ama arkadaşlar iyidir



30.10.2011

bugün, kilometrelerce koşmak istedim. bunu çok istedim.
kimseler beğenmiyor ama içmemiş halimi ben beğeniyorum, ama kendi kendimeyken. iki haftadır haftaiçi içmeme haline alıştık sayılır, şimdi sırada içmemiş ve içmezken birileriyle yüzyüze oturup konuşma talimleri var. son sekiz on senedir yaptığım bir şey değil bu, çok nadir, arada gelişinegüzel kaynattığım bir durum. önceden, beraber içmek için arkadaş aramak amacıyla açmıştım bu blogu, şimdi beraber içmeyebilmek için arkadaş arıyorum. gönüllüler toplansın. volunteer. ilk zamanların suskunluklarına, sıkılmış ve her an kalkıp gidecekmişim gibi duruşlarıma tolerans gösterebilecek adaylar, buna gönül koymayacak, alınmayacak, darılmayacak adaylar, haydi şimdi bütün eller havaya.

otoban kenarlarında geceleri arabanın farlarıyla ancak fark edilecek yalnız adamlar görürsünüz. bu adamlar nerden gelmektedir ve nereye giderler. arabanın farının kendisine teğet geçişiyle bir an var olur bu adamlar, sonra bir sonraki araba farına kadar karanlıkta kaybolurlar, ve sonra tekrar tekrar.

içmediğim zaman enerjim yerinde oluyor. akşam mesela, çıkıp dolanasım geliyor. hazır ehliyetime de kavuşmuşken izmir'i dolanayım istiyorum. kemalpaşa'ya gittim bugün. kahvehanede oturup koca adamları dinledim çaktırmadan. hocam dedi kahveci çırağı bana, fark etti diğerlerinden farklı olduğumu, bunu hitap ederken sergiledi. bir de at yarışı oynamayı öğrenebilsem, bir de iddaa oynamayı öğrenebilsem, o zaman tam bir halk adamı olur muyum. içmedim ya ben şimdi, aralarınızda beni tanımayanlar bundan bu kadar üstüne basarak bahsedişimi farklı ego kırıntılarına yorabilir, hiç yormasınlar ve yorulmasınlar lütfen, izmir'de dolanmaya mı çıksam, bazen yalnız yapılan şeylerin tadı olmaz, bu da onlardan biri olurdu gerçekleştirseydim. pekala saatlerce dolanabilirim tek başıma, kitapçılara alışveriş merkezlerine girip çıkıp insanları izleyebilirim, rahatlıkla karnımı doyurabilir, biralarca içebilirim, ama her zaman olmuyor, artık olmuyor. olmasın da zaten.

sakallıyken güzel bir adamdım, yakışırdı. kimi insanları hep üniformalarıyla görmeye alışırız da sivil halleri bize garip gelirdi ya, benim de sakalsız halim garip gelirdi, şimdi iki gün tıraş olmasam garip gelir, nerden nereye tanrım, saatler buna bir saat alındı.

halbuki ben bu şekilde hayatı tatlı tatlı çiğniyordum, doymaya varır gibi ağır aksak aheste çiğniyordum, birden taş çıkınca irkildim, bütün yediğime yiyeceğime pişman oldum, küfrettim. hayattan seken taşı çiğneyince, bu duygu işte bir yazar olsam anlatacağım duyguydu, ama vazgeçtim.

29.10.2011

her şey ne kadar hoş. ve şimdi gece vardiyasında çalışacak adamların seslerini işitiyorum açık olan duman penceremden. ne hoş, ben de bir vakit gece vardiyasında bulundum. o vakitler aynı vardiyayı döndüğümüz bir arkadaşımın çok güzel bir sözü olurdu sabah sekiz altı çalışanlarını gördüğünde, "biz çıkıyoruz, insanlar! işlerine geliyor"
ikinci baskıya önsöz

merhaba meyler, nasılsınız? gönlüme kurduğum teleferiğin şarjı bitti, tükendi, çalışmıyor, bakım şart. gözlerime hidroelektrik şart. hayran olmak istiyorum. bu hayat yörüngesiz ilerliyor dedim sarı'ya, o da ona benzer bir şey söylemişti öncesinde. ne düşünüyorsun? duble ve buzsuz lütfen.

bugün kendime bir oda lambası [masa lambası ile köşe lamba arası] aldım, ampulu olmasa da mutluyum. bugün kardeşim geldi, evet benim bir kız kardeşim var. bugün soyadaşıma ait bir kitap aldım, ayrıntı yayınları'ndan çıkmış, sabırsızlanıyorum göz atmak için. bugün getirmiyor seni bana, kısa kalıyor geceler. bugün sarı'yla eşzamanlı olarak mınısiki ve mınasoku küfürlerini icra ettik. bugün sigarayı azaltmadım. bugün gece gördüğüm rüyanın etkisiyle geçti, haftaiçi içki içmemek güzel bir şeymiş. bugün facebook profilindeki arkadaş listemi şöyle bi kolaçan ettim, deprem ve terör sonrası profilini siyah çapraz bağlı kordelalayan arkadaşları mimledim. bugün facebook profilindeki arkadaş listemi şöyle bi irdeledim, cumhuriyet bayramı münaasebetiyle milliyetçi duyguları kabaran ve profiline atatürk ve bilumum buna benzere dair fotoğraflar koyan arkadaşları işaretledim. bugün dışardayken insanların ve özellikle kadınların giydikleri ayakkabılara göz gezdirdim, her şeyi anlatıyor olabilirlerdi. bugün birkaç umudu birden tükettim. bugünlük bu kadar yeter.
"some dance to remember, some dance to forget"

dans etmek güzeldir

Dirty Dancing - Time of my Life ( Final Dance - 1987 ) from Alan Lin on Vimeo.

26.10.2011

türk kahvesi. içerisi çok sıcak. ain'T no sunshine when he's gone şeklinde söyleyen var mı aranızda. tracy chapman da kız gibi mübarek. suat sayın türkiye'nin tracy chapman'ınıdır. her akşam türk kahvesi yapmakta pek sakınca görmüyorum, dolu fincana üç çay kaşığı kahve, iki küp şeker, şekersiz içmeyi beceremediğim için hayıflanmakta beis görmüyorum. şüphesiz ki allah mutluluk, huzur ve sükunetin yanında terörü depremleri ve doğayı yaratmakta sakınca görmemiştir. üst komşularımız hilti benzeri bi aletle yukarıdan aşağı doğru delim yaptıklarında insanın dişinin içine o ciyaklayan aletten sokmuş gibi oluyor ailemizin varsa eğer dişçisi. allah için buddy guy'ı severim, sevimli bulurum, tanısa o da beni severdi eminim. tanısan sen de beni severdin, hatta belki tanıdın ve sevdin. sevmesen ölürdün, sevdin onu öldün, sevmesen ölürdün ama sevdin, yine öldün. bang bang my baby shot me down. sağ burnum tıkalı, sinüslerime de bi halel geldi sanırsam. bugün müdürüm, sen beni hiç dinlemiyorsun, dedi, yüzüme bakıyorsun ama anlamıyorsun, dedi. "ve sen, şiir sevmiyorsun." dedim, anlamadı.

yaylı tambur göğe uzatılmış bir paratoner gibidir, yağmuru ve şimşekleri üstüne çeker. mızraplı tambur ise gıdıklanarak çalınmalıdır, gıdıklarsın ve gülmez, ağlar. mızraplı tambur bir kadına masturbasyon yapar gibi çalınmalıdır, o zaman belki daha çok sevilir, sevinir, aşık filan olunur. yaylı tambur, kadın balkondan saçlarını uzatmış da senin onlara sarılıp yukarı tırmanmanı bekler gibidir, masaldaki gibi. hayat ne de çok masallardaki gibi.

hayat ne de çok iplemiyor masallarda göğe uzanan ipi. ben çamaşır asarım mandalları dişlerimin ağzına sıkıştırıp. ıslak çamaşırlar rüzgârlı havalarda en iyi kuruma potansiyeline sahiptir. norah jones'dan ziyade jacqui naylor dinlemeyi tercih ederim, i'd rather dance with you than talk with you, hayattaki en büyük düsturlarımdan olmakla birlikte. ben içmiyor muyum sanki bu kadar istemek.

