ama arkadaşlar iyidir



31.07.2011

gel bana güle güle de
kaç kurtul benden
hırsız polis
iyi polis kötü polis
erkek adama erkek damat
adanalıyık
erkek adamın erkek oğlu
keban barajı
nil nehri ve amazonlar
ontario gölü
kerem
aşık ve başka bir şey olmak
kaşık pozisyonu
terket benden
konuş benimle
beni sev
balkona çık
kurtar kendini benden
at beni
erkek adı bulut
kız adı harika
marital status
yaz ve mevsim

ağlıyorum yine nilüfer söylüyor. kendime karşıdaki çaycıdan megafonla bi nilüfer söyledim. söylemeye ve konuşmaya devam ediyorum. hayat beni buna itiyor. aşk bir havuzdur içine aptallar düşer, ama beni ittiler. ne kadar da ergendik tanrım. tanrım bizi niye o kadar ergen yarattın. mesela selçuk alagöz ve orkestrası bindokuzyüzaltmış sonlarından bu yana ararım diyor. hatta ekliyor, sorarım, ıssız gecelerde, sevgilim nerde. yatak o kadar küçük olmalıydı ki yaz maz demeden düşmeyelim diye birbirimize sımsıkı sarılarak uyumalıydık, seviştikten sonra bile. halbuki ben kokun üstümden hiç eksik olmasın diye hayal tarıyordum.

rıfat ya da rifat neyse de rafet hakkaten garip isim. kuşlar özellikleri yazları otogarlarda cinnet getiriyorlar, geçiriyorlar, ikisini de kabul ediyor tdk. ayrıca susamak da en çabuk bulaşan hastalıklardan biri, birincisi esnemek. şeffaf askılı sutyen, boncuklu askılı sutyen, bunlar yanlış hareketler. bazen bu ne güzel kız diyorum, yanındaki annesine bakınca soğuyorum.

klimalar tıp tıp su damlatırken saatlerin ilerliyor olmasına tekabül ediyor bu. pazarlarda hâlâ çocuklar sebze meyve satıyor, manavlar çok pahalı biz o yüzden halk pazarından alışveriş yapıyoruz ve ilçeden ilçeye pazarın hangi gün kurulduğu değişiyor, yeni taşındığımız ilçede ilk buna uyum sağlıyoruz. charlotte hâlâ sometimes.

her şeyin bi önizlemesi bi fragmanı bi bi şeyi var ama hayatın yok. reva mı bu tanrıdan. tanrıdan diledim bu kadar dilek hem.

30.07.2011


yakınlarda bu bitkiyi gören tanıyan var mı? bu bitki benim yıllardır adını arayıp sorduğum ama bir türlü resmi veri elde edemediğim bir bitkidir, denizkıyılarında yaşayan köylüler bile isim takmamış buna, geçenlerde nerden baksan yüz yaşında bi teyzeye sordum, bilemedi. yurdumuzun şahitleri olduğum güney ege kıyılarında bolca rastlamışlığım ve kokusuna mest olmuşluğum vardır. zaten kokusu dışında dikkat çekici herhangi bir yönü yoktur. epey ağır bir kokusu vardır ve çoğunluk tarafından sevileceğini sanmıyorum. ama ben sevdim, sevmekdeyim. şimdi şu vakitte nerden bulduğumu sorarsanız, karşıya istasyona geçmiştim, orda yol kenarında bir koku cezbetti, ve hemen fotoğrafladım. adını öğrenebilene bir kasa bira benden.

masa örtüsü defaulttur, aman diyeyim.
bulunca dinlediğim bazı şarkıların devamı

erkut taçkın - beyaz ev: hoparlörde duyar duymaz beni bu yazı silsilesinin devamına iten şarkı oldu bu bugün için. bu yazı dizisinin daha önceki bölümlerinde de dinlemiş olabilirim, fark etmez, ne de olsa burda bizbizeyiz. evet bu şarkı benim için tahrip gücü epey yüksek bir şarkı. sanatçının diğer hiçbir şarkısından aynı etkiyi alabildiğimi söyleyemem. hemen ilk duyduğum zaman ve şartlardan bahsedeyim. sene ikibiniki olmalı, taksim'de cumhuriyet meyhanesi'nden biraz daha aşağı doğru ilerlersen sahibinin sesi adlı bir mekanı görürdün. bana orayı o ara takıldığım dergideki arkadaşlar öğretti. sonra ben orayı bir sevdim bir sevdim ki sorma. yetmişler türkçe popa merak salışım da o zamanlara rastlar. sakallı dj, adı metin'di diye hatırlıyorum, bu şarkıyı çalardı. müjgan'la ben ağlaşırdım. adını ve söyleyenini öğrendim sonra. başkalarını da taşıdım o mekana. "ı" sevmezdi orayı, hem de hiç sevmezdi. "g" çok severdi. facebook'ta orada çekilmiş bir fotoğrafım var diye hatırladım şimdi. her neyse, bu şarkı orada yer etti hayatımda. sonra beyaz evlere girdim çıktım epey. n.'nin beşiktaş'taki evi bu şarkı için o kadar uygundu ki, aynı zamanda s.'nin yalıkavak'taki yazlıkları da bu şarkıya mekan teşkil etti bir süre. neyse ne, iyi şarkıydı bir zaman, epey bi çaldım ben bunu.

nora luca: icra edenin adını şimdi bir çırpıda yazamayacağım ama tony gatlif'in gadjo dilo filminde ve film müzikleri albümünde geçer. etkili bir film ve şarkı, ki filmin müzikleri çok iyiydi zaten genelinde. eskişehir'de a. ile izlemiştik diye hatırlıyorum, hatta tony gatlif'i seviyor oluşumun temelini de o zaman atmıştık. güzel bir kadın nick'idir aynı zamanda.

portishead - carry on: kendilerinin az bilindiğini düşündüğüm bir şarkısı. ağır alkol alınmış bir gecenin yatağa düşmeden önceki son sallantılarını hatırlatıyor bana. aynı zamanda erotik bir tavır var şarkıda. bir taraftan da depresif bir hava. radiohead'in idioteque'inin uzaktan akrabası bu taraftan. temposu yüksek.

bülent ersoy - her gece yollarda gözledim seni: kasım inal tekin'e ait hüzzam şarkı. tipik, iki dörtlüklü. bendeki konser kaydı, bülent ersoy'un sesten ibaret olduğu zamanlar, müthiş bir ses ve icra birlikteliği. bir benim arkamda yok zaten şöyle bir orkestra. enstrümantasyon da hüzzam makamına çok uygun.

tanju okan - çal çingene: bu yazıları yazarken genelde müdahale etmediğimi, kendimi winamp'ın ve arşivimin insafına bıraktığımı daha önce söylemiş olmalıyım. bu şarkı, normalde elimi atıp da dur şunu bi dinleyeyim dediğim şarkılardan olmadı hiç. ama şimdi dinlerken tekrar fark ediyorum ki hakikaten güzel şarkı. misal, şimdi yanımda olmalıydın, temmuzun otuzu mu ne, kahvaltı ardından kahve faslı derken maddi durumumuz zayıf ya, çeşme'ye foça'ya filan gidememişiz haftasonu, evde sıcaktan gevremişiz, ev kredisi ödüyoruz dikkat etmemiz lazım, ama bir bira fena mı olurdu, deyip markete iniyorum, ikişer tane bira ve yanında birer tane max alıyorum, max'ları sana çaktırmadan buzluğa atıyorum, çünkü saat dört gibi canının tatlı şeyler çekeceğini biliyorum. birinci biradan ikinci biraya geçerken bu şarkı çıkıyor piyasaya, güzel oluyor.

tindersticks - rented rooms: oldu mu şimdi. aptal bir şarkı. gerek yok yani şimdi şu keyfi bozmaya. benim de böyle asfalt dökülmüş bir sesim olsa diye bazen düşünmedim değil elbette. yaylılar iyi ne olursa olsun. yarıda keselim en iyisi.

vonda shepard - tell him: n.'ye öğrettiğim ve o zamanki platoniğine, şimdiki karısına dinleterek epey bir fayda gördüğü şarkı diye hatırlayyacağım ben hep bunu :) ally mcbeal'de geçiyormuş, benim cnbc-e vs. dizileriyle hiçbir zaman aram iyi olmadı. doğrusu dizilerle aram iyi olmadı. ama cnbc-e dizileriyle hiç olmadı. koylü müyüm. ne dersen de on numara şarkı, hep erkekler kadınlara söyleyecek değil a.

bonnie tyler - total eclipse of the heart: hımm, bak bu ağır oldu şimdi. kadınsı bir eyleme geçti sanki winamp. büyük şarkı. en son stockholm'de gittiğim karaoke barda genç bir çocuk söylemişti sevgilisiyle birlikte, sonrasında beni de sahneye çıkmaya iten şarkı bu olmuştu zaten. insanın evinde geniş bir müzik sistemi olacak ve bu şarkı bazı anlara eşlik edecek. şahsen bir barda kayıttan müzik çalıyor olsam bu şarkıyı es geçmezdim. klasikler gecesi. ama bağırmadan eşlik edilmez ki. i really need you tonight. iyi geldi şimdi.

nida tüfekçi - şu derenin alıcı: hem kayıt hem icra çok iyi. kıvrak türkülerimizden. kafiyeler çok yerinde. alıç da mı diksek bahçeye, bıldırcınlar rahat eder, ama alıçları kendilerinden bitmeleri üzerine doğanın takdirine bırakmak mı lazım yoksa. silifke yöresine ait bir türkü olup erkin koray tarafından tımbıllı adıyla da yorumlanmışlığı ve türk hafif müzik tarihine altın harflerle yazılmışlığı vardır. elinde bağlamayla birini görsem anında alnına silah dayayıp bu türküyü çaldırırım.

luke - take me home: iyi bir başlangıç. al sana gayet iyi bir haftasonu şarkısı.

cem karaca - beyaz atlı: çok güzel bir bağlama atışıyla girer bu türkümsü. beyaz atın süvarisi yorulmuş. şovmen beyaz da bunu jenerik olarak kullanmıştı programında, hatta ben de ilk oradan duydum sanırım. beyaz atlı pire olası geliyor insanın.

bush - glycerine: gliserin diye şarkı mı yapılır demeyin, bomba bile yapılır. taa epey müntehir olduğumuz çağlardan kalma bir şarkı, bush'un diğer sevdiğim şarkıları yanında sönük kalır bana göre ama yine de dinlemek lazım, en azından letting the cables sleep kadar kötü etmez insanı, ya da edebilir, arada kaldım.

alim qasimov - kör arabın mahnısı: azeristanın yetiştirdiği mühim şahıslardan birinden çıkma önemli bir eser. kör arap tamlaması benim için önemli, memleketimde kör bir arap vardır çünkü, ve araplar önemlidir. zamanında halep ve civarından ev ve tarla bağ bahçe işlerinde yardım etmeleri amacıyla zengin ailelere transfer edilen arapların halep türküsü, cezayir, vs adlarıyla yaktıkları türkülerin geri planında onların dramını duyarım. ve bir tanesi davulculuk da yapar, kördür.

ry cooder - feelin' bad blues: bir şarkıya isim verip o isme göre bir enstrümantal eser yaratmak zor olsa gerek, ya da sonradan mı isim vermek. üstad bunu bu eserinde de başarmış. ama ben bunu gmaildeki nickimde de belirtmeye çalıştım ki: feelin' dad blues, da güzel bir isim olurdu freudal bir gerilimle babasını hatırlamaktan korkarkorkmazkorkan bir erkek genci için. sonracığıma, feelin' dead blues, ne dersiniz, hoş olmaz mı.

music makes the people to be continued, devam edecek.

