ama arkadaşlar iyidir



20.10.2013

adı sanı belli olmayan bir adam

bayram tatiline gittim ve bayramın birinci günü -malum bayramlarımız günlere doyamıyor- karadayı öldü. evet lakabı film karakteri adı gibiydi. hayatı da öyleydi ve gerçek adını bizler öğrenemeden, bi filme konu olamadan, üç beş satırın misafiri olup göçtü gitti pek çokları ve pek çocukları gibi.

geçen yıl mıydı, yok yok ondan önceki yıldı, kızkardeşimin düğün gecesinde açık havası bol bir düğün salonunda içki içilebilecek bir kuytu arıyordum ki gözlerim orayı keşfetmekte gecikmediler. düğün salonu sahibi tam da isteğime göre bir kuytu bar inşa etmişti. gittim bara yerleştim bizimkilerin düğün sahibi olduğumuz ve pek içmemem gerektiği uyarılarına tamam söz vererek. yampiri yampiri içmeye gittiğimden emin olan, amca tabir ettiğim babamın kuzeni de beni takip etti ve yanıma oturdu. amcama ne içeceğini sordum bi duble rakı isteyeceğini bile bile. gelinin erkek kardeşi olmamın, muhteşem takım elbisemin ve gece boyunca yan nesnesi olacağım flaşların gerginliğiyle gözüm çok da bir şey görmüyordu. barmenden iki duble vermesini rica ettiğimde gördüm ki barmeni bir yerden tanıyordum. ordan barmene seslenen başka bir elli yaşlarındaki gelecektekibenamca yardımıma yetişti. ibrahim bana da ver bi duble, dedi. yanımdaki babamın kuzeni amcamın gece boyunca içeceği rakılara nasıl para yetiştireceğimi düşünürken o üçüncü hakiki dublesini fondip yapmıştı bile. ibrahim'e dördüncüyü sipariş ederken canlandı ibrahim'in kim olduğu. ibrahim, -o saatten sonra kendisine ibrahim abi diye hitap edecektim-, çocukluk arkadaşım olan ama çocukluk sonrası tamamen yatılılığım nedeniyle ayrı düştüğümüz özcan'ın abisiydi. kendim ikinci dubleden yudumlar alırken, ibrahim abi'ye beni tanıyıp tanımadığını sordum. hatırlamaz olur muyum, dedi. aynı mahallenin çocuklarıydık, diye ekledi. ikinci dublemin yarısından sonra, düğün sahibi olmanın gerginliğini atmaya başlamış olmamla birlikte, içtikçe kızarmaktan korkarak, amcamın birinci saatin sonuna yetiştirmeye çalıştığı altıncı dublesine bakarak, daha önce de defalarca şahit olduğum bu sahneye şaşırmayı ihmal edemiyordum. kişisel ortalama hızımın üstüne çıkarak üçüncü dublemi söylediğimde ibrahim abi bir bana bir de yanımdaki amcama bakıyordu şaşkın. bense bu sırada ibrahim abi'nin kardeşi özcan, ibo, osman ve ben, bakla tarlalarında çiğ bakla yiyerek geçirdiğimiz ilkokul yıllarımıza gitmiştim çoktan.

hadi incir ağacına çıkıp incir çalmayı, bostanlardan kavun karpaz çalmayı anlıyorum da şimdi düşündüğümde, tarlanın içine bir güzel kurulup bakla yemeyi hiç aklım almıyor. ama birkaç sahnesiyle hafızamda o kadar net ki bunu yaptık. şimdi baklanın yüzüne bakmayan ben, o zamanlar özcanla, osmanla ve iboyla bakla tarlalarına girip, tarla sahibinin hışmından korka korka çiğ bakla yerdik. ağzımda bakla ıslanmaması bu yüzden midir acaba. ... özcan ve ailesi, yeni yeni kurulmaya başlayan, her tarafı tütün, fiy, ekin, bakla, bostan tarlalarıyla dolu mahallemizin kıyısında bir kulübe inşa etmişlerdi, ve çingenelikten konarlığa karar vermişlerdi, tabii ben o zamanlar bunu bilmiyordum. kulübelerinin yanında bir kuyu vardı ve hepimiz o kuyudan korkar, o kuyunun aslında bilmemne kalesine bağlantısı olduğunu düşler ve içinden çıkacak geçmişin savaşçı askerlerinin ne zaman çıkacağını beklerdik. kızkardeşi vardı özcan'ın, iki tane de abisi. babasına karadayı derlerdi herkes. özcan da, kardeşleri de, babası da, anası da kapkaralardı ama aramızda bunun bir hükmü yoktu. ben de kendisine bu yüzden, adının fonetiğinin de etkisiyle, öcü lakabını takmıştım ve o lakap öyle devam etti. arasıra çocukluk kavgası ettiğimiz de oldu tabii özcan'la. bi kere burnunu kanatmıştım yumruğumla, o da benim kafamı yarmıştı taşla. ama aramızda böyle şeyler çok doğaldı o zamanlar. büyüdükçe esamesi bile okunmadı. sonra sonra benim ortaokul lise filan okuyabileceğim, okuma kafasına sahip olduğum anlaşıldı toplum mühendisleri öğretmenlerimiz tarafından, özcansa hayata atılmak zorunda kaldı ilkokul beşte üç kere sınıfta kalınca. ben il merkezine gidip de ayda bir mahalleye gelmeye başlayınca, özcan da oto sanayiye çırak diye yazılınca irtibatımız koptu. tarlalardan bir şeyler çalma yaşını geride bırakıp kızlar çağına girdikçe düğünden düğüne karşılaşır olduk yaz aylarında. onlar, yani okumayanlar olarak ibo ve fatihle muhabbet halindelerdi, biz de okuyanlar olarak osmanla. sonra dağıldık. burada, sadece duygudurum bakımından özdeşlik taşıyan, murathan mungan'ın "vahşi atlar" adlı şiirini çalıyor aklım şiirler tarlasından.

liseyi bitirdiğim seneydi sanırım. her memleket ziyaretimde konuşturmaya, anlattırmaya çalıştığım annemden, o napıyor, bu napıyor, diye sorduğumda, özcan'ın kardeşi kaçtı, hikayesini dinlemiştim. adı nasibe'ydi ve alımlı bir kızdı, ve karaydı. karadayı evlatlıktan reddetmiş, eve gelirse vururum demiş., filan. [unutturmayın da kardeşi gülümser evden kaçtığında, mahallemizin kaba abilerinden erol abi'yi ve gülümser'in kaçtığı adamı vuruşunu anlatayım bir dahaki sefere]

amcam durulmaya başladığında ve dokuzuncu dublesini söylediğimde düğün orkestrası gelin hanımın ailesini zeybek oynamaya davet ediyordu. evet, hiç istemediğim şekilde yüzümün kızarıklıktan yandığını hissediyordum sahneye çıktığımda. babam şöyle bir baktı yüzüme, içinden 657'ye tabi devlet memurlarının işlediği yüz kızartıcı suçları saydı belki de, ben kendi suçumu üstlendim sadece ve üç beş döndüm ortalıkta. evet dönebiliyordum sendelemeden. daha önce fotoğraflarda kırmızı çıkan gözlerime bu defa yüzüm de eşlik edecekti sadece. o gecenin düğün mesaisini atlattım zannederek, -bir dahaki sahneye çağrılışıma kadar- kuytuma geri çekildim. amcam yavaşlamıştı, ve oğlu beni uyarmıştı giderken, babama fazla içirme diye. daha ne kadar fazla içirmeyebilirdim ki, adam yerinden kalkmadan bir büyük rakıyı iç etmişti çoktan.

ibrahim abi'ye, özcan napıyor abi, diye sordum. çok tuhaf baktı suratıma. anlamadı mı acaba, ben sorarken sarhoşluktan kekeledim mi acaba, yoksa ibrahim özcan'ın abisi değil mi acaba, öyle bir soru kuyusuna attı beni. öyle tuhaf baktı ki, soramadım bir daha.

zeybeklerle, fotoğraflarla, kahkahalarla, rakılarla, elma kırmızısı bir dünyayla o gece düğünü bitirdik. eve dönerken babam, ben kullanayım, dedi. sesimi çıkarmadım, o kullandı. annemle bana yeltenirlerken de o kullanmıştı, bana sorulmamıştı, sesimi çıkarmıyorum bu yüzden.

ertesi gün osmanla, fatihle ve iboyla buluştuk. düğün için aldığım iznin son gecesiydi ve kopmadığımız çocukluk arkadaşlarımla geçirmek istemiştim. o günün dünü akşamı ibrahim abi'yi gördüğümü söyledim bizim çocuklara. özcan napıyor, diye sordum onlara da. özcan geçen sene kendini astı, dediler.

aylarca öylece kalakaldım.

bu bayram, sela okundu ilk gün belediye hoparlöründen. hiç adını sanını duymadığım bir adamdı ölen. babam durdu, kim bu biliyo musunuz, dedi annemle bana dönüp. karadayı, dedi. önce canlanmadı hiçbir şey. sonradan oldu her şey. annem bile onun adı o muymuş dedi. sonra mahalledeki diğer arkadaşlarımdan dinledim hikayeyi dört gün önce bir bira akşamında. karadayı bir ay önce rahatsızlanmış ve hastaneye kaldırmışlar. ciğerleri iflas etmiş. bir aydır hastanedeymiş. öleceği belliymiş. bundan iki hafta önce de oğlu ibrahim kalp krizi geçirip ölmüş. ama ibrahim'in öldüğünü söylememişler karadayı'ya. cenazesinde kızı nasibe de varmış.