şimşekleri üstüme çekmeyi sevmem. ben istiyor muyum sanki bu kadar içmek, içimde değil napiim. hiç de içimde değil yemin ederim. hemşinli de değilim. ne bileyim. bilyem oldu mu hiç. anytime she goooes away. gooose. loose.

i know, i know, i know, i know...

25.10.2011

"kurda kuşa akıl sordum; dediler vazgeç.
binboğa'nın kızıdır o, sana ne gerek?
bir göründün, bir yok oldun serap misali.
dere tepe demem güzel, ararım seni"

odama sekiz on kadar sarı ampul almam lazım. her yer karanlık. her taraf aydınlık olsun istiyorum. en azından istediğim zaman loşlaştırabileyim. hatırlıyorum, osman'la hurda topluyorduk, inşaatlardan yerlere düşmüş çivileri çalıyorduk, ağır çekiyordu ama demirin kilosu çok ucuzdu. en iyi parayı aluminyum ve bakır yapıyordu, onlar da çok hafif çekiyordu, topla topla para yapmıyordu. ben dönem dönem hayatımdan herkesi çıkarmak isterim, özellikle kadınları. dönem dönem haftaiçi içmeme kararı alırım, o zaman geceleri hiç uyumasam keşke diye dilek tutarım. saatlerce konuşarak oturabileceğim bir kadın olsa diye hayal kurarım, gel gör ki ben saatlerce konuşamam, sıkılmam o ayrı mesele, ama konuşarak oturamam. ibret-i alem olsun diye şu mesajı saklıyorum, "ayıkken hiç konuşmuyorsun ve insanın canını sıkıyorsun sanki zorla gelmişsin gibi yanıma" kulağıma küpe olsun istiyorum lakin kâr etmez ahım sen gülizâre, onulmaz işler güzelim, dilde bu yâre. olsam da geçmem, bin pare pare, sevmiş bulundum güzelim, gayri ne çare.

hadi bakalım şarkılar türküler yan cebime.

23.10.2011

insanları birkaça ayırırım. bu, sözgelimi, gündüzün kıymetini bilenler ve bilmeyenler olmak üzere mesela ikiye, şeklinde olabilir. bazı insanlar ayrılamazlar, ayrılmakta zorlarlar, o zaman en küçük ortak bölen bulurum bi tane, ona göre bir şeyler ayarlarım. ne bileyim ben.

are you lonesome tonight?
bilerek yere bıraktığım bir nar tanesini gören karınca kabilesi seferberlik ilan etti.

bugünden itibaren biraz daha düzenli bir hayata geçmeye ne derim. daha az alkollü, daha az sigaralı, bilmem ki nasıl olur. bugün sabah yedi sularında kendimi üşümüş buldum. şöyle bir çevreme bakındım, bir arabanın arka koltuğunda büzüşmüş yatıyordum, ve işe yetişmem gerektiğini hatırladım. dün öğleden sonra gibiydi, arkadaşımla buluştum, çay kahve derken akşamüzeri oldu ve vaktin geldiğini anladık. arkadaşlar geldiler, kalabalıklaştık, içimin dalgaları da kabarıyordu giderek.

madem ki öleceğiz, son bir kez öpseydim seni.

saatler klasik bir alsancak gecesini işaret ediyordu. onikiye yaklaştığında yanımızda bulunan dişil bir arkadaşı otobüs durağına bıraktım, eril duygularım keskindir, bazen kullanırım, babam yörüktür. sonra o grubun yanına geri dönmek istemedim ve karısıyla birlikte oralarda olduğunu bildiğim bir iş arkadaşımı aradım. onlarla gece keyifleniyordu. ve nitekim oralardaydılar, yanlarında bir çiftle birlikte. beni severlerdi, ben de onları severdim. anlaşılmıştı, gece uzun olacaktı. uygun bir mekan için dolanmaya başladık. sahi insanlar nasıl eğleniyorlardı böyle ortamlarda, bunun benim için pek önemi yoktu aslına bakarsan. içki içiyordum, müzik dinliyordum. dario moreno'nun dediğine göre hatıralar hayal olmuştu. ... yalnız şöyle bir yanlış yapmıştım, normalde planıma göre çoğunluk haftasonlarında yaptığım gibi gece otelde kalacaktım ve sabah erkenden işe dönecektim. ama o akşam, yani dün, muhabbet uzayınca hesapsız gelişti işler. arabayla çıkmıştım, ehliyetimi kutlamak adına, ve gece bardan çıktığımızda saat dört olmuştu, o kafayla arabaya binemezdim, sabah işe yetişmek durumunda olduğumdan dörtten yediye kadar otele para vermek anlamsız olurdu. ben de arabada yatmayı tercih ettim. sabah yedi gibi üşümüş bir şekilde telefonumun alarmını dinlerken kendi kendime güldüm. iyi ki normal bir yere park etmiştim de çekici filan arabayla beni alıp götürmemişti.

