ama arkadaşlar iyidir



31.12.2013

birinde hiç unutmam, -diğerlerini de unutmam- nazım'la işten çıkmışız 31 aralık 2002 saat 23.12 gibi, daha üniversite öğrencisiyiz o zamanlar, maslak'ta acaip rüzgarlar eser bu saatlerde bu mevsimde, nazım ipince bir oğlan, rüzgar beni uçuramaz, napalım demişiz, yurda gitmek istemiyoruz, selim bizi alkollü kabul etmez, beşiktaş'ta hakan pastanesiyle sinanpaşa camiiyle çıtır'ın oraya çektik üçer bira, it gibi soğuk, attila ilhan soğuğu var havada, yağmur yok mu, o da var,

geçen sene de öyleydi nitekim.
genellikle yolda kalırım senenin bu zamanlarında.
hatırlamaz olur muyum.

- Diar 2


24.12.2013

bu sayımızdaki nostalik yolculuğumuzda bir miktar daha geri gidiyoruz. kolilerden çıkan defterlerin çıkış ya da elime geçiş kronolojisine uyuyorum bunları aktarırken, asıl kronolojik sıralamasının önemi yok, zira bazen coğrafya tarihten daha çok yer tutar hayatımızda. rakım bitti, birayı kalorifer peteğinin üstüne koydum biraz ısınsın için, boğazım çok muhallebiktir, havadan nem toz soğuk sıcak ne varsa kapar ama soğuk içiniz uyarısını dikkate alacağım elbette, hiç de soğuk olmadı zaten içimiz, ısıtmaya programlıydık biz.

iki tarafından da başlanmış deftere. çok basit, hiçbir albenisi olmayan çizgisiz bir okul defteri. bir aşağıdaki yazıdaki de öyleydi. hatırlıyorum ve burdan da net anlaşılıyor ki bu defterler ansızın çöreklenen bir ihtiyaç halinde ilk bulunulan kırtasiyeden uyuşturucuya sarılınır gibi alınmıştı. sonrasında biçimleri göz önüne geldiğinde pişman olunmuştu ama çare yoktu çünkü ilk ansızlığın ihtiyacıyla apartopar sayfalarca yazılmıştı. tıpkı okul hayatımda olduğu gibi, ilk günler deftersiz gittiğim derslerde aldığım ilk notları hakiki defterini aldıktan sonra hiç temize çekip geçirmedim yeni deftere, hep araya iliştirdim sadece.

defterin sağından da solundan da girmişim. sağı tarif ettiğim asıl açılış yerine baktığımda "ah seni bilmiyor kimseler bilmiyor" diye bir öykü karşılıyor bizi. attila ilhan şiirinden alıntı. fena attila ilhan'cıyım o zamanlar, hâlâ da severim. ilk yazdığım öykü diyebilir miyim emin değilim ama bu defterin tutulduğu yılla ilgisi olmayan bir tarihte yazılmıştı aslında, bu defter diğer içeriğine bakılırsa 2003 sonunda tutulmaya başlanmış, bense bu öyküyü 2002'de yazdım diye hatırlıyorum. bir icq sohbeti üzerinden öyküleştirilmiş uzun bir metin bu. icq meşhurdu o zamanlar (61436127 :) ben de haftasonları internet cafelere gittikçe açıyordum, sonrasında eve çıktığımda da kullanmaya başladım, izmirli bir kızla yazışıyorduk, gayet düzeyli edebi felsefi bir sohbetimiz vardı, sohbet ilerledikçe buluşmaya karar verdik ve ben bir haftasonu izmir'e indim, içmeye başladık, benle başka napılır hiç fikrim yok zaten, alsancak'ta bir barda içtik biraz, sonra geç oldu ve o yılların yine popüler mekanlarından dungeon'a girdik, gece bitti mekan kapandı, yaz vaktiydi, büyük park'a geçip sabahladık. ikimiz de o kadar saftık ki, o kadar duru bir buluşmaydı ki. sabah da ilk otobüsle döndüm, o da evine döndü. kızın nick'i marla singer, benimki baudelaire : ) bu öykü icq sohbetiyle başlayan bu gerçek buluşmayı hikaye eden çok basit çok heveskar bir öykü. belli ki yazılı bir yerde dursun diye bu deftere kaydetmişim üşenmeden. vardır ya hani, sonra bir daha gördün mü abi o kızı? görmedim abi.

defterin aynı yönünde yazılmış; uykusuz, gece içinde bakışlar ve sayıklama isimli üç melankolik anlatı var. birine 01.03.2004 02:10 diğerine 02:33 tarihi atılmış. diğeri de 03.03.2004 02:46 demişim, ve "dergiye gönderdim" yazmışım. hangi dergidir, neyin nesidir yok, hatırlamıyorum da, iğrenç bir metin. o zamanlar geç yatabiliyormuşum demek ki. halbuki hayatımın hiçbir döneminde geç yatmamışım gibi bir his var içimde, içkili sahil sabahlamalarım hariç tabii. dergiye gönderdim dediğim yazıda pek çok atıf var. yılmaz odabaşı'nın feride şiiri mesela, ama az bozmadı o şiir o dönem beni. başka da bir şey yapmadı zaten edebiyat adına şairin kendisi. pınar kür'ün bitmeyen aşk'ı var. hahah hatırladım, şöyle demişim öyküde, öyküymüş bu; "bugün caner'e sorduğumda 'oğlum unut onu, devamlı biriyle mesajlaşıyor' demişti." hatırladım, olayın gerçeğinde meğer caner'le mesajlaşıyormuş ama caner bana öyle aktarmış : ) çok kötü bir isim seçmişim kahramana, caner ne ki. hmm, letting the cables sleep'e de atıfta bulunmuşum. çok içirmişti bu şarkı bana o dönem. şimdi de başlasam iki gün iki gece içirebilecek kuvvete sahip. kıza da nihan adını uygun görmüştüm. nihan mıydı dideden ki.

sonra da "iki insan bir insan" başlıklı bir öykü var. unutmuşum bunları yazdığımı. bu da çok kötü bir öyküymüş, şimdi okudum da, taze çekilen bir anının üstüne yazılan hiçbir şey -samimiyet taşısa da- edebi değer taşımaz kanısında iddialıyım.

"o cumartesi gecesi, ben anlattım... sen dinledin." 6 aralık 2003. fragmanında buna benzer bir şey geçen bir yakın dönem filmi vardı, lütfen hatırlatın bana. biz o filmi ta ne zaman çekmişiz : ) hmm, bir de boris vian'ın "günlerin köpüğü" çok meşhur hayatımda o dönem. ama hâlâ onun üstüne anlatı tanımam, görsem de tanımam. içinde deresi ve tavşanlarıyla orman, der üstad. chloe, der. bunu filme çektiler yakınlarda, izlediniz mi ahali? ben izlemedi.

defterin diğer yönüne geçiyoruz şimdi. mopak, % 100 saf selülözden üretilmiştir. mopak özelleşmişti o senelerde. yok yahu, seka'ydı o. mopak zaten özel. olay omorfo mahallesi'nde geçiyor. 28 ekim 2003'de başlanmış kaleme. sms örnekleri var, ve telefondan deftere aktarılmış yüzlerce sms. 13 aralık 2003'de ara veriliyor. müthiş bir sarkastik olduğum konusunda bir tespiti vardı tespitlerine güvendiğim bir arkadaşımın, bunu bana söylediğinde sarkastiğin ne demek olduğunu bilmiyordum. o esnada kendisine sorduğumda, müstehzi demekle yetinmişti, sonradan anladım ki müstehzi yeterli değil sarkazmı anlatmaya, ama ben hangisiyim ondan emin değilim. sadece hiçbir zaman ciddi olamadım, bundan eminim. işte bu deftere kaydettiğim mesajlarda en beğendiğim yönüm olan uzaktan sarkastik cevapcılığın harikulada [typo yok] örneklerini görüyorum kendim, başka da gören etmedim.

sonrasında bir dergide ilk yayımlanan öykümü yazmışım bu deftere. bu defter o defter miymiş, hay allah. dergiye gönderdim, mart sayısında yayımlandı demişim. 2004'den bahsediyorum tabii.

defterde mart nisan mayıs haziran ekim'e kadar giden bir sms kayıtları topluluğu var. sonra boşluk verilmiş. belli ki bu kayıtları hafızam için ele almışım, zira hafızamı alkolde açmayı iyice yoğunlaştırdığım bir dönem bu dönem ve sonrasında ardı arkası kesilmeyen bir süreç beni bekliyor olacak. on sene aralıksız içmek.

o dönem andre breton'la tanışmışım. ama şimdi daha net fark ediyorum ki, gerçeküstücülük tanımının sadece adına vurulduğum bir dönem, içeriğini fark edecek olgunlukta değilim, nadja'sıyla tanışıyorum üstadın. yalçın küçük okuyorum. onur caymaz okumuşum, yetenekli bulmuşum, nerden bileyim sonrasında adamın ajtasyondan başka bir şey yapmak bilmediğini. sefa kaplan'ın "öyküler seni söyler"ini okumuşum, adı güzel kitabın bi kere, oğlak'tan çıkmıştı hatırlıyorum kapağını net bir şekilde, oğlak'ın son demleri.

ve en önemli kısmı defterin bana kalırsa. özet halinde kelime anekdotları dökmüşüm. aynen: dünyanın en altın kalpli çocuğu. su gibi gitmek. süt. kurabiye. huzur makinesi. içli köfte. nur-u ayn. you're my sunshine. muhabbet kuşu. melek. petroleum girl. denge. MUSE. radyo. sırnaş. ela. kan. kahvaltı. makarna. kurbağa. eti puf. kaave. dargın ayrılmayalım. nota. ne kim. yoğurt. iş. oruç. iftar. davulcu. çöpçü. gece. espri. karyola. duvar. ışık. spesyal. meraklı. züğürt. istanbul. gayriciddi. tedirgin. böğürtlen. kişi. madly. condensant. aptal. foolish lovers do. kaybol. fıtı fıtı. proje devinim. mufk. vasıf. beraber. excel. ödev. yenge. rüzgar. burcuvazi. emrah. kontör. yıldız tablo. kulak. ince. tatlı. kafi. kifayet. burberry. yıkılmak. saç. faith. mor göz. bardak. defter. fuzuli. bok. yırtmak. utangaç. forrest gump. ballıca. ciğer hasta ölmek. ah kamil ah. dünya. susam. huy. brokoli. şibumi. otogar. nilgün marmara. dayı. regl. şuh. murat. eski. ramazan. bulaşık. zambak. krizantem. jelibon. cocostar. cold cold night. özür. safsata. allah. ev. musıki. paramparça aşklar. çingene. sütlaç. andırmak. maçka. çeşm-i siyah. apti palace. dan kek. dantela. kola. çocuk. perde. psikopat. yılmaz. romeo. köle. televizyon. ıyy romantik. mısra. sırma. çarşaf. börek. sefil. yoz. hodbin. mutlu. zil. domdom. uçurum. dostoyevski. pasif agresif. poe. sol. just silence. radiohead. cem. duman.

ve defter sağdan sola ya da soldan sağa boş kalmış birkaç sayfayla bir daha yüzüne bakılmamış. hiçbir defteri tamamen bitirdiğimi hatırlamıyorum. herhangi bir şeyi tamamen bitirdiğimi de. çok sevdiğim bazı romanları da özellikle bitirmeden kenara ayırdığımı iyi bilirim. sonu gelsin istemem. yüzyıllık yalnızlık, imkansız aşk, sahilde kafka, tutunamayanlar, kürk mantolu madonna, anayurt oteli, aylak adam, varolmanın dayanılmaz hafifliği, şu an ilk aklıma gelenler. son üç beş sayfasını bilerek okumamışımdır. hiçbir şeyin sonunun gelmesini istemiyorum, her şey yarım kalsın ki devam ettiğini, laf olsun diye olmadığını hissedeyim. bir şeyi bitirdiğiniz zaman onu yaşamanızın, yaşamış olmanızın bir anlamı kalmıyor. bitmemek üzere yaşamalısınız ne yaşıyorsanız. bu yüzden de bu defterler hâlâ günyüzünde, çünkü bitmediler.

23.12.2013

gün içinde rastlayıp hatırladım : )


22.12.2013

mukadderat icabı yayın hayatının sonuna geldiği sezilen, ölüm iyisi olarak tanımlanabilecek günlerini yaşayan bu bloğun açıldığı günlere dair birkaç defter geçti elime yeni evime taşındıktan sonra. bu defterleri açmayı bilerek ötelemiştim içinden çıkacak canavarlarla savaşma gücünü kendimde bulup bulamayacağımdan emin olmadığımdan. ama kaderden kaçılmadığı ve korkunun ecele faydası olmadığı malumumuz. hem, dünyanın, pek çok şeyi ve insanı kaybederken az çoğunu kazandırmaya da devam etmesi bazı şeylerin bitmesini katlanılır kılıyor muhakkak. her neyse, bir daha açmayacağımdan artık iyice emin olduğum bu defterleri açacağım birkaç gün. üç haftadır uyguladığım haftaiçi içmeme kararım bozulacak ama birkaç kadeh rakının bana bu esnada eşlik etmesi kaçınılmaz. kendimin nebil özgentürk tipi müzikli anlatısını yapacağım, ve bunu rahatça ve kendim için yapacağım. kimse kızmayacak çünkü kimseyi yazmayacağım. defterde okuduklarımdan çağrışımlarım bulunacak burada. bu defterlerde 96 yılında başlayan lise hayatımdan bilgisayar destekli yazı ortamına girdiğim 2006'lara kadar bir geçmiş mevcut. sonrasında bu defterleri napacağımsa büyük bir soru işaretinin kilerinde duruyor, bilmiyorum. zor bir karar olacak ama sanırım onları herkes gibi ben de yakmalıyım.

"eski" şehir
"eksik" şehir

başlığıyla açılıyor defter. 04 ekim 2004 tarihinde başlanmış. "pencereden sokağa bakıyorsunuzdur gecenin bitimine doğru... sanki o geçer ceketine sımsıkı sarılmış bir biçimde. ROADS çalıyordur." şeklinde bir alıntı ardından sayfa boş bırakılmış. bu alıntı ekşisözlükten roads başlığının altında yazan bir yazıdan diye hatırlıyorum. 2003 sonunda keşfetmiştim portishead'i. tabii roads, mysterons, ve üzerine bir yazı yazdığım undenied, ve diğerleri. ama 2004 yazı tamamen bu üçlüyle geçmişti. ve bu alıntının benim için önemi büyük, anlamı itibarıyle. tam da beni tarifliyor çünkü. tipik bir büyükşehir anlatısı gibi geliyor bana. fazlasıyla manidar. gençliğin üç nokta yanyanalı yıllarının ifadesi. şu an tek noktalı yaşlarımdayım. herkes üç nokta yanyanalı bir dönemden geçmiş olmalı gibi geliyor bana, ama ısrar etmemeli bu dönemde elbette. bir sonraki şarkıya kadar roads eşlik edecek bize bunu yazarken. ve defter başındaki alıntı. çok güzel anlatmamış mı şarkıyı tariflerken. bunu müslüm gürses'den dinlemeye kalktığımızda şöyle diyecek üstad, "karanlık çökünce sokağınıza, köşede ben varım, unutamazsın." aynı şeyin farklı şekillerde söylenişi. köşede duran bir adam oldum çünkü. hani tarık akan'la gülşen bubikoğlu'nun oynadığı "ah nerede vah nerede" adlı filmde tarık akan karakteri sokakta zemine "seni seviyorum" yazar ya, gülşen bubikoğlu karakteri de pencereden perdeyi kıyılayarak sertçe bakar ve perdeyi sonsuza dek çekmiş gibi kaş çatar, bu sahneyi önemserim ben. erkekleri ikiye ayırırım bu hususta, o yazıyı oraya görünür şekilde yazanlar ve o yazıyı elinde bir mektuba yazıp ha verdim ha vericem diye buruşburuş köşebaşında bekleyenler. geçiyorum.

nazım'a mektupla açılıyor defter. nazım dediğim şair nazım değil, benim liseden arkadaşım makine mühendisi nazım. askerdeydi o sırada ve ben eskişehir'de kötü durumdaydım, laf olsun diye yapılmış ve yıllarca su yüzü görmemiş bir barajdım. yağmur sularının bile iplemediği, sağdan soldan gülerek sızıp giderek içinde birikmeyi reddettiği, kürt çocuklarının bile serinlemeye gelmediği kurumuş bir barajdım eskişehir'deki ilk günlerimde. bu yüzden nazım'a kızıyor ve askerden yolladığı mektuba cevaben defterime yazıyordum. beni yalnız bırakan o değildi aslında, bendim, ama onun haki kamuflajlı yalnızlığınınsa ben farkında değildim. ahmet kaya'nın yüreğim kanıyor'unu büyük meze yapmışım mektubuma. şarkının bütün sözlerini alıntılamışım. hâlâ dinlemem o şarkıyı kolay kolay, dinlersem iyi olmaz bilirim.

7 ekim 2004 tarihli kısa bir giriş: "eskişehir'deyim. bir gazete ilanı beni buraya yönlendirdi. çok değil, daha üç ay öncesine kadar aklımdan bile geçmezdi eskişehir'e geleceğim, dahası yerleşeceğim, üstelik beş seneliğine. alışmaya çalışıyorum" o zamanlar da kurarmışım devrik bolca cümle.

sonra da murathan mungan'ın "tutkunun veronica voss"u başlıklı öyküsünü yazmışım üşenmeden. ruhen orospu olmayı pek güzel anlatır bu öyküsünde. bir sonraki sayfada yine m. mungan'dan "boyacıköy'de kanlı bir aşk cinayeti" adlı öyküsünden bir alıntı yapmışım. m. mungan'ın çok iyi bir yeniden yazma ustası olduğunu düşünüyorum, iyi bir öykücü. ve edip cansever var hayatımın büyük bir kesiminde, ve şu alıntı "bitmedi, diyorum bitmedi şaşkınlığımız"

"niye" sorusuna cevap aradığım ve hepsinin cevabı, "işte bu yüzden, sırf bu yüzden işte" diye biten bir yazı yazmışım.

aralık ayıydı, onikisi gibi hatırlıyorum, defterde buna dair not yok. okuldaydım. sahibini bilmediğim bir numara aradı. bir kız sesi, ağlıyor. ağlayarak konuşuyor. önce yanlış oldu zannettim ama adımı biliyordu ve bana hitaben ağlıyordu. yarım saat kadar sürdü ağlamalı konuşma. rahatlamıştım çünkü konunun öznesi ya da yüklemi ben değildim, ben rahatlamak için anlatılandım sadece. sonrasında gülmeye başladı ve hâlâ kiminle konuştuğum hakkında fikrim yoktu, tek derdim ağlayan bir kadını gülümsetmek olmuştu, bu bir refleksti zaten bende. biraz ferahladığını anlayınca telefonu kapatırken sorabildim ancak, ben kiminle konuştum diye.

senenin son günü idi, şehirdeki tek arkadaşım aradı, otogara ortak bir arkadaşımız gelecekti onu alır mısın diye, onu aldım ve onlara bıraktım. sonra gitmedim yanlarına, içimden gelmiyordu, şarap içerek girdim yeni seneye.

8 ocak 2005'de içinde kill bill izleme hikayesi geçen ve gerçeğe dayanan bir öyküyü yazma girişiminde bulunmuşum. bunu sonradan da bitirmedim diye hatırlıyorum şimdi.

11-12 ocak'ta "dost" adlı uydurma bir öykü yazmışım. sonradan aynı yıl bunu aylak'da yayımlamıştım. ... ahmet arif'in ay karanlık'ından esinlenerek bir şey yazmışım. çok hoşuma giderdi bu şiirini seslendirdiği mp3. "hasretinden prangalar eskittim" kitabını almamak için çok uzun süre direnmiştim nedense. benim için bir kitap ya ilk baskısında alınır keşfedilir ya da alınmaz gibi bir takıntım vardı. onun ilk basımına yetişemeyeceğime göre neden inat ettiysem, huysuzum çünkü. YUMMAYIN GÖZLERİNİZİ ULAN diye de yazmışım büyük harflerle sonra.

ve dönemin en büyük hatıralarından, YÜCE İSA BANA NE YAPTIN BÖYLE. "-işte geldi anne bir kara tren / işte geldi anne bir kara sabah" sonraları bir şair bu şarkının ilk dizesinin türkçeye farklı bir tercümesini şiir kitabına isim yaptı; "bak anne geliyor bir kara tren" diye. bunu kitabı okumadan benden başka anlayan oldu mu bilmiyorum elbette, kitabı okuyup anlamayanlara dokunmuyorum bile. bu sözler "çingeler zamanı" filminde çalan "ederlesi avela" adlı eserden. tam da 2004 yazıydı, aynı filmde olduğu gibi ve olduğu kadar sarhoş olmuş ve onun düştüğü durumlara düşmüştüm. bir daha o kadar kaybetmedim kendimi, yaklaştım ama o kadar değil. bazı filmler bazı şarkılar hayatımızda ayrı dönemlere hitap eder ve bünyenin onu kanıksaması uzun sürer, sonra muhakkak bir yerden sonra etkisi yiter ya, benim dünyamın en uzun gezdirdiğim aksesuarlarından olmuştur bu film. bazı sanatsal değerleri bana ilham verdikleri ölçüde mi değerli buluyorum yoksa onlar mı değerlerini o şekilde hissettiriyorlar bana, her ikisi de, ve bu film üstüne çok içtim çok düşündüm çok yazdım. filmde geçen bazı replikleri not etmişim deftere.

ah müjgan ah'dan alıntılar var sırada. sonra da soruyorum, menekşe gözlerde hiç vefa yok mu? sadri alışık'la da bütünleştiğim dönemler.

ardından not aldığım bazı cep telefonu mesajları var.

sonra da edward said'den meşhur bir alıntı yapmışım: "içindeki hasreti dindir, unutulduğun kent senin değildir." istanbul hasreti had safhada.

6 şubat 2005. izmir'den seslenmişim, şu an çalıştığım işyerinin daha iki ay önceye kadar kaldığım misafirhanesinden. ilk gelişim ve ilk kalışım idi orada. beş sene sonrasında işyerim olacağını biliyordum. bir dizi çekiliyor o sırada seher vakti diye, mesaj atmış menkul kıymetli arkadaşım, "dizide oynamaya başlamışsın." diye o dizideki karakteri bana benzeterek. hemen annemi arayıp soruyorum, anne böyle bi dizi varmış, bu dizideki adamın biri bana benziyormuş, doğru mu diye. o da meğer oğlum çıktı diye izliyormuş diziyi. insanın annesi bile benzetiyorsa gerçekten benziyor mudur, ben hiç benzetemedim halbuki. tabii saçlarım varken benziyormuştuysam. ... tutunamayanlar'ı okuyorum o sıra o misafirhanede. onbeş gün kalmıştım sanırım ve kitabı orada başlayıp orada bitirdim. ve iki üç hafta önce konusu gelince bloğa iliştirdiğim hikayeye orada başlamıştım. üç bölüme ayrılan bu hikayenin ilk episodu defterde duruyor şimdi gözümün önünde.

mart ayı gelmiş. "eğer bir gün bir kadın eli omuzunuza dokunur da 'ne par pas' 'gitme' derse bilin ki bu güzeller güzeli triyandafilis'dir, sen de gitme triyandafilis" ayla kutlu'nun bir novellasından uyarlamaydı sanırım, onu izledim o ara. ne kadar da iyi bir zamanlamaymış, ya da başka bir açıdan bakarsak ne kadar da yangına körükle gitmişim bu filmi izleyerek. hâlâ izlemeyeniniz varsa mutlu bir anında izlesin. ben o dönemler yerli film arayışındayım, tabii internetten indirme, youtube'dan izleme pek mümkün olmadığından zar zor cd bulmaya çalışıyor ve buldukça da kaçırmıyorum. bu film de o arayıştan bana bir sürpriz. defterde bu filme dair alıntının hemen ardından upuzun başka bir alıntı başlıyor, aynı film keşfetme sürecimin başka bir altın portakalı bana, masumiyet'te haluk bilginer'in güven kıraç'la esrar içerken derya alabora'yla hikayesini anlattığı sahne. üşenmedim bu sahneyi durdura durdura tüm konuşmayı yazıya döktüm ve sonra bilgisayara geçirdim. sonrasında aldığım mesajlarla sabitlendi ki bu konuşmanın metni internete ilk benden yayıldı.

18.03.2005 mesajlar. başlıyor. geri alınamayacak bir dönem. mihenk. 14.04.2005 istanbul'dayım. maçka parkı'na çıktık.

pazar gününe rastlayan 19 haziran'da defterin son yazısını yazarak geçen seneyi özetlemişim.

defterin içine iliştirilmiş bir kağıtta arkalı önlü "hayat hipermetroptur" başlıklı bir mektup yazmışım.

16.12.2013

güle güle danyal.

15.12.2013

- kusura bakma ağam kendimi kurtarmam lazımdı.
- kurtardın mı bari?

7.12.2013

annemle mutfakta oturuyoruz. sanki aradan yillar gecmis annemle mutfakta oturmayali. halbuki uc ay olmustur en fazla. bi kere mutfakta uc ayda bir de olsa oturabilecegim bir annem olmasina sukretmeliyim. bulasik makinasindan sikayet ediyor annem, makina alirsan camasir makinasi gibi kisa programlanabilir bir makina al oglum diyor, bunu dogrudan boyle soylemiyor elbette, yoksaa annemin 'programlanabilir' kelimesini kullanmasi mumkun degil. bense bu sirada telefonumun klavyesinden muzdaribim, muhakkak typo yapiyorumdur diye kafa yoruyprum, annem bulasik yikarken. bulasik makinasinin ne kadar uzun surede yikadigina uzuluyoruz annemle birlikte, halbuki en azindan yagsiz bulasiklari kisa programda yikasa ya camasir makinasi gibi. hak veriyorum anneme. babamsa ucuncu kadehini hizla ictikten sonra sobanin yandigi salona cekiliyor. babamla kavga saatimiz baslardi eger ringe kenara cekilmeseydi, zira ikimiz de ucer kadehimizi devirmistik ve artik ortam annemin endise veren bakislarina sahne olmaya baslardi. derken babam kenara cekmesini bildi. bense hic kenara cekmeyi ogrenemedim sanirim. ya da en azindan son birkac senedir, normalde yasayamadigim ergenligimi doyasiya yasamaya koyulmustum ve bu nedenle babamla kavga etmek, evden.ikimizden biri cikip gidecekmis hissi uyandirmak hosuma gider olmustu. elbette bu esnada olan anneme oluyordu ve o da sanki yillarin pcunu benimle almak istermis gibi, sen aldirma oglum baban boyle iste doyordu, halbuki annem bilmiyor muydu ki babam neyse ben de o oluyordu. annemin mutfagiyla ilgili derylerini dinlemek hosuma gidiyordu ama su kahrolasi telwfonumun tuslarina basan parmaklarim eminim ki dolmaliklarindan buyuk buyuk tuslara basiyor ve bana hic sevmedigom gibi yanlos yazdiriyordu. evet aralik aynin ortasina dogru komur kokulu memleketime hos gelmistim ve evimin mutfaginda sigara ocmem yasakti. memlwketime girmeden once dun aksam, soyle bir sehri dolanayim deyip kicuk gaz pedaliyla arsinlistim. bu esnada demez mi mp3 calqrindan arabanin kauran akkor, diyorlar ki sen delisin hic bu kadar sevilor mi. ben bu sehirde halbuki ayrilali tam yirmibir kusur yil oldugundan hic o kadar sevmemistim ki zaten, alqkasi yoktu ama ara ara sokaklarinda sarhos dplanmisligim vakiydi. annemin ne guzel kaygolari vardi mutfagiyla ilgili. sanki su mutfagi salonla birlesyiretek biraz buyutsek dunyanin en mutlu insaniydi, bundan babama bahsettiginde ise babam da sanki sevgilisinin istegoni sadece daha da degerlensin diye ve onun son andaki keyfini gprmek icin beklwyen bir adam gibiydi. ben de bu esnada bunu aktaran fakat cumlelerini toparlayamayan adam. hicbiri olmadi.

5.12.2013

ben de seviyorum zeki müren'i. gülbeşeker'i de seviyorum sevdim. rakıyı özledim. menendin yok seni kime benzetem. güzelmiş bu.

sesigüzel güzergahı diye bi cafe-bar-bistro-lounge açmak istiyorum. çalışan ararken vereceğim ilanda, ses mülakatına alındıktan sonra kabul ya da red edileceksiniz diyeceğim. garson adaylarına düm teka düm tek diye usül vurdurup, kendi seçtikleri bir iki şarkı söyletip öyle alacağım işe. sonra çalışanlar çalıştıkları esnada ya da dinlenirken filan, şarkı söyleyecekler çıplak sesle. enstrüman nadir zamanlarda olacak. mekan ve makam böyle, buyurmaz mıydınız?

2.12.2013

dünya üzerinde bu şarkıyı benden çok ya da benim kadar bile seven yok sanırdım. varmış meğer, hem de adam tutup film yapmış, bense bilmemişim senelerdir. insan öğrenmek için yaşar, boşuna da dememiş şair.

turkuazı seviniz.


30.11.2013

sheer simplicity

one day baby we'll. merhabaaaaaaaaa. bugün merhaba. şimdi. hadi.

24.11.2013

ikibindokuz haziran'ından beri kolilerde, kapakları bile açılmadan beklediler. kimse onların yüzüne bile bakmadı. boş yer boş köşe lazım oldu, içinde bulundukları kolilerle birlikte sürüklendiler. çok ağır oldukları için ittirilerek yer değiştirdiler. içimden geçirdim, şu acaba hangisinde dedim, çok lazım oldu ama ulaşamadım, çünkü başka şehirdeydiler. şimdi tekrar benimleler.


21.11.2013

bugün de şarapçı sülo'nun öldüğü haberini aldım. kendisi alt kattaki öykünün kahramanı sarı mustafa'nın kardeşidir. çocukluğumun şarapçısıdır. büyük bir anlatıya değer hikayatı ama şimdi cumanın ve onun hürmetine en sevdiği türkü dursun burda. ki bu türkünün ondan bağımsız bir sürü dünyası var.

http://www.youtube.com/watch?v=Drdz3z_OIIg
sonra iş çıkışı bu çaldı. bunu yazacaktım, ne kadar da b sınıfı bir m. gürses şarkısı olduğuna dair. b sınıfı ama kasedin a yüzü şarkısı. siz bunu sen bilir misiniz? o çaldığı günün şarkısı ilan ettim bunu. burada paylaşacaktım. internetim yoğidi. adı ve birkaç sözü güzel.

http://www.youtube.com/watch?v=iU3z0OO6OOU
sonra sabah işe giderken şu türkü çaldı. o esnada yağmur filan etti ortalık az biraz. bu türküyü dinleyince gülmeye başladım. aklıma da aslında ne kadar ağlarken gülmeye başlamalık bir türkü olduğu düştü. az biraz bakarsın belki.

http://www.youtube.com/watch?v=Mw8n56zVvuY
taşınmak konusuna değinecektim. sözkonusu olan şey taşınmak'sa özdemir asaf'ın taşınmak şiirine değinmeden elbette geçemeyecektim. sonra da taşın-dan-dığım yere dair anılarımı vb anlatacaktım. hatta şu öyküyü orda hikâye ettiğimi dem vurup sizlere okutacaktım:

O Eskidendi

“Bir dâme düşürdü ki beni baht-ı siyahım
Vallahi bu sevdada benim yoktur günahım”
Hacı Faik Bey’e ait Rast eser

Fabrikanın misafirhanesinde kalacaktım. Hangi fabrika, neresi, sen ne iş yapıyorsun diye sormak yok. Olay başlıyor işte bir yerden, bu yerden. Tek kişilik bir odaya yerleştirildim. Misafirhane sorumlusundan müstakbel odamın anahtarını aldığımda çok heyecanlıydım. Beni nasıl bir yere uygun gördüklerini pek merak ediyordum. Bir görevli sağ olsun odamın kapısına kadar eşlik etti.

Misafirhane, fabrika sınırları içerisindeydi, üç dakikalık bir yürüme mesafesi vardı üretim tesisine. Apartmandan içeri girdiğimde eski tip bir kapıyla karşılaştım, kalitesiz suntadan mamul ve her iki tarafında kol bulunanlardan. Şimdi apartmanlarımızda böyle kapılar pek bulunmuyor, dışında kolu yok kapılarımızın, belki bir tokmak. Tek kollu kapılarımız, çelik, güvenli kapılarımız. Dışarıya tamamen kapalıyız. Bu eski tip kapıyı görünce odanın içi hakkındaki umutlarım zayıflamıştı ve anahtarı kapıyı açma yönünde çevirdim. ‘Başka ne yönde çevirecektin ki,’ demeyin şimdi, yüzgöz olmayalım, ters adamım ben.

Çevirdim işte, ve, ‘umutlarım gördüğüm manzarayla tekrar bulutlara çıktı,’ dersem abartmış olurum, fakat yine de mütevazı kapısına göre gayet gayetli bir odayla karşılaştım. Küçük valizimi hemen yere bıraktım. Nostalji olsun diye senelerdir şu Yeşilçam filmlerinde gördüğünüz tahta valizlerden taşıyorum ben, pek bir ağır oluyorlar, ama dedem var onların içinde, Kore’den çakısı ve madalyası gelen dedem. Durun da ben bi içimden NATO’ya, Amerika’ya, zamanın hükümetine falan küfredem.

Etrafa göz gezdirdim hemen, okuma hastalığım vardır bir de, ne görsem okumaya kalkarım ve okuduklarım da doğrudan akıl defterime yazılır, şimdi bir açıp baksak neler vardır neler, daha geçen gün şu Kibar Feyzo filminde gördüğüm tuvalet kapısında yazan ‘agaya beleς’ yazısını sildim.

Kapıdan girdiğimde tüm hareket alanım görüş mesafesi içindeydi. Yirmi-yirmibeş metrekare genişliğe sahip, içi bana ve geçmişime göre lüks denilebilecek eşyalarla süslenmiş bir oda. Kapısı açık olan bütünleşik banyo-tuvalete girdim. Bütünleşik, evet, üniversiteye gelene kadar aynı odada bulunan banyo ve tuvalet görmemiştim ben, ayrıydı, zinhar yasaktı yıkandığın yerde abdest bozmak, öyle alıştık. Sonra İstanbul’a bir geldim, bir de baktım ki ayrı banyo ve tuvalet yok. Ve hayatta tek dileğim banyosu ve tuvaleti ayrı bir eve sahip olmak -nereye sahip oluyorsun, kiralamak- oldu, şimdi pek mesudum. Güzeldi banyo-tuvalet. Televizyon da vardı odada. Tek kişilik bir yatak, aynalı bir masa -demirbaşlar listesine baktığımda bunun makyaj masası vasfıyla orada öylece ikamet ettiğini öğrendim ve müşerref oldum-. Halı yoktu yerde, halısız bir oda düşünemezdim ben, ama dur bakalım, bir düşünelim. Yatağın başucunda bir lamba. Küçük bir yemek masası ve sandalyesi. Mini buzdolabı. Elbise dolabı. Bu kadar geniş/dar bir odaya bunların hepsi muntazaman yerleştirilmişti. Ve ben bu lüksü garipsemiştim. Ha bir de amerikan mutfak. İki bardak, iki çay kaşığı, hazır kahve ve çay poşetleri, poşet çayları.

Uydu alıcısına sahip televizyonu açtım. İtalyan ekolüyle donanmış kanalları gezdikten sonra kendi zevkime uygun bir radyo istasyonunda karar kıldım. O günden sonra o kanalın değişmeyeceğine adım gibi emindim. Elimde olsa ve bana kalsa bütün elektrikli eşyaları müzik çalar ilaveli üretirdim.

Müzik eşliğinde giysilerimi, kitaplarımı ve kişisel temizlik malzemelerimi -umumi olacak hâli yoktu ya, tabii ki kişisel, hey Allah’ım ya, adama bak çay demle- yerleştirdim. Her şeyi akıl etmiştim de terlik almamıştım yanıma ve odaya da bırakılmamıştı, bıraksalar da kullanmazdım zaten mantar vesaire korkusundan. Anlaşılan oydu ki ayakkabılarıma terlik amaçlı iş gördürecektim, halı da yoktu. Ayakkabılarımın arkasına basarak tuvalete yürüdüm. Ve şu yukarıda gördüğünüz manyak adam birden değişti. Ayakkabılarımın arkasına bastığımda oldu ne olduysa.

Veli oldum.

***

Köye döndüm. İlkokuldan sonra babasının okuldan aldığı, ama aslında zehir gibi olan ve bu zehrini Milas Sanayi Sitesi’nde Pirol-Mak. Ltd. Şti.’de kamyon tamirciliği yaparak akıtacak olan Veli oldum. Ben artık geleceğini kamyon tamirciliği ve kaynakçılıktan kazanacak bir çocuktum. Onüç yaşında babam öldü. Sessiz sedasız büyürken, Müslüm Gürses dinleyip ahırda anamdan gizli gizli sigara içer oldum. Ben ondört ve kendisi yirmi yaşındayken ablamı evlendirdik, biraz da amcamların ısrarıyla. Henüz küçük sayılırdım ve anam da genç bir yaşta dul kalmıştı, ablam büyümüş serpilmiş bir genç kızdı ve evde iki tane kadın öyle erkeksiz durursa laf olurdu. Bereket ki eniştem iyi bir adam çıktı, sadece biraz asabiydi. Onbeş yaşına geldim ve eniştem istersem ortaokula göndermeyi teklif etti. Yaşım geçmişti, kabul etmedim. Zaten sanayiye de ısınmıştım, birikimimi bulmaca çözerek, harita üzerindeki illerin ve ilçelerin yerlerini ezberleyerek ve illerin plaka numaralarını eksiksiz bilerek arttırıyordum. Bir yandan da büyüyordum. Eniştem sattığı arabasının teybini bana verdi sağ olsun ve haftalıklarımı kasete yatırmaya iyice alıştım. Sonra bir erkek yeğenim ve iki yıl ardından da kız yeğenim oldu. Onlara oyuncak almak için de para biriktiriyordum bir yandan. Ablamlar ilçeye taşındı ve köyde anamla yalnız kaldık. Babam tüm bağımızı bahçemizi şarap şişelerinde eritmişti. Anam da ben de çalışmak zorundaydık. Anam hep derdi, “Bari şuradaki tarlayı satmayaydı da gündeliğe elin bahçelerine gideceğime kendi bahçemi işleyeydim,” diye. Yine de babamın ardından kötü laf ettiğini duymadım. ‘Boyu bosu devrilesice’ demek için de çok geçti, babam ölmüştü.

Hiçibirimiz ağlamadık öldüğünde. Kurtulmuştu çünkü. Su boylarında sızıp kalamazdı artık, tabakhanede zabıtalar tarafından sopalanamazdı. Eve geldiğinde anamın onun için hazırladığı sofrayı sırf tuzu koymayı unuttu diye tekmelemeyecekti, geceleri öksürükleriyle bizi uyandıramayacaktı. Babamdı, biricik oğluydum, gözünün bebeğiydim ama ağlamadım, ağlayamadım, mezarına da gidemiyorum şimdi bayramlarda, belki ilerde şatafatlı bir mezar taşı yaptırırım diye de düşünmüyorum, o sevmez öyle gösterişi. Uyusun…

Büyüdükçe güzelleşiyordum, ben demedim, kızlar diyordu. Hatta ahırda o kızlarla beraber büyüyorduk ama öylesineydi, çünkü şarkılardaydı aşkım.Müslüm Gürses’de, Ferdi Tayfur’daydı. Derken askere gitme yaşım geldi, yoklamayı yaptırıp yollandım. Ardımdan gereksiz gereksiz insanlar ağladı, sırf babasız uğurlandım diye. Yeğenim biraz büyümüştü ve anamın yanına onu koydular ben gelene kadar yoldaş olsun diye. Bizim yeğen de pek tatlıydı maşallah, uslu çocuktu. ‘Dayı’ dedi mi içim giderdi. Sapan yapmayı, fak kurmayı, kuş avlamayı öğrettim ona. Topa iyi vurmayı da. Askere gitmeden bir çift krampon alıverdim. Ne köyde ne ilçede yoktu öylesi, askerden izne geldiğimde bir tane de Mikasa top. Hatta üzerine bir deMetin Oktay’ın imzasını çektim, inandı ve çok sevindi velet. Atladı boynuma garip. Para olsa ben onu ne maçlara götürür, ne çarpışan arabalara bindirirdim. Askerliğim İstanbul’a çıktı, Hasdal Kışlası. Küçük amcam geldi bir kere ziyaretime. Anama mektup yollardım, bizim ufaklık da cevap yazardı bana. Geçti gitti yirmidört ay.
Döndüğümde eski işime tekrar başladım. Artık kalfaydım. Akşamları köy kahvehanesine takılıyordum. Orda gördüklerimden alıştım ayakkabılarımın arkasına basmaya. Yeğenim söyledi de siz meğer ‘kıro’ diyormuşsunuz bizlere, ama napalım alıştık bir kere. Sonra komşulardan birinin düğününde, bir akşam bir kıza tutuldum. Esmer, ufacık, kedi gibi bir şeydi. Bir baktım, bir daha baktım, o da bana baktı. Bakışlarımız dolandı, karıştık. Haber saldım amcamın kızı Meral’le. Ardından buluştuk mezarlığın arkasında. Aklıma babam geldi ama o uyusundu. Elini tuttum. Alnından öptüm. O da beni öptü. Saçından kesmiş bir tutam. Bir zarf içinde verdi. Günlerce kokladım. Laf aramızda hâlâ burnumdadır kokusu. En sonunda enişteme söyledim, “Ben bu kızı alacağım,” dedim. Sordular, soruşturdular, kız iyiymiş -sanki iyi olmasa bana ne, alacağım işte-, ailesi de iyiymiş. Bir gün eniştem, ablam, amcam ve yengem istemeye gittiler. Eniştem de amcam da memur adamlar, ikisini de iyi insan olarak tanırlar ilçede, gelgelelim vermemişler Nurgül’ü. Doğrudürüst işim yokmuş, evim viranmış, arabam yokmuş, köyde yaşıyormuşum, onların köye verecek kızları yokmuş sanki kendileri il merkezinde oturuyorlarmış gibi. Anası çok çekmiş fukaralıktan, kızına da çektirmeye hiç niyeti yokmuş. İki çıplak bir hamamda oynamazmış. Zamanında babam alkolikmiş, ben de ona çekermişim. Allem etmişler kallem etmişler bizimkiler, cadı karıyı ikna edememişler. Kız da dil dökmüş, yalvarmış yakarmış, Nuh demiş peygamber dememiş illet.

Sonra da alelacele ilçede, tapuda memurluk yapan adamın birine nişanladılar. Ama ben kafaya koymuştum, niyeti bozmuştum, bana gönlü vardı ve kaçıracaktım. Konuştuk gizlice,  kaçacaktı. Enişteme danışmazsam olmazdı ve eniştem razı gelmedi. Nurgül’ün yaşı daha onyediydi ve kaçırırsam beni hapse atarlardı. Ben ona da razıydım ama ikna edemedim ablamları. Hapislerde çürürmüşüm, iş bulamazmışım bir daha. Gözümün önünde evlendi gitti. Ağladı gitti. Bana da iki çift laf etti, “Yüreksizsin sen,” diye. Dükkânda gözüme kaynak gözlüklerini takıp günlerce ağladım, enişteme küfrettim, eve geldim ahırda ağladım. Anam kahroldu da tek laf etmedi. Sonra biraz para biriktirip bir motosiklet aldım ikinci el. Arkasına da bir levha kaynakladım: O Eskidendi. Sürdüm motoru ‘kavak’ın altına. En son bir şarap şişesiyle konuşurken hatırlıyorum kendimi. Dengemi kaybedip su arkına düştüğümde oldu ne olduysa.

Babam oldum.

***

Kırk yaşında, size bir kavak ağacının gölgesinden elinde şarap şişesiyle seslenen bir Sarı Mustafa’yım ben. Çakır gözlü Sarı Mustafa. Gençliğimde, sizin zamanınızla bindokuzyüz ellilere rastlar, hiç görmediğim bir kızla evlendirdiler beni. Hâlimiz vaktimiz yerindeydi. Adı Elmas’tı, sevemedim adını. İlk gördüğümde zifaf gecemizde, duvağını kaldırdım, yüzünü açtım, ağlıyordu. “Gül,” dedim, “Güler,” dedim. Adı Güler olmalıydı, güldüğünde olacaktı her şey, gülecekti her şey. Ama. Gülmüyordu. Ben ki köyün başında göründü mü kızların camlara, tül perde arkalarına uçuştuğu, sesi ta ‘kavak’tan köye yayılan, içti mi iki büyük rakıyı bayıltan Sarı Mustafa. Dizini yere vurdu mu efelere rahmet okutan, baktı mı mavi güneşler açtıran çakır gözlü Mustafa… Gülmüyordu Güler. Yemek, çoluk, çocuk, aş, para, her şey oluyordu ama o bakmıyordu yüzüme.

Zamanında büyük halam beni ilçe belediyesine sokayım diye çok uğraştı, kafam çalışırdı. Ailenin en büyük çocuğuydum. Babam ben ondokuz yaşındayken ölmüştü, rahmetli anacığım biz dört erkek kardeşi büyütecek güçte takatte değildi. En büyüğü bile benden on yaş küçük olan kardeşlerimi okuttum. Bağa bahçeye sebzeler dokudum ama ben emir altında çalışacak adam değildim. Girmedim belediyeye, tarla bahçe bize yeter diye. Ama Güler’e yetmiyordum ben. Gülmüyordu.

Salı günleri pazara satmaya zerzevat götürmeye gittiğimde iyi para geçiyordu elime. Yan sergide pazarcılık yapan ‘Şeytan Kadir’le akşamları ‘tabakhane’ye takılmaya başladık. Her salı iyice içiyorduk ve Güler bana gülmüyordu. Salıdan salıya derken köyde Kadir’in arkadaşı Muhammet’in at arabasıyla ilçeye inip akşamcılığa başladık. ‘Tek tek’ falan derken, o bana gülmezken, içmeye başladım iyiden iyiye. İçtikçe kahrım bir azalıyor bir artıyordu. İçiyordum, artıyordu, eksiliyordum. Derken bağı bahçeyi unuttum, evi barkı, evlâdü ıyali unuttum. Karıyı kızanı döver oldum, ağlamıyordu, gülmüyordu. İzmir’e kaldırdılar bir kere hastaneye. “İçme,” dedi doktor, “Gülmüyor,” dedim. Sigaramı da eksik etmedim. Su kenarlarından topladı beni kardeşlerim, koca yaşımda halamdan tokat yedim, yetmedi hiçbir şey.

Bir kere daha götürdüler hastaneye, ciğerde leke oluşmuş, su topluyormuş. Bahçeye vereyim dedim kendimi, pazara gitmedim bir süre ilçeye. Türküler okuyayım da düzeleyim dedim. Çapayı vurdukça, toprağı belledikçe, güneşe çattıkça kendime gelirim dedim. Ama gülmedi. Bir gün yüzünü ben mi göstermedim, o mu, kim göstermedi? Çocuklarım da uzaklaşır oldular benden. Kızım büyüyüverdi çabuktan. Dayanamadım, yürüdüm ‘kavak’a. Suyun başına oturdum, içmeye başladım. Günlerce içtim, aylarca içtim. Dere şarap akar oldu, ben dereye akar oldum. Bir gün kızımı istemeye geldiler, meğer küçük kardeşim demiş, “Bu adam ölecek, ölmeden kızının mürüvvetini görsün bari.” Damat memurdu, evi de vardı. “Olur,” dedim, “kızı verelim.” Nişanladık, ahırda ağladım günlerce. Gülmedi yine.
Bir gün şarabım toprağa döküldü. Toprağa karıştı. Toprak çağırdı. Ben oldum.

***

Ben öldüm…


16.11.2013

numan oto tamircisi

şarkının içine gir, sözlerine bak, filan. ha illa ki sinemayı merak ediyorsan, arama, bana sor, ben anlatırım.

14.11.2013

gelicem birkaç güne. yer değiştiriyorum, kolay değil.


3.11.2013

bugün burda son gecem sandımdı. duş almaya geldim ben bu eve aslında. bir de internet bağlanmaya. malum yeni evimde henüz sıcak suyum yok. bağlantım da yok. ama şöyle bir hata var ki bu bugün kalacağım eski dairede de bırakmayı unuttuğum bi eşya yok. bi havlu, bi duş, bi bilgisayar, bi de içi bira dolu bi buzdolabı. e ama hani kültablası, hani yarın burdan işe gideceğim, iş kıyafeti. kafam çok unutkan. misal dudağını pek iyi hatırlıyorum, gözlerin dahil, ama sesin öyle mi ya, sesin hiç mi hatırlanmaz. hatra binaen bi bienal var kafacığımın içinde üç beş aydır. ama öyle deme ocak-mart arası biras fasla çalıştım ben, o mu yordu, aralık mı yordu, ne yoğurdu. ben bunları tam bilememek. yaprak fotoğraflarınız mı var var mı yoksa.

piyano tuşları bi siyah iki-üç beyaz ilerliyor mesela şimdi tasımın tıkasız damarlarında. dedi ki, bu ay yazı verecek misin. dedim ki, bu aydan umutluyum. tebdil-i mekan ayı olacak benim için bu ay. tebdil-i tişörtü bugünden tam beş ay önce yapmıştım zaten. şu an aynı şarkıya üçüncü tıklayışımı gerçekleştirdim. demek olur ki 2.51'lük bir şarkıdan üçüncü adete girdiysek aşağı yukarı yedinci dakikanın ortalarındayız başından bu yana. ama piyonun siyah beyaz hareketleri beynimin kıvrımcıklarında dan dan.

sırtım çok yumuşak bence tadına bakmalısın. dudağını gördüm sanki. katalog filan aldım yeni evime dair, şunu alayım bunu alayımlar. haydiii, saçılsın çil çil liracıklar. sen bence pul koleksiyonu yapmışsındır, hatta bence belki peçete, ve ayrıca eski paralar. ben yapmadım değil, ben de yaptım ve hâlâ saklarım tutarım onları, peçete yapmadım tabii, kız çocuğumuyum lan ben, muyum ayrıydı.

dikkat ettin mi bütün meridyenler birbirinden ayrıdır. ama mesafeleri sabit midir. kuş bakışı baktık mı biz aramızdaki mesafeye. bu sabah şöyle bir şey yaptım aslında, ilk defa kaldığım yeni evimin soğuk battaniyesine sarılma ihtiyacıyle aniden üşüyerek uyandığımda, lan dedim bi âdet vardı hani, ilk defa kaldığın bi evde yastığın altına anahtar koyunca evleneceğin insanı görüyodun rüyanda. dur dedim, bu ev benim evim ama yine de işler belki bu âdet. gerçi sabaha çok az kalmıştı ama cebimden çıkardığım anahtarlığı yastığın altına ve tekrar uyumaya yeltendim battaniyeyi severek. ama laf aramızda yeni evimin battaniyeleri çok yumuşak gerçekten, kedi gibi. sırtım desen, öyle. ha yastığın altına anahtar değil de beş anahtardan oluşan bütünü koyuşumda bu âdete bir protesto asla yoktu, sadece o an onu düşünemedim. zira uyurkenki cebimde anahtar deposunun işi ne, bu da ayrı bir sorgu. yeni sevdiğim kadınların evlerinde pantolonla yatma alışkanlığımdan vazgeçememiş olmamı şu an hatırlamamla birlikte yeni evimde dün yattığımda her bir şeyler kolilerin valizlerin içinde olduğundan pantolonla yatmak durumunda kalmıştım. babam yatmadan önce üç kadeh rakı içirdiğinden, pantolonun cebindeki anahtar dünyasını da ihmal etmiştim. her neyse, rüyamdaki görüntüyü söyleyecek değilim elbette ama ben çalışmadığım gün sabahları hep yedi sıfır beşte muhakkak uyanıyorum la mecnun.

şimdi ben, mahpusta yatıp da güçlü kuvvetli kollarıyla zindanın iki demir perdesini ayırarak ordan kaçan adam gibi, iki yayı güçlü kuvvetli kollarıyla birleştirerek oku ordan aracıktan gönderiveren adam gibi, iki meridyen yayını güçlü kuvvetli kollarımla birleştirmeye ve mesafemizi daraltmaya çalışacağım. say ki güçlü kuvvetli kollarımla bizi birleştirdim.

1.11.2013

bugün beynime milyonlarca manyetik dalga verdiler. tabutundan kalkacak gibi olan ölü gibi bi doğrulam dedim doğrulamadım. beynime boynuma allah ne verdiyse milyonlarca manyetik dalga sirayet ettirdiler. sikerim sizin manyetik alanınızı diyeceğim geldi, demedim, yiğitlik bende kalsın dedim. zira sadece böyle anlarda yiğit mert olabilmekteydim. sonra içimden denizin dibinde hatçem'i söyledim.

dalga dalga dalga dalga dalgalanıyooor
biraz geç mi anladım neyin nesi, yalnız içmek hiç hoş beş değilmişim ben.

29.10.2013

dünyadan çıkış yolları

öyle pek ölüden anladığım söylenemez ama ölüden anmalarım iyidir. geçen sene bu gün. neymişti be geçen sene bu günler. çok güzelmiştiler.


21.10.2013

'o kadar güzelsin ki yağmur başladı'nın abisi. söylenmek ister.


20.10.2013

adı sanı belli olmayan bir adam

bayram tatiline gittim ve bayramın birinci günü -malum bayramlarımız günlere doyamıyor- karadayı öldü. evet lakabı film karakteri adı gibiydi. hayatı da öyleydi ve gerçek adını bizler öğrenemeden, bi filme konu olamadan, üç beş satırın misafiri olup göçtü gitti pek çokları ve pek çocukları gibi.

geçen yıl mıydı, yok yok ondan önceki yıldı, kızkardeşimin düğün gecesinde açık havası bol bir düğün salonunda içki içilebilecek bir kuytu arıyordum ki gözlerim orayı keşfetmekte gecikmediler. düğün salonu sahibi tam da isteğime göre bir kuytu bar inşa etmişti. gittim bara yerleştim bizimkilerin düğün sahibi olduğumuz ve pek içmemem gerektiği uyarılarına tamam söz vererek. yampiri yampiri içmeye gittiğimden emin olan, amca tabir ettiğim babamın kuzeni de beni takip etti ve yanıma oturdu. amcama ne içeceğini sordum bi duble rakı isteyeceğini bile bile. gelinin erkek kardeşi olmamın, muhteşem takım elbisemin ve gece boyunca yan nesnesi olacağım flaşların gerginliğiyle gözüm çok da bir şey görmüyordu. barmenden iki duble vermesini rica ettiğimde gördüm ki barmeni bir yerden tanıyordum. ordan barmene seslenen başka bir elli yaşlarındaki gelecektekibenamca yardımıma yetişti. ibrahim bana da ver bi duble, dedi. yanımdaki babamın kuzeni amcamın gece boyunca içeceği rakılara nasıl para yetiştireceğimi düşünürken o üçüncü hakiki dublesini fondip yapmıştı bile. ibrahim'e dördüncüyü sipariş ederken canlandı ibrahim'in kim olduğu. ibrahim, -o saatten sonra kendisine ibrahim abi diye hitap edecektim-, çocukluk arkadaşım olan ama çocukluk sonrası tamamen yatılılığım nedeniyle ayrı düştüğümüz özcan'ın abisiydi. kendim ikinci dubleden yudumlar alırken, ibrahim abi'ye beni tanıyıp tanımadığını sordum. hatırlamaz olur muyum, dedi. aynı mahallenin çocuklarıydık, diye ekledi. ikinci dublemin yarısından sonra, düğün sahibi olmanın gerginliğini atmaya başlamış olmamla birlikte, içtikçe kızarmaktan korkarak, amcamın birinci saatin sonuna yetiştirmeye çalıştığı altıncı dublesine bakarak, daha önce de defalarca şahit olduğum bu sahneye şaşırmayı ihmal edemiyordum. kişisel ortalama hızımın üstüne çıkarak üçüncü dublemi söylediğimde ibrahim abi bir bana bir de yanımdaki amcama bakıyordu şaşkın. bense bu sırada ibrahim abi'nin kardeşi özcan, ibo, osman ve ben, bakla tarlalarında çiğ bakla yiyerek geçirdiğimiz ilkokul yıllarımıza gitmiştim çoktan.

hadi incir ağacına çıkıp incir çalmayı, bostanlardan kavun karpaz çalmayı anlıyorum da şimdi düşündüğümde, tarlanın içine bir güzel kurulup bakla yemeyi hiç aklım almıyor. ama birkaç sahnesiyle hafızamda o kadar net ki bunu yaptık. şimdi baklanın yüzüne bakmayan ben, o zamanlar özcanla, osmanla ve iboyla bakla tarlalarına girip, tarla sahibinin hışmından korka korka çiğ bakla yerdik. ağzımda bakla ıslanmaması bu yüzden midir acaba. ... özcan ve ailesi, yeni yeni kurulmaya başlayan, her tarafı tütün, fiy, ekin, bakla, bostan tarlalarıyla dolu mahallemizin kıyısında bir kulübe inşa etmişlerdi, ve çingenelikten konarlığa karar vermişlerdi, tabii ben o zamanlar bunu bilmiyordum. kulübelerinin yanında bir kuyu vardı ve hepimiz o kuyudan korkar, o kuyunun aslında bilmemne kalesine bağlantısı olduğunu düşler ve içinden çıkacak geçmişin savaşçı askerlerinin ne zaman çıkacağını beklerdik. kızkardeşi vardı özcan'ın, iki tane de abisi. babasına karadayı derlerdi herkes. özcan da, kardeşleri de, babası da, anası da kapkaralardı ama aramızda bunun bir hükmü yoktu. ben de kendisine bu yüzden, adının fonetiğinin de etkisiyle, öcü lakabını takmıştım ve o lakap öyle devam etti. arasıra çocukluk kavgası ettiğimiz de oldu tabii özcan'la. bi kere burnunu kanatmıştım yumruğumla, o da benim kafamı yarmıştı taşla. ama aramızda böyle şeyler çok doğaldı o zamanlar. büyüdükçe esamesi bile okunmadı. sonra sonra benim ortaokul lise filan okuyabileceğim, okuma kafasına sahip olduğum anlaşıldı toplum mühendisleri öğretmenlerimiz tarafından, özcansa hayata atılmak zorunda kaldı ilkokul beşte üç kere sınıfta kalınca. ben il merkezine gidip de ayda bir mahalleye gelmeye başlayınca, özcan da oto sanayiye çırak diye yazılınca irtibatımız koptu. tarlalardan bir şeyler çalma yaşını geride bırakıp kızlar çağına girdikçe düğünden düğüne karşılaşır olduk yaz aylarında. onlar, yani okumayanlar olarak ibo ve fatihle muhabbet halindelerdi, biz de okuyanlar olarak osmanla. sonra dağıldık. burada, sadece duygudurum bakımından özdeşlik taşıyan, murathan mungan'ın "vahşi atlar" adlı şiirini çalıyor aklım şiirler tarlasından.

liseyi bitirdiğim seneydi sanırım. her memleket ziyaretimde konuşturmaya, anlattırmaya çalıştığım annemden, o napıyor, bu napıyor, diye sorduğumda, özcan'ın kardeşi kaçtı, hikayesini dinlemiştim. adı nasibe'ydi ve alımlı bir kızdı, ve karaydı. karadayı evlatlıktan reddetmiş, eve gelirse vururum demiş., filan. [unutturmayın da kardeşi gülümser evden kaçtığında, mahallemizin kaba abilerinden erol abi'yi ve gülümser'in kaçtığı adamı vuruşunu anlatayım bir dahaki sefere]

amcam durulmaya başladığında ve dokuzuncu dublesini söylediğimde düğün orkestrası gelin hanımın ailesini zeybek oynamaya davet ediyordu. evet, hiç istemediğim şekilde yüzümün kızarıklıktan yandığını hissediyordum sahneye çıktığımda. babam şöyle bir baktı yüzüme, içinden 657'ye tabi devlet memurlarının işlediği yüz kızartıcı suçları saydı belki de, ben kendi suçumu üstlendim sadece ve üç beş döndüm ortalıkta. evet dönebiliyordum sendelemeden. daha önce fotoğraflarda kırmızı çıkan gözlerime bu defa yüzüm de eşlik edecekti sadece. o gecenin düğün mesaisini atlattım zannederek, -bir dahaki sahneye çağrılışıma kadar- kuytuma geri çekildim. amcam yavaşlamıştı, ve oğlu beni uyarmıştı giderken, babama fazla içirme diye. daha ne kadar fazla içirmeyebilirdim ki, adam yerinden kalkmadan bir büyük rakıyı iç etmişti çoktan.

ibrahim abi'ye, özcan napıyor abi, diye sordum. çok tuhaf baktı suratıma. anlamadı mı acaba, ben sorarken sarhoşluktan kekeledim mi acaba, yoksa ibrahim özcan'ın abisi değil mi acaba, öyle bir soru kuyusuna attı beni. öyle tuhaf baktı ki, soramadım bir daha.

zeybeklerle, fotoğraflarla, kahkahalarla, rakılarla, elma kırmızısı bir dünyayla o gece düğünü bitirdik. eve dönerken babam, ben kullanayım, dedi. sesimi çıkarmadım, o kullandı. annemle bana yeltenirlerken de o kullanmıştı, bana sorulmamıştı, sesimi çıkarmıyorum bu yüzden.

ertesi gün osmanla, fatihle ve iboyla buluştuk. düğün için aldığım iznin son gecesiydi ve kopmadığımız çocukluk arkadaşlarımla geçirmek istemiştim. o günün dünü akşamı ibrahim abi'yi gördüğümü söyledim bizim çocuklara. özcan napıyor, diye sordum onlara da. özcan geçen sene kendini astı, dediler.

aylarca öylece kalakaldım.

bu bayram, sela okundu ilk gün belediye hoparlöründen. hiç adını sanını duymadığım bir adamdı ölen. babam durdu, kim bu biliyo musunuz, dedi annemle bana dönüp. karadayı, dedi. önce canlanmadı hiçbir şey. sonradan oldu her şey. annem bile onun adı o muymuş dedi. sonra mahalledeki diğer arkadaşlarımdan dinledim hikayeyi dört gün önce bir bira akşamında. karadayı bir ay önce rahatsızlanmış ve hastaneye kaldırmışlar. ciğerleri iflas etmiş. bir aydır hastanedeymiş. öleceği belliymiş. bundan iki hafta önce de oğlu ibrahim kalp krizi geçirip ölmüş. ama ibrahim'in öldüğünü söylememişler karadayı'ya. cenazesinde kızı nasibe de varmış.


bildiğim tek yarıentelektüel sokağında alsancak'ın, gemgenç bir hevesle yeni aldığım dergileri süreli yayınları karıştırıyorum. dershane molası vermiş gençler yemek yiyor bolca bu sokakta ve salata. yüpyüksek yümyüksek yükyüksek topukuklarıyla genç kızlar, ne ki yürümeyi bilmiyorlar aparnavut kaldırımlarda. hiçkadın düşmedi hiç kadın kaldırmadım bu sokakta. dar kot pantolonlardan taşan yağlar gizlenmeye değer bulunmuyorlar. ben gizliyorum şehvetsiz, vücudumun tek on yaşındaki organları olan gözlerimi. geri kalan yerlerim otuziki tekmili birden otuziki yaşlarında. bir karasinek musallat oluyor başıma, olunca unutuyorum naifliğe dair bildiğim ne varsa. neden ben diyorum. neden bunca insan arasında neden ben kapkara sinek. yeterince pekişiyor sanırım sinirim bir sinek bile yüzünden. kahvemi yudumlamak için kafamı kaldırımımla birlikte yapayalnız bir çift ayakkabı geçiyor gözlerimin huzurundan. bir şey hissetmiyorum, gözlerim de mi yaşlı, anlamakta zorlanıyorum. içimin akordeonunun akordu bozuk, düğmeleri de eksik anlaşılıyorum. hoş bir kutu içinde hesabı getiriyor garson. tamamen kendimi bahşiş bırakmak istiyorum dünyadaki tüm barlara.

12.10.2013

denize gidip dönen mavilerin bire indirgenen üçlüğü

yalanlı dolanlı alçak doğruca yaşanmamış bir
bir gözsüz kulaksız elsiz ayaksız güdük bir gün
bütün yitiklerim karalarım üstüste üstüste bütün karışıklığım
gelip geçtiğim macera şu kadar binler yıllık
şu kadar binler yıllık karalarım karışıklığım üstüste
usul usul insan insan ölüm ölüm üstüste
şu kadar güneş şu kadar su şu kadar su yılanı şu kadar düzen
ben sebepliyim denizlere aylara kavgalara umursuzluğa
bir maviyi durup dururken birine benzetiyorum
bir balığın ağzını anıyorum durup dururken
serinliyorum

ben üç yer tasarlamıştım üçü de sana bana uygun
biri günebakanlarda biri otuz yaşta birini sorma
birini sorma gün gelir ben söylerim
daha usta olurum daha yiğit o zaman söylerim
bu kırgın karanlığı bir ışıtalım ilkin
yeniden şehirler kuralım şimdikilerine benzeyen
baştan başlayalım susamlara ekmeklere denizaşırılarına
sevmelere

gidip dönelim
belki bir yerde bir tohumda bir durumda belki
belki o ses o yudum o yumuşak döşekler yeşil yeşiller
ben taş çekerim yılmam çamur kararım yol döşerim
bakarsın göneniriz gidip dönelim
ben yılmam taş çekerim çamur kararım ben
senin de gürül gürül saçların var nasıl olsa.

turgut uyar

7.10.2013

who can you trust



köpürmeyen bir sabun, ya da şöyle diyelim köpüğü olmayan bir sabun ne kadar inandırıcıdır? ben de o kadar insanım işte. kızmayan bir insan ne kadar insandır. bağırıp çağırmayan bir insan ne kadar insandır.

işinde yükselmek isteyen genç mühendisler, bir de iyi olmayı deneyin. evet yanlış duymadınız, işinizde yükselmek için iyi olmanız yeterli. iyi biri olun. amirinize iyi olun. altınızdakilere iyi olun. altınızdakilerin altındakilere de iyi olun. üstdüzey yöneticilerinize de iyi olun. kör tuttuğunu skermiş hacı, her amirine saygı gösterirsen it gibi kullanırlar seni, dediklerinde inat edin onlara içten içe. işçilere iyi davranın. abi öyle deme tepemize çıkıyorlar sonra, muhabbetlerini es geçin. bi kere elini ver de kolunu kapsın işçiler, sohbetlerinde onları meze etmeyin. direkt laubali oluyo adamlar, diye size nasihat verdiklerinde gülün ve geçin. iyi bir olun. siz, sen, başka türlüsünü yapamadığın için öyle ol. sonra herkes reklamını yapmaya başlasın senin. herkes bir taraftan sadece iyi biri olduğun için senin dediklerini tam da sen istediğin gibi yapsın, hem de bunu başkalarına bu şekilde anlatsın. seni konuşsun üstündekiler kendi aralarında, aa o mu, iyi mühendistir o desinler. iyi derken iyi'yi kastetsinler. stajerler siz buraya fazla iyisiniz, desin. işçiler, abi bu herif bizden galiba desin, iyiliğinize inanamadıklarından sizin onları sadece aynı mezhepte oldukları için sevdiğinizi sansınlar ziyanı yok, mezhebinizin farklı olduğunu duyduklarında daha da inanırlar. aynı yörede başka bir firmaya geçin. orda aynı köylerin kahvehanelerinde farklı fabrikalarda çalışan işçiler dahi reklamınızı yapsınlar iyiliğinizin, orada da bu sebeple hızla yükselin. özel hayatınızda allahsız, sosyal hayatınızda alkolik olsanız dahi, iş hayatınızda iyi biri olun.

6.10.2013

merhaba filament -napıyosun? -hiç yapıyorum. -güzel oluyor mu? -bazen. -şu anki nasıl? -sana ne. -kalbin yok senin. -gırgır var bende kalp yerine. sen yemeğini yedikten sonra kırıntıları alıyorum kalbimle. senin göğsündeki pamuklar arasında fasulye yetiştirip sana yemek yapmak istiyorum. -iyiden iyiye küçülmeye başladın. yakında taşıyabileceğim seni sanırım cebimde. beslenme çantanda kiraz var yarınki menüde. -çantana attığın bir tavşanım ben. ama kanım kurumadan koydun heybene, sızıyorum sen yürüdükçe. -ben öyle şey yapmam. hayvanlarım mutludurlar benimle, severim okşarım onları ben, sularını yemlerini veririm. -çok sütlimansın. sinir oluyorum bu durgunluğuna. -sütten kelimelerim var da ondan.

5.10.2013

inanıyordum o zamanlar. tanrı'ya değil de allah'a inanır gibi inanıyordum.

3.10.2013

benim doğduğum yerlerde kız çocukları kulaklarına ip takarlardı. küpe alacak paraları olmadığından mı sanki, hh.
aynı

akşam işten çıkan kadınların, özellikle kış aylarında işten çıkış hallerini seviyorum ve bu işteşlik hissi eve varılsa güzel nihayetlenirdi diye düşünüyorum, yaşamadım bilmiyorum.

2.10.2013

ustelik imge'nin cafesinin adini guido's koymamislar mi : )
ankara'nin kitapcilarinda beni seven bir sey var. dost'un zayif siir reyonu, turhan'in kimsenin yuzune bakmadigi bir zamanki muthis dergi reyonu, imge'nin bahcesi. bir suredir devletin sanayi odakli organlarinda icinde calistigim ozel sektor sirketini temsilen toplantilara giriyordum ve isleyis hakkinda cesitli yargilara sahip olmaya baslamistim. bugun girdigim toplantida devletin mustesarlik duzeyinde bir temsilcisiyle, benim gibi bes sektor temsilcisi daha olmak uzere bulustuk. mustesar deyip gecmemek gerekiyormus meger, bakan yarisiymis adam, bakan da adamsa sanki. bu konudaki gozlemlerimi daha sonra derleyip toparlayacagim elbette ama bu vesileyle ankara'nin havasi kuduza donmeden, ince inceyken solumus oldum. evet ankara'da beni gizleyen bir iklim var her mevsim. bazi arkadaslarimin hatirlama ihtimali oldugu uzere imge'nin bahcesini fazlasiyla severim. diger kitapevlerini dolandiktan sonra u geri donus saatimi beklemek uzere imge'ye girdim. adetimdir, mutlaka yeni yayinlara ve cok satanlara bakarim, ben son yillarda pek okumaz olmus olsam dahi turk okuru ne okuyor, yayinci ne basiyor, yeni isimler kimler, ne kadar yaslanmisim konularinda fikir verir bana. onlara bakarken iceri otuzlu yaslarinda oldugunu tahmin ettigim (cok geleneksel bir giris oldu di mi, evet sakin ve gelenekselim, koku mazide bir ati oldugum da yadsinamaz) . "calikusu yok mu acaba" diye sordu kitabi bir sure dogru reyonda aradiktan ve bulamadiktan sonra. bir ay kadar once kuzenimin kizi irem de ailede konusarak anlasabildigi tek kisi ben oldugumdan ve memlekete gidis periyotlarimda onu sorulari biriktirmis halde beni bekler buldugumdan; "dayi calikusu'nu okumaya baslamistim, dizisi cikacakmis," dedi. "oyle mii!" dedim, bu gibi durumlarda ilk tepkilerim cok kisitli bir turkceyle ifade edilir tarafimdan. hadi ya, hmm, oyle miymis, deme ya, gibi sutten ifadeler gayrihtiyari sosyal tepkimeye giris cumlelerimdir. neysesinde, "aa erken degil mi ama senin onu okuman icin," deyip yasini hesapladim, onbire tekabul ediyordu. ben o kitabi okudugumda onuc yasindaydim. ogretmenin verdigi listede oldugunu soyledi. "tamam o zaman," dedim. demek ki cocuklarin askli sevgili kamuranli ferideli kitaplara yasi gelmisti. "oku da dizisiyle arada fark var mi bak bakalim," dedim. diziyi aile vesayetiyle izlememesi kacinilmazdi. o istemese izlemese muhakkak anne babasi ya da dedesi ninesi izlediginden maruz kalacakti. sonra genetik muhendisi olmak istediginden bahsetti. ben de ona basitlestirerek kalitimdan bahsettim ve oyle aradan gunler gecti. bu gidisimde diziyi izlediginden, diziye ekstradan bir kardes figuru koyduklarindan bahsetti ve elbette figur kelimesini kullanmadan. "gulbeseker'i sevdin mi?" diye sordum ona. anlamadi nasil nicin ne anlamda sordugumu. dun aksam annemle telefonda konusurken, naptiklarini sordugumda calikusu'nu izlediklerini soyledi. annemin okudugu ve ustune konustugu iki kitap bilirim sadece, biri sinekli bakkal digeri de calikusu'dur. "gulbeseker bunda degil miydi?" diye sordu bana durduk yere. "evet dedim," "ondaydi, izle bakalim gulbeseker'i sevecek misin," dedim anneme telefonu kapamadan once. nasil nicin ne anlamda sordugumu anlamadi. anlatmadim. calikusu kalmadi dedi ordan kitapci.

27.09.2013

merhaba. cuma-ı şerifleriniz hayırlı olsun. sabah da öyle. madem. günaydın. şehrimizdeki tüm antibakteriyel etkinlikler devam ediyor. ekranı göremediğimden typolar mazur görüle. bipolar vaziyetler de öyle. dosyalar, ölçü aletleti. kişinin işyerinde müzik dinleyememesi ne kadar içler aağacı. ben aslında sadece merhaba etmeye gelmiş idim ne var ki kâr etmez ahım sen gülizare, sevmiş bulundum güzelim gayrı ne çare. çalan telefonlar, ceplerimizin nadide parçaları telefonlarımız, bu hafta ne kadar da geçmek bilmedi diye hayıflanan idari bina calışanı bembeyaz yakalıklılar, her mi hafta aynı terane, biraz susmak bilsenize. arturo bandini'nin lafına bana mı dedin diyesim geldi bak şimdi. tamam görüşürüz.

25.09.2013

ben şey yapayım o zaman. neşet ertaş'ı anayım.

24.09.2013

feracenin ucu sırma olabilirdi.
arasıra bazı bazı

23.09.2013

touch me with your naked hand or touch me with your glove

ben her sabah insan içine çıkıyorum, kesiyolar acıyo mu sanki.
kestiler acımadı kesseler acımaz. tanrıdan diledim bu kadar google: they cut does not hurt. coupe ne fait pas mal. taglio non fa male.

ne bileyim ben.

22.09.2013

ah nasıl unuturum, günaydın. havada bir semaver buğusu, hoş bir eda, eylülün 22 kuğusu var.
bu adamı iyiden sevmeye başladım. bi ara şarkının sözlerine de eğilelim. su içelim.

21.09.2013

arabada uyursun

bu ses şükran ay'ın sesi. duysam tanırım, tanısam duyardım. neden? çünkü bende dedemden kalma, yadigar nevinden plakları var. hatta filmin bu bölümünün girişinde çalan şarkının aynısınınki mesela, var. sonra bir de biz bundan beş kadar altı kadar sene önce kemancı ali ile eniştem, babam ve ben ovaya içmeye giderdik. birkaç hikayesi var hatta buralarda bir yerde. kemancı ali'nin içmeden çalmaması bir yana içtikçe düştüğü acınası hâl başka bir dünya. şimdi arada bir bu filmden aldığım enstantan cümleleri ekleyeceğim buralara, araya giren tek cümleler oradandır, italik dizilir. şükran ay'ı tanıyışım bu plaklardan önce kemanî ali amca'nın çaldığı bu şarkıya dayanır, "sokağın ardındayım, saatin dördündeyim," der sözlerinde. bizim bu üç büyük ve yanlarında genç benim çıktığımız bol ovalı bol yıldızlı rakılı akşamlarda çalardı gençlik şarkıları olarak bunu. bense güzel bir şarkı olarak dinlerdim. bu üçü aynı yaştalar. ben bu hikayeyi sonradan öğreniyorum tabii. hatta doğrudan anlatılmıyor sonradan da, sadece taşları birleştirip üzerlerinde yürüyorum. beni değil onu seyret. ben o kadar çok taş bıraktım ki.

- ne zamandır böyle vakit geçirmemiştim.
- eğlenmedin ki.
- niçin?
- ne gülüp açıldın, ne de doğrudürüst konuştun.


ali amca gençliğinde düğünlerde keman çalıyor, düğün orkestrasının asıl sahibi ise bateri çalan hakkı diye bir adam, bembeyaz saçlı ama saçlı mı saçlı bir amca, hatırlıyorum ben. babam da aynı dönem gençliklerinde bu hakkı denen adamın kızına tutuluyor. hakkı bey amca'dan kız istemeye niyetlenirken ne idüğünü anlamak için birlikte en çok zaman geçirdiği orkestrasının elemanlarını tanımaktan başlıyor işe. ali de genç bir kemancı o zamanlar. babam ali amcayla bu şekilde tanışıyor. eniştem de zaten babamın amcasının oğlu. babam hakkı'nın kızına vuruluyor. babaannem istemiyor çalgıcının kızı diye. babaannem de eskinin kıymetli otoriter kadınlarından, her ne kadar babam onu birkaç kez dedemin bıçak altlarından kurtarmış olsa da. niyeti yok filan derken, o iş olmuyor. babam sonra ali amcayla bir kez rakı içiyor. sonra araya çoluklar çocuklar giriyor. araya giren yirmibeş yılda hiç görüşmüyorlar, hem de hiç. bir gün, eniştem kemancı ali'yi çoluğunu çocuğunu evermiş bir şekilde, oto sanayide bir tektekçi dükkanında iki tek atarken görüyor. ne yaptın ne ettin derken sözleşiyorlar bir haftasonu, babamı da alıp gelmesini söylüyor ali amca enişteme. işte o grup birleştiğinde ben de eniştemin davetlisi olarak iştirak ediyorum onlara. çalıp söylüyorlar, şükran ay kimmiş tanımıyorum bile doğrudürüst. sadece kimsenin sevmediği adamın birinin annesi olarak adı var hafızamda. sonra sonra dedemin plakları çıkıyor ortaya. bir bakıyorum ki bulduğum otuz kadar plak arasında üç tanesi onun.

her şeyin bir sonrası var muhakkak. çocukluğumda yıllarca düğünlerce dinlemiş olduğum, anannemin dilinde tüy bitiren "hani söz vermiştin bana içmeyecektin" sözlü şarkının da aslında tam bir şükran ay anonimi olduğunu sonradan öğreniyorum. saygı ediyorum.

sonralardan önce üniversitedeyken ahmet bana bi şarkı gönderiyor. o da aşağıda.



19.09.2013

tanrım benden elli yaşında barlarda oturan bir adam yapma, oturuyorsam da yanımda çocuklarım olsun mutlaka.
tanrım beni kapısında badigard olan barlara girmekten koru. imtina edarim.

8.09.2013

merhaba. bugün sabah altıbuçukta kalkıp bit pazarına gittim. bi sürü hurda bi sürü çöp bi sürü kullanılmış bi sürü çalıntı bi sürü alıntı bi sürü çingene bi sürü ben. bi tane johnny cash plağı buldum, hevesle onu aldım. rüzgâr çıktı. sildi süpürdü. bi kız geçti önümden. çok serin baktı. bugün hristiyanların yakarma günü, senin ne olduğun belirsiz, dedi. çanlar kimin için çanıyor, dedi gözlerim.

7.09.2013

merhaba. bugün köşedeki fırından poğaça aldım.

5.09.2013

this mess we're in

zaten güzel olan bazı şarkılar radyoda rastlandığında daha öyle güzel geliyor ki. halbuki evde dinlesem aynı tadı vermezidi. iyi biri gibiymiş gibi hissetmesine de ihtiyacı var insanoğlunun. bugün sabahtan beri iyi biriymişim gibi hissetmek istiyordum ama ziyanı yok, bugün de hissetmeyivereyim ne çıkar. can benim sıkıntı benim, ellere nesi. hadi gel, ay karanlık. istanbul'a ankara'ya çalar gözlerin. hadi git azıcık istanbul iste, beni bay metin gönderdi de, kosunlar o denizi bir çanağa. al getir ilk sevgiliyi beşiktaş'tan, yaşamak istiyorum gençliğimi baştan. hadi artık öldüm biliyor musun, hadi kalk izmirlere filan gidelim. bütün bunlar alıntıdır ha, aman şairlerimiz ziyan olmasın. sonbaharın iç hatlarına ilk dahil oluşumuzda aklıma hep içine girdiğim şehirlerin mevsim değişikliği kokusu gelir. hepsini iyi bilirim. dengemi yitirdim. bugün ilk defa af dilemeyi düşündüm, tevekkeli değilmiş. işyerinden bi arkadaşım, doktor amsterdam'a gidelim mi, dedi bugün. şaşırdım. her şeye ve herkese dediğim gibi, olur, dedim. olur derken olmayacağımı her şeyler gibi herkesler gibi ayrı olan her şeyler gibi o da anladı. sonra bi vintage duvar bulup işedim. rusya'ya gel, bak ben türkiye'ye döndükten sonra bi daha gelemezsin dedi lise arkadaşım. olur, bu sefer kesin geliyorum, dedim. olmayacak bir duaya daha amin ettim. eski samimiyetimiz olsa dubai'ye çağırırdı bi arkadaşım, ona da olur derdim muhtahminen, ve gitmezdim. üstad mehmet, ingiltere'ye çağırdı, ona olur bile diyemedim, ona olur diyebilecek yalancılık sergilemek istemedim.

sonra biraz duş aldım. duşa girerken pj'den who will love me now söylemesini rica ettim, kırmadı beni. bütün yaz iki musluğundan birden kaynar su aktığı için binlerce küfrederek yıkandığım banyomda havanın soğumasıyla birlikte sıcak sular ortadan kaybolmuştu ve yerini ayaza bırakmıştı, yine elbette sövdüm. ilk defa bu kadar alkolsüz geçirdiğim bir eylül ayına gireli henüz dört gün olmuştu ve artık sabahları amına koyim diyerek uyanmıyordum, yine de dumansız hava saham yoktu henüz. pj'den bis rica ettim. üzüm yıkadım. gözlerimi üzüm tanelerine gömdüm, gözlerime benziyorlardı. komşudan türk kahvesi aldım ödünç. bir şeyler içmem gerekiyordu ve çay kahve için sadece günde birer fincan kısıtlaması getirilmişti doktorun biri tarafından. suya vuruldum. it gibi su içiyordum. dünyanın suyunu içtim. deryalarca su içtim, geçmedi başımın dönmesi. casting adlı italya'dan getirttiğim mesleki kitaba baktım biraz, kapağına baktım, adamın biri döküyordu, habire gün geçtikçe dökülüyordum. hey pj, bir kez daha söyle, dedim. kitabın adını sorguladım sonra, casting'in terimsel anlamı haricindeki anlamını düşündüm, evet ben oynuyordum, oynamadığım bir an var mıydı. sen hep iyiyi oynadın, dedi eski arkadaşım yazdığı mailde. oynamadım, öyleyim, dedim. blogun sayesinde türkçe öğrendim dedi kadının biri geçenlerde. yıllar önce, sizlere çay kaşıklarının saplarındaki şekillere dikkat edip etmediğinizi sormuştum hatırlar mısınız, ve orda yerli bir marka ismi vermiştim. amerika'da kadının birinin eline aynı markadan çay kaşığı geçsin, ve bir anlam içerdiğini zannederek google'a kaşığın adını yazsın, sonra da bana mail atsın, olacak iş mi. dünyada bazen böyle tuhaflıklar olmuyor değil. baba olacak adamdım. etme bulma dünyası bu eyyuhellezine amenu, diye seslendi ordan merve elinde çay kaşığıyla. sonra işe gitmiyor mu bu izmirli kız, dedim kendi kendime. izmirli kızların tuborg hayranlığına sinir olmuyorum değil. o değil de, sonra sırcı emin'i aradım. fabrikada sır işiyle uğraştığı için adı sırcı, yoksa gizemle esrarla filan ilgisi yok, hatta kolpacının önde gideni, ama seviyorum adamı, beraber rakı içip içemeyeceğimizi sordum, müdür oldun götün kalktı doktor dedi, arayıp sormaz oldun dedi, tamam söz rakılar benden dedim. önümüzdeki haftaiçi için sözleştik. haftaiçi içmeme direncimi bir kez de onun için kıracaktım. sonra oturdum gündüz içtiğim kahvenin telvesine göz attım, içindeki gazeteyi okudum, içindeki üçüncü sayfa haberlerini okumadım ama, güzel şeyleri okumaya gayret ettim. birkaç magazinel şey, birkaç acıklı şiir, birkaç trajikomik gelişme, hepsini not ettim gelecek defterime. arabamın arka camına trajik yazdırmaya karar verdim.

beşiktaş'ta elma kafe'ye gittim sonra, iki öğlen birası içtim orda. kazan'a gittim, bi tane de orda içtim, ikinci biramı söyleyecektim ki bi masada tiptip baktı bana sert erkekler, masalarına atlayıp dördüne birden giriştim, onlar oranın fiks müşterisi olduklarından yakapaça atıldım ordan, allahtan ayırdılar çalışanlar, yoksa sinanpaşa camii de yakındı zaten, ilk namazı müteakip. vazgeçtim. ordan çıtır pub'ın terasına çıktım. bi bira içtim. mekan çok güzeldi ama müzikleri sevmedim. kalkıp mado'nun yanındaki külüstür pub'a girdim, bi bira da orda içtim, duramadım orda, acı bastı. ordan çıkıp aynı sokağın biraz ilerisindeki küçük ev tekel bayiine girip, bi paket kısa ballıca ve bi şişe dimitri kopulo beyaz aldım, her gün benim için bi tane soğutuyordu mutlaka. şişeyi alıp sahile indim, adamın biri oturuyordu bankta sakallı makallı, şarap içiyordu o da. elimdeki iki paket sigarayı görünce, yedekli çalıştığına göre epey içiyorsun, dedi. sigaraya dikkat etmiş olmasına anlam veremedim. biraz metin eloğlu'dan konuştuk, biraz ergin günçe'den, biraz cemil kavukçu'dan, arkadaşıymış hatta. drugs don't work çalıyor duyuyor musun, dedim. arabasının arkasına trajik yazdıran sen misin, dedi, evet o benim, dedim. ingiltere'de yaşıyor olsan bittersweet mi yazdırırdın, dedi, ne alakası var, dedim. kalktı gitti ben tersleyince. sonra çimlerin arkasından güzelce bi kız çıktı geldi. şarabından içebilir miyim, dedi. yok artık, dedim. şaka yapıyor olmalısın, diye ekledim. hayatımda ilk defa bu cümleyi kurmuştum ama bu kızın hayatımda bana yaşatacağı pek çok ilkle bunun bir bağlantısı olduğunu düşünmüyorum. biliyo musun, dedi, ben buraya gelmeden önce üç tane bira içtim, normalde üç tane bira beni iyi eder, hatta sarhoş bile eder, deli deli kahkahalar atarım, ama üç biradan sonra biraz ara verirsem öyle bi açılırım ki sabaha kadar içebilirim, dedi. sabaha kadar içmeyeceğiz di mi, ben pek duramam da, dedim. drugs don't work, dedi. şimdi filmlerdeki gibi konuşmalara dalmayacağımızı, benim öyle bi adam olmadığımı kestirebiliyosun, di mi? dedim. biliyorum biliyorum, kısa ballıca içen bi adamdan filmlerdeki gibi konuşmalar yapmasını bekleyemem ama hazır kafamda birkaç soru varken bırak da onları sorayım, sonra gündelik hayatımıza döneriz, dedi. olur, dedim.

1.09.2013

30.08.2013

marina




bu şarkıyı ilk dinlediğim seneler içimdeki doksanüç harbini işaret ediyordu. oniki yaşlarındaydım. ortaokul hazırlık sonrası ortabirinci sınıfa geçmek üzereydim. bende ingilizce ile ilgili ufak tefek bir köz olduğunu anlamıştı öğretenler. zira, zaten ilkokul dört ve beşte türkiye gazetesi'nin verdiği nasreddin hodja eklerinden ve milliyet gazetesi'nin dağıttığı ingilizce türkçe-türkçe ingilizce sözlükten epey bir şeyler kaparak gitmiştim o yedi yıllık anadolu lisesinin ortaokuluna. meraklıydım ve merakımın haddi hududu yoktu. hazırlık sınıfını prep. d'de bitirip orta bire geçtim. ben bildiğin ingilizce öğreniyordum, hatta öğrenmiştim. bizim eve her gün türkiye gazetesi getirilirdi sabahları bi motosikletli tarafından. ben ilkokulun ilk sınıflarındayken de tercüman. evin entelektüel vaziyeti bu şekilde anlamlandırılabilirken, babam sağolsun ingilizceyi rahat öğrenebilmem için elinden geleni yaptı. misal, bir gün markete gittik benim ilk ingilizce bilmiş yaz tatilimde, -ki o yazın devamında mühim bir salı pazarı kurulan ilçemizin en çok turist ziyareti alan halıcılarından birinde harcayacaktım günlerimi sırf ingilizcemden dolayı-. babam marketten ot bok bi şeyler alırken ben dergilere bakıyordum ve zamanın gençlikçe meşhur blue jean dergisinin bir kaset hediye ettiğini gördüm. o zamanki hayat görüşüm bende blue jean okuyacak göz olmadığını göstermesine rağmen içinde ingilizce bir kaset hediye olduğundan dergiyi aldırdım babama. eve geri dönerken hemen pakedi açıp kasedi teybe taktım ve bu şarkı başladı. fakat ingilizcesinde bi sıkıntı vardı adamın, öğrendiğim şeylere dair hiçbir şey yoktu sözlerde, herhalde tam öğrenememişim deyip hayalkırıklığına uğramıştım, italyancadan hiç şüphelenmemiştim.aradan yirmi yıl geçti ve ortalama her on yılda bir bu şarkı benim aklıma geldi ama adını hatırlayamadığım, sözlerini zaten anlamadığım için bulamamamıştım internette. geçenlerde denk geldi. öyle sevindim ki bu tutti frutti kılıklı şarkıyı rasgele görünce. ingilizceme sonra otellerde tatilköylerinde garsonluk yaparak devam ettim yaz aylarında. bir yaz da muğla otogarında geçti.

rahmetli dedem, lisede yatılı marangozluk bölümü öğrencisi olan ve fakat mezun olduktan sonra hayatına ilginçtir devlet memuru olarak devam eden babamın yatılı okuduğu ilde kitap okuduğunu duymuş. birileri tam da ihtilal zamanı zaten karışık olan devirlerde babamın kitap okuduğunu ispiyonlamış dedeme. dedem de, babamın kendisinden altı yaş büyük kuzenine demiş, aydın'a git, g'yi patakla, kitap mitap okumasın, adamın asabını bozmasın, alırım okuldan. amca dediğim babamın kuzeni, suçu sadece çizgi roman okumak olan babama gitmiş, iki tokat aşketmiş, skerim senin okuyacağın kitabı da okulu da, anarşist mi olucan başımıza demiş, ve bu ayarı alan babam liseden mezun olduktan sonra kırk yaşına kadar okul ve kitap yüzü görmemiş. bunu neden anlattım bilmiyorum. şimdi azcık babamı görmeye gideyim de üç beş duble atıp birbirimizden nefret edelim, sonra ayılınca sarılalım.

29.08.2013

bugün yeminimi bozmaya and içtim. dört tane biram vardı dolapta. bir de ta ne zamandan kalma yarım şişe viski. dolabımda genelde farklı tipte içkiler bulundururdum ki biradan kısa bir uzaklaşma anında onlara dokunayım. yine de ağır biracıyımdır. dün çok fena baktı bana dolaptaki biralar. gittim geldim gittim geldim. bugün oralı bile olmadılar, bu defa da onlar naz yaptılar. biraların yetmeme ihtimali vardı ve akşamüstü akşamüstü bira almak için üç-dört km. yol gitmeye hiç takadim yoktu. bira yetmezse de geceye biradan sonra viskiyle devam edemezdim, ederdim de etmeyi tercih etmezdim. bira hep kapanış içkisidir bende. bu nedenle viskiyle başlayıp, iki bardak sonrası birayla devam etmeye karar verdim. bunun yeteceğinden emindim ama yetmezse de viskinin geri kalanıyla idare edebilirdim en kötü ihtimalle. tüm saat, promil, bardak, şişe, müzik, sabah iş incehesaplarını yaptıktan sonra içim rahat bir şekilde başlayabilirdim. bu yeni işimde gece aranma ve çağrılma oranım daha düşük olsa da böyle bir ihtimale karşılık telefon çalarsa, gözüne projektör yemiş tavşan olmamak için psikolojimi de hazırladım, ne de olsa eski fabrikamdan yayılmış olan gece arandığında ayık bulamazsınız ünüm buraya benden önce gelmişti. ve ilk yudumu aldım viskiden. hiç vakit kaybetmeden kanıma karıştı ve bana hükmetmeye başladı. içtiğim içkinin türü ve derecesi hiç fark etmiyor, ilk yudumu aldıktan sonraki kimyam ile üçüncü kadehi/şişeyi içtikten sonraki kimyam aynı oluyor, bunu iyice tecrübe ettim artık. hızla sarhoş oluyor, uzun süre o sarhoşlukta kalıyor, ve sonra uyuyorum. geçenlerde ayık kafayla, içerken dinlediğim şarkıları barındıran bir blog açmaya koyuldum, ancak henüz çok başındayım, biraz dolarsa adresini veririm. dolabımdaki biraların dün bana sitemkar davranmalarının sebebi, ve bu yazıya içkiyi meze edişimin sebebi, uzun süredir takip etmediğim ancak bir vakitler yazılarının hayli dostu olduğum bir blog yazıcısının dün rasgele uğradığım blogunda içkiyi bıraktığını okumuş olmamdır. adam benim gibi biracıydı ve müthiş methiyeler düzerdi biraya, benden müthiş olmasın. ne zaman okusam canım bira çekerdi, ve zaten ya içiyor ya da içmeyi planlamış olurdum onu okurken akşam saatlerinde. sonra sonra onu okudukça daha da canım çekmesin diye okumayı azalttım. sonra da onun başına türlü işler geldi gözucuyla gördüm, kardeşi vefat etti, gencecik, bir kızı sevmeyi başladı, acıdan uzaklaşmak için içkiyi bıraktı. çok tipik bir adama döndü. benim hayatımı görseniz ben de pek atipik bir adam sayılmam, hatta hiç, ufak tefek pürüzlülüklerim vardır benim yaşımdaki erkeklere nazaran, gündüzleri zaten hiç göstermem onları, geceleri de kendi kendime takılırım zaten. sonra da nişanlandı o arkadaş. ben onun kadar yapıcı, onun kadar akıcı, onun kadar edebi bira güzellemesi yapan insan okumadım hiç. karamsar insanları oldum olası sevmedim, acılı insanları da sevmedim, sevemedim ayrılığı. acı insana kafayı yedirtir, bunda ciddiyim, acı çoğunlukla insana biraz biraz kafayı yedirtir, hakiki acı tümden kafayı yedirtir, ama kafayı biraz yiyip de merhaba ben geldim diyen insan, işte onu sevmem. ya tümden gel ya tüme git. ya sev ya terk et. sahi ben acıdan ne anlarım di mi bayım. her neyse, meselemiz içmek. bu ara taşınma arefesinde olduğumdan sıklıkla eski defterlerimi koliliyorum, hayatımı kolaylamaya çalışıyorum, geçmişimi kalaylıyorum, ve içkili blog hayatıma başlangıç zamanlarında en sevdiğim eserlerden olan adalet ağaoğlu'nun bir düğün gecesi romanı ve timur selçuk'un ispanyol meyhanesi şarkısında geçen içmek üzerine olan teğellemeler beni benden alırsan seni sana bırakmam. biliyorum o eski halimden eser yok şimdi, ve çok iyi biliyorum ki ayşe'nin de dediği gibi, değişiyorum ve bu değişme şeklim arkadaşlarımın sevgililerimin analarımın babalarımın dayılarımın hiç hoşuna gitmiyor. elimde değil hâlâ. ve ekledi, üzgünüm leyla. şimdi üzerine daha fazla yorum yapmak istemiyorum ama o sanal içki arkadaşımın, aylarca onu okuyarak içtiğimin farkında olmadan yazan bira dostunun içine girdiği analize ben de gireceğim sanırım ya da girmemle çıkmam bir olacak. ve o adam artık yazmayacak, üstelik belirtmiş de hiç yazar olma hayali kurmadığını.

inanmadım o ayrı mesele ama, bir süredir de bu konuya takılıyorum. bir vakit sevdiğim ve hakikaten şair olan kadının da uzun süredir şiirle ilişiğini kesmiş olması beni düşündürüyor. bazı insanlar gerçekten şair doğmuştur, tipiyle tavırlarıyla smsleriyle mailleriyle twitterıyla facebookuyla her şeyiyle anlarsınız. ama onlar bile bırakıyorlar. otuz yaş üstü yazma veriminin azalmasını başka şeylere yoran bir arkadaşımın bu konuyu açmış olması bile benim için bir kazanç oldu. uzundur düşünüyorum ama yazmıyorum. hatta epey uzundur da kurgusal yazından uzağım. zaten kurgusal yazın, yani öykü ve şiir konusunda kitap hacminde verimlerim olmasına rağmen bu konuda kendimi hiç başarılı saymadım, ben hep neyi iyi yazdımsa blogun eski zamanlarında, msn konuşmalarında, ya da maillerde yazdım. demek ki bendeki de bir hevesmiş, ve ama yapamadığım ya da yapamayacağım şeyler konusunda pes etmekten bugüne kadar hiç utanmadım, çünkü boşa kürek çekmeyi sevmem. bu da bir hevesti oldu bitti derim, ama bu zamana kadar en sevdiğim şiir dergisinin, bunda benim de şiirim çıksa keşke dediğim tek derginin adı da heves'ti, bunu da belirtirim. ziyanı yok, bir kızıl goncaya benzesin dudağın, yeter. ama ben bugün okumayı seviyor olsaydım, yine de gidip de şimdilerde revaçta olan m.ü.e (iletişim) ya da s.s. (sel) okumak yerine (ki ikisini de önyargısız okudum, adlarını google'layanlar beni bulmasın diye kısalttım) gider yine adalet ağaoğlu'nun romanlarını, yiğit bener'i, cemil kavukçu'yu, çok çok daha önemlisi vüs'at bener'i, hakan şenocak'ı, pınar kür'ün bitmeyen aşk romanını, m.mungan'ın eski öykülerini, okumamışsam kesinlikle h. ali toptaş'ı filan okurdum.

evet bugün kendime verdiğim sözü kendim kırdım. bunda çok etkisi olan -ya da bahane ettiğim- -no excuse please- bir noktadan daha bahsedip konuyu kapamak istiyorum. ben insanları gündelik hayatta kapamak ve kapatmak kullananlar olarak ikiye ayırırım. değerli okuyucular benim adım hakan. rahmetli dedemin adı hasan. bir harfle adını almayı kaybettiğim o adamın kişiliğine sahip olmayı fersah fersah kaybettim, bunun farkındayım ama üç yaşıma kadar tanıdığım bir adam hakkında elbette nesnel yargılarım yok. kulaktan dolma bilgilerle idare etmek durumundayım ve bu bilgiler hep müspet, rahmetli babaannemden dinlediklerim hariç. şimdi ben hangisine inanayım, yüz kişinin söylediği şeylere mi, yoksa onunla otuziki sene yastık paylaşan ve ama tek menfi yargılara sahip insan olan babaanneme mi. aynı durum benim için de geçerli olurdu şimdi ölsemdi, facebook'ta arkadaşım olan dörtyüz kişi iyi konuşurdu hakkımda, üç beş kişi de kötü, şimdi siz hangilerine inansaydınız. her neyse, bizim kültürde hâlâ çocukların isimlerine genelde dede ya da nine isimleri konulduğundan, çok muhatap olmadığım, arada bir düğünde seyranda karşılaştığım akrabalar benim adımı hasan zanneder hâlâ, öyle bilir, öyle hitap eder, ben de düzeltmem, çünkü severim, sevinirim. hiç tanımadım diyebileceğim o adamın adıyla anılmak hoşuma gider çünkü onun hakkında duyduğum şeyler hiç de yabana atılır, öylesine geçilir şeyler değildir, soyadımız da aynı olduğundan en azımdan adımla özdeşleşmek, hiç olan bana bir artı değerdir. bugün, ne hikmetse, uzundur yazıştığım alman bir şirketten adıma almanya'dan bir kaolen numunesi geldi, -işçiler buna kaolen demiyorlar elbette, toprağa benzediği için bu tip killi-kumlu malzemeleri toprak kelimesiyle özetliyorlar-, sekreter kargom olduğunu söyleyince işçilerden birinden gidip almasını rica ettim, ne ricası, git al dedim, hemmen abi dedi, üstüne hava tut da tozun dağılsın, böyle gitme idari binaya dedim, hemmen abi dedi. gitti geldi, abi toprak hasan x adına gelmiş, dedi. hakkaten de o alman adam, mailde adımı adresimi gayet nizami yazmış olmama rağmen, kargoyu dedemin adına göndermiş.

ben de içmeyi ve yazmayı bırakan adamların adına toprağı açmaya niyet ettim.

25.08.2013

" gel ey hilal kaşlım dizim üstüne, "

24.08.2013

ne güzel, babam her istediğinde kendini sarhoş edebilecek şarkılara erişmek teknolojisine hâlâ cahil, o yüzden hiç benim gibi sarhoş olamıyor.
kendimi dost bildim, o zaman anladım ki kendinden bile dost olmaz insana. bunu yadırgadı psişik tanrıçalar, özümün süzlüğüne verdiler. bir nefes çektim bırakmadığım sigaramdan, iki tane ud tıngırdadı dar kesim olan içimde, fesimin püskülünü rüzgarlandırdı o ud sesi.
o zaman ben bize bi hikaye anlatayım. laboratuardaki çocuk laboratuardaki evli kızı sevdi, aşık oldu ona. kız benim en gördüğüm şakrak kızlardan idi. acıdım laboratuardaki çocuğun o haline. biz la laboratuarda üç kişiydik. kız beni merak ediyordu. çocuk kıza, kız evli. ben her sabah mesai saatinden bir saat önce laboratuara taşınıyordum rahat rahat kahve ve sigara içeyim de esnadaki dağlara bakayım için. çocuk da her sabah laboratuarı yankıya boğmak için geliyordu mesai saatinden yarım saat önce, başlıyordu seans laboratuarın bilgisayarının müziklerinden. kız da salınıp çıkıyordu mesai saatinden on dk kısaltma önce. biz her akşam çocukla laboratuara geri dönüyoru dk. ben iki üç bira içmiş oluyordum, çocuk iki üç şarkı dinlemiş oluyordu, laboratuarda buluşup o soba gibi fırının başına iş güvenliğimizi takınıp ölesiye sıcaklıkla boğuşarak içlerimizdeki soğuklukları ateşe yatırıyorduk. maskeleri çıkardıktan sonraki bile kıpkırmızı olan yüzlerimize bakıp birbirimize gülüyorduk, ateşini skeyim sağdıç, diyorduk birbirimize. sonra ertesi gün için yatmaya lojman dairelerimize dağılıyorduk, ikimizin de balkonu yoktu. tesi gün kız geliyordu içinde her dem tazenelen her zamanki kaçak akım röleleriyle beraber, röflelerinin gıyabında. sonra kız gitti laboratuardaki. laboratuardaki çocuk boynunu bükmekten imtina eyledi. üç sabah daha o şarkıyı dinledi. ben şahit oldum, eşlik ettim, müşahade ettim. gittim başka bir laboratuara yar oldum. çocuk orda hâlâ, onu kimse sevmiyor.
yeni işyerimde işçiler çalıştıkları ortamda müzik dinleyebiliyorlar. bütün üretim birimlerinde koca koca müzik setleri var. ortam çok gürültülü, gürültülü olmasına ama müziğin sesi de o raddede açık. elbette çoğun arabesk çalıyor. bir gün, önceden sevdiğim ama uzundur dinlemediğim ve fabrikada çaldığını duyunca aklıma gelen şarkıların listesini yapmak istiyorum. zaman zaman öyle şeyler çalıyor ki dinledikleri radyodan, ben de sizdenim diye bağırasım geliyor içimden, sonra sus ulan elyaf diyorum kendime. kendime elyaf mı dedim. evet neden olmasın, neden olmayayım, lifli bi yapım var, ha öbür yanım bar.
kendime küçük de olsa bir balkon almak üzereyim, yaşasın :)
her gün siyah giyebiliyordum tam istediğim gibi, yakamda da beyaz ve estetik bir yakalık. ilkokul beşinci sınıfın son günüydü, veda eğlencesi tertip edilmişti, çok ağladım. ülkü'yü çok seviyordum ve biliyordum ki o anadolu lisesini kazanamayacaktı.

23.08.2013

hmm. boşluk daha zor. boşluğa katlanmaktan bahsediyorum. yokluk öyle değil. çünkü varlığı bilmiyorsun. uyumayın ulaan.

22.08.2013

22 ağustos

turgut uyar demiş ki, dilerim haşre kadar hatırımda böyle kalırsın.

kazancı bedih demiş ki, korkarım haşre kadar böylece suzan olayım.

21.08.2013

bir kayık gibi yürüdüm. bir güneş bir irin gibi baktı bana, iri gibi demek istedi diye düşündüm. kirpiklerimden bir tanesi gözlerimden bir tanesine kaçtı, çıkaramadım. bunu bir yerden biliyordum ama çıkaramadım. onu biliyor muydum, çıkaramadım. sabah hız tutkum arttı. gözüm karardı, küpüme zarar vermek istedim. sahi, aptal bir insan mıydım, yo insan değil, erkek. dünyanın benle olan ten uyumu çöpe düştü. hayır hayır hayır hayır, bira filan içmedim, ardına bakmadan öpmek istedim. -kirli ağustos-


- ben senin yazını görmüştüm. çünkü peşine düşmüştüm el yazının. bizim sınıftakilerden biri sana soru mu çözdürmüştü öyle bir şey. siz mezun olmadan önceydi. gidiş yolunu da gösteren ayrıntılı bir anlatımın vardı. o sayfayı aldım kendime sakladım. ama bulmak istemiyorum.

- gidiş yolumun bu kadar boktan bu kadar ayrıntılı olacağını bilsem yine çözmeye kalkar mıydım merak ediyorum.


alerjik astımı olan, hayatımın mühim kadınlarından on yaşındaki irmik annesine büyük bir hevesle muhabbet kuşu aldırmış. alt komşularında duruyormuş, özledikçe gidip seviyormuş.
"dedemin at arabası varmış benim," deyip ağlamağa başlamasın mı.
süperacımarket'ten bildiriyorum. acılar süpermarketler zincirinin bir üyesi olan. acı bakkaliyesi'nin büyütülmüş, kompradorlaşmış, emperyal hali.


bugün biraz alıntı yapalım.

bugün ayın ışığı.
üst komşum aradı, evdeki iki tane koltuğu atacağım, lazım olacaksa sana vereyim evde yer varsa. eve koltuğun sığacağı kadar yer yoktu. hayatıma koltuk sığacak kadar yer var mıydı. sandalyeler işgal etmiş idi.
değişmez olur muyum. elbette değişiyorum. kahvenin üzerindeki köpük bile bazen iki kabarcıklı bazen dört kabarcıklı olabildiğine göre -allah var üç kabarcıklısını hiç görmedim- değişmemek ne mümkün? kurşun kalemin uzunca yazarken ucunun bitmemesi ihtimal dışı olduğuna göre benim değişmemem kabil mi? hiç falıma bakmadım ama baksam birinde dolunay çıkıp diğerinde hilal çıkacağı kuvvetle muhtemel olduğuna göre, değişmemek ne demek, o nasıl kelime. benim yarimin yaylalarda oturup ellerini soğuk suya batırabileceği ihtimal dahilinde ise ve ellerini batıracağı suyun sıcaklığını sabit tutmak imkansız olduğu zaviyesinden bakarsak konuya, benim sabit kalmam hâl meselesi midir gerçekten? çok muhabbetin tez ayrılık getireceği anonim tarafından muştulanmışken ve çok kavramını neye göre kime göre diye lifleyebileceğimizin hikmetiyle bizim aynı kalmamız ne kadar rasyonel? üç kadeh içmiş olmaklıkla altı kadeh içmiş olmaklık kafaları arasında ahmaklık kadar fark var ise, ben kim oluyorum da değişmiyorum? tanrıdan dilerken bile bu kadar dilerken, bu kadarın azlığı çokluğu tanrıya o anki -instant- ihtiyacımız heybetinde ise değişmeği kararında tutmak da neyin nesi?

go ask alice, i think she'll know.