ama arkadaşlar iyidir



28.12.2010

günaydın. ne günaydını, bir dost bulamadık gün akşam oldu. biz dünyadan gider olduk, kalanlara selam olsun. iş arkadaşlıklarını sevmem ve inanmam, kendimi korurum, iyiliklerimi korurum, mesafeyi korurum. üç köşe teşkil atışları yapılamaz üstümde kolay kolay. sahi geçen sene sen bu zamanlarda askerdin dostum, zaman ne çabuk tükeniyor değil mi. geçen sene yeni yıl gecesi 00-01 arası acemi bir er adayı olaraktan botluk nöbeti tutuyordun, zaman ne çabuk ne hızlı ne bileyim ben. bu sene yeni yıl akşamı ise ne yapacağını kestirmek güç, herkes bunu konuşuyor. eylenmeyi eğlenmek olduğu takdirde severim. evlenmeyi henüz denemedim, bakarız.

çalıştığım işyerine haftanın bir günü üniversiteden öğrenciler geliyor mesleki dersleri için. ben veriyorum o dersi. geçen gün lav aramızda bi konu anlatıyorum, kısmi erimeler, camsı olaylar, vs. aklıma volkanlar yanardağlar geldi örneklemek için, patlattım bi yanardağı ve lavlar üzerinden anlattım konuyu. eminim pek yararlı oldu benim için, onlar ne düşündüler bilemem. taa uzakların lavlarıyla sıcak bi duş alıp döndüm. mesleki olaylar sözkonusu olduğunda aklım çağrışıplara uyup uyup damlar. bi keresinde hiç unutmam, bi seminer vardı, semineri veren amca ljubljana'dan bi üniversiteden gelmişti. ben orda o sahneyi kestim ve hemen bi kolajla perhan'ın kız kardeşi azra'yı ljubljana'ya götürdüğü sahneye gittim, hani şu ederlezi avela'nın çaldığı, yok canım ne münasebet elbette ağlamadım, ama tuttum bunun için o sırada bana sırtı dönük oturarak bira içen bi kızın sırtındaki melek dövmesine bakıp ona ithafen bi öykü yazdım. ve evet ben hayatta, özellikle benim hayatımda, her şeyin metaforlardan ibaret olduğunu murakami okumadan önce keşfettim.

Arka Sokaktaki Melek

melek’e

Erkek, bir zamanlar hayatına kendi isteğiyle girmiş ve yine öylece çıkıvermiş bir sevdik tarafından Tüy Hafifliğindeki Sarı Işık gibi bir şey olarak tasvir edilmişti. Kendisi de uygun buldu bu benzetmeyi; bu cümle bozuntusu kimde ne gibi çağrışımlar uyandırır bilinmez ama o kendi çağırdıklarını kendi benliğinde biriktirip kumbaraya attı.

Kadın, genç daha. Bir kişi, hiç bilinmeyen bir uzak ülkeye sürgüne gönderilse, hayatını devam ettirebilmek için ihtiyaç duyacağı iki şey bu kadının önce gülümseyişi sonra gülüşü olurdu, başka nimete ne hacet. Ona da dış kapının mandalı anlatıcı tarafından gereksiz de olsa Mor Gözaltlı Tomurcuk Halli Çiçek benzetmesi yapıldı.

İkisi Arka Sokak’ta karşıladılar birbirlerini birbirlerinden habersiz. Yaz akşamı. Melankoliklerin; an’ ve al’koliklerin; duruşuyla, uzaktan kaybeden olarak gösterilen ve bunu kendine yedirebilenlerin uğrak yeri olan, sokağa sarkan bir barda. Kendileri gibi olan müzikler eşliğinde farklı masalara gayriihtiyarî birbirlerine bakar şekilde oturdular. Henüz bakmadılar. Oturur oturmaz kendilerini etraftan yalıttılar.

