ama arkadaşlar iyidir



28.03.2010

komutan çarşıya çıkamadı geçen hafta. bu hafta da zaten saatler ileri mi geri mi ne bi yere alındı, bi saat kaybı var. görüşürüz.

a hoşçakal.

13.03.2010

perakendeydim, perakendeyim, perakende olacağım.
senin perakendeyim.
senin perakendenim.





bells will ring ting-a-ling-a-ling, ting-a-ling-a-ling
nükleerle yaşamaya da hazır olabilirim icabında.

krepti yahu geçen hafta hatırlayamadığım şeyin adı, hani sen yapardın, ya da şöyle diyeyim yapacak gibi yapardın.

ankara'nın havası kapalı bugün çarşı iznimde.

üç tane şeyin ikisini hatırlıyorum ve bu çarşı izni bahsini üçüncü olarak hatırlayacağım bundan sonra. birincisi küçükken, hani ortada yazlıklar filan yok, bizim evimiz deniz kıyısına yaklaşık otuz kilometre, dolayısıyla her istediğinde ve arabasız gidilmez, baba bey mesela cuma akşamından müjdeyi verirdi, kendisi ve anne hanım ertesi gün hafta tatiline girdiklerinden, bizim de okulumuz olmadığından, "yarın denize gideceğiz!" "oleeeyyyeyeyeyey" hemen akşamdan kolluklar, şambrel, yiyecekler, oltalar filan hazırlanırdı. o gece uyku tutmazdı, çünkü deniz o menem bir şeydi. ikincisi ise ortaokulda iki veya bilemedin üç haftada bir memlekete aile ziyaretine gidileceği cuma akşamüstüne doğru perşembe akşamdan yapılan benzeri hazırlıktı. perşembe akşamı valizler hazırlanır, cuma günü hiçbir ders dinlenmez ve cuma akşamı güle oynaya yola çıkılırdı. üçüncüsü, vatani hizmet icra edilirken çarşı izninin sözgelimi cumartesi olduğu öğrenildiğinde cuma akşamı içe dolan duygular bütünü idi... bu bütünü oluşturan parçaların hiçbirinin ilk ikidekiyle ilgisi yok ama benzerlik kurma ihtiyacı güttüm. neden mi yaptım bunu, çünkü benzesin istedim o heyecana. ama malum içerisinde bulunduğumuz şartlar insanın her nevi kişisel iktidarını öldürüyor. aslında çok çok benzese de benzemiyor.

herkes çift yaratılırmış, o yüzden: merhaba. günaydın sevgilim. nasılsın sevgilim?

i love you diyen güllerden bulamadım ankara'da. hahaha. eğer bir ev aleti olsaydım ne mi olurdum? biliyorum çok fazla alternatifim olmazdı ama ilk akıllara gelen ziyan şey uzaktan kumandalı buzdolabı. evet evet, lunaparklarda çemberi sigaraya rastgetirebildiğiniz an bir adet sigara pakediyle birlikte beni size hediye olarak verebilirlerdi: uzaktan kumandalı buzdolabı. ne dersiniz hoş olmaz mıydı?

bütün gün elimde olca portakal kabuğu kamufle ederek dolaşmak istiyorum. insanlar baksın nerden geliyor bu koku ama bulamasın. ya da sevgilimin memelerine portakal kabuğu sürüp... oha. o değil de, şöyle yetenekli bir arkadaşım olsun, sözgelimi iyi fotoğraf çeksin, beni fotoğraflasın, aa ne kadar fotojeniksin filan desinler, fotokritiğe ne bileyim deviantarta filan attachlesin beni, ordaki güzel kızlar güzel erkekler gibi sırıtabileyim, masum masum mahsun mahsun bakabileyim, sigarayla dünyanın en kral pozlarını verebileyim filan, di mi kadir, ya da modacı felan olsun, giydirip insan içine salsın beni, çok fit bir vücut sahibi olmuş olayım, skinny trousers acaip taşıyim üstümde, adonis kası denen seks objesinimi sergileyeyim göbekten ziyade, herkes sırtımdaki dövmenin görünmeyen tarafını merak etsin.

naber lan deli?

yalan mı söyledim yani baharda yine geleceğimi söylerken? dediğimi yaparım. bana salak ve gerizekalı dediğin takdirde senden ayrılacağım dediysem ayrılırım. seni hep seveceğim dediysem -bunu kimseye demedim di mi- hep severim. diyenlere inanmam, dillere sakız etmem. fallı sakızların fallarını okumadan, yorumlamadan katiyen atmam. canım çay çeker bazen, senden rica edebilirim. üşenmek gibi bir huyum hiç olmamıştır. pekala kendi suyumu kendim koyabilirim ama senin getirdiğin su daha lezzetli oluyor yemin olsun. hem, üşenenin çocuğu olmazmış. bütün memelerini çok fena sevebilir, fena halde sırılsıklam aşık olabilirim. erkin koray'ın en sevdiğim şarkılarından biri "sarhoş gibiyim" olabilir. birazdan mesela içinde bulunduğum internet cafeden çıkıp ankara'yı turlayabilirim. tek başıma yapabileceğim şey sınırlı ve tedirgin olduğu için, -tek başına dolaşmak da yasak kodumun askerliğinde- aklımda olan şeyleri yaparım, mesela önce kitapçılara uğrar içimi bozarım. bir kitap bir dergi alıp rahatsız olmadan oturabileceğim bir kafe keşfederim, önce haftanın tatlısını yerim. bu aralar nöbetler sıklaştı, çok enerji kaybediyorum, tazelenmiş olurum. sonra da okumaya başlarım, karşıma yalnız başına güzel bir kız gelirse onunla bakamaklar yaşarım. not filan alamam. zihnim durdu.

çorapları katlama şekliyle ilişkili aslında bir insanla anlaşmanın biçimi. içe doğru katlayıp yuvarlak top mu yapıyor mesela, ya da normal bir dikdörtgen katlar gibi mi yapıyor. bu konuda çoğunluğun yuvarlaktan yana olduğunu tahmin edebiliyorum. hem top oynaması güzel oluyor, ama alt kattaki komşuları rahatsız etmeden ve ayağını yere vurmaktan imtina ederek. bo derek.

kendime özel bir ray ayırttım doğarken. oradan sapmadan ilerliyorum, makas içimde.

77 Pazar, öğleden sonra. Mıcır'ın odasının girişinde sağ tarafta büyük sıkışmışlığıyla bulunan kitaplığında, kendine özel bir raf ayrılmış eski ve dengesiz plakçalarının cızırtılı hoparlör sisteminden yükselen ses Dean Martin'e aitti. Söylediği şarkıysa, "That's Amore"ydi. Mıcır'ın hoyrat ve müsrif kulakları için birebir olan sistemden çıkan ve karla karışık yağmurla karışık dolu kadar pis olan müziği dinleyen Hakan konuşuyordu: "Her şey cahil ve herkes dahil! Artık ööyle. Kimse aptal değil. Ve her şey toptan. Dünya artık bir tatil köyü. Dünya bir katil köyü. Hayatın yeni kuralı bu. Hayatın yeni yazılıturalı oyunu bu. Herkes her şeyi biliyor. Her şey herkesi siliyor. Sadece ben bilmiyorum çünkü ben her şeyden hariç ve herkesten aptalım. Sadece ben dilimliyorum çünkü ben herkesten hariç ve her şeyden şapşalım."77

o halde bu şapşal için bu haftasonu bir-iki kez nouvelle vague dudaklarından "in a manner of speaking" dinleyin.

7.03.2010

beni dünyana şahit belledim. yalandı da değilim. pencereden kuşlara üçlü çektirdim: ma ligne de chance, ma ligne de chance, ma ligne de chance. kimse ilgilenmedim. avurtlarına avuçlarımdan su besledim. dudaklarında tesbih çektim. bana resmi ifadeler kullanma sevgilim. odacın değil, mutemedinim.
"gel gideli gideli, dağlar olsun evimüz
tomar yapracıklaru, olsun kiremidümüz."

peluş

bundan geçen yıl, miladi takvimin isa'dan sonra ikibindokuzun haziran ayının başlarını gösterdiği, yaz kuşlarının şehirlere akın akın yağdığı tarihlerde ankara'ya gelmiştim vize almak için. kısa kollu tişörtlerini sevdiğim bir dünyada yaşıyordum. dünyanın en güzel kızı uzakdoğu esintili kısakollu, hakim yakalı, kimono tipli tişörtünü giymişti ve bana çok uzaklarda bir yerde salınarak yürüyordu. tabii ki görüş alanım içerisinde değildi; elimde şemsiye, yağmur yağsın, ben de o ıslanmasın için şemsiyesin tutayım diye mevsim kolluyordum. olur a olduğum yerlerden geçer diye bekliyordum. o ise, umarsız, benden habersiz, poposunu beğenmeyip, aynada kendine bakıyordu. haftada içtiği epi topu beş sigarasından birini yakıyordu. bense ankara'ya gelmiş, gideceğim ülkenin konsolosluğunu arıyordum yokuşlara bakarak. genelde yaptığım gibi, rahatça içki içebilmek ve şehri tadabilmek için bir gece öncesinden gelmiştim. bir otelde kaldım kızılay'ın göbek deliğinin üstündeki piercing'inde. konforlu sayılabilecek, çok lüks olmayan bir otel, barları gözetleyen. kocaman bir yatak. dünyanın en güzel müstakbel kadınıyla sevişmeye kalktım o gece, moralimi bozdu, sevişemedim. aşkımı yarım bıraktım. sabah kalkar kalkmaz açık büfe kahvaltı yaptım. dün o otelin önünde geçtim, boynumda askeri künyem, içimde yeşil fanilayla. sonra bir atari salonunun önüne baktım, içeri girsem mi tereddüt ettim ve tereddüdüme boyun eğmedim. kızım oradaydı işte, atari/oyun salonunun önündeki makineye bozukluk atarak küçük peluş ayıcıklardan çekmeye çalışıyordu, heyecanların üstüne basıp basıp ayağını çekiyordu. çektiği ayıcıkları etraftaki çocuklara dağıtıyordu. dün o atari/oyun salonunun önünden geçtim, sivil kimliğim orduda saklı şekilde, onbaşı olarak. kızım ortalıkta yoktu. sonra bir kafeye oturdum, tuttum ona mektup yazdım. şimdi ankara'dayım. karanlık çökünce sokağınıza, köşede ben varım,
unutamazsın.

onbaşı

- hadi bakalım onbaşı, yavaş gidiyorsun.
- daha onbaşı olamadık. iş yok onbaşılıkta zaten... sen aşk nedir bilir misin?.. aşk insanın kalbini sızlatır... sonraa, ben sevilmeyecek adam mıyım! beni gören çarpılır efennim. sesim de çok hoştur. okuyacam, bak dinle:

6.03.2010

o kadar yazdıktan sonra silinmesi, bağlantı gelipgitmiş olduğu için bloggerın otomatik kaydetmeyi yarım yamalak yapmış olduğunu fark etmek. işte bu önce ağlamaya, sonra intihara götürebilir. şahsen kendimi tanıyorsam beni götürür.

yüksek başarılarımdan ve orduya katkılarımdan dolayı çift çarşım var. çıfıt çarşısı.
ulus bilincinin -sadece resmen- en açık olduğu ilimiz ankara usul usul yağmur yapıyordu. bulunduğum sıcacık yerden bir an önce çıkmamak istiyordum ama kapalı alanlarda sigara içmemeyi öneriyordu türk ceza kanunu, ve halkı askerlikten soğutmamayı. o yüzden bunca er ve erbaş bu ekranlar karşısında toplanıyorduk her haftasonu öğleye kadar. sevgili dünyalılar, içlerinde bulundukları ve bizim sanki hiç ait olmadığımız dünyalarından bizlere kameralarını açıyorlardı ve biz onlara dost olduğumuzu belirterek el sallıyorduk. kimi erbaşlar, iribaş gibi, sperm gibi, -yürüyen birer sperm ordudaki her er, ve erbaş-, kameralarını açıp, o küçük pencerelerinden, emir-komuta msn'de olmak üzere kızlara bakıyorlardı. sevgilileri olan biraz daha şanslıları ise ekranda sevgililerini görüp hafif bir heyecana kapılıyorlar, içlerinde kaztüyleri uçuşuyor, konuşmayı biraz daha aşağılara kaydırabildikleri oranda heyecanları çarpıyordu. ben bu sırada sktirip gitmenin planlarını yapıyordum her zamanki gibi. ne var ne yok ki her zaman en iyi becerdiğim şey plan yapmak oldu, planladığım şeyi yapmayı da planlasaydım her defasında bu kadar plan yapmazdım. bir planörüm bile yok, beynimde ur.
bir saaatttir bilgisayar başındayım, nihayet iyi bir şarkı çıktı. mesela abdullah gül hiç internet cafeye girmiş midir, cebelleşmiş midir (hıykk?) klavyesi çalışmayan bilgisayarlarla. atatürk'ü görüyorum birkaç zamandır rüyalarımda. "bana ne yaa, kurtarmıycam vatanı ben," diye ağlıyor, teselli ediyorum. ne zaman içim ezilse çekilip bir köşeye size mektup yazıyorum. her haftasonu çarşı izninde mektuplarımı da cebimde çıkarıyorum dışarı benimle birlikte. dönerken onların da morali benimki gibi. postaneye gitmiyorum bir türlü. kurşun kalemle yazdığım için, cebimde durmaktan ve sürtünmeden mektupların yazıları okunaksız hale geliyor. öylece durmaya devam ediyorlar. bir iki arkadaşımı aradım görüşmek için ama sanırım kimseye göstermek istemiyorum şu an kendimi. söndü arabanın farları, daha doğrusu çamurlandı, malum kış mevsiminde kışladayız, malum önümüz bahar. raşit aradı, adresimi istedi, biliyorum yazmayacak. emrah aramayacak bile. merve gelmeyecek ziyaretime. mustafa diyecek, oğlum neden bize gelmiyorsun, gamze bağıracak telefonun arkasından, hakan kahvaltı hazırlıyorum diye. sarı'nın mutlaka selamı olacak. canan görüşemeyiz diyecek. mahmut abi babama söyleyecek, hakan'ı mutlaka kahvaltıya bekliyoruz diye, bana iletmesi için. ne aptal bir durum lan bu. şu an morgan freeman'ın ne yaptığı kimin umrunda. etrafımdaki bu msn manyakları kim, kameralar açılmış. çay bok gibi. her şey çok kalabalık. aşırısosyal kişilik bozukluğu diye bir şey var mı. şafak sayım bugün normalde yetmişiki iken birden kırkdörde düştü evvelsi gün, ameliyat olacağım. bütün planlarım altüstü oldu, şafak kırksekizde bombayı patlatacaktım ne güzel. çeşitli bloggerlar habertürk gazetesine ilan veriyorlar bedavaya, ilgiyle takip ediyorum. yani o değil de, bu hayat denen şakaya bir açıklama getirmeliyim. ve kafama koyduğum şeyi yaparım. benim olacaksın dersem hakkaten de olursun. açıklama getireceğim dersem de getiririm, dışarda yağmur.

o değil de hakkaten iyi uçtum ranzadan.
peki o halde niye enter dedi. hiç büyülü cümle kalmamış sanki dünya üzerinde. dünya divanın altına girip orda uyuyup kalmış, millet de onu arıyor tiril tiril. o neydi hakkaten, geçen sene bu zamanlar her sokağa çıkışımızda tanesi beş ytl'lik şeffaf şemsiyelerden alıyorduk, eve varana kadar kullanılacak hali kalmıyordu. renk renk seçiyorduk. evet ben de şemsiye taşımayı sevmiyorum sizin kadar. ama allah için yağmuru çok sevenlerdenim. ben de yağmuru seven pullarından allahım, birik birik biriktirilemiyorum, ilginçtir.
bugün kayıt altına alacak bir durum yoktu ortada, tıpkı geçen hafta olmadığından. işte bu yüzden sırf bu yüzden işte
bugün kısa cümlelerle geçiştirmek istedi
ankara'nun bulutları çok hareketli, bir o yana bir bu yana gidip bir yağmur yağdırıyorlar birse boş gökyüzünün gözleri donuk. metaller mat mıydı. gül kisevgilim. ilkbaharun ilk ışıkları yandı. hatta yağmursuz gündüzlerde kumru sesleri bile duyulabiliyor yeterince istenirse. bir çift kumru, -bilirsiniz kumrular çift yaratılırmış-, ötüyor, onların bu terennüm esnasında ne dediklerinin hikayesini anlatmıştım değil mi, anlattığım geçmişte kaldı ve bu acı. hani muhakkak küçük bir yeğenin/kuzenin/çocuğun filan vardır, onu elinden tutup gezmeye götürürsün. o el biraz sonra terler ama bırakmazsın. onu hatırladım şimdi. ha bir de şey vardı di mi, çekirdeğin içini çıkarıp ona tek tek yedirmek.