25.07.2011

ben krepin nasıl olduğunu ilk sene kaç öğrendim, ama mazisi pek uzun değildir bilesin. peki o zaman bana bir kez yüzünü göster, merhaba filan de, ben de merhaba merhaba dersem bil ki. de'yi da'yı ayrı yaz yeter. kırmızı ruj sürme lütfen. bana kızdığında benim kavga çıkarmamı bekleme, kavga edemem ben. hep affetmek ve affedilmek isterim. kızayım istemem.

fransızca tabii, de, biliyorsun dil en iyi anavatanında öğrenir, tutup beni kolumdan oraya götürmen gerekebilir, ama orda balkon yoksa gelmem ona göre.

yani günaydın diyecektim ben sadece ama lafı her zamanki gibi uzattım. ben zaten saksılardaki çiçeklere de kıyamadım bir türlü. dalından koparılmış çiçek mi alınırmış, ya arsayı alacaksın, ya da gücün yetmiyorsa saksısını al, o da makbul. kiminin parası kiminin duası. hhhhhhhh [burda yazıyı hıçkırık tuttu]

bazen kalbimde öyle bir deprem oluyor ki her şey yerli yerine oturuyor. bazen içimde öyle birr depremi müteakip öyle bir tsunami oluyor ki dünyanın bütün cankurtaranlarını bir kaşık suda boğuyor.

dünyanın bütün floresanları, birleşin.

dünyanın küpeleri tekrar çok büyük.

bugün işyerinde iki aylık olan cıvık bir çocukla ben akşam mesaiye kalınca sohbet ettik biraz. söz ortamda bulunan eski ve iyi arkadaşa gelince, "hadi bakalım doktor, patlat bi doktor" dedi. çaresiz derdimin sebebi belli / dermanı yaramda arama doktor / şifa bulmaz gönlüm senin elinden / boşuna benimle uğraşma doktor diye dökülüvermişim. konu nerdense benim çok içiyor olmama geldi. sonra o cıvık çocuk dedi ki, "abi benim babam alkolik. keman çalar ve içip ağlar." ve cep telefonunda kayıtlı bulunan videoyu gösterdi. "ulan," dedim, "böyle bir adamdan senin gibi bir çocuk nasıl," diye şaka yollu üzüldüm. babasının o videosunu gösterirken tüyleri diken dikendi ve gözleri dolmuştu keratanın. o zaman içimden dünyanın gerçekten acayip bir kavşak olduğunu anladım.

tatile gidelim yeter.
güzelliği ilk tercihine yerleştirdim.
şimdi, benim aklıma bu sabah tiamat'ın gaia'sını tam altı yıldır hiç dinlememiş olduğum mu geldi, ve bu geliş aklıma başka şarkıları da mı getirdi, işte hatıranın burası biraz belirsiz, şu saatte sabah saatlerine tam olarak dönmem ve müthiş bir yazar hafızasıyla/hayalgücüyle ayrıntıları kusursuz betimlemem mümkün değil. ama biz bir zamanlar böyle şarkılar dinliyorduk, biz dediğime de aldırmayın siz, ben dinliyordum, şahsen dinliyordum. sonra işe gittim. resmi olarak haftanın ilk işgünü olması benim için pek bir şey ifade etmiyordu, nitekim bunun cumartesisi pazarı olmayabiliyordu bazen. ama inan ki bu çarşamba öğleden sonra kesin boşum, işim yok, ara beni şeyde buluşalım, ımm, alsancak'ta tabii, eski kokulu başka bir semt bilmiyorum çünkü izmir'de. ayrıca evlendikten sonra bu sistem değişecek elbette, o zaman cumartesi pazarım benim de olacak, pardon yahu, ikimizin. her neyse, bugün sabah mükellef domatesli salatalıklı hatta yeşil taze biberli kahvaltımla bir çeyrek ekmeği mideye indirdipdip sigaramı tellendirdikten sonra içimde ulan dedim, bugün birkaç şarkı daha dinleyeyim eskilerden, do you dream of me, dedim. this punishment, dedim. nerde metal kokusu varsa içime çektim avradını. dying to meet you ile karar kıldım.

gece vardiyasından mesaiyi devraldım. etrafım kalabalıklaştı, stajerler, yeni mühendisler, eski işçiler, vs. didem madak'ı tanıyan kimse yoktu aralarında. bir bu eksikti. bu bir eksiklikti.

24.07.2011

yaptım ve üzüldüm derkenki üzüntü ile yapmadım, yapsa mıydım, derkenki üzüntü arasındaki yedi farkı bulalım lütfen.
didem madak'ın pazar sabahının dibinde bana yaptıkları. bu iyi olmadı. kendisi ile ilgili düşüncelerime blogdaki önceki yazılardan birkaçında ulaşılabilir. birhan, haydar, hepsi bir yana, didem bir yana idi bende.

şimdi işe gitmem lazım. allahtan iş var, bunları düşünecek takat bırakmıyor insanda. sıkılmaya üzülmeye çok az zaman kalıyor.

23.07.2011

güzellik kaçıncı planda
gece tüm işini bitirdikten sonra masanın üzerinde -bilhassa sonradan seyretmek üzere- biriktirdiği bira şişelerini izlerken, yerde leşlerini seyreden muzaffer edalı bir askere mi benzer alkolikler. ya da şöyle olur onlar böyle yaparken, şişeler masanın üstüne sığmaz olur, ama o sonradan manzarayı seyredip yabancılaşmak istemediğinden içi boş şişeleri masadan ayırmaz, ama bu sığmazlık öyle bir raddeye gelir ki süre sonra, içmek üzere açtığı şişeyle yeni bitirdiği şişe yanyanadır, o izmarit dolmuş kültablasını daha fazla meşgul etmek istemediğinden, söndürmek üzere sigarasını boş olduğunu umduğu şişelerden birine atmaya yeltenir, atar, ve bu genelde yeni açtığı bira şişesine tekabül eder; olsun, o küllü öyle küllü de içer.

her ölüm erken ölümdür, dedi işyerindeki çocuk, şefin babası ölünce, ama, diyerek devam etti. ama bunun bir şey olduğunu besbelli bilmeden, kulaktan dolma.

amy de ölmüş diyorlar. dudağının üstündeki piercing'i bana verseler keşke.

20.07.2011

sıcak su tam açıkken soğuk suyu açma teşebbüsünün ardından geçen zamanla birlikte sıcak suyun tadı kaçtı, bu işe fena bozuldu, kendini saldı. suyun olabildiğin/ce tazyikli akması gibi güzel bir şey var mı, size bu satırları duşun altından mı yazıyorum yoksa, suda yazan kalem icat olundu, mertlik namertlik konuşulur oldu ortalıkta dört bir ağızdan.

