ama arkadaşlar iyidir



23.05.2020


Aralık 01, 2008

yapma cennetler

ay doğdu üzerimize veda tepelerinden. bugün iş çıkışı aya bakarken gördüm, ay ile yıldız aynen türk bayrağında sahip oldukları birlikteliğin tersi bir şekilde birbirlerine sokulmuşlardı. hani çiftlerin yatakta yatma şekillerine göre aralarındaki münasebetin seviyesine veya muhabbetin coşkusuna dair yorumlarda bulunulur ya cosmopolitan tipi dergilerde -sahi ben bunu nerden biliyorum- ben de allah’ın ay’a ve bana beslediği duyguları test etme küfrüne düştüm gibi oldu, halbuki hayır, sen uzaklarda değil, damarımda kanımsın. evet, bu akşamüstü iş çıkışı gökyüzüne kafamı çevirdiğimde bulutlar bana, “selamün aleyküm gardaş,” dediler. bulutların kışın biraz doğulu, biraz şiveli, biraz uzak ama içten konuştuklarını duyarım hep, yazın ise iş çıkışlarında daha değişik karşılarlar beni, benim gibileri. mesela, “merhaba,” derler eğer çok samimi değilsek. ya da yediğimiz içtiğimiz ayrı gitmiyorsa onlarla, “hey george, lennie nerde?” derler, biraz sarhoşlarsa işi “hey george, versene borç,” demeye kadar götürürler. ben de gülümser geçerim. yazın ziyadesiyle gülümser çünkü gökyüzü, size de öyle değil mi değerli gençler? ... tabii tüm bunlar, gökyüzüne bakmayı unutmadığımız zamanlarda geçerlidir. ben sık sık unuturum gökyüzüne bakmayı. hatırlatın bana, olur mu? ... şimdi üniversite birinci sınıfta yazdığım defterlerden birini açsam şöyle bir notla karşılaşmam işten değildir: “en kötü anındayken kavganın, gökyüzüne bakmayı sakın unutma.” bu o zamanlar yeni alınmış bir cep telefonuna gelen ilk mesajlardan biridir, biz böyle mesajlar atardık birbirimize. farkındasınız değil mi yirmibeş yaş üstü okuyucular, yaşınız geçtikçe telefonunuza gelen mesajlar da azaldı. halbuki -helboku- ben kavga etmeyi sevmezdim, sevmedim, artık sevmeyeceğim. ... ofsayttan nefret ediyorsun. ... gökyüzüne bakmayı unuttuğumu ne zaman farkettiğimi buraya daha önce yazmış olmalıyım. buraya ya da her nereye olursa yazdığım şeyler aynı ne de olsa. ... bundan tam iki sene önce bir arkadaşıma verdiğim mesleki bir kitabı geri getirmiş bu arkadaş bugün, ilk önce unutmuşum ona o kitabı verdiğimi, o kitap benim miydi, epey uğraştım hatırlamak için. o çok emindi benim olduğundan, çaktırmadım önce emin olmadığımdan, baktım baktım çıkaramadım, hiç öyle bir kitaba sahip olmamıştım gibi geldi, zihnimdeki şarapları biraları rakıları buharlaştırdım, yine de hatırlayamadım. isim de yazmamışım başına, sonra sayfaları karıştırırken altını çizme şeklim tanıdık geldi, paragraf başlarındaki yıldızları da görünce iyice yaklaştım kendime, sonra içinden iki üç kağıt dökülünce anladım, yazı benim yazımdı, ama o yazılanları ne zaman yazdığımı hâlâ hatırlayamıyordum, hatırlamıyorum, artık hatırlamayacağım. demin yukarıda dediğim şeylere benzer şeyleri oraya da not almışım, o mesleki kitabın içine, insanın hep aynı şeyleri anlattığına dair, ve her insanın bu aynı şeylerinin farklı olduğuna dair. anladınız siz hep bunları, ne güzel. ... gökyüzüne bakmayı unuttuğumu ne zaman hatırladığımı hatırlatmaya çalışıyordum, bir cumartesi sabahı, bir mayıs ayının yirmiikisi idi, mustafa’nın doğumgünüydü çok iyi hatırlıyorum, galatasaray üniversitesi’nin ortaköy kampusunun denize bakan bahçesinde sene 2004 civarı dolanıyordum saat yedibuçuk sularında, o zamanların meşhur dizisi “bir istanbul masalı” çekiliyordu aynı bahçede. ev arkadaşımın hastası olduğu dizinin başrol oyuncusu kadına -diziye değil, oyuncuya hasta- bakıyordum, “o kadar da güzel değilmişsin,” der gibi içimden. “boşver bunları kâmil,” dedim kendime, bak sen denize ve sigara içişine. denize bakarken birden ordan bir balık fırladı, “gökyüzüne bak, ahmak,” dedi. başkası dese aklını alırdım belki, ama “aptalsın bence,” demekle yetindim. balık da cevap verdi, “bu dünyadaki en büyük aptal benim.” ilginç bir ortamdı, her neyse, hepsinin sonunda gerçekten de gökyüzüne bakmam gereketiğini, hem de bunu bir an önce yapmam gerektiğini anladım. ve o gün sabah yediotuz sularında mayıs’ın yirmiikisinde göğe baktım. ondan sonra “işte geldiniz” başlıklı şiir serisini yazmaya başladım, ne sen bunun farkındaydın oysa, ne de polis farkında. ve sigara yaktım kantinden aldığım çayla. galatasaray üniversitesi’nde bir edebiyat kulübünün çıkardığı bir dergi bıraktılar elime o sırada, konusu baudelaire idi. Modern Hayatın Ressamı isimli kitapta, önsözde ali artun, şöyle diyordu:
