ama arkadaşlar iyidir



23.05.2020


Aralık 01, 2008

yapma cennetler

ay doğdu üzerimize veda tepelerinden. bugün iş çıkışı aya bakarken gördüm, ay ile yıldız aynen türk bayrağında sahip oldukları birlikteliğin tersi bir şekilde birbirlerine sokulmuşlardı. hani çiftlerin yatakta yatma şekillerine göre aralarındaki münasebetin seviyesine veya muhabbetin coşkusuna dair yorumlarda bulunulur ya cosmopolitan tipi dergilerde -sahi ben bunu nerden biliyorum- ben de allah’ın ay’a ve bana beslediği duyguları test etme küfrüne düştüm gibi oldu, halbuki hayır, sen uzaklarda değil, damarımda kanımsın. evet, bu akşamüstü iş çıkışı gökyüzüne kafamı çevirdiğimde bulutlar bana, “selamün aleyküm gardaş,” dediler. bulutların kışın biraz doğulu, biraz şiveli, biraz uzak ama içten konuştuklarını duyarım hep, yazın ise iş çıkışlarında daha değişik karşılarlar beni, benim gibileri. mesela, “merhaba,” derler eğer çok samimi değilsek. ya da yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmiyorsa onlarla, “hey george, lennie nerde?” derler, biraz sarhoşlarsa işi “hey george, versene borç,” demeye kadar götürürler. ben de gülümser geçerim. yazın ziyadesiyle gülümser çünkü gökyüzü, size de öyle değil mi değerli gençler? ... tabii tüm bunlar, gökyüzüne bakmayı unutmadığımız zamanlarda geçerlidir. ben sık sık unuturum gökyüzüne bakmayı. hatırlatın bana, olur mu? ... şimdi üniversite birinci sınıfta yazdığım defterlerden birini açsam şöyle bir notla karşılaşmam işten değildir: “en kötü anındayken kavganın, gökyüzüne bakmayı sakın unutma.” bu o zamanlar yeni alınmış bir cep telefonuna gelen ilk mesajlardan biridir, biz böyle mesajlar atardık birbirimize. farkındasınız değil mi yirmibeş yaş üstü okuyucular, yaşınız geçtikçe telefonunuza gelen mesajlar da azaldı. halbuki -helboku- ben kavga etmeyi sevmezdim, sevmedim, artık sevmeyeceğim. ... ofsayttan nefret ediyorsun. ... gökyüzüne bakmayı unuttuğumu ne zaman farkettiğimi buraya daha önce yazmış olmalıyım. buraya ya da her nereye olursa yazdığım şeyler aynı ne de olsa. ... bundan tam iki sene önce bir arkadaşıma verdiğim mesleki bir kitabı geri getirmiş bu arkadaş bugün, ilk önce unutmuşum ona o kitabı verdiğimi, o kitap benim miydi, epey uğraştım hatırlamak için. o çok emindi benim olduğundan, çaktırmadım önce emin olmadığımdan, baktım baktım çıkaramadım, hiç öyle bir kitaba sahip olmamıştım gibi geldi, zihnimdeki şarapları biraları rakıları buharlaştırdım, yine de hatırlayamadım. isim de yazmamışım başına, sonra sayfaları karıştırırken altını çizme şeklim tanıdık geldi, paragraf başlarındaki yıldızları da görünce iyice yaklaştım kendime, sonra içinden iki üç kağıt dökülünce anladım, yazı benim yazımdı, ama o yazılanları ne zaman yazdığımı hâlâ hatırlayamıyordum, hatırlamıyorum, artık hatırlamayacağım. demin yukarıda dediğim şeylere benzer şeyleri oraya da not almışım, o mesleki kitabın içine, insanın hep aynı şeyleri anlattığına dair, ve her insanın bu aynı şeylerinin farklı olduğuna dair. anladınız siz hep bunları, ne güzel. ... gökyüzüne bakmayı unuttuğumu ne zaman hatırladığımı hatırlatmaya çalışıyordum, bir cumartesi sabahı, bir mayıs ayının yirmiikisi idi, mustafa’nın doğumgünüydü çok iyi hatırlıyorum, galatasaray üniversitesi’nin ortaköy kampusunun denize bakan bahçesinde sene 2004 civarı dolanıyordum saat yedibuçuk sularında, o zamanların meşhur dizisi “bir istanbul masalı” çekiliyordu aynı bahçede. ev arkadaşımın hastası olduğu dizinin başrol oyuncusu kadına -diziye değil, oyuncuya hasta- bakıyordum, “o kadar da güzel değilmişsin,” der gibi içimden. “boşver bunları kâmil,” dedim kendime, bak sen denize ve sigara içişine. denize bakarken birden ordan bir balık fırladı, “gökyüzüne bak, ahmak,” dedi. başkası dese aklını alırdım belki, ama “aptalsın bence,” demekle yetindim. balık da cevap verdi, “bu dünyadaki en büyük aptal benim.” ilginç bir ortamdı, her neyse, hepsinin sonunda gerçekten de gökyüzüne bakmam gereketiğini, hem de bunu bir an önce yapmam gerektiğini anladım. ve o gün sabah yediotuz sularında mayıs’ın yirmiikisinde göğe baktım. ondan sonra “işte geldiniz” başlıklı şiir serisini yazmaya başladım, ne sen bunun farkındaydın oysa, ne de polis farkında. ve sigara yaktım kantinden aldığım çayla. galatasaray üniversitesi’nde bir edebiyat kulübünün çıkardığı bir dergi bıraktılar elime o sırada, konusu baudelaire idi. Modern Hayatın Ressamı isimli kitapta, önsözde ali artun, şöyle diyordu:
Baudelaire için sanatın modern kentle kaynaşmasını canlandıran en şairane kahramanlardan biri de Paris’i köşe bucak arşınlayarak çöplerini ayıklayan, işe yarayanları toplayıp yüklenen paçavracılardır. (Chiffonier) “..İşte başkentte günün çöpünü toplaması gereken adam. Büyük kentin savurup attığı, kaybettiği, ayaklar altına aldığı, kırıp döktüğü her şeyi o toparlıyor, ayıklıyor, sınıflandırıyor. İfratın ve israfın kaydını tutuyor. Dikkatli dikkatli seçiyor, ayırıyor; endüstri tanrıçasının dişleri arasında yeniden şekle girecek olanları biriktiriyor... Bütün günlerini başıboş dolaşmak ve uyak aramakla geçiren genç şairler gibi, başını sallaya sallaya, kaldırım taşlarına toslaya toslaya geliyor...” (Charles Baudelaire, Yapma Cennetler, çev. Y. Şahan. s.15. Aktaran, Ali Artun) ...
şifoniyer kelimesini çok özel bulmakla birlikte, şiirlerimi gönderirken mehmet’e şöyle demiştim: “‘hurdacısıyım hayatın’ diye bir cümle kursam boşa çıkmaz elbet.” ahmet’e de göndermiştim, ve o da boşa çıkarmıştı onları. bunları düşündüm o sırada o göğe bakarken. ve bugün tekrar aya bakarken bunları düşündüm, tuttum bunları yazdım. ... rakıyı sevdiğimi saklayamam elbette. annebabamın beni terkettiği ortabir ortaikide hurda toplayarak aylık harçlığımı çıkardığımı da saklayamam. ... salatasına sirke koyma, sevmez. ... geppetto’ma da söylemeyin beni, üzülürüm. çukurcuma’dan aldığım o hurda battaniyeyi hâlâ kullandığımı da saklayamam. belki o gece oralardan geçerken bu yüzden o kadar tedirgin olmuşumdur, ne demiştiniz bana, silly stupid shit fool, sth. else that kind of exiciting: “fuck you.” ve o müthiş klasik, i know what it is to be young, but you don’t know what it is to be old. muydu? muddy waters: “nights in white satin.” ahaha, ben biraz salakım galiba, hâlâ kafiyeye inanıyorum. turgut uyar gibi. rakıyı sevdiğimi saklamamıştım sanırım, açık etmiştim, saklanmanın bulunmak için olduğundan da bahsetmiştim, ve siz bunu anlamış mıydınız. küçük kara kuru bir şey gelip oturuyordu bazen kkalbimin oorta yeyerine, durup düşünüyordum ben buna. ... sözkonusu olan kırılganlık hassaslık filansa eğer itiraf etmek gibi olmasın ama bir sabun kokusu, bir yumuşatıcı kokusu bile rahatlıkla, herhangi bir aktivasyon enerjisi gerektirmeden, kolaylıkla intihara sürükleyebilirdi beni, bunu pekala iyi biliyordum, ama yapar mıydım, bence yapmazdım. ... ne diyordum, rakıyı seviyordum. geçen hafta afyon’a gittim bir iş icabı. afyon’un da sucuğu meşhurdur biliyorsunuz, hatta şehrin orta yerinde bir sucuk heykeli vardı. sucuk heykeli nasıl olur demeyesiniz, cem yılmaz’ın gora’sında hani sucuklar ağaca asılı bir biçimde yetişiyordu ya, korkarım cem yılmaz bu fikri bir afyon gezisi neticesinde kurguladı, çünkü sucuklar ağaçta olmasa bile şehrin orta yerine yapılmış bir levhada asılılardı, asılıydılar. sonra babama uzattım mikrofonu: “rahmetli çok içmezdi, çünkü parası yoktu. daha çok parası olsa daha çok içerdi, ama içmeye ne vakti ne de parası vardı. para buldukça iki kadeh içerdi akşamları. yanında da sucuğa çok tamah ederdi, sucukla içmeyi çok severdi. ona da, ancak, bir parça sucuğa parası yeterdi, ben tarladan gelirdim tam o içmeye oturacağı sırada. bakardık ki bir parça sucuk almış. rahmetli hep büyük alırdı rakıyı, daha hesaplı olurdu. içeceğini sucuktan anlardık. ocağı yakardı, bir parçasını halana, bir parçasını bana derken, kendine yiyecek bir şey kalmazdı, öyle içerdi o iki kadehi.”


Kasım 21, 2008


üç vakit + bonus track

insanın annesinin sabah ona kahvaltı hazırlayıp okula/işe göndermesi güzel bir şey şair, hele bir de içeriden babanın horlamaları yükseliyorsa. ben buna onaltı senedir mesafeli yaklaşıyorum. yılda ortalama bir hafta müsaade ediyorum. sabahları çayı senin doldurmaman diyorum, iç anadolu’ya göre çay döken birisi varsa hayatında, ya da çay koyan, hafif doğu’ya kayarsak çay dolduran birisi, ona şu çok sevdiğim lafı söylerdim: “bu dünyada işim iş ya hacı, ötesini bilemem.” yıllık bir hafta kahvaltılı iznimi kullanıyorum bu ara, yine erken kalkıyorum yine işe gidiyorum ama “hadi oğlum uyan artık,” var. iç anadolu’yu, iç yani anadolu’yu, ege’yi, marmara’yı. coğrafi bölgeler de ayrı bölümlere ayrılıyordu değil mi derslerde, hatta özel de bir adı vardı sanki onun, iç anadolu’nunkilerden biri haymana-taşeli yöresi dersek büyük bir yanlış yapmış oluruz ama benim aklımda bu ikisi yanyana gezer nedense. plato ne güzel, ova ne güzel, yurdumuz ne güzel. rahmetli dedemin babası tekeli yaylası’ndan göçmüş, o zamanlar platolar icat edilmemişmiş, memiş gümüş veya kasetlerin üstünde yazan adıyla memiş günüç de elinde sazıyla türkü söyler dururmuş, tekeli yörüklerindemiş yani hasan dedenin babası hasan büyükdede, babasının memuriyeti nedeniyle mi göçmüşler bilmiyorum, söyleyeceğimi unutuyorum muntazaman.
bugün öğle yemek arası, bazı erkeklerin cuma’ya gittiği vakitte biz arkadaşlarla konu açtık, konu nerden açıldıysa hiçbir şeyi atamadığımı söyledim. evet bu korkunçtu, hiçbir şeyi atamıyordum. ilkokul bir defterimden tut, ortaokul’daki haşet kitabevince basılan ing hazırlık kitaplarından, türkiye gazetesi’nin verdiği nasreddin hodja ile keloğlan ingilizce öğretici kitaplarından, cumhuriyet gazetesinin verdiği cumhuriyet fasiküllerinden, bira şişelerinden, gazetelerin kitap eklerinden, birbuçuk litrelik su şişelerinden, üç litrelik su şişelerinden, üniversite mezuniyeti sonucu istanbul’dan ayrılırken yanlışlıkla bizim öğrenci evimizde kalmış yaşar teyze’nin tabağından, içtiğim ballıca paketlerinden, mehmet’in yazdığı mektuplardan, ortaokulda biriktirmeye başladığım kibrit kutularından, ilkokuldan kalma pullardan, dedem öldükten sonra ahırda bulduğum ondan kalma iskambil kağıtlarından, onlardan şunlardan bunlardan. bunların bazıları hatırat gereği saklanır, çoğu insan yapar bunu, özel bulduğu şeyleri saklar, burası tamam, ama bira şişesine su şişesine poşete koliye yırtıkpırtık ayakkabılara, vs. ne demeli. bozukluk. müdahale olmazsa kesinlikle çöp eve döner evim. annem yılda bir gelip boşaltır sağolsun. orada bulunan arkadaşlardan biri şöyle bir yorum getirdi ve ben sırf bu cümleyi buraya yazmak için bunu bu kadar anlattım: “hayatını çok önemsiyorsun.” ... siz de “hayatı çok önemsiyorsun,” denmesini istemez miydiniz, ‘hayatını’ yerine. bilmem, belki ikisini de yapıyorumdur, c hiçbiri. hatırlamayı çok seviyorum, iyi hatıra kötü hatıra ayrımı yapmayı sevmiyorum ve yapanları ayıplıyorum. her zaman olmasa da taa eskileri çalmayı seviyorum, tatları eski 45’liklere benzeyen. bu yüzden o pikabı da çok sevdim, teşekkür ederim. yeni şiirimi hurda ve hurdacılık’ın demirçelik sektörüne katkıları üzerine yazacağım.
“yaa, ne sandın!” cümlesini hiç kullanmadım hayatım boyunca. çocukken de kullanmadım, izninizle demin kullandığım anı günlüğüme dökmek istiyorum. an dökmek, an koymak, an doldurmak, an demlemek. ne güzel olmadı mı bu imge. imge deyince de -ki hiç sevmem bu kelimeyi- ‘dinini imanını’ tümcesi -tümce demeyi de hiç sevmem- veya ‘tököli imre’ kişisi aklıma gelir. demin murat’ı gördüm, dedim ki ona; “akşam geliyor musun?” akşam gelip gelmeyeceği benim için önem taşıyordu, önemi yol kenarında indirip anlatmama devam etmeliyim, askere gidecek bir arkadaş için kırk kişilik bir grup olarak içkili bir ortamda uğurlama töreni maksatlı toplanılacaktı bu akşam ve ben kalabalıktan dolayı hafif bir tedirginlik duyup rakıya dayayacaktım dudaklarımı. ama yine de önce oturur oturmaz etrafı kolaçan edecek, kendimi sağlama alacak, herhangi bir terör saldırısı durumunda kendimi nasıl savunabileceğimin ince açısal hesaplarını yapacak, kan davalılarından birisi gelirse ortamdaki ilk silahı elime nasıl alabileceğimi kuracak, ortamda sevmediğim adamlardan birinin sözlü tacizine maruz kalırsam ilk olarak hangi sandalyeyi kafasına geçirebileceğimi veya masanın hangi köşegeninden uçarsam ona daha etkili bir yumruk indirebileceğimi aklıma not edecek ve ondan sonra ortamdaki sevdiğim insanlara bakıp gülümseyecektim tim tim tim tim. buna karşın makyavelist miydim ben, bence asla, hayır, olamam. çok daha derindi tüm bunların dibi. çok dipti tüm bunların derini. murat’a dedim ki, “hani,” dedim, “bazı insanlar vardır, kalabalık bir topluluk içinde onlar da varsa kendini iyi hissedersin, konuşmasan bile.” “ben de onlardan biri miyim?” dedi. “evet,” dedim. “evet abi, senle pek muhabbetimiz olmasa da...” diye devam etti. gerisi artık benim için mühim değildi, “manyetik alan gibi bir şey var sanki di mi?” dedi, ben de son noktayı koydum: “yaa, ne sandın!” 




