Aralık 01, 2008
yapma cennetler
ay doğdu üzerimize veda tepelerinden. bugün iş çıkışı aya bakarken
gördüm, ay ile yıldız aynen türk bayrağında sahip oldukları birlikteliğin tersi
bir şekilde birbirlerine sokulmuşlardı. hani çiftlerin yatakta yatma
şekillerine göre aralarındaki münasebetin seviyesine veya muhabbetin coşkusuna
dair yorumlarda bulunulur ya cosmopolitan tipi dergilerde -sahi ben bunu nerden
biliyorum- ben de allah’ın ay’a ve bana beslediği duyguları test etme küfrüne
düştüm gibi oldu, halbuki hayır, sen uzaklarda değil, damarımda kanımsın. evet,
bu akşamüstü iş çıkışı gökyüzüne kafamı çevirdiğimde bulutlar bana, “selamün
aleyküm gardaş,” dediler. bulutların kışın biraz doğulu, biraz şiveli, biraz
uzak ama içten konuştuklarını duyarım hep, yazın ise iş çıkışlarında daha
değişik karşılarlar beni, benim gibileri. mesela, “merhaba,” derler eğer çok
samimi değilsek. ya da yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmiyorsa onlarla, “hey
george, lennie nerde?” derler, biraz sarhoşlarsa işi “hey george, versene
borç,” demeye kadar götürürler. ben de gülümser geçerim. yazın ziyadesiyle
gülümser çünkü gökyüzü, size de öyle değil mi değerli gençler? ... tabii tüm
bunlar, gökyüzüne bakmayı unutmadığımız zamanlarda geçerlidir. ben sık sık
unuturum gökyüzüne bakmayı. hatırlatın bana, olur mu? ... şimdi üniversite
birinci sınıfta yazdığım defterlerden birini açsam şöyle bir notla karşılaşmam
işten değildir: “en kötü anındayken kavganın, gökyüzüne bakmayı sakın unutma.”
bu o zamanlar yeni alınmış bir cep telefonuna gelen ilk mesajlardan biridir,
biz böyle mesajlar atardık birbirimize. farkındasınız değil mi yirmibeş yaş
üstü okuyucular, yaşınız geçtikçe telefonunuza gelen mesajlar da azaldı.
halbuki -helboku- ben kavga etmeyi sevmezdim, sevmedim, artık sevmeyeceğim. ...
ofsayttan nefret ediyorsun. ... gökyüzüne bakmayı unuttuğumu ne zaman
farkettiğimi buraya daha önce yazmış olmalıyım. buraya ya da her nereye olursa
yazdığım şeyler aynı ne de olsa. ... bundan tam iki sene önce bir arkadaşıma
verdiğim mesleki bir kitabı geri getirmiş bu arkadaş bugün, ilk önce unutmuşum
ona o kitabı verdiğimi, o kitap benim miydi, epey uğraştım hatırlamak için. o
çok emindi benim olduğundan, çaktırmadım önce emin olmadığımdan, baktım baktım
çıkaramadım, hiç öyle bir kitaba sahip olmamıştım gibi geldi, zihnimdeki
şarapları biraları rakıları buharlaştırdım, yine de hatırlayamadım. isim de yazmamışım
başına, sonra sayfaları karıştırırken altını çizme şeklim tanıdık geldi,
paragraf başlarındaki yıldızları da görünce iyice yaklaştım kendime, sonra
içinden iki üç kağıt dökülünce anladım, yazı benim yazımdı, ama o yazılanları
ne zaman yazdığımı hâlâ hatırlayamıyordum, hatırlamıyorum, artık
hatırlamayacağım. demin yukarıda dediğim şeylere benzer şeyleri oraya da not
almışım, o mesleki kitabın içine, insanın hep aynı şeyleri anlattığına dair, ve
her insanın bu aynı şeylerinin farklı olduğuna dair. anladınız siz hep bunları,
ne güzel. ... gökyüzüne bakmayı unuttuğumu ne zaman hatırladığımı hatırlatmaya
çalışıyordum, bir cumartesi sabahı, bir mayıs ayının yirmiikisi idi,
mustafa’nın doğumgünüydü çok iyi hatırlıyorum, galatasaray üniversitesi’nin
ortaköy kampusunun denize bakan bahçesinde sene 2004 civarı dolanıyordum saat
yedibuçuk sularında, o zamanların meşhur dizisi “bir istanbul masalı”
çekiliyordu aynı bahçede. ev arkadaşımın hastası olduğu dizinin başrol oyuncusu
kadına -diziye değil, oyuncuya hasta- bakıyordum, “o kadar da güzel
değilmişsin,” der gibi içimden. “boşver bunları kâmil,” dedim kendime, bak sen
denize ve sigara içişine. denize bakarken birden ordan bir balık fırladı,
“gökyüzüne bak, ahmak,” dedi. başkası dese aklını alırdım belki, ama “aptalsın
bence,” demekle yetindim. balık da cevap verdi, “bu dünyadaki en büyük aptal
benim.” ilginç bir ortamdı, her neyse, hepsinin sonunda gerçekten de gökyüzüne
bakmam gereketiğini, hem de bunu bir an önce yapmam gerektiğini anladım. ve o
gün sabah yediotuz sularında mayıs’ın yirmiikisinde göğe baktım. ondan sonra
“işte geldiniz” başlıklı şiir serisini yazmaya başladım, ne sen bunun
farkındaydın oysa, ne de polis farkında. ve sigara yaktım kantinden aldığım
çayla. galatasaray üniversitesi’nde bir edebiyat kulübünün çıkardığı bir dergi
bıraktılar elime o sırada, konusu baudelaire idi. Modern Hayatın Ressamı isimli
kitapta, önsözde ali artun, şöyle diyordu:
Baudelaire için sanatın modern kentle kaynaşmasını canlandıran en
şairane kahramanlardan biri de Paris’i köşe bucak arşınlayarak çöplerini
ayıklayan, işe yarayanları toplayıp yüklenen paçavracılardır. (Chiffonier)
“..İşte başkentte günün çöpünü toplaması gereken adam. Büyük kentin savurup
attığı, kaybettiği, ayaklar altına aldığı, kırıp döktüğü her şeyi o toparlıyor,
ayıklıyor, sınıflandırıyor. İfratın ve israfın kaydını tutuyor. Dikkatli
dikkatli seçiyor, ayırıyor; endüstri tanrıçasının dişleri arasında yeniden
şekle girecek olanları biriktiriyor... Bütün günlerini başıboş dolaşmak ve uyak
aramakla geçiren genç şairler gibi, başını sallaya sallaya, kaldırım taşlarına
toslaya toslaya geliyor...” (Charles Baudelaire, Yapma Cennetler, çev. Y.
Şahan. s.15. Aktaran, Ali Artun) ...
şifoniyer kelimesini çok özel bulmakla birlikte, şiirlerimi
gönderirken mehmet’e şöyle demiştim: “‘hurdacısıyım hayatın’ diye bir cümle
kursam boşa çıkmaz elbet.” ahmet’e de göndermiştim, ve o da boşa çıkarmıştı
onları. bunları düşündüm o sırada o göğe bakarken. ve bugün tekrar aya bakarken
bunları düşündüm, tuttum bunları yazdım. ... rakıyı sevdiğimi saklayamam
elbette. annebabamın beni terkettiği ortabir ortaikide hurda toplayarak aylık
harçlığımı çıkardığımı da saklayamam. ... salatasına sirke koyma, sevmez. ...
geppetto’ma da söylemeyin beni, üzülürüm. çukurcuma’dan aldığım o hurda
battaniyeyi hâlâ kullandığımı da saklayamam. belki o gece oralardan geçerken bu
yüzden o kadar tedirgin olmuşumdur, ne demiştiniz bana, silly stupid shit fool,
sth. else that kind of exiciting: “fuck you.” ve o müthiş klasik, i know what
it is to be young, but you don’t know what it is to be old. muydu? muddy
waters: “nights in white satin.” ahaha, ben biraz salakım galiba, hâlâ kafiyeye
inanıyorum. turgut uyar gibi. rakıyı sevdiğimi saklamamıştım sanırım, açık
etmiştim, saklanmanın bulunmak için olduğundan da bahsetmiştim, ve siz bunu
anlamış mıydınız. küçük kara kuru bir şey gelip oturuyordu bazen kkalbimin
oorta yeyerine, durup düşünüyordum ben buna. ... sözkonusu olan kırılganlık
hassaslık filansa eğer itiraf etmek gibi olmasın ama bir sabun kokusu, bir
yumuşatıcı kokusu bile rahatlıkla, herhangi bir aktivasyon enerjisi
gerektirmeden, kolaylıkla intihara sürükleyebilirdi beni, bunu pekala iyi
biliyordum, ama yapar mıydım, bence yapmazdım. ... ne diyordum, rakıyı
seviyordum. geçen hafta afyon’a gittim bir iş icabı. afyon’un da sucuğu
meşhurdur biliyorsunuz, hatta şehrin orta yerinde bir sucuk heykeli vardı.
sucuk heykeli nasıl olur demeyesiniz, cem yılmaz’ın gora’sında hani sucuklar
ağaca asılı bir biçimde yetişiyordu ya, korkarım cem yılmaz bu fikri bir afyon
gezisi neticesinde kurguladı, çünkü sucuklar ağaçta olmasa bile şehrin orta
yerine yapılmış bir levhada asılılardı, asılıydılar. sonra babama uzattım
mikrofonu: “rahmetli çok içmezdi, çünkü parası yoktu. daha çok parası olsa daha
çok içerdi, ama içmeye ne vakti ne de parası vardı. para buldukça iki kadeh
içerdi akşamları. yanında da sucuğa çok tamah ederdi, sucukla içmeyi çok
severdi. ona da, ancak, bir parça sucuğa parası yeterdi, ben tarladan gelirdim
tam o içmeye oturacağı sırada. bakardık ki bir parça sucuk almış. rahmetli hep
büyük alırdı rakıyı, daha hesaplı olurdu. içeceğini sucuktan anlardık. ocağı
yakardı, bir parçasını halana, bir parçasını bana derken, kendine yiyecek bir
şey kalmazdı, öyle içerdi o iki kadehi.”