21.10.2011

bazı güneşler gözleri yaşartıyor öğle araları, rüzgârın da bundaki katkısı ihmâl edilemez elbette. hatırlıyorum, devlet memuru olan annemle babam öğle araları eve yemeğe geliyorlar, annem sabah erkenden kalkarak hazırladığı yemeği ısıtmak üzere ocağa koyduğu sırada babam -devletin pantolonu kırışmasın için- pijamasının altını giyip radyoyu ayarlıyor. bu her öğle arası böyle, kardeşimle biz de kural koyucularımızın bir saatliğine dahi olsa eve gelmiş olmalarının verdiği rahatsızlıkla birlikte aç olmadığımız halde sofraya oturtulma zorunluluğuna boyun eğiyoruz. yemek hazır oluyor, epi topu bir saatlik araları var, hızlı hızlı yendikten sonra, babam köşeye çekilip kahvesini bekliyor. annem bir taraftan kahveyi ocağa koyup bulaşıkları yıkamaya başlıyor. mutfakta annemin pratikliğini aldığımı düşünüyorum, lezzetini alamamış olsam da. radyo dinleyerek kahvesini bekleyen katıksız babamdan da bir beklenti tipi aldığım muhakkak, malum hazıra dağlar dayanmaz. bu böyle sürüyor ben onbir yaşıma gelene kadar. sonra soluğu bir başka kentte alıyorum, ciğerlerim ondan sonra dağlanıyor.

fizy, iyi bir imkân. bu aralar sevdiğim bir şarkıyı aratıp çeşitli coverlarını dinliyorum. kimileri bilir, iyi bir cover kadar önemli az şey vardır şarkılar aleminde. love will tear us apart'a taktım mesela bu akşam. eskişehir'de apartlar meşhurdur, öğrenci şehri diye anıldığından fırsatçı bir takım müteşebbisler apartmanlarını apart dairelere bölmüşler ve öğrencilere pazarlamışlardır bol bol. bir apart işletmesi açsaydım adını love will tear us apart koyardım pekala.

18.10.2011

"martılarda . düşünmek . seni . bana . getirmez ki"

14.10.2011

Kulakliklarda Dalgalanan Duetler                                                                                                            

Hayatim duet ugruna. Her bulusmamiz son bulusmamizmis gibi olurdu muhtemelen, sonra bir gun o sonu gercekten bulurduk. Bir otobus caminda atlar otluyordu kafalarini one egmis. Atlarin asil hayvanlar olarak taninmasi -hayalleri yikmak istemem- onlarin bir cit icinde topluca sakince durmalarina; ya da; sirtlarinda slip don giymis kamcili bir adamla kilometrelerce insanin bagiris cagirislari esliginde kosmalarina; mani degil. Topraklar surulmustu, hala atlara kosulan pulluklarla mi suruluyor tarlalar, hic sanmam. Saban belki ama atlar, hayir, yeni nesil traktorler var, Massey, Steyr, John Deere, felan.

Toprak sahi ferahlamis midir ya da ne hissetmistir surulunce, ardindan sulaninca, tekrar ekilince; icindeki bortu bocegi aciga cikarinca ve gunesle havayla bulusunca. Bir kadini sevismegi buna benzetsene benim icin. Baharda yine gelene, yesil filiz verene kadar benzet, bahset. Ayaklarimiza camur bulassin.

Ondan sonraki birkac gun Tokyolu Kiz'li gunler basladi. Tokyo'yla hic alakasi yoktu ama bana kalirsa tam bir Tokyolu'ydu, Tokyo'ya hic gitmedim, bilmiyorum. Bana hayatta nereleri gordugumu sordu, ben de fazla uzatmayarak hayat haritami kusbakisi cizdigim defterim uzerinden belli basli yoreleri anlattim, zaman zaman guldu bana. Tokyo'da, manyetik etkiyle temassiz sekizyuz km. hizla yol alan trenin tepesinde gidiyormusum hissi uyaniyordu o guldugunde. Hayatin, benim henuz gormedigim tepeleri ve duzlukleri de oldugunu soyledi, bense buna biraz kotu bir cevap verdim: en cok merak ettigim tepe ve duzluklerin onda oldugunu ve gercekten de gormeyi cok istedigimi, soyledim. Acemice bulmus olmali, nihayetinde benden cok dunya gezmis olmaliydi, olgundu, sesini cikarmadi, isterik kahkahasindan bir bulut biraksa vicdanim rahatlayacakti, yapmadi. Aslinda onun anlattigi pek cok kasabayi gezmistim ancak icine yuvarlanmaktan kendimi bir turlu alamadigim o icki sisesindeki yalnizligimi kafeslemekten baska bir ise yaramadigini, soylemekten utanmistim. O an o kiza ihtiyacim vardi ve gitmesini istiyordum.

Sonraki birkac gun tumuyle Tokyolu Kiz'la gecti. O bana kendi Tokyo'sunu anlatti, how to disappear completely adinda bir brief okudu, ben sorularimla sacmaladim, sususlarimla sirittim. Aslinda o da yalnizlik cekiyordu ve ben bunu bilmeyip hep kendi yalnizligimi sunuyordum ona, halbuki belki onun battigi keder benimkinden daha derindi, kot farkindan dolayi mi anlayamiyordum ben bunu, yoksa kitliktan mi. Tokyolu Kiz, dunyanin uzerine bagdas kurmus ve bir elinde lolipop diger elinde haslanmis misir kocani, halksiz bir koye gidecek, tuzsuz bir koydan gececek bir dolmus bekliyordu. Koy garajindan carptigim bir dolmusla onu almaya geldigimde, deli oldugumu bilip bilmedigimi soruyor; gozlerine baktigimda, "seni oldururum" diyordu. Sonra ilk cumleyi kurmak icin uygun bir yer kolluyorduk, biz her cumleyi her yerde kuramiyorduk. Onun baslangici yoktu, sonu da olmayacakti. Benim baslangicim vardi ve sonuma yaklastigimin belirtilerini de yakinimda hissediyor, yakinlarim tarafindan uyariliyordum. Onun yakini yoktu, ben ona yaklasmayi cok istedim. Icinde bulunmayi cok istedim. Sonra bana bir harita verdi, haritada bir nokta atisi yapti, noktaladi.

Duetler kulakliklarda yankilanirken yanimdan yol suruleri geciyordu ve karabatakliklar.
iki sene aradan sonra ehliyete kavuşmak, sık rastlanan bir şey olmasa gerek :) rakıya batırıp ıslatmak gerek :)