15.05.2020


Ekim 10, 2008

bir şairin kokuları

ilginç geliyor bazen. yani hayatın ta kendisi, ilginç gelmesi pek doğal aslında ama ilginçliği de sanırım bu doğallıkta. ya da ben bir şey anlatmamak için cümleleri iç ediyorum, anlamı piç ediyorum, bilemiyorum. harita ve metod defteri. gönye iletki pergel t cetveli. sen mesela annen de senin gibi deli dolu biriyken, bambaşka bir insanken annen de senin gibi, senin gibi cümleler dolusu cümle iken, paragraflarca bir roman iken annen, ben veya, benim gibi bir adamken babam, yani elinde sigarası olup da ateşi olmayan adam, ateşini çoktan söndürmüş bir adam, ya da saatlerini hep ileriye kurmuş bir adam, uyanmayı bir ömür ertelemiş bir adam, her mezarlığa gidişinde babasını hatırlayan bir adam, ateşin öylece üstünden atlamış sonraysa üstüne işemiş bir adam, ya da bana bir rota öğreten geminin yelkeni olurum diyen adam, ben böyle bir babanın oğluysam, yani annen mesela, öyle biriyse ve anne olmuşsa çoktan, babam mesela, baba olmuşsa artık yoktan, biz neden farklı olabiliriz, olabilir miyiz. o kadın gitmiş ve evinin kadını, evinin halısı olmuşsa, babam da gitmiş ve evinin erkeği, evinin musluğu olmuşsa, sen nasıl alır başını gidersin gün akşam olur. bulutlar. karıştırıyorum işte ortalığı bazen. geçenlerde ilkokul bir defterimi buldum, iyiler pekiyiler yıldızlar meselesi. bizim yeğenin birinci sınıf defterinde artık ali cin olmaktan çıkmış, -adam çarpmış-, atik ali olmuş. fişler ortadan kaybolmuş, bundan sonra hiç bir çocuk dünyanın sırrını bulamayacak, hiçbir fiş hecelerine ayrılamayacak. ve artık ilkokuldan iki üç sene önce toplu oturup toplu kalkma disiplinine alıştırılıyor çocuklar, halbuki bu kadar bir toplu yaşam insan doğasına aykırıdır, apartmanlar da insana aykırıdır, çocuklar ilkokul birde saatle girip saatle çıkmalara alışana kadar bir dönem geçerdi, şimdi anaokulları var, analarından ayrı büyüyen çocukların anaokulları, daha sağlıklı bireyler yetiştirmek için imiş, uymadı patron. sahi cin ali gerçekten yaşadı mı patron? lisede filan yaptım ama hiç ilkokul dörtte olup da okuldan kaçmayı düşünebilen bir çocuk olamadım, üzgünüm, şimdi bunun derse sıkışmışlığını çekiyorum, ders bitecek biliyorum, bütün derslerimiz sona erecek. diyorum ya, ilginç geliyor. hakan taşıyan'a da hazin geliyor. böyle yazmayalı epey olmuştu, "özledim, neden açmıyon telefonu doktor?"
her yazarın takıntılı olduğu konular vardır. bunları o yazarın çoğu yapıtını okuduktan sonra kendiliğinizden fark edersiniz. her şey kendiliğinizden oldu, aşk kendiliğinizden sevinç kendiliğinizden. ödün vermediniz efendiliğinizden. zaman zaman vilayet, zaman zaman ilçe, zaman zaman kaza, zzorlama senden ne köy olur ne kasaba. yaz şu an aya bakmamıza vesile olabiliyor hâlâ. bira kokuları mesela eksilmedi mevsimden. en çok "time" dinlemeyi seviyorum klasiklerden. yüksek sesle; bu yüksek ses bahsi benim tüm mizacımı ele verebilir ama yine de çekinmiyorum bahsetmekten, kardeşim müziğin sesini