Kadın’ın gözü sağ tarafında alabildiğine uzanan duvara kaydı. Duvarda kocaman puntolarla, kimi devrik kimi düz, özensiz harflerle ‘Aşk Köpeklik Değildir’ yazıyordu. Anlatıcı biliyor; yazı, aşkın köpeklik olmadığını ancak yazarak kanıtlayabileceğini düşünen bir âşığın sol kolundan akıttığı kanıyla yazılmıştı. Gözü bir süre daha takılı kaldı. Erkek o sırada kadını gördü, kadına baktı, kadının baktığı yere baktı. Yazıyı o da gördü. Yazının hemen üstünde, ancak duvarlara tedirginlikle yazılar yazanların ayrıntılayabileceği küçücük bir ‘melek’ resmi vardı. Kadının yüzüne baktı. Meleğe baktı. Aynı mıydı, neydi? Pek çekici buldu. Kendisine bakmasını keşke’ledi. Hayale atladı. ‘Birbirlerine dönüp kendi dillerini yaratsalar ya şimdi. El kol hareketleriyle veya sözcüklerle değil de yüz ifadeleriyle örülü bir dil. Kendi kaybedenliklerini koruyabilecekleri bir dil. Bütün sıkı ilişkilerin azınlık olduğu, sırtlarını dışarıya bir güzel dönmüş iki insanın bulunduğu bir toplumda azınlık kültürünü korumaya yönelik bir dil.’*

Hayali, müziğin sesinin birden yükselmesiyle duvara çarptı. Kadın hâlâ duvara karşı, etrafına duvar bakışlıydı. ‘Aşk Köpeklik Değildir’e bakarken bunun böyle olup olmadığını düşünmüyordu. Aşk var mıydı ki ona atfen türetilecek başka bir olguya kafa yorsun. Aşkı tarif etti kendine; onun için aşk, Çingeneler Zamanı filmini izleyip ağlayan, ağladığını saklamayan adamın –ıslak- elleriyle gözlerinde duruyordu. Öyle bir adam vardı var olmasına da nasıl bulacaktı? Etrafına bakınsa fark edebilir miydi diyalogsuz veya soyut diyaloglarla?

Herkesi süzerekten göz gezdirdi çevredekilere –Erkek, o sırada meleğe dalmıştı ve onu kanatlandırmakla meşguldü-. Umudunu içkisinin son yudumuyla ıslattı, parçaladı. Yutkundu. Usulca kalktı yerinden. Tüy Hafifliğindeki Sarı Işık’ı söndürdü.

Melek de tam bu sırada gözden kayboldu.

* Barış Bıçakçı’nın Bizim Büyük Çaresizliğimiz (İletişim Yay., 2004) adlı kitabından (sf. 63) ilham alınmıştır.

Size bir gün Barış Bıçakçı'nın herhangi bir kitabını hediye edersek boşuna değildir. Yirmiüç yaşındaydım bu öyküyü yazdığımda, elbet bunun acemiliğini taşıyor ve o zamanın bi dergisinde müstearla yayımlanmıştı, müstearları severim, bolca takarım. ayrıca müjde ar'a ithafen yazdığım müste ar diye bir öyküm de vardır ama şimdilik dursun. bakın öykü demiş ve geçen gün morcheeba'dan col adlı şarkıyı paylaşmışken bu şarkının ilham olduğu ve yine yirmidört yaşın acemiliğini barındıran bir öykümü şuraya iliştireyim ve bana ayrılan köşenin sonuna geleyim.

Muavin

“Things have changed this time around
I’m on the rocks and looking down
And i can’t see for all the darkness ‘round here
You’re in Spain and you’re walking free
I’m inside without the key
Feeling sick and angry towards you”

Morcheeba, Col


İnanır mısınız, otobüste bu şarkı çalıyordu. Dışarıdan bakıldığında bildiğiniz belediye otobüsü. Yeşil, ‘akbil’li, öten cinsten. Dışarıda kar olmasına rağmen içerisi otobüslerde hiç alışık olmadığımız cinsten sıcak. Ayakta kimse yok. Ve bu şarkı kulaktan kulağa oynuyordu. Dinlemediyseniz bilemezsiniz. Dinleyin ve onun refakatinde tekrar başlayın okumaya. Herkesin kafasında birer şarap kadehi dolacağına eminim.

‘X’ istikametinde gidiyorduk. İnsanlar duraklarda bu otobüse binebilmek için birbiriyle yarışıyordu ama her durağın sadece bir yolcu kontenjanı vardı. Jürinin tek üyesi şoförse, sadece kendi beğenisine göre yolcuyu güzelliğine bakarak seçiyordu.

O hâlde ben ne mi arıyordum? Torpilliydim, yoksa ne işim vardı o güzel otobüse binip giden o güzel insanların arasında.

O güne kadar hiçbir yerde rastlamadığım bir eşitlik söz konusuydu karşıt cinslerin sayısı bakımından. Tabii eşcinselleri de cins ve karşı cins olarak ele alıyorum, onlar da yan yana oturuyorlardı.

Melodisini ihmal etmeden hep birlikte:

“Bir bilmecem var çocuklar.”
“Haydi, sor sor sor.”
“Tek yalnız oturan kimdir?”
“Yalnız, deyince akla, hemen senin adın gelir: Ati, Ati, Ati.”


Ve o duraktan binen yolcu. Geldi yanıma oturdu. Güzelliğini tam irdeleyemedim aslında, çünkü burnunda bir hızma vardı ve ben o hızmaya kilitlenmiştim. Bende hep böyle olur; nesneler aşırı dikkatimi çeker, başka bir şeye mümkün değil yoğunlaşamam, bir de âşık olurum ki o zaman hiç çekilmem.

Bir keresinde yazlık bir beldede mısır satarken, bir turistin göbeğindeki ‘metal’e (piercing) âşık olmuştum da kırık dökük İngilizcemle düzmediğim övgü kalmamıştı. Hatta aklımda kalan bir dörtlüğünü yazıvereyim hemen, Türkçe okunuşuyla da uyaklı muyaklı bir şeydi:

“Oh dear, your belly button ring
I guess the world turns around it
Moreover it bursts my emotional tearing
If not, i will fall from a distance one thousand feet.”


Sonra potansiyel sapık diye beni iki gün içerde tuttular, bu Şoför Bey kurtardı gene sağ olsun.

Evet, nesnelerden bahsediyorduk. Gelen yolcunun hızmasına vuruldum tahmin edildiği gibi.

“Merhaba, boş herhalde?”
“Merhaba… Titanyum?”
“Anlamadım?”
“Titanyum alaşımı mı? Biraz da krom-nikel vardır sanırım.”
“Ne diyorsunuz?
“Çok güzel, gerçek bir metal. Mat görünümlü parlak. Biyouyumlu. Fevkalade.”

(Anlamsızca bakarak susar).
(Hızmaya odaklanarak). “Şey… Ben… Hoş geldiniz. Demin saçmaladım sanırım.”
“Estağfurullah.”

Sessizlik oldu bir süre. Evet, ben onun hızmasına bakarken o da maalesef herkes gibi benim sağ gözümün çaprazındaki ‘ben’e odaklanmıştı. Tam gözümü zar zor hızmasından kurtarıp gözüne nişanlamışken, bir de ne göreyim, benim on yenikuruş büyüklüğündeki benime bakıyordu. Lanet olası. Hep annemin suçu. Bana hamileyken kendini bilmezin biri; “Ciğer ye, çocuğun yüzünde ben olur, güzel durur,” demiş. Annem de kendini ciğere vurunca ne beklersiniz, evdeki hesap çarşıya uymamış ve yüzümde nerdeyse ciğerin kendisi kadar bir benle doğmuşum. Daha fazla anlatamam, aklıma geldikçe yüzümü doğramak istiyorum. Parayı bir denkleyebilsem estetik yaptıracağım ama bu muavinlik de insana para kazandırmıyor ki.

Bir süre çapraz, şaşı ve şehla bakışlar ardından sıra gözlerimize gelebildi nihayet.

“Otobüsümüzü beğendiniz mi?”
“Evet, güzel, methini çok duymuştum. Sıcak bir ortam olmuş.”
“Özellikle yaptık, maksadımız para kazanmak değil, önemli olan rahatlık, güzellik ve estetik. Günümüzün en önemli saatleri bu arabalarda geçiyor; bu nedenle güne başlamak ve günü bitirmek için en konforlu yerler bu araçlar olmalı. Biz de bunun için elimizden geleni yapıyoruz.”
“İyi düşünmüşsünüz gerçekten.”
“Siz peki, yalnız mısınız yoksa bir sonraki duraktan sevgiliniz mi binecek, biliyorsunuz esas olarak eşitlememiz lazım.”
“Ben aslında yalnızım, işten çıktım, eve gidiyordum, bir süre idare edemez miydiniz beni?”
“Elbette, kimseyi rahatsız etmediğiniz sürece sorun yok. Bakın ben mesela, burada yaşıyorum, alt tarafta yorgan yastık tedarik etti sağ olsun Şoför Bey.”
“Zor olmuyor mu?”
“Alıştım artık, hatta geçenlerde marangoz Necdet’e minyatür bir kitaplık bile yaptırdım. Zaten on kitap neyime yetmez. Çevirir çevirir okurum hepsini.”
“Hımm, neler okuyorsunuz?”
“Küçük Kara Balık’ı yeni bitirdim mesela. Ondan önce Küçük Prens’i okumuştum. İlk okuduğumsa Muzaffer İzgü’den Zıkkımın Kökü’dür, zaten ondan sonra başladı bende okuma merakı.”
“Yazı da yazıyor musunuz?”
“Evet, ama her zaman kalem kâğıt bulamıyorum. Şoför Bey fena çıkıştı geçen hafta, otobüsün iç duvarına boyayla yazdım diye. Bir de bazen sigara saracak kâğıt bulamıyorum. Yazı yazdığım onuncu sınıf samanlara sarıyorum, Bakhtin misali. Yazdıklarım kül oluyor ama sigara her şeyden önemli benim için.”
“Bahtin’i de biliyorsunuz demek… İlginç.”
“Bilmediğim şey yoktur benim. Saf olduğum doğrudur ama zekiyimdir aynı zamanda. Zeka fazlası varmış hatta bende.”
“Şeyy. Son durağa geliyoruz, benim inmem lazım.”
“Peki.”

“İsterseniz bu gece bende… Yemeğim vardı dünden, yeni pişmiş gibi olmaz tabii ama gene de ısıtırız.”
“Nasıl olur, bilmem ki? Şoför Bey’e sorayım da…”


Şaşkınlığımı ancak kapı basamağına takılıp düşmekten zor kurtulunca atabildim. Salonuna girdik. Çok aç değilsem bir kadeh Lilac Wine isteyip istemediğimi sordu. Kabul ettim. Büyük bir zarafetle getirdi. Müzik açtı: Blue Spanish Sky ve yanıma oturdu. Kanepe ne kadar da rahattı öyle. Bir ara gözlerim yine hızmasına takıldı, çaktırmadan çimdikledim kendimi ve kendime geri geldim.

“Ben İspanyolca öğretmeniyim.”
“Gözleriniz inci gibi.”
“Nasıl?”
“Şeyy. Aaa. Neden İspanyolca?”
“Puanım ona yetmişti on yıl önce.”
“Şimdi memnun musunuz hâlinizden?”
“Elbette.”

(Hızmanın çekiminden gözlerini zorla kurtararak) “Yanaklarınız çok tatlı. Ben bugüne kadar hiç bir kadını öpmedim biliyor musunuz?”
“Nasıl olur? En az yirmibeş varsınız, hatta otuz, bunca sene? Tercih meselesi mi?”
“Yok canım, daha neler. Uygun yerde uygun kimseyle uygun pozisyonda olamadım. Imm. Pardon, bazen böyle yanlış konuşuyorum istemeden.”


Dudaklarım… Na na nasıl. Kilitlendim sanki. Çok güzel. Yazın soğuk su altında birden duş alır gibi. Ağzı bir kuyu sanki ve kuyudan ipe asılı bir kovayla su çeker gibi. Kova kuyu duvarlarına çarpar gibi. Çok şey gibi… Nefesim tükeniyordu ama eli hâlâ yanağımda ve dudakları dudaklarımdaydı. Kendimi bir şey söylemek zorunda hissettim bilmem neden.

“Bu. Bu, çok güzel.”
“Çok iç gıcıklayıcı öptüğümü söylerler.”

Söylerler. Söylerler. Söylerler. O anki kıskançlığı, kırılmışlığı, nefreti, tükenmişliği hayatım boyunca hiçbir şeye karşı hissetmedim. Mutfağına gidip bir bıçak aldım.

(Tam bıçağı saplayacakken) “Ati, uyan evlat. Son durağa geldik. Yolcu kalmadı. Hadi birer sigara saralım, sonra da ben eve, sen aşağıya.

Uyku filan kalmamıştı. Eski rüyalar bir türlü aklımdan gitmiyordu. Ustamdan para isteyip bir şişe Efes Güneşi aldım. Otobüsümüzün alt katına, odama indim. Külüstür Roadster teybimi açıp, herhangi bir insanı en çok ağlatan şarkıyı çaldım, defalarca…

Hiç yorum yok: