz yere çevrildi ama bulamıyorsunuz, bu durumda napmanız gerekir biliyor musunuz, başka bir düğmeyi daha aynı yöntemle koparmak ve yere düşerken izleyip nerelere yol aldığını takip etmek. bu bir.

sıkı bir yer göstericiyimdir. sana derim ki siz şuraya geçin lütfen, ona derim ki siz de böyle buyrun. böyle böyle bütün arkadaşları oraya buraya yönlendirir ve oralarda rahat etmelerini sağlarım. bu benim misyonum. bazen biri erken gelir başka birinin yerine oturmaya kalkar, ondan ordan kalkmasını rica ederim, kimi huysuzluk eder, kimi bağırır çağırır, ve ben huysuzluk edenleri bağırıp çağıranları sevmem, kovarım, yerlerini de özellikle boş bırakırım. herkesin oturacağı yer poposuna göre belli olur, ve karakteristiktir, sabittir. bu iki.

günaydın. bu