şair, nehri mi yüzyıla, yüzyılı mı nehre benztiyordu o şiirinde. şaşmıştım epey ben bu işe.

inciri kabuğunu soymadan bile yiyebilenler var. allah'ım yarattığın şu meyveye bi bakar mısın, yaramazlık yapıyor. bir kadın memesi ancak bu kadar hoş bir benzetmeyle anlatılabilirdi allah'ım, yolun açık olsun diyorum. tanrım dikkat et kutunda dünya var. tanrım peki bu benim sırtımda taşıdığım dünya, diyelim ki ayağım taşa takılıp bacaklarım sürçse, düşse kırılan cinsten mi?

tanrım kötü kullarını sen affetsen ben affetmem (bergen: tek gözlü bir nakarat)

adı pınarbaşı olan herhangibir köye muhtar olarak atamamın yapılmasını görüşlerinize arz ederim.

kadıköy'de mi kalsam taksim'de mi karar veremedim.

burda şehre uzak bir enlemde ikamet ediyor olmak da bir ne yazık.
ikinci ne yazık olansa burda şehre uzak bir boylamda ikamet ediyor olmak.

hayat hep bu kadar güzel olmak zorunda mısın.
hayat saçlarını hangi kuaföre kestiriyorsun.
hayat geceleri makyajını silmeden uyumadığın doğru mu.
hayat bu akşam da çok güzelsin.
hayat bu akşam her zamankinden daha güzelsin.
hayat saçlarını boyatmak ne kadar da yakışmış sana, açmış sanki seni.
hayat yakarken kaç faktörlü yağ öneriyorsun kurbanlarına.
hayat eskisi gibi kontağı çevirirken gaza basmıyomuşsun yeni arabalarda, ne diyosun buna, enjeksiyon mu diyosun, benyaptım mı diyosun.
hayat parfümünü çok sık değiştiriyosun. bi de küresel ısınma dersin.
hayat o elbiseyi nerden aldın. nee, terziye mi diktirdin. peki terziler gelmiş, ona ne buyurursun.
hayat sana edecek iltifat bulamıyorum.
hayat sizi düğünümüzde gelin olarak pistlerde görmek isteriz.

19.07.2011

karıncalar bu alemin casuslarıdır.

18.07.2011

ciddiyetten hoşlanmadığımı söylemiş miydim. süpürgesi yoncadan adlı türkümüz sanki önce bestesi yapılmış da sözler sonradan oturtulmuş hissi veriyor bana. on numara bir türkümüz. nida tüfekçi'nin albümleri çok güzel. hakediş diye tek bir kelime var. bedia akartürk, makbule kaya, seha okuş, emel taşçıoğlu, neriman altındağ, seha okuş, muzaffer akgün, arzu aldemir, sabite tur gülerman, bunlar güzel kadın sanatçılarımız, kendileriyle gurur duymakta kararlıyız. ama bir ajda pekkan öyle mi ya, ne yaptı allasen müzik adına, ben de bunu anlamıyorum, şişirme star nolcak. yeri geliyor sigaradan aldığımız ilk nefes bizim için ne çok önem taşıyor. bak şimdi, donna summer'ın da yeri ayrıdır bende kadın sanatçımız olarak. şarjı bitmek üzereyken bunu tekrar tekrar hatırlatan cep telefonumuz, şarjı dolduğunda sadece sessiz bir ışık yakmakla yetiniyor.

incir çıkmış ya pazarlara, düşünsene yaz gelmiş, ortası olmuş, sona doğru ilerliyor ki incirler olgunlaşmış. üzüm de çıkarsa bitti demektir yaz. ben göremeden bitmesi ne acı, yakıştıramadım allahımıza. atalet mi bu sanki benimki.

bana göre moment aldığını mı sanıyorsun tanrım?

suyun çalkalanması -şöyle bir durup düşündüğünde- hiç de ilginç değil. ama bazen de o kadar ilginç ki şaşarsın. msn'in bile penceresi var, gereğinde balkonu bile olur, ama benim öyle mi, bir balkonum bile yok. napıyorsun, anlıyo musun. biz bodrum'da torba kavşağından girdik içeri gündoğan'a doğru, sonra orda stabilize yolda ilerlerken -tabii ben ehliyet sahibiyim o zamanlar- incir satanlardan küçük bir kızı seçtik incir almak için. şapkası filan var. [bence güneş de kesin şapka takıyordur o kel kafasına.] incirin içinde bulunduğu bir hasır sepetimiz oldu parasını verince. incirleri de mideye indirince sepet bize kaldı. bağlarını tek tek çözdük diye hatırlıyorum, yanlışım olursa sen beni uyar.

apartmanda birinin birisi öldüğünde her zaman ilk etapta bir ölüm sessizliği gelişir. kendine yer bulur. could i have this kiss forever, ne düetti be kanka, bi de şey vardı o ara meşhur, marc anthony ile neydi o kadının adı, şey diyorlardı şarkıda, i want to spend my lifetime loving you, bomba pop zamanlardı, seviyorduk nitekim.

bana kavununu mu versen, onu da siftah edemedim bu yaz, yaz geçmeden tatsaydım. üzümler çıkmadan lütfen. eylülde gel, yok artık. duma duma dum, portakalı soydum, dün bir yalan uydurdum, ben bir yalan uydurdum, ben dün bir yalan uydurdum, başucuma astım. karanfilli var mentollü var karanfilli var mentollü var. şayet toprak reformu dolaylarında devletim beni ağa yapsa ve bana geniş bir köy bağışlasaydı, o köyün adını pekala karanfilli koyabilirdim. kızımızın adını da karanfil mi koysak napsak, pek tatlı geldi şimdi düşüncesi.

neyse, benim şimdi çıkmam lazım. adın dilimde bir hızma gibi, parlıyor, o yüzden adını söyleyip çıkıyorum. duyarsan gel.

16.07.2011

bu saatlerde bu gün bu rda arkadaş pek bu lunmaz
bu neçim hikaye böyle

o zamanlar epey kısa olan saçlarım sağ ve sol önden iki yola ayrılmış, ortasında çalılıklar var, bir bit yolunu kaybetse sağdan mı soldan mı atak yapsam diye karalar bağlar, o derece. kafamın iki dönerli orta yerinde de güller açıyor, bir boşluk hissi hakim. kullandığım kellik ilacı da bir kaşıntı yapıyor ki sormayın gitsin. nereye gitsem elim saçlarımda, kaşındıkça kaşınıyor, ama biliyorum bunun sebebi bir yerden saç gelecek, hani muhtelif bölgenizdeki kılları kestikten sonra tazeleri çıkarken de öyle olur, ordan biliyorum.

o zamanlar temmuz ayının ortalarındayız. imalat sektöründe sınıflanan, türkiye'nin en büyük beşyüz şirketi sıralamasında capital dergisinde kendine yer edinmiş bir ağır sanayi fabrikasında tam zamanlı mühendislik yapıyorum, mühendisliğin yanında zaman zaman yalakalık, zaman zaman politikacılık, zaman zaman amelelik de yaptığım oluyor. yükselmesi an meselesi olan, işletmenin geleceği gözüyle bakılan, geleceği parlak bir zeka timsaliyim. fabrikanın o anki genel müdürünün adıyla anıyor içerdeki diğerleri adımı, geleceğin -atıyorum- cemal süreya'sı diyorlar mesela türk şiirinden örneklersek.

bense daha farklı bir kafadayım. napacağım bu kendimle diyor, kafamı kaşıyorum habire. otuzuma merdiven dayamışım, hatta o senenin bir sonraki senesinde otuzu kırka bağlayan yaşlardan gün almaya başlayacağım, kafam da hayli karışık. yirmiiki yaşımdan beri düşündüğüm işler hiç de düşündüğüm gibi ilerlememiş, üstelik aradan sekiz sene geçmiş. dünya tarihine bakıyorum, pek çok büyük şair yirmibeşinde ilk şiir kitabını çıkarmış, ben otuzumda olmama rağmen herhangi bir dayalı taşım yok. pek çok büyük müzisyen daha yirmiyedisinde ununu eleyip eleğe asmış ve otuzuna varmadan çekmiş gitmiş, bense hâlâ ne yapsam diye düşünmekle meşgulum. pek çok insan otuzunda iki çocuk, hadi bilemedin bir çocuk sahibi olmuş, onun geleceğini hazırlamakla meşgul, hatta öyle bilinçliler ki bu yaşlarda sünnet yaptırırsak freud icabı çocukta ilerde cinsel ve bunun getirdiği psikolojik sorunlar peydah oluyor, diye düşünüp hareket ediyorlar, ama ben hâlâ boşa akıtıyorum menilerimi. ve kafam kaşınıyor, allahtan fazla beyazım yok diyerek teselli buluyorum.

o zamanlar böyle geçiriyorum günleri. kadınlarla başım dertte. yirmiikimde zaman kaybetmeden mezun olmuşum üniversitemden bok var gibi, sonrasında akademiye girmişim, bir altı yıl orda zaman kaybetmişim, sonra da o anlar çalıştığım, şimdi anlattığım işime girmişim. işe girerken, bende adettendir, diye şehir değiştirmişim. şehir değiştirmek hayatımdaki ortalama dört yıllık bunalım periyoduma geri döndürmüş beni. ve üstüne üstlük, gündüz vakti içip gidip beş senelik yüksek tazminatlı bir sözleşmeye imza atmışım. sırf kendimi bağlamak istedim belki de. ve şu anlattığım zamanlarda bu sözleşmeden geriye üç yıllık bir çile kalmış. askerliğimi bitireli bir sene olmuş ve daha o günün bugününde rüyama komutanlarım girmiş, yine, saksı gibi ne duruyorsun, demiş, diyememişim ki ben durmakla meşhurum. emredersiniz komutanım, dışında ağızlardan ses çıkarmak zor.

o zamanlar fabrikada üretimle ilgili problemlerle ilgileniyorum. ki üretim demek problem demek. istatistiklere göre günde onbir kilometre yol katediyorum. yürüdüğüm ortamdaki hava sıcaklığı geçtiğimiz haftasında yetmişdört derece santigrat ölçülmüş, işletmemiz tarafından yoğun mineral kaybına takviye amaçlı olarak günde iki kez soda dağıtılıyor. sıcağın verdiği bunaltıyla gerçekleşen yanmalar parmak kopmaları ve kan-gövde davaları da cabası. işçisini seven şef işçisine kola, fanta ne bulursa dağıtıyor.

ve yine sarhoş olduğumu düşündüğüm bir an peder beyimle bir sözleşme yapıp yeni işyerimin bulunduğu il merkezinden bir ev satın alma gafletinde bulunmuşum. neymiş de, lojmanda kalırmışım, giderim olmazmış, evi kiraya verirmişim, kira ve maaşımdan arttırdığımla da krediyi ödermişim. evcil bir insanım ya, buna kanmış olabilirim, ya da bana bir şeyler içirmiş olmalı. bunu kabul ettim, sağolsun kiracı kirasını sektirmiyor, maaşımdan da bir şeyler kalıyor. ama lojman? nasıl bir yer,.. organize sanayi bölgesinde, akşamüzeri saat altıdan sonra tek alışverişin karşıdaki benzin istasyonundan yapılabildiği, üç katlı, üst katlarda evli çiftlerin oturduğu daireler, ve alt katta bekar stüdyo daireleri. en yakın şehir merkezine otuz kilometre. ve düşünün ki ben o zamanlar ehliyetimi alkollu araç kullanmaktan ikinci kez emniyet mensuplarına teslim etmişim.

nitekim zor zamanlarmış o zamanlar, şimdi hatırlıyorum da. bunların üzerinde zemin bulduğu o yılın temmuz ayı orada bulunduğum ikinci yılın tam da dönümü. iki sene öncesinde birini itmişim hayatımdan, düşmüş, iflah da olmazmış zaten. geçen senesinde ise biriyle saatlerde konuşmuşum. ona gitme diyememişim. beklerim de diyememişim. sadece, demişim, ben ellili yaşlarımda anlatmak için yaşamıyor olmayı dilerdim bunları, demişim, ama şu an yaşadıklarımız sadece ellili yaşlarımda bir hoş hatıra olarak hafızama kazınsın diye yaşanıyormuş gibi hissediliyor, demişim, ve gitmiş. bu senesinde ise bir sürpriz doğmuş temmuzun.

o zamanlar o fabrikaya gelen torpilli stajerler de lojmanda kalma hakkına sahiptir. ama bir kızın o lojmanda kalması, stajı bittikten sonra akıl ruh sağlığı yerinde ayrılması pek mümkün değiltir. ve bir kız gelmiş annesi ve kız kardeşiyle beraber. ben otuz yaşındayım. stajer kız biraz gecikmiş okullulardan, yirmibeş yaşında, kız kardeşi ise onyedi. anneleri de çakır gözlü, şişman, bildiğin bizim anne tipinde, ananne olmaya belki yirmisinden beri aday. küçük kız çok güzel, yirmisinde yirmibirinde gösteriyor. öyle bir yüzü var ki değme dünya güzellerine taş çıkartır. poposu biraz büyük ama ziyanı yok ayak bilekleri ince olduktan sonra. ben o zamanlar dudakların insan hayatındaki yerine yeni yeni hakim oluyorum ve o küçük kızın dudaklarında belli ki hayat var, o derece kendiliğinden kımız ve kırmızı. büyük kız ise tam bir tarz sahibi, çenesinde ve kaşlarında piercing'ler, öyle bir fabrikada tüm fabrikaya meydan okumak gibi bu, hele öyle bir lojmanda dedikoduya sms yollamak gibi bir şey bu. ki o dövmeleri gören sivrisinekler içtimaya duruyor, o derece tarz. ikisi de birbirinden güzel. ama küçük kız daha bir ilgimi çekiyor. normalde lojman ahalisiyle sadece epey bir günaydınım ve iyi akşamlarım var. ama onlar geldikten sonra lojmanın havası değişiyor, yıllardır kurumuş kenardaki kuyunun suyu canlanıyor, yavrulama zamanını yeni geçmiş serçeler tekrar yumurtluyor.

büyük kız hergün stajına gidiyor, küçükse mütevazi lojmanda dairesinde annesiyle beraber kah internet başında kah dışarda diğer mühendis evhanımlarıyla sohbet ederek günlerini geçiriyor. onlara sorduğumda, bir aylığına staj için şehir merkezinde kiralık ev bulamadıklarını, o yüzden lojmanda kalmak istediklerini, ama buranın böyle bir yer olduğunu bilseler böyle bir şeye yeltenmeyecektiklerini, söylediler. ben de zamanla alışacaklarını onlara hatırlattım.

akşam mesai çıkışlarında bir şey beni onlarla lojman bahçesindeki piknik bankında oturmaya çekiyor. normalde dairesinden sadece iş saatlerinde çıkan benim gibi biri için ahaliyle akşamları bahçede muhabbet etmek, bu bir şeye benzetilesi bir şey değil. ama yapıyorum, o iki güzellik, özellikle küçük olanı, beni bakmalarıyla öyle bir çekiyor ki, elim ayağım şaşırıyor. ki bu konularda hakkaten şapşalımdır ilk zamanlarda.

o zamanlar benim de değişik bir yaşantım var işte. her gün içmeyi adet edinmişim kendime. arasıra yaramazlık yapıp barlarda kadınlarla tanışıyor, onlarla sonu gelmeyecek ilişkilere giriyor, sonra yine bara gidip o kadını barda bekliyorum. haftaiçi gecelere kadar işime sarılıp kendimi yoruyor da yoruyorum. kitap filan okumuyorum. yazı da yazamıyorum. bir acaip zamanlar o zamanlar. o geri gelecek mi diye bekliyorum, gemiyle gemilerle falan uğraşıyor, bir şeylere çok nadiren kafa yoruyorum. bir ay boyunca ehliyetimi geri almak için sürücü davranışlarını geliştirme eğitimine gitmişim, ordaki tiplere baka baka kararmışım, bu eğitim beni alkollu araç kullanmaktan uzaklaştırmak yerine iyice alkoliğim tribine kaptırmış. kursa katılanlar olarak hepimize alkolik olduğumuz belletilmiş ve kurtulma ihtimalimizin yüzde bir olduğuna da inandırılıp, nasılsa kurtulamayacağız deyip, yada ben kurtulmayayım o kurtulsun deyip doksandokuzumuz kendini o bir kişiye feda ederek, içmeye devam etmişiz. neler de neler. babam tipi bir yaklaşımla hayattaki her şeyin insan için olduğuna iyice emin olduğum zamanlar o senenin temmuz zamanları. ben otuz yaşındayken.

küçük kızla aramda onüç yaş var. bu benim vicdanımı yoran bir şey. geleneksel bir bakış açısıyla büyütülmüşüm ve bu yaş farkı bana acaip geliyor. bunu kendisine söylediğimde, bu onyedi yaşındaki kızın bana dediği ne olsa, aşkın yaşı yoktur ki. lojmanın merdivenlerinde başbaşa oturuyoruz. arasıra eve uğramam lazım deyip daireme girip iki yudum içip geri geliyorum, daha rahat konuşabileyim diye. ablası ilk zamanlar biraz soğuk, dışarı bahçeye pek çıkmıyor. ben de bu sırada her gece küçük kızla merdivende oturup, diğer komşu evablaların bakışlarına aldırmayıp konuşuyorum. onu dinliyorum. çok çekiyor beni ama diyorum bir türlü, o onyedi ben otuz. pınar kür'ün 'büyük aşk'ında vardı sanki diye kendimi ikna etmeye de çabalıyorum. aklıma hatta beni bu kitapla tanıştıran elif geliyor, hâlâ okuyor mudur hikâyelerimi diyorum. taa o zamanlar, düşünsene.

küçük kızın çok güzel tokası yere düşüyor, alıyor ve geri vermiyorum. toka önemli bir aksesuar değil mi ama kadında, ben ki firketeye şiir yazmışım o zamanlar.

sonra sonra büyük kız, kardeşiyle ben otururken yanımıza gelmeye başlıyor. ben ki, bir akşam küçük kızla oturmadan evvelinde çok ama hakkaten çok içmişim, ve onun beni beklediği merdivene uğramadan edememişim. uğradığımda ablasıyla oturduklarını görmüşüm. o zamanlarda bir akşam işte bu, sonra ben bir konuşmuş, bir anlatmışım ki ablası da küçük kız da gülmekten kırılmışlar, ve o kaç zamandır sustuğum günlere şaşmışlar.

ertesi gün büyük kız yanımızdan ayrılmaz olmuş. bana bakar bakar bakar olmuş. sonra ben hissetmişim ki bana vurgundur. ben küçük kıza, küçük kız bana, ablası bana.
beni sev

paris'e hiç gitmedim. merak ettim. birileri bir şeyler anlattı oradaki hatıraları dahil. paris, texas adlı film uzun süre en sevdiğim film oldu, güncelliğini koruyor. ara ara l. cohen'in en sevdiğim şarkılarını değiştiriyorum içinde. avalanche filan diyor, your love affair filan diyor. fransızcam yoktur. hatta hatırlatmasan bir kur ders aldığımı bile unutmuştum az kalsın. üstü kaldı ne verdiysem dünyaya, alamadım. bu yüzden biraz eksideyim, iki yakamı bi araya getirmekte zorlanıyorum. bilezikciyan ud çalıyor. müdürüm izne çık diyor. daha var diyorum, nereye gitsem bilmiyorum, kiminle ne yapsam bilmiyorum. ramazan'a rastlıyor biliyorum. gittiğim bir yurtdışından birkaç tane magnet ve iki kar küresi almıştım arkadaşlarıma veririm diye, alırken isimlerini düşünmeksizin. malum kar küreleri değerlidir, herkese veremeyiz.