12.10.2011

Bi esegim olsa adini Zarife koymakta pek sakinca gormezdim. Ama kedi zor, kediye isim vermekte epey zorlanir, karar veremezdim. Dunyanin butun ciceklerini diyorum. Gecen ay bu zamanlar yine sakin dolunay. Aylar ortalama yirmidokuz gunde bir isim degistirirler. Bi herif vardi ben burdayken is cikisi bara geldigimde takimelbisesiyle gordugum, hep her gorurdum, hatta bi keresinde tartismistik tabure dalasi yapmistik, o bar kapandi ve ama o herif yine burda is cikisi kravatiyla, demek ki barlar acilsa da kapansa da ayni tip yerlerden hoslaniyormusuz ya da ayni kultur katinda oda tutmusuz, yine sevmezdim o herifi, bana kendimi gosterdiginden degil, benden huysuz olmasin ama huysuz oldugundan sevmezdim. Bilmiyorum, yine de oynar misin benimle. Paragraf yapamadim ama dunyanin butun satirlarinin ebesini atlayabilirim istersem, biliyorum. Dunyanin turlu huylari var, insanoglu sadece ve sadece cig sut emdiginden oluyor tum bunlar, pastorize dedigimiz sut de bir cesit cig sut degil midir, devam mi ediyoruz yani cig sut emmeye. ... Aranizdan pek cogu sehir degistirmis hatta babasinin memuriyeti dolayisiyla sehir sehir gezmis ve bunu benim kadar ve benim kadar boyle dramatize etmemis olabilir, aranizdan bazilari yeni yaptirdigi dovmesini gostermeye pek merakli olmayabilir ve aranizdan bazilari bu kic kadar ulkede yaptigi ufak haritasal dalgalanmalari benim kadar ajitasyona maruz birakmamis olabilir, hatta aranizdan bazilari aramizda kacak gocmen olarak istanbul'da sultangazi'de bir evde onbes kisi yasiyor olabilir, anasindan babasindan ve daha onemlisi ulkesinden -adieu mon pays- kopmus olarak; ve ama bu benim, hayatimin bes senesini verdigim bir sehre tekrar dondugumde mavi sincap likorune donmus gibi hissetmeme engel degil.
Koprubasi'nda durdum biraz. Yagmur yagmasina devam ediyordu ince biraz. Koprunun altindan gecen cook sulara baktim, hakkaten de gecmis, gitmisti, gelecek de giderdi bu gidisle, ve ben mideme oturan tomruklarla basbasa bir kereste adam olarak yasamaya devam ederdim. Biraz oturdugum caddede dolandim, biraz bebek sevdim, arkadaslarimin asklarinin meyvesiydi, buna pek gulduk, ezelden beri bu karikocayi severdim, onlar da beni severdi. Sonra yine Del Mundo'ya geldim, le monde, tout le monde, kimin sarkisiydi, carpar be haci. Simdi ben bu telefonla enter yapmaktan aciz oldugumdan satir boslugu verememekteyim. Hayatimda bira icmeye hep kaldigim yerden devam ettim, mutlaka bir yerde kalmis idim. Hayat da oyle iste, cok istedigin halde bazen satir basi yapamiyorsun, yeni bir paragraf acamayabiliyorsun, sonra isler karisiyor, ozellikle birileri sana disardan bakiyorsa onlar icin, onlara gore. Bu, bu blogun cesitli yazmalar ve silmelerden sonraki besyuzuncu postuymus, bu sekilde kutlamis olduk, ilk post'u da senelerce evvel -ikibinbes girisinde- yine bu sehirde yazilmisti. Koprunun diyorum, altindan pek sular. ... Kimse bana sormadi ama ben konustum, dedim ki, ben su an dort gunlugune is icin burdayim, bakmayin yabancisi gibi durduguma, davrandigima, sizler yokken ben burdaydim ve bu sehrin cemaziyulevvelini bilirim, o luletasi dediginiz tasin yapitasini atomunu cigerini bilirim, dedim. ... Bir tabak ince dilimlenmis limon lutfen!

11.10.2011

Eskisehir ve Ben. Tam bir oteller kenti olmus. O cok merak ettigim tren gari yanindaki Olcaylar Otel'e girdim ama ortak banyo tuvalet kullanimi bir yana o plastik terlikleri giymek istemedim, evet o an onlardan tiksindim ve ciktim gittim baska bir otele, otel de oteldi hani, bir cift kisilik yatak ve pencere kenarina bir sehpaya dik konumlanmis iki adet koltuk, odam yedinci kattaydi ve otel dedigin oyle olmaliydi. Hep ahd etmisimdir kaldigim otellerin pencerelerinin manzarasini bugune kadar neden arsivlemedim diye. Bara geldim, barin etrafinda oturan tiplerden birkaci tanidikti. Hala oturuyorlardi. Ben burda kalmis olsam ben de oturuyor olacaktim. Durum vahimdi ve vehim doluydu. Eski zamanlarda -ancient times you know- gittigim ozel -bana has- barlarda karsilastigim guzel kadinlardan ikisi yine oralardaydi. En favori mekanim coktan kapanmisti, kolay mi benim yasamadigim bi sehirde bi barin tutunmasi. Hava, iklim, ekim'in onu dolaylarinda Eskisehir'n tam da boyle kokuyor olmasi cok muhtesemdi. Sehir elbet altyapisal olarak buyumustu, yeni altust gecitler, kopruler, duble yollar ama o degil de artik buranin da bir "barlar sokagi" olmustu. Ve yagmur yagiyordu. Tren garina fazla yanasmadim, oturdugum evin sokagina fazla yaklasmadim, yuregim kaldirmayabilirdi, ama bu ikinci gunumdu henuz, ve iki gunum daha vardi. Sahi, sen benle Eskisehir'e geldin mi hic, biz Eskisehir'I hic bekledik mi, ben garda hic gelmeyecek seni bekledim mi, mesire alanlarina gittik mi. Burasi tam da Haydar'lik bir sehir olmus, onun ilk zamanlari gibi sahici ve bir o kadar lirik, tam Enis Batur'luk bir yer olmus, onun ilk zamanlari gibi girift. Tam benlik bir sehir olmus, oteller ve barlar kenti. Biraz da her zmankinden sinirli ama agresif olmayan bir yagmur, Bodrum nasildir simdi kimbilir. Geldigim barin adi Del Mundo, manasi malum. Buradan ayrilmadan ince son geldigim yer de burasi ve son oturdugum bar taburesi de bu tabureydi. Kaldigim otelin kahvalti salonu terasindan iste bu otellerde en sevdigim sey, her otel bunu onemsemeyebiliyor. Neydi o Kadikoy'deki otelin adi, kahvalti salonu terasindaydi hani, Marmara'yi goruyordun, birkac saksi da cicek. Evet, Eskisehir cakma bir Kadikoy olma yolunda ilerliyor. Yakinda Peyote de bir sube acacakmis, bazilari bilir Peyote benim Taksim'deki gece adresimdir, gunduz Urban'di unutmayalim. Her neyse, simdi biraz icki.

9.10.2011

yağmuru seviyoruz. yağmur beğendiğimiz bir doğa olayı. yağmur bir durum. tanrıyı gözünden vurmaktır yağmura bakmak.

7.10.2011

geceleri uyumayan bir insan olsam, sürekli "uyumayın laaan" diye bağırmak isterdim gecenin tam üçünde, ama geceleri uyumakla meşgul olan bir insanım.

ya da bir gün bir kitap adı duyarsanız, uyumayın laaan olan, bilin ki onu ben yazmışımdır.
geçmişten günümüze, geleceğimize günümüze. bi kız vardı, güzeldi, sanki, ve benimdi. gözlerinde saklı bir 'belki', ve benimdi.

banyonun perdesini açtım, açtım baktım kimse yok yıkanan. bilgisayarımın klavyesine votka döktüm, keglevich, votka likörü diyorum ona ben, bugün karıncalar sarmış ben evde yokken, karıncaları uğurlamanın zamanı çoktan geldi, arkalarından su dökersek ölürler. ver, ver ateşe evimizi, bir iz bırak burda. votkayı, likörü, bu gibi içecekleri pek sevmiyorum. bana acı olacak biraz. biz acıyla emirgan'DA barbut atardık bebeğim, biz hacıyla eskişehir'de mazbut birer tatardık. ilk birayı hızla içerim. nasıl anlatsam, nerden başlasam. yeryüzündeki son aşk adıyla türkçeleştirilmiş bir film ne kadar manidar olabilir bizim için, çok.

önce burunlarımızı tanıştırırız. sonra benim tırtıllarım sana geçer, beraber uyumaya yeltendikçe, uyumadan önce biz. tırtıllarımı seversen aldırmayız.

ejderhalar çıkar ağzımızdan, yavru minik şirin ejderhalar öpünce biz. bi film çekesim, bi mektup alasım gelir. e-mektup, hah, o da ne.

enter tuşunu basılı tutarım hayatımda. gazetelere gez gözdürürüm. tümüyle bizim olur bu dirim. beş öğünü de kahvaltı tadında yaparız. olmadı çay demleriz. sallamayız.

benim yazasım gelmez sonra. sen zaten yazmıyorsundur.

5.10.2011

eylül'de gel mi demişim neyin nemisi, geldi. alakası yoktur bence halbuki. sesame mucho. yerim yer. first we take manhattan bence de. sonrasını tekrar düşünürüz. hele bir el ele değsin. winston box bırakılması gereken bi marka sigarası. eylül'de gel, yok yahu ekim'e sarktı sanki. eylül toparlandı gitti işte, her sene aynı terane, ekim filan da gider bu gidişle. aynı benim kuracağım cümlelere benzemiyor mu sizce de. size bu cümle benzemesiyle ilgili bir menkıbemi aktarmalıyım: bundan yıllar önce, beşiktaş'ta o zamanlar bu kadar meşhur olmayan, hatta yeni açılan beerport'un bahçesinde oturuyoruz, daha doğumgünümü yeni kutlamışız, haziran sonundayız. benim istanbul'u terk edeceğim sene, ve son günlerim. kocaman bir aşktan silkinmeye çalışıyormuştuğum zamanlar, bildiğin ayyaşa bağlamışım, evi dağıtmışız ve ev arkadaşlarım kendilerine yeni ev bulmuşlar, ben kiracılığımızın son günlerini tek başıma yaşadığım evdeki tek kişilik yatağımda döşeksiz uyuyorum geceleri, yatağı satmışım, ahşabına para vermemişler de öyle kalmış. bir akşama memlekete kesin dönüş ve askere gidiş planına hazırlanmak üzere otobüs bileti aldım, ama o akşamı beerport'un bahçesinde sonlandırdım, gitmedim otogara, bırakamadım. bir yalan uydurup bizimkilere bir iki gün sonra geleceğimi ilettim. babam küplerin üstünde. bir iki gün de çabuk geçti, sonra bir bilet daha aldım, o akşam da beerport'un bahçesinde sonlanmasın mı, otobüs servisine dakikalar kalmış, herkes benim vereceğim kararı bekliyor, biri ağlıyor gitmemem için, ben de gitmiyor ve şöyle bir cümle kuruyorum: gördünüz işte, koştum ama yetişemedim.

bu cümle aklına yer ediyor o an orada bulunan bir arkadaşın. ben unutup gidiyorum daha sonra. araya yeni bir şehir yeni arkadaşlar yeni yıllar giriyor. bir gün rasgele, o gün orada bulunan fakat çok da sık konuşmadığım o bir arkadaşa rastlıyorum, eski günlerden söz ediyoruz, diyor ki bana, "gördünüz işte, koştum ama yetişemedim." ben anlamıyorum, o ne ki diyorum. hatırlamıyor musun, diyor, şaşırıyor. hatırlamıyorum, diyorum, edip cansever şiirinden mi diyorum. hayır aptal, senin cümlen diyor. daha da şaşırıyorum.

o günlerde istanbul'dan iki bilet yakarak ayrılmamın ayrıldığım gününe dair de hikayesi komiktir, yine tam bileti yakmak üzereyken bir şey oldu. bunu da özel istek olursa anlatırım. şimdi ana konuya dönmeli.

eylül'de gel'di konunun anathema'sı. ben inan ki bilmiyorum ne surette surat etmeliyim. fıçı gibi oldum sanırım. korkuyorum beğenilmemekten. inanılmamaktan da çok korkarım ben ezelden beri. ben ezelden beridir korkarak yaşarım, ama korkankorkmazlardanımdır. bir bakmışsın ateşe atlamışım, bir bakmışsın yardan yuvarlanmışım. serden basitlikle geçebilirim. ama geçmemeyi tercih ediyorum bu aralar, daha damardan yöntemler geliştirdim. nilüfer söylüyor, bu gece beni düşüneceksin. yok artık daha neler. hiç yazasım yok artık.

3.10.2011

eve geldiğimde, the man who told everything çalıyordu. kendimi her şeyi söylemiş gibi hissettim. içmediğimde kendimi seviyorum. içmemiş halimi seviyorum. içmediğimde seviniyorum. görüşürüz kib.

1.10.2011

rüyamda alice harikalar diyarı'na gidiyordum. pek şaşırtıcı idi. evet, oranın adı alice harikalar diyarı. çünkü bizzat alice de vardı. fotoğraf çekiyordum bol bol, uyanınca unutmamak için. ama rüyamın içinde, -hani rüya içinde rüya olur bilirsiniz- uyanınca fotoğraflara baktığımda çektiğim fotoğraflarda harikalar diyarındaki nesneler ve görüntüler normal düzendeki hallerine dönüyorlardı. sonra tekrar uyuyordum orayı tekrar görmek için ve tekrar görüyordum harikaları. hakikaten harikalardı.

bugün sabahın köründen bu saate kadar süren sıkıcı eğitimin altına iyi geldi o rüya.