hep açardı ben kısardım, o açardı ben kısardım. başka bir ortamda ise, kendi kendimeyken, kulaklığımın sesini neredeyse sonuna kaçardım, yani kulaklık içinde ben bendim ama odaya bile çıkınca ben bir başkasıdır, hımm. ikinci dakikanın onbeşinci saniyesi geldi hızlanıyor ve on saniye kadar sonra çekecek tetiği. komşulara haber salın. zaten komşu değil miyiz hepimiz. komşu dedim de o halde şu komşu içerikli şiire buyrun. [satır boşluğu veremiyorum blogla, o yüzden noktaları takip edin, normalde nokta yok. ahaha, nokta da geçiyor şiirimizde, ne güzel]
bir şiirin kokuları
annemin elleri nane kok. elyazısına bulanık bir nokta koy. noktalar sallansın darağacında şairin. şairin mumu yanar. sönmez artık söyleşin. tabiat bir spiker. bozan aksular söylesin. şairin pantolonu dar. makineye atmadan cebini yoklar. şiir, gülü bir ömür koklar. solmaz artık ismin. sadrazam alışık sadr ile ışık karakterin. radyolar düğmesiz. dikiklerini sökmek lazım tüm bencil -gerisi yok -game over -k.o. testiler küpler yerüstü zenginlikleri sizler. okursunuz. şiir bir küpten su içmek gibidir. konuş ey kuş. kuşlar balkon köşesidir. belki de tersten bakmalıdır hep. ters tepmelidir tüm iyi niyetler. siz de bir nihayet bir niyet çekmek istemez miydiniz bayım? tavşan beyazdan kırmızıya dönen ayyıldızlı tavşan. ne çekse beğenirsiniz torbadan: şiir. mezar gibidir, ya içine gir, ya içindeki kurtları sevindir.
bir ölünün ilk sözünü merak eder durur. durmak ölmenin suskun meramıdır. gitmek fiil. cin ali ile berber fil. gidiyorsun. sigaranı diyordum bırak. onbirinci katta işçi blokları. konuşması insanın, bir hayatın sık bırak sık bırak'ları. kurbağalar ve yakup, hâlâ nedense vrakları. edip cansever'in kulakları. çınlamaz. çıt çıt çedene, bir de yeni başlangıçlar. abe at bi sipali de müzik kutayım sana. yüzyirmibirinci şarkı lütfen. ortadaki sigara. frekanstaki radyo ya da radyodaki frekans. başındaki dikili ağacın bayramdan bayrama yeşermesi. köy mezarlıklarının havası dostum sende. anonim taşlar var bak kalbinde görüyor musun. o olmasa başka bir o'nun seni gelip ö'peceği gelmişmiş. onlara basıp zıplayarak ıslanarak gelip geçtiler. "'aşk mıdır bu?' bilemiyor"sun orhan gencebay. müzik başlıyor. ve susuyorsun. bir ölünün ilk sözünü hâlâ bilmiyorsun.
öyleyse dağılalım. ama hayat, böyle yapcaksan oynamayalım. ayrılmayalım ayrılmayalım. nasılsa komşuyuz şunun şurasında. duanın şurasında: 'min şerrin min belain min fitnetin şuara'sında. komşiya. komşunun yazı var kışı var. keyfin yazı var kışı var. kelimenin de öyle. kasım-aralık ocak-şubat. iki aylık dergiler bat. üryan geldin büryan gidersin. korkar bundan tüm şuara kullanılmış mıdır daha önce gibilerinden. kadında bekaret gibidir şiirde klişe. ne var ki bir güzeli bin kişi sever biri alır.
kloroform kokuları. bu hayat derbentinin korkulukları. diyorum diyorum işte bura. burda dur taksici, aşağıda bir arkadaşa bakıp çıkacağım.
sonra da balkona konacağım.
baba bana hiç balkon almadın.

6.05.2020


Ekim 09, 2008

turntable

akşam oluyordu genç adam. buna dair pek çok şarkı vardı ve hepsi de senin söyleyebileceğinden çok daha iyi bir şekilde söylemişlerdi. şehrin ışıkları bir bir yanıyordu. ve sen, bir vatoz balığı gibi pencerene dayanmış, bu ışıkların merhabalarını aleyküm selamlıyordun. yavaştan evlerden yemek kokuları da yükselecek ve okul çıkışı yurtlarına dönen üniversite öğrencileri bu sıcak yemek kokularına ve evlerin yanan sıcak ışıklarına bakıp içleneceklerdi. kış geliyordu ve yazın kendilerine ara verilen hava durumu bültenleri en çok izlenen programlardan olacaktı, ve bunu yine yüce halkımız başaracaktı. -bayramda hava yağmurluymuş, tüh- ışıklar yanıyordu, en güzeli de bunu şehrin yüksek bir katından karanlık altında izlemekti. hayır, belki de hiç de güzel değildi. öylesine bir şeydi. sabah erkenden, hep aynı yolu kullanarak, hep aynı otobüs veya servis camlarına dayalı şekilde işe giden insanlar, aynen geri döneceklerdi. otobüs duraklarında bir genç otobüs bekliyor gibi yapıp tüm bu gitmece gelmeceyi izleyecekti. işin ilginci deliler de otobüs duraklarını mesken tutardı. sabah aynı insanlara bakıp işyerinde başkaaynı insanlarla çalışan biz insanlar bu durum yüzümüze vurulduğunda mesela hollanda'ya okumaya gitmiş bir arkadaşımızı veya kazakistan'a öğretmenliğe gitmiş cesur bir arkadaşımızı düşünüp kendimizi teselli edecektik. fırından, bakkaldan, pazardan, ordan burdan, bir teselli verip karşılığında bir teselli alacaktık. sabahları her sabah, her sabahları sabah, yani her'in başka biçimlerinde karşılaştığımız insanlardan kaçının bizim gibi düşündüğünü hesap edip, her gün tam önünden geçerken dükkanını açan kuru temizlemeci kızın makyajlı mı makyajsız mı daha güzel olduğunu filan düşünmeyecektik, ya da bilhassa o millipiyangobiletçisi yaşlı adam, o şapkanın o kafada artık gerçekten de saç olduğunu düşünüp sattığı biletlerden birine büyük ikramiye çıksa ne düşünürdüyü kendimize sormadan edemeyecektik. sahi kuru temizleme nasıl bir şeydi, makinası mı vardı, bilmiyorum. sadece bazen iş dönüşü giydiklerimi askıya asarken, eski evimden ve şehrimden tesadüfen kalmış ve buraya getirmiş olduğum askının adına dikkat edince içim bir hoş olacaktı. kısmet kuru temizleme, beşiktaş. hep emrah'ın o ucuza aldığı takım elbiselerin temizlenme seanslarından kalma. sahi nasıl temizlenir kuru. az kuru az pilav az ıslak ya da.
şöyle bir düşündüğümde fark ediyorum ki bundan iki gün önce kendime hayatımın en büyük kıyağını yaptım. bugün de üstüne tatlısını yedim. yıllardır içimde büyüyen bir bitkiyi suladım, ya da dalından meyvesini kopardım, bir güzel yedim. ya da yıllardır içimde yapılan bol kubbeli bir caminin minaresine çıkıp ezan okudum. ya da yıllardır elimde patlak duran bir meşin yuvarlağa hava bastım. ya da yıllardır uçsuzluk nedeniyle yazmayan ince uçlu bir kaleme uç aldım, mürekkep doldurdum, filan. işte, buna benzer ya da benzemez, güzel bir şey yaptım. sonra bunun bir burjuva zevki olduğu hatırlatıldığında çisentiye maruz kalan yeni kurutulmuş tütüne benzeyen sevincim, ıslanıp çürümeye yüz tutsa da, bugün yaptığım ilaveyle çürüyen kısmını attım, tazeledim. süperim. ama işin şu "yıllardır" kısmına tekrar vurgu yapmak istiyorum, bu da bir vurgun. yıllardır sahafları antikacıları dolaşırım ben. bu içimde bir apandisit benim. aldırırsam boşalır rahatlarım belki ama bomboş olurum, aldırmazsam da çaktırmadan rahatsız eder, bazen de böyle patlama anları olur işte, gider parayı bayılır alırım. bakmayın para bayılmak dediğime, çok bir şey değil aslında. on tane orjinal cd parası. yıllardır gezdiğim sahaflarda antikacılarda ikincielcilerde filan gözüme kestirir dururdum, pazartesi günü bu işe noktayı koydum. dual serisinden 412 numarayı aldım, evime koydum. mülkiyetin getirdiği yadsımayı ya da yabancılaşmayı ya da körleşmeyi filan şimdilik düşünmüyorum, ve düşünmek de istemiyorum, tartışılır bir konu bu, bunu diyene tek söyleyebileceğim sen yapabiliyorsan, yani sahip olamamayı becerebiliyorsan sahip olma arkadaşım, ben sahip olmamayı beceremiyorum bazen. neyse, 412 demiştim, internette dolaştığımda böyle bir marka bulamadım, yani dual var elbette ama 412 kodlu ürüne rastlayamadım, o yüzden hâlâ sahte olup olmadığı konusunda şüphelerim var ama çok da sorun değil, antikacı değilim nihayetinde ve maksadım bu cihaza iş gördürmek. alıp da saklamak veya sergilemek de değil. memleketten dede yadigarı plaklar getirmiştim sırf bunun için, yıllardır da onları çalmak için beklerdim. -bu plaklar aslında çok büyük bir yazının konusu, çünkü ben bunların içindeki şarkılarla karşılaştığımda sanki girift bir romanın bazı ayrıntıları açığa çıktı, veya çözmüş gibi oldum- meğer bu plaklar haddinden fazla çizik olmasın mı, meğer tam sarmaya hazır kasetlerin çıkardığı boğuk seslere benzer sesler çıkarmasınlar mı. bütün sevincim altüst oldu. benim hediyem de öyle yalnız kaldı salonda. büyük bir şevkle para biriktirip oyuncak alan ama eve vardığında bir de bakınca ne gören, oyuncağının paramparça olmuşluğuyla karşılaşan bir çocuğun duygularına benzer bir duygulanma dalgaları yükseldi içimde, yükseltti yükseltti vurdu kıyılarıma, işte sahillerdeki kumlar bu şekilde oluşuyordu ilkokulda, dalgalar hızla kayalara vuruyor ve kayalar ufalanıyordu, bunu andım o gece. öyle bıraktım. bugün de bir vesileyle işten erken çıktım ve şehirdeki tek antikacı bölgesine yürüdüm, üç gündür aklımdaydı bu yürüyüş ama erken çıkamıyordum bir türlü, nihayet bugün, mutlu gelişme, zeki amca'yla tanıştım, ve onbir tane plak aldım kendisinden çok da cüzi olmayan bir fiyata. artık paramı nereye harcayacağım da belli olmuştu, kitaplar bu duruma üzülecekti ama napalım kapitalist dünya, tercih etmek zorundasın bir şeyleri. ve eve gelir gelmez ilk işim onları dinlemek oldu. bazıları çizikti yine de, ki buna bir de 'elbette' notu düşmek lazım herhalde, kırk elli senelik plak çizik olmayacak da ne olacak, ben daha otuz senelik bile değilken bunca çizilmişim. mesela emel sayın'ın 45liğinde sesi biraz boğuk geliyor, erkeğe yakın bir sesle söylüyor gibi, ama müzik aynı, müzikte bir sorun yok, o halde ne gam. bundan sonra az çizilmiş plak buldukça buradayım dostlar. bu vesileyle ne yazılar yazılır biliyor musunuz. ki zeki amca bu işin menbaı gibi duruyor.
bir nesil sanayiye gitti onkusur yaşında. onüç yaşında çırak, onyedisinde kalfa oldu. her akşam karanlıkta, elleri mazot kokulu üstüpleriyle temizlenmiş, sabun niyetine tinerle arındırılmış boyalardan yağlardan azade, dolmuş beklediler, el ettiler köye giden arabalara. onların çocukları var şimdi. türkiye çok değişti millet, türkiye çok değişti, ve kimileri için baharı görmeden yaz geldi geçti. bu hediye meselesinin benim açımdan birçok önemi var. tabakalı yapıya sahip bir insanım. bazı malzemeler de sahip oldukları tabakalara göre sınıflandırılırlar. ben de insanları böyle sınıflandırıyorum. mesela killerin çok tabakalı olanları pek makbul değildir, ama benim gözümde insanların fazla tabakalı olanları evladır. neyse, bu konuya şurdan girecektim, bu pikap alma işinin birçok katmanı var, kaz kazabildiğin kadar, ama maalesef biraz klostrofobim var, fazla inemeyeceğim madene. günümüzde bir şeyi satın almak için para biriktiren, para biriktirebilmek için de tam zamanlı bir işte çalışan ortaokul-lise mezunu yirmiyaş civarı gençlerin son temsilcisi olan kuzenimden aldığım bir feyzdir bu benim. bu nesil, babadan para isteyemez. baba da zaten kolay kolay para vermez. aslında verir, ama onu da bir gece vitrin gözüne bırakır, sen kalkar sabah o mahcup parayı alırsın. ya da anneye bırakır, anneden alırsın. anneden almak mübah, babadan almak mekruhtur. düşün artık, çalmakla olan bağlantısını sen kur, ey kul. bir çocuk onyedi onsekiz yaşında sigaraya biraya ve en masraflısı müziğe merak salar. tabii zaman şimdiki gibi beleşe mp3 kopyalama zamanı değil, kaset alıyorsun, ondan bir önceki nesilde de plak alıyorsun. tabii kasedin de plağın da korsanı var sonuçta, ama o bile bir para. hele bunları çalacak olan alet. hele çaldıkça içilecek olan sigara ve bira. kolay değil babam kolay değil, bir de ömrüm seni sevmekle nihayet bulacaktır şarkısı, sen düşün. masraflı iştir sevmek. ödeyemeceksen sevmeyeceksin. [her halukarda birkaç katmana sahip bir cümle kurduk] çalışırsın bu yüzden. ben gencin müzik dinleyenini, sigara ve adam gibi bira içenini severim. ve dünya üzerine özel olarak gönderildiğine inandığım bir insan benim bu kuzen, allah bozmasın diyelim, çalışır ve teyp alır, kasetçalar alır, mp3 çalar alır, ben onun kasetçalarından dinledim en güzel hatasız kul olmaz'ı, başka zamanlarda o kadar güzel söylemiyor orhan gencebay. şimdi ben bu pikap'ı ona gösterdiğimde deli olacak, "hasan abi," diyecek, "para bok, alırsın tabi mına koyiim," diyecek. mercedes sosa şu hikayemi bilse çok sevinecek.
 

4.05.2020


Haziran 21, 2008

dünyada çok güzel şarkılar var damat. o yüzden uzun zamandır herhangi bir şey yazmamak için gayret ediyorum. çünkü bol bol boş zamanlarımda şarkı dinliyorum, her şeyi yaklaşık olarak ifade etmeye yetiyor. en azından benden daha ifade ettiği kesin, hem de bu öyle bir şey ki damat, ben anlatsam kendime, ya da başka birisine, bu derece açılayıcı olmuyor, gel gör ki beş dakikalık bir mevzu, beş dakikalık bir kesiş, beş dakikalık bir şalter, her şeyi kökünden koparıp atmaya yetiyor, sence de ne kadar ilginç değil mi, yani bazen inan ne olacağımı şaşıyorum çünkü dünya üzerinde neyin en etkili şey olduğuna emin olamıyor karar veremiyorum: misal, bir resim mi marc chagall'dan, bir film mi godard'dan, bir yazı mı sustayevski'den, bir şiir mi akif kurtuluş'tan, bir şarkı mı dedem efendi’den, bir bira mı efes pilsen'den, inan emin değilim. gerçi bu gibi oylamalarda çoğunlukla 'bir şarkı' bölümü daha çok oy topluyor benden, ben de diğerlerini diskalifiye ediyorum. kalitesiz ilan ediyorum. çekiyorum yudum. susuyorum. çoğunlukla. ellerim birbirine dolaşıyor melik. yüz türk büyüğünden biri olmadığıma artık ilkokuldaki kadar hayıflanmıyorum, farketmiyor melikşah mıyım tuğrul bey miyim veya hiç miyim. hiç biri miyim, böyle akşamlarda, yani türkiye'nin avrupa futbol şampiyonasında bir üst tura çıktığı akşamlardan bahsetmiyorum, böyle akşamlarda, benim içim herhangi olan akşanlarda, elim hiç klavyeye veya kaleme filan gitmiyor, hatta sana öyle diyeyim ki herhangi bir yere gitmiyor, oysa ben gitsin isterdim ki mustafa'nın yanına veya başka birinin filan ama değil ahmet değil osman değil hasan değil gazi değil aliihsan değilsin sen de. bu dünya üzerinde yeni kurallar geliştirmek istiyorum sayın sakin, mesela kimse benimle sarhoşken ve dili burum burum burulurken konuşmamalı, ben bunu ya saklamalıyım, ya da bilemiyorum ama bana ayıp oluyor bana acı oluyor bana merak oluyor bana dert oluyor. şiir filan da pek ben derdinde değilim sanırım, tabii ki isterim ben de konuşurken dilim sürçmesin, sürtmesin duvarlara, geri genelde burnu sürter insanın, bugün aytaçla da konuştuk, insanın burnu çok fena sürtebilir. ben icabında çok içmiş olabilirim, hiç içmemiş de olabilirim, genel olarak amacım insanları içtiğim zaman yazdığım şeylerle içmediğim zaman yazdığım şeyler arasındaki farksızlığa ikna etmektir. ki çoğunluk içince yazdığımı hatta sanal alemdeysem içince konuştuğumu filan zanneder, halbuki değildir, bana göre edebiyat da salatanat da hitabet de muhabbet de sağlam kafayla yapılır, vücut da sağlam olursa iyi olur tabii, ne de olsa güzellik düşkünü bir münafık bir kafir de bizim adımız. o değil de bu yazıyı benim uzattıkça uzatasım olduğu için ben bu kadar çeşitli konular kullanıyorum sevgili manzara. sen yoksun, yatsın, uyusun, falan sın filan sın, yorgansın yastıksın, ama ben değil. ve ben. gün sayıyordum yıllardır bu şarkıya nefesliler girsin diye. az kaldı. az.