bazı pazar günleri çalışmak zordur, zor gelir insana, psikolojik bir zorluk sadece, askerliği hatırlattığından.

hadi beni dışarı çıkart. bana balkon al. tatile götür.

beklemenin daniskası

zaman zaman gidenler olur. hatta bazen bu gitenler bu gitmelerini ardışık senelerin benzer zamanlarına rastgetirirler birbirlerinden habersiz. geride durup kendine orta şekerli bir çay demleyenler, gitenlerin artlarından düşünerek uzaklaşırken kendilerine çekidüzen verme ihtiyacı hissederler. bir şeyleri içine kapayıp bantlanan mukavva olma hissinden de uzaklaşmak isterler. mıcır ile moloz'un hikâyesini filan yazarlar tekrardan. bir ot mot bir şeyler dikip onu sulamak isterler. çiçek sulamanın insanı mevcut dünyasından uzaklaştırmakta en başarılı eylemlerden biri olduğunu düşünüyorum. bir diğeri bir koroyla şarkı söylemek iken başka bir diğeri de küçük hayvanları, özellikle kümes hayvanlarını yemlemektir. hiçbiri tabiatında böyle bir amaca hizmet etmese de bir yandan böyle ulvi bir uzaklaştırma yan etkileri vardır, pozitif yan etki. her yan etki negatif olacak değil a.

11.07.2011

- o gemi diyorum, mutlaka bi gün gelicek.

10.07.2011

dur şimdi. şöyle düşün. dünyanın küpeleri çok büyük. ve çember şeklinde. ben bir aslanım. dünyanın çember küpelerinin çeperlerinde ateş yanıyor. dünya bir sirk. la vida es un carnaval. hayat bir karnaval. ateşin içinden geçiriyolar beni. dünyanın küpeleri çok büyük. hafif yanıklarla atlatıyorum çoğunlukla. ateş-i suzan-ı firkat yaktı cism ü canımı. bunu da hafif sıyrıklarla atlatmıştım. çünkü dünyanın küpeleri çok büyük ve bir aslansan ve bir sirkse, ateşin içinden geçmek durumunda kalıyosun. ve sevgilim sen bi türlü bana açılamıyosun.

tırnaklarını kesmeyi unutan insan. vücudunun muhtelif bölgelerindeki kılları kesmeyi ihmal eden insan, öyle deme seven var sevmeyen var. dişlerini fırçalamayı binbir zahmet unutmayan insan. tüm bunlar insan. günaydın porselenciğim, nasılsın. insan bi kahvaltıya filan davet eder, unuttuk mu kahvaltının tindersticks şarkılarıyla olan bağlantısızlığını. nasıl nasıl anlatsam, nasııııl.

"ablanın adı neymiş," dedim. "öykü," dedi. "dünyanın en güzel adı mı yani," dedim. "bilmem ki ben," dedi, gülerek kaçtı. tekrar geldi, "benim adım neydi söyle bakalım," dedim. utanarak, "unuttum ki," deyip gülerek kaçtı. öykü ona, "gel ada, ben sana abinin adını söyleyeceğim," dedi. ben de zaten adını pek iyi bildiğim öykü'nün benim adımı öğrenip öğrenmediğini merak ettiğim için ada'ya sormuştum hedef şaşırıp, şaşırtıp, şaşırttırırırırp. lapps.

"kaç yaşındasın?" dedi. "boşver," dedim. hiç bu kadar fazla gelmemişti yaşım kendime. söyle! diye ısrar etti. "aslında sormayacaktım ama geçenki konuşmamızda kardeşinin yaşının yirmisekiz olduğunu söyleyince şaşırdım, o yüzden soruyorum, yoksa yirmialtı filan diye tahmin ediyordum." "otuz, tam otuz," dedim. onunkini sormadım. gerek yoktu. keşke gösterdiği yaşta olsaydı.

"bira kokuyorsun," dedi. "ya ama niye öyle diyorsun şimdi, çok mu kötü," dedim. "hayır, hayır, babam da böyle kokardı," dedi. sustuk. "içince ne kadar tatlı oluyorsun, demin ne kadar çok konuştun öyle." "çok mu konuştum, keşke sen de biraz içseydin." dedim.

kendimi dünyayı suda eritip kafaya dikmiş gibi hissediyordum bazen. bu yetmedi. kendimi dünyanın suyuna ekmek banıp yemiş gibi hissediyordum bazen. bu da yetmedi. "salata yapma," diyordum kendime bazen. kendimse buna müdahale edip, "dünyanın söğüşü daha iyi olur." diyordu.

meşeler gövermiş varsın göversin. evlerinin önü de hâlâ mersin.

4.07.2011

saygıdeğer romalılar,
iskoçyalılar, içimizdeki irlandalılar ve belçikalılar, izmirliler bursalılar, londralı stockholmlüler, birleşik krallıklılar, antalyalı ankaralı manisalı muğlalılar, özellikle izmirliler bursalılar ve istanbullular, birleşik arap emirliklerililer, tekrar ediyorum manisalılar, konyalı kayserililer, eski trabzonlular, ve izmirliler bursalılar manisalılar,

sizi gözüm bir yerden ısırıyor.

