Kasım 21, 2008
üç vakit + bonus track
insanın annesinin sabah ona kahvaltı hazırlayıp okula/işe
göndermesi güzel bir şey şair, hele bir de içeriden babanın horlamaları yükseliyorsa. ben buna
onaltı senedir mesafeli yaklaşıyorum. yılda ortalama bir hafta müsaade
ediyorum. sabahları çayı senin doldurmaman diyorum, iç anadolu’ya göre çay
döken birisi varsa hayatında, ya da çay koyan, hafif doğu’ya kayarsak çay
dolduran birisi, ona şu çok sevdiğim lafı söylerdim: “bu dünyada işim iş ya
hacı, ötesini bilemem.” yıllık bir hafta kahvaltılı iznimi kullanıyorum bu ara,
yine erken kalkıyorum yine işe gidiyorum ama “hadi oğlum uyan artık,” var. iç
anadolu’yu, iç yani anadolu’yu, ege’yi, marmara’yı. coğrafi bölgeler de ayrı
bölümlere ayrılıyordu değil mi derslerde, hatta özel de bir adı vardı sanki
onun, iç anadolu’nunkilerden biri haymana-taşeli yöresi dersek büyük bir yanlış
yapmış oluruz ama benim aklımda bu ikisi yanyana gezer nedense. plato ne güzel,
ova ne güzel, yurdumuz ne güzel. rahmetli dedemin babası tekeli yaylası’ndan
göçmüş, o zamanlar platolar icat edilmemişmiş, memiş gümüş veya kasetlerin
üstünde yazan adıyla memiş günüç de elinde sazıyla türkü söyler dururmuş,
tekeli yörüklerindemiş yani hasan dedenin babası hasan büyükdede, babasının
memuriyeti nedeniyle mi göçmüşler bilmiyorum, söyleyeceğimi unutuyorum
muntazaman.
bugün öğle yemek arası, bazı erkeklerin cuma’ya gittiği vakitte
biz arkadaşlarla konu açtık, konu nerden açıldıysa hiçbir şeyi atamadığımı
söyledim. evet bu korkunçtu, hiçbir şeyi atamıyordum. ilkokul bir defterimden
tut, ortaokul’daki haşet kitabevince basılan ing hazırlık kitaplarından,
türkiye gazetesi’nin verdiği nasreddin hodja ile keloğlan ingilizce öğretici
kitaplarından, cumhuriyet gazetesinin verdiği cumhuriyet fasiküllerinden, bira
şişelerinden, gazetelerin kitap eklerinden, birbuçuk litrelik su şişelerinden,
üç litrelik su şişelerinden, üniversite mezuniyeti sonucu istanbul’dan
ayrılırken yanlışlıkla bizim öğrenci evimizde kalmış yaşar teyze’nin
tabağından, içtiğim ballıca paketlerinden, mehmet’in yazdığı mektuplardan,
ortaokulda biriktirmeye başladığım kibrit kutularından, ilkokuldan kalma
pullardan, dedem öldükten sonra ahırda bulduğum ondan kalma iskambil
kağıtlarından, onlardan şunlardan bunlardan. bunların bazıları hatırat gereği
saklanır, çoğu insan yapar bunu, özel bulduğu şeyleri saklar, burası tamam, ama
bira şişesine su şişesine poşete koliye yırtıkpırtık ayakkabılara, vs. ne
demeli. bozukluk. müdahale olmazsa kesinlikle çöp eve döner evim. annem yılda
bir gelip boşaltır sağolsun. orada bulunan arkadaşlardan biri şöyle bir yorum
getirdi ve ben sırf bu cümleyi buraya yazmak için bunu bu kadar anlattım:
“hayatını çok önemsiyorsun.” ... siz de “hayatı çok önemsiyorsun,” denmesini
istemez miydiniz, ‘hayatını’ yerine. bilmem, belki ikisini de yapıyorumdur, c
hiçbiri. hatırlamayı çok seviyorum, iyi hatıra kötü hatıra ayrımı yapmayı
sevmiyorum ve yapanları ayıplıyorum. her zaman olmasa da taa eskileri çalmayı
seviyorum, tatları eski 45’liklere benzeyen. bu yüzden o pikabı da çok sevdim,
teşekkür ederim. yeni şiirimi hurda ve hurdacılık’ın demirçelik sektörüne
katkıları üzerine yazacağım.
“yaa, ne sandın!” cümlesini hiç kullanmadım hayatım boyunca.
çocukken de kullanmadım, izninizle demin kullandığım anı günlüğüme dökmek
istiyorum. an dökmek, an koymak, an doldurmak, an demlemek. ne güzel olmadı mı
bu imge. imge deyince de -ki hiç sevmem bu kelimeyi- ‘dinini imanını’ tümcesi
-tümce demeyi de hiç sevmem- veya ‘tököli imre’ kişisi aklıma gelir. demin
murat’ı gördüm, dedim ki ona; “akşam geliyor musun?” akşam gelip gelmeyeceği
benim için önem taşıyordu, önemi yol kenarında indirip anlatmama devam
etmeliyim, askere gidecek bir arkadaş için kırk kişilik bir grup olarak içkili
bir ortamda uğurlama töreni maksatlı toplanılacaktı bu akşam ve ben
kalabalıktan dolayı hafif bir tedirginlik duyup rakıya dayayacaktım
dudaklarımı. ama yine de önce oturur oturmaz etrafı kolaçan edecek, kendimi
sağlama alacak, herhangi bir terör saldırısı durumunda kendimi nasıl
savunabileceğimin ince açısal hesaplarını yapacak, kan davalılarından birisi
gelirse ortamdaki ilk silahı elime nasıl alabileceğimi kuracak, ortamda
sevmediğim adamlardan birinin sözlü tacizine maruz kalırsam ilk olarak hangi
sandalyeyi kafasına geçirebileceğimi veya masanın hangi köşegeninden uçarsam
ona daha etkili bir yumruk indirebileceğimi aklıma not edecek ve ondan sonra
ortamdaki sevdiğim insanlara bakıp gülümseyecektim tim tim tim tim. buna karşın
makyavelist miydim ben, bence asla, hayır, olamam. çok daha derindi tüm
bunların dibi. çok dipti tüm bunların derini. murat’a dedim ki, “hani,” dedim,
“bazı insanlar vardır, kalabalık bir topluluk içinde onlar da varsa kendini iyi
hissedersin, konuşmasan bile.” “ben de onlardan biri miyim?” dedi. “evet,”
dedim. “evet abi, senle pek muhabbetimiz olmasa da...” diye devam etti. gerisi
artık benim için mühim değildi, “manyetik alan gibi bir şey var sanki di mi?”
dedi, ben de son noktayı koydum: “yaa, ne sandın!”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder