ama arkadaşlar iyidir



28.04.2013

my heart is an apple

bugün iki yaşındaki bir kız çocuğuna bizzat tatbiki olarak, -o esnada hafif çakırkeyif olsam da- deniz ve kayık kelimelerini öğrettim. ayrıca "do re mi fa sol la si do bittiii" demesini de biliyor artık.


26.04.2013

merhaba izmir, gundelikci, kohne, baharli, trafikk, cuma, cal arsaat, telefon izmir. bugun nasilsin? nasilsin?

tanışsa mıydık?

merhaba pirina sabunları. merhaba summer wine. merhaba limonu kabuğuyla yemeyi tercih buyuranlar. merhaba ankara'da tek gecelik otel arayanlar. merhaba milli içkilerden bihaber ve harabe olanlar. merhaba kendi kabarelerinde kendi kendilerine labirent yaratanlar. merhaba istanbul'da hostel arayanlar. merhaba dost bir el arayanlarla birlikte arayanlar. merhaba esin. merhaba üsimp, ki o bir kısaltmadır. ki bizler birer kısaltmasıyız kendimizin. ki yüzlerimiz birer kısaltmasıdır içimizdekilerin. merhaba kaf sin kaf, merhaba sinkaflı konuşmalarım sana karşı. merhaba ...'sen eğer. merhaba inbox (4). merhaba inox paslanmaz çelikleri. merhaba hepiniz çelik gibi yürekleri. merhaba bizler bu devletin nervürlü çelikleri. merhaba ayran bile içemeyecek kıvama gelesi. merhaba perdeler. merhaba gerdek geceleri. merhaba ördek geceleri. merhaba ördekler, suna deyince ve görünce bir başka güzel. merhaba görümcen var olacak. merhaba senin en sevdiğim yerin neresi olmayacak biliyor musun, doğum yerin. merhaba benden başkasını -sen eğer. merhaba ben aslında, ben aslında aslı astarı yokum. merhaba ben birazdan hasta olacağım çünkü boğazımda bir tavuskuşu ürüyor. merhaba ben çoğunlukla bacaklarımı sallamaktan bugüne kadar hiçbir depremi hissetmedim. merhaba ben dün çok bekledim ama ay tutulmadı, kararmaktan öte bi yere gitmedi. merhaba ben giden ay tutulur mu. merhaba ay gidiyor, yüreğim kanıyor. merhaba heybe. merhaba heytbe. merhaba kesik kesik bağlantılar. merhaba 2 inçlik borular. merhaba bunlara eşlik eden bunları boş bırakmayan kuğular. merhaba modern psikanaliz. merhaba sesinizi sonuna kadar açabilir miyim. merhaba, ne veriyim abime diyen garson, bass ver bana, biraz daha bass. merhaba, ne veriyim abime diyen garson, bir tutam zencefil lütfen, mslm grss'in bir avuç gözyaşı şarkısı istekdışıdır. merhaba ben kendime acı süpermarketler zinciri'nden üç beş reyon icarladım. merhaba selin.

merhaba beni şimdi selim aradı. açamadım. düşünsene onaltı senenin selim'i bu, yavuz selim hem de, yavuz ve gürbüz selim ama açamadı ellerim. merhaba şalala, hepimiz enternasyonel birer şalala olmak istemez miydik sanıyorlar. merhaba sesleri bi süre sonra kısılan telefon melodileri. merhaba yazdıklarımı kapalı zanneden hanedanın üyeleri. merhaba su-i zanlardan hiç hoşlanmayışlarım. merhaba hüsn-ü zannına kurban olduğum gülen kadınlar, gülmekte zorlanmayan kadınlar. merhaba limonlar. merhaba evcil hayvanlar. merhaba evcilik oynayan çocuklar. merhaba skype. merhaba gökyüzü fazla uğraşırsan adamı çarpar. merhaba soda. merhaba sofra tuzu. merhaba hayatımda yeterince kafiye olmadığında içim hiç mi hiç rahat etmez. merhaba bazen hayat çok yirmiiki yirmiiki. merhaba ben yarın düğüne gideceğim. merhaba ben bana bi kere olsun merhaba demedin, ki ben seni o kadardır içimde taşıyorum. merhaba bilmezden mi geliyorsunuz, topunuzu tüfeğinizi bana şimdi. merhaba dedik.

yarın dükkânı sen açma kâmil. yarın dükkanı kimse açmasın. yarın tatil olsun bize. yarın yok olsun ama olsun sonuçta.

sonra, onun çoraplarını görmek demek, onun mahremine girmek demektir.

23.04.2013



 "we'll share a drink and step outside!"

21.04.2013

müfredat

asmalımescit'teki meyhane yakup'un sahibi yakup öldü. herkes onun edip cansever'in çağrılmayan yakup'u olduğundan bahsetti. birkaç kişi aslında onun o olmadığından dem vurup asıl hikayenin başka türlü olduğuna dikkat çekti. ben asıl hikayeyi bilmiyorum, merak edip bakmadım, yoksa google'un eline sağlık bir şeyler çıkar. ben bendeki yakup'tan bahsetmek de istemiyorum. çünkü edip cansever'in çağrılmayan yakup'u benim kelimeleştirebileceğim seviyenin üstünde, o yüzden çok sevdiğim şeylere dair genellikle yap-a-madığım gibi çağrılmayan yakup'u da anlatmaya kalkmayacağım. sadece benim için mühim olduğunu söyleyip bırakacağım basitçe. yakup meyhanesi'ndeki yakup'un edip cansever'in anlattığı adam olabileceğini hiç düşünmedim, oraya gitmeden önce bir ihtimal diyordum ama gittikten sonra o ihtimali de sıfırladım. ama ondan önce, meyhane yakup'a ilk gidişimin hikayesi var. üstünden, sene geçti, mevsim geçti, ay geçti, yağmur geçti, dolu geçti, kar geçti. beş yılımı istanbul'da geçirmiş olmama rağmen asmalımescit diye bir yerden haberdar olmamıştım o zamanlar. bunun sosyolojik birtakım açıklamaları var elbette, asmalımescidin ben öğrenciykenden biraz daha geç keşfedilmiş olması, harcamaları kısıtlı üniversite öğrencisini aşması, ve mütevazı entelektüel zevatımın buna elverişli olmaması, vs. sonra büyük bir yer edindi bende. son zamanlarda üzerine yazayım diye beklettiğim konulardan biriydi. boşverelim.

kelebeğin rüyası vardı bir de epeydir aklımda. gerçi birkaç zamandır ne zaman sinemaya gitsem işyerinden aranıp aranıp ikinci yarısında çıkmak durumunda kalıyordum. ne zamandır gitmemiştim sinemaya, en son bizim büyük çaresizliğimiz'e gitmiş bile olabilirim ankara'da. her neyse, bu filme gideyim dedim, şair üzre bir film dedim. tanrım sen bizi alışveriş merkezlerinin sinemalarında film izlemekten uzak tut. tanrım sen bizi çocuklarımızı alışveriş merkezlerinin oyun salonlarında ferahlatmaktan uzak tut. tanrım sen bizim kitap alışverişlerimizi alışveriş merkezlerinin d&r'larında remzi'lerinde inkılap'larında yapmaktan uzak tut. yılmaz erdoğan'ın yaptığı tüm filmlerde elle tutulur birkaç sahne oluyor muhakkak. güzel birkaç vuruş yapıyor. ama bu filmde tarzını değiştirmiş, daha çok direkt anlatıya girişmiş. filmin sinematik yönünden bahsetmek istemiyorum, bu konuda yeterli birikimim de yok ama bana tüm film müthiş renklere sahip müthiş hizalı müthiş mükemmel bir filtrenin arkasından izleniyormuş hissi verdi, o anlattığı zamanın ortamına giremedim çünkü çok estetize etmişti görüntüleri, veremden bahsediyorken ekranda virüslü bakterili bir görüntü yönetimi görmeyi beklerken tam tersi harika bir arz vardı. aynı sahneye bir fotoğraftan bakmakla bir ressamın çizdiği resimden bakmak arasındaki fark gibi. ressamın çizdiğinde çizgi darbelerini görürsünüz, fotoğrafta göremezsiniz, çok ustaca çekilmiş bir fotoğraf gibiydi filmin sahnelerinin üzerinde oynadığı düzen. filmin ikinci yarısını izlemedim, zaten işyerinin telefon tacizleri bıktırmışken bu kadar güzel insanların bu kadar güzel tonlarla sahne alması ama sonunda ölecek olmaları beni boğdu. her neyse, mesele bu değil, mesele filmdeki şairlerin ilk şiirleri yayımlanınca duydukları heyecanın aktarımı.

yazan insan için bunun öneminden bahsetmek istiyorum biraz yazasım olsa. tavrını sevmediğim ama tarzını izlediğim bir şair arkadaş da bu noktaya değinmiş geçenlerde blogunda, ordan esinlendim. aranızda bir dergide şiir/öykü vs yayımlatan arkadaşların hayatlarında bu konu nasıl gelişti tam olarak bilemiyorum ama bu sahne beni doğrudan kendi tanıklığıma, tecrübeme götürdü. o bahar aylarını getirdi aklıma. semih kaplanoğlu'nun süt filminde de aynı heyecanı filmlemişti yönetmen ve ordaki çocuğun repliği de gayet manidardı.

ikibinüçün sonuydu. tuttum gerçekleri yem alarak bir öykü hikayeledim. ve bunu onun da takip ettiğini bildiğim bir dergiye gönderdim, sadece okuması için, ona okutmamın başka bir yolu yoktu. nerden bilebilirdim o yayımlanmanın beni müthiş bir edebi hazza sokacağını ve bunun kıza duyduğum sevgiden de öte bir şevk olacağını. namussuz dergiciler yazıyı yayımlayıp yayımlamayacaklarını da söylemediler her zamanki gibi, ve bu nedenle çok netameli çok tekinsiz bir bekleyiş oldu. üniversite öğrencisi olmak hayat hakkında büyük bir özgürlüktü, y. lisanstan atılmıştım devamsızlıktan ve habire sait faik habire sabahattin ali keşfediyordum. günlerdir derginin yeni sayısının geleceği günü bekleyip her gün evin hemen yakınındaki kitapçıya gidiyordum. ve beklenen sabah geldi bir gün. gittim, rafta gördüm dergiyi, bir çırpıda parasını ödedim, her zaman yaptığım gibi pleasure delay yaptım kahvaltılık bir şeyler alarak. eve gidip çayı koydum ocağa, ve dergiyi açtım. öykümü orda gördüğümde -müstearla- içimde bi karaca zıpladı, içimdeki bal şekerlendi, içimde bi tay doğdu, aslan kafesten kurtuldu, filan. çıktım yatağın üstüne zıplamaya başladım, evde yalnızdım, çay demleniyordu ve çok mutluydum. dört döndüm, hopladım, dans ettim, koştum. beşiktaş'taki son ilkbaharıma böyle girdim.

her zaman derim, şair adam mutlu olmayı bilir ve zaman zaman olur.

20.04.2013

sandalyeye bel bağlayan adam. en çok da yıldızlı çandarlı gecelerini özlediler hep birlikte. hepbirlik olup, benim bilgim dahilinde değil. "üzerimde yıldızlı gökyüzü, içerimde ahlak yasası" lana del rey kullandım bir süre. ömrünün her döneminde muteber bir sandalye oldu adamın. sandalye alınca çok mutlu olunacaktı. size dikey ve yatay sandalyelerinden bahsetmek istiyorum insanoğlunun yedi ceddinin. sallanan sandalyelerden. dedelerin oturup kalkmak bilmediği, kişiye ait, şahsa münhasır sandalyelerden. bir sandalyeyle mutsuzluğunu kesip biçecek skip atacak zanneden adamlardan. vanilyalı mumlarla evde dalgalanan sigara dumanlarını bastıracağını sanan. süt içince içinin temizleneceğine allah'a inanır gibi inanan adamlardan.

19.04.2013

epey olduydu. bırakmıştım ya ben bu ayakları.

16.04.2013

iki gün üç gece hava değişimi

limon çiçekleri varlardı. akasyalar beyaz ila pembeydi, oradalardı. doğanın en güzel kokularını sürdüğü , yatağa girmeden önceki pijamalı zamanıydı. ben kıçıkırık bir otel odasını hevese boğmuştum. kıçıkırık bir otel odasının turistik bir bölgede başına talih puştu konmuş yerel bi ailenin işlettiği kitschlerle dolu yaşantısına çok ortak olmuşumdur, zira halk için ölmeli halk o zaman halk. kıç tarafı bira kapağı açmaktan yorulmuş bir çakmağın gazının bitiş süresiyle poposunun deformasyon süresi eşzamanlı değilse hayatınızda orantısız bir güç kullanımı sözkonusudur. ayrıca, yaşlandığımızı yaz aylarında nasıl daha çok anlarız, normalde vücudunuzun en ulaşılmadık ve kaşınması zor yerlerine ulaşmakta sınır tanımayan sivrisinekler gelip de alnınızın ortasından ya da yanağınızdan pay alıyorlarsa hâlâ genç olduğunuza inanabilirsiniz, çünkü bunu çoklukla çocuklara yaparlar.

onun olan saçlar gürül gürüldü. ve bende birinci dereceden bir işkence oluşturmak istiyorsanız bana şarap içirebilirdiniz, ve bende ikinci dereceden bir işkence oluşturmak istiyorsanız bana kutu bira içiriniz.

gerçeklerimde bir yerde olsaydın, rüyalarımı havalandırmak için zaman zaman otellerde kaldığım bilgisi rivayetten ibaret olurdu.


15.04.2013

kim var orda!?

11.04.2013

şerbetçiotu'nun adının nerden geldiğini bi merak bi merak.

8.04.2013

inanılır gibi

parmaklarımdan -saydım- üç tanesi yıllardır arjantin bardakların kulplarını yüzük niyetine kullanıyor. kâh sağ elime kâh sol elime, bir nişanlıyız bir evli, bir dargınız bir barışık. kendimi her gün koşu bantlarında saatlerce koşup da bi yere varamayan kaplumbağalar gibi. kendimi bi benzetiyorum bi benzetiyorum sorma. sivilce bahanesiyle üç haftadır kes(e)mediğim sakallarımı bugün bir uyarı neticesinde kesmek durumunda kalınca bu beni depresyona sevketti. heidi'nin dedesine benzememe şunun şurasında ne kalmıştı. modena'dan bir kız sevdim, sattı bana çocukluğunu.

rüyalar geçer gemilerimden, allı pullu.
gemiler geçer derilerimden, yüzer de geçerler.

mart mı çarptı dedi, neyi kaset etti (fiyuvv). istanbul'a mı gideceksin, dedi. o nerden çıktı, nasıl bildin, dedim. şamanım ben, dedi. amaaan, dedim. izmir'de kaldığın için seni linç ediyorlardı, istanbul'a git diye bağırıyorlardı, dedi. nasıl gördün bunları, şeklinde şaşırdım. hayır yerleşmek yok, bir hafta izin alıp gidip döneceğim, diye gerçekleştirdim rüyasını. ... nitekim kirpi beslemiş adamım. ... yine arabada yattım dün gece, ondokuz yaşındaki gençler gibi, zıvanadan çıktım sanki. içip içip su boylarında sızıp kalan rahmetli geldi aklıma sabah uyandığımda.

sonra her şeyin üzerine limon sıktım. her şey çok güzel oldu.