gözüm bir yerden ısırgan. ısırgan tohumu pek çok derde deva imiş, ama hasta olmadan önce tüketmen gerekiyormuş, hasta olduktan sonra faydası yokmuş. ısırgan tohumunu saka adını verdiğimiz o hani rengarenk kuşlar da çok sever, hatta kendilerine halk arasında diken kuşu diye isim bile verilir zaman zaman. tarlakuşlarının halk dilimizdeki adı ise tepeli'dir çünkü kendilerinin müthiş ötüşlerinin yanında tepelerinde horozlarınkine benzer ibik timsali bir organları vardır. halk arasında benzer bir kuşa baltalı adı verildiği görülmüşse de baltalı kışın sıcak bölgelere akın ederken, tarlakuşu daha ziyade bahar aylarında aynı bölgelerde ikamet eder, zaten baltalı epey iri ve beyaz sarı tüyler barındıran renkli bir kuştur, tarlakuşu ise boz ve toprak rengindedir, toprakla özellikle yeni sürülmüş toprakla çok kolay kamufle olarak siz ordan etrafta hiçbir canlı yokmuşcasına geçerken birden ayağınızın altından havalanıp sizi ürkütebilir, tabii sizin yeni sürülmüş tarlada ne işiniz var, bence elinizde tohumlar bir şeyler ekiyorsunuz. tarlakuşunun aşkımız üzerindeki çağrışım ve izdüşümlerine değinmeden geçmek durumundayım bu mevzuu, çünkü her şey tek tarafından sıkıca kopçalanmışken diğer tarafını örümcekler örmüş.

ve şimdi hafız burhan tekrar ediyor:

1.07.2011

bu şapkada hiç mi tavşan kalmamış?

ah kalamıştan. kayığı salınca aşağı, ımm, şeyden, neydi o moda yokuşu'ndan. yağmur başladı birden. biz karınca taneleri nereye kaçacağımızı şaşırmış bulduk kendimizi. sonra, güney mi güney amerika'dan etraflarında kız çocuklarının sarılı olduğu bir ayna buldum ben. ameriko vespuçi'ye selam saldım, sattı bana motosikletini. aldık biz o motosikleti tuttuk macaristan'a yola çıktık. birden sığacık iskelesi'nde bulduk kendimizi, rüzgar mı rüzgar bir rüzgar vardı. onun etekleri benim iskeletime sığınmıştı. sonra donunu ve sutyenini yıkayıp güneşe astı, güneş bir beğendi bir beğendi bunu sormayın, güneşin erkeklik uzvu kendine geldi uzunca araddan sonra. dördüncü kattan aşağı baktığımızda o kırmızı vosvos hep aynı yerdeydi, sami amcası'nın vosvosu, o da her kimse. sami dinine mi inanıyorduk yoksa mayalardan mı geliyorduk. denizin kıyısına biraz kaya çaldık, tuttu allahıma. bizim durduğumuz yerde öyle bitkiler bitti ki, sanırsın orman, sanırsın aile çay bahçesi. yine de bu benim ortaya saçmama engel olamadı küçüklerimi. memesinin üstünde ben mi vardı, ben mi vardımm, hiç mi yanlış hatırlamam ben, hiç mi hatırlamam hiçbir hem de şeyi. vakit bulursan, ımm, şeyy, arasıra beni özle.

yanında olmadığım günler, benim için, arasta'ya çıkıp halk arasına tedbirsiz bir kıyafetle karışıp iç sıkıntımı esnafla konuşarak gidermeye çalıştığım günlere benziyor. esnaf arasında terziler ve kuyumcular yoğunlukta, terziler habire sökükleri dikiyorlar, kuyumcular da altın işliyorlar. ne var ki içtiğim çay üstüne çay yetmiyor dilimde bıraktığın tadın eksikliğini yamamaya, onbinlerce şeker ya da çikolata damlacığı vız geliyor tadına kıyaslamaya. yamalı pantolları pek severdim çuçukluğumda, sanki seni beklemeye kendimi o zamandan alıştırmışım, gibi geliyor. o çamurdan evleri de sen içine giresin, ocağını tüttüresin diye bina etmişim, ellerim boşuna yarılmamış, zihnim boşuna yorulmamış sevgilim. hayat sürprizli prizlerle doluydu sevgilim ve tıpkı bilmeceli gibi sadece bir fiş bir duya uyacaktı ve onu bulamasam masal çokkötü sonlanacaktı, ama ben buldum ve şimdi o yoldan gidiyorum.

seni nasıl sevdiğimde ışığı bir dakka aç kapa.

sahi ben bunları neremden uyduruyorum. sonra aldım birkaç tane mektup yolladım isveç'ten aşağlara. bir barbar bir barbara gel beraber demiş birader-i-can beraberim. brothers in arms. kötü, ve tüm bunlar hayat. ırmaktan geçerken o taşın altındaki balçık hareket etmeseydi pekala paçalarım ıslanmayabilirdi ya da dereyi gördüm sanıp pekala paçalarımı sıvamış gibi yapabilirdim. ama bunların hepsi kurallı. sen kuralsız mısın, yüklemsiz misin, yüksüz müsün. hamile kadınlara yüklü derler bizim oralarda. bizim oralar da ne uzak yaptı be hacı, sahi. burnum de ne kanama yaptı, başım desen, hiç ağrı mı yapardı. buncadan.

defterin üstüne bir şey dökülmüş, hayır damlamamış, boca olmuş. sayfalarında birtakım köpükler yapmış. onyüzbin galoncuk yapmış. bu ne ya. confusion filan diyor bu şarkı. ben hiçbir şeyi dinleyemem, arada bir kelimelere takılırım sadece, ordan da muhakkak bir soruluk düşünce çıkar. sorarım. bugün bir başlık attım iş saatinde, halbuki iş saatlerinde kendime cümle kurmayı yasaklamıştım, nitekim onu da yarım bıraktım. attığım başlığa gelirsek, kafa gibi bir şeydi, attığım kafaya gelirsek aynen şöyle diyordu: porselen düşünce. kemiklerin yakılmasından sonra ortaya çıkan külden kaliteli bir porselen elde ediyor çinliler, bunu pekala biz niye yapamayalım. insan kemiklerini yaksak nasıl bir hammadde çıkar bunu merak da etmiyor de değilim. ama minimize aykırı bu. halbuki, bugün attığım başlığın arkasını getirebilseydim seninle şahika'da üç beş bira atmış kadar, ne bileyim, kadıköy'de etrafında böceklerin kol gezdiği bir otelde kalmış kadar, ne bileyim, alsancak'ta denize ayaklarımızı salıp sabahlara şarkı söyleyip oturmuş kadar, ne bileyim, orda bizimkilerle birlikte kahvaltı yapmış kadar, ne bileyim, seni çok kıskanmış kadar hissedebilirdim kendimi.

lakin, ne var ki, porselen düşüncenin gerisini getiremedim. tıpkı bu.