Baudelaire için sanatın modern kentle kaynaşmasını canlandıran en şairane kahramanlardan biri de Paris’i köşe bucak arşınlayarak çöplerini ayıklayan, işe yarayanları toplayıp yüklenen paçavracılardır. (Chiffonier) “..İşte başkentte günün çöpünü toplaması gereken adam. Büyük kentin savurup attığı, kaybettiği, ayaklar altına aldığı, kırıp döktüğü her şeyi o toparlıyor, ayıklıyor, sınıflandırıyor. İfratın ve israfın kaydını tutuyor. Dikkatli dikkatli seçiyor, ayırıyor; endüstri tanrıçasının dişleri arasında yeniden şekle girecek olanları biriktiriyor... Bütün günlerini başıboş dolaşmak ve uyak aramakla geçiren genç şairler gibi, başını sallaya sallaya, kaldırım taşlarına toslaya toslaya geliyor...” (Charles Baudelaire, Yapma Cennetler, çev. Y. Şahan. s.15. Aktaran, Ali Artun) ...
şifoniyer kelimesini çok özel bulmakla birlikte, şiirlerimi gönderirken mehmet’e şöyle demiştim: “‘hurdacısıyım hayatın’ diye bir cümle kursam boşa çıkmaz elbet.” ahmet’e de göndermiştim, ve o da boşa çıkarmıştı onları. bunları düşündüm o sırada o göğe bakarken. ve bugün tekrar aya bakarken bunları düşündüm, tuttum bunları yazdım. ... rakıyı sevdiğimi saklayamam elbette. annebabamın beni terkettiği ortabir ortaikide hurda toplayarak aylık harçlığımı çıkardığımı da saklayamam. ... salatasına sirke koyma, sevmez. ... geppetto’ma da söylemeyin beni, üzülürüm. çukurcuma’dan aldığım o hurda battaniyeyi hâlâ kullandığımı da saklayamam. belki o gece oralardan geçerken bu yüzden o kadar tedirgin olmuşumdur, ne demiştiniz bana, silly stupid shit fool, sth. else that kind of exiciting: “fuck you.” ve o müthiş klasik, i know what it is to be young, but you don’t know what it is to be old. muydu? muddy waters: “nights in white satin.” ahaha, ben biraz salakım galiba, hâlâ kafiyeye inanıyorum. turgut uyar gibi. rakıyı sevdiğimi saklamamıştım sanırım, açık etmiştim, saklanmanın bulunmak için olduğundan da bahsetmiştim, ve siz bunu anlamış mıydınız. küçük kara kuru bir şey gelip oturuyordu bazen kkalbimin oorta yeyerine, durup düşünüyordum ben buna. ... sözkonusu olan kırılganlık hassaslık filansa eğer itiraf etmek gibi olmasın ama bir sabun kokusu, bir yumuşatıcı kokusu bile rahatlıkla, herhangi bir aktivasyon enerjisi gerektirmeden, kolaylıkla intihara sürükleyebilirdi beni, bunu pekala iyi biliyordum, ama yapar mıydım, bence yapmazdım. ... ne diyordum, rakıyı seviyordum. geçen hafta afyon’a gittim bir iş icabı. afyon’un da sucuğu meşhurdur biliyorsunuz, hatta şehrin orta yerinde bir sucuk heykeli vardı. sucuk heykeli nasıl olur demeyesiniz, cem yılmaz’ın gora’sında hani sucuklar ağaca asılı bir biçimde yetişiyordu ya, korkarım cem yılmaz bu fikri bir afyon gezisi neticesinde kurguladı, çünkü sucuklar ağaçta olmasa bile şehrin orta yerine yapılmış bir levhada asılılardı, asılıydılar. sonra babama uzattım mikrofonu: “rahmetli çok içmezdi, çünkü parası yoktu. daha çok parası olsa daha çok içerdi, ama içmeye ne vakti ne de parası vardı. para buldukça iki kadeh içerdi akşamları. yanında da sucuğa çok tamah ederdi, sucukla içmeyi çok severdi. ona da, ancak, bir parça sucuğa parası yeterdi, ben tarladan gelirdim tam o içmeye oturacağı sırada. bakardık ki bir parça sucuk almış. rahmetli hep büyük alırdı rakıyı, daha hesaplı olurdu. içeceğini sucuktan anlardık. ocağı yakardı, bir parçasını halana, bir parçasını bana derken, kendine yiyecek bir şey kalmazdı, öyle içerdi o iki kadehi.”

Hiç yorum yok: