ama arkadaşlar iyidir



21.04.2013

müfredat

asmalımescit'teki meyhane yakup'un sahibi yakup öldü. herkes onun edip cansever'in çağrılmayan yakup'u olduğundan bahsetti. birkaç kişi aslında onun o olmadığından dem vurup asıl hikayenin başka türlü olduğuna dikkat çekti. ben asıl hikayeyi bilmiyorum, merak edip bakmadım, yoksa google'un eline sağlık bir şeyler çıkar. ben bendeki yakup'tan bahsetmek de istemiyorum. çünkü edip cansever'in çağrılmayan yakup'u benim kelimeleştirebileceğim seviyenin üstünde, o yüzden çok sevdiğim şeylere dair genellikle yap-a-madığım gibi çağrılmayan yakup'u da anlatmaya kalkmayacağım. sadece benim için mühim olduğunu söyleyip bırakacağım basitçe. yakup meyhanesi'ndeki yakup'un edip cansever'in anlattığı adam olabileceğini hiç düşünmedim, oraya gitmeden önce bir ihtimal diyordum ama gittikten sonra o ihtimali de sıfırladım. ama ondan önce, meyhane yakup'a ilk gidişimin hikayesi var. üstünden, sene geçti, mevsim geçti, ay geçti, yağmur geçti, dolu geçti, kar geçti. beş yılımı istanbul'da geçirmiş olmama rağmen asmalımescit diye bir yerden haberdar olmamıştım o zamanlar. bunun sosyolojik birtakım açıklamaları var elbette, asmalımescidin ben öğrenciykenden biraz daha geç keşfedilmiş olması, harcamaları kısıtlı üniversite öğrencisini aşması, ve mütevazı entelektüel zevatımın buna elverişli olmaması, vs. sonra büyük bir yer edindi bende. son zamanlarda üzerine yazayım diye beklettiğim konulardan biriydi. boşverelim.

kelebeğin rüyası vardı bir de epeydir aklımda. gerçi birkaç zamandır ne zaman sinemaya gitsem işyerinden aranıp aranıp ikinci yarısında çıkmak durumunda kalıyordum. ne zamandır gitmemiştim sinemaya, en son bizim büyük çaresizliğimiz'e gitmiş bile olabilirim ankara'da. her neyse, bu filme gideyim dedim, şair üzre bir film dedim. tanrım sen bizi alışveriş merkezlerinin sinemalarında film izlemekten uzak tut. tanrım sen bizi çocuklarımızı alışveriş merkezlerinin oyun salonlarında ferahlatmaktan uzak tut. tanrım sen bizim kitap alışverişlerimizi alışveriş merkezlerinin d&r'larında remzi'lerinde inkılap'larında yapmaktan uzak tut. yılmaz erdoğan'ın yaptığı tüm filmlerde elle tutulur birkaç sahne oluyor muhakkak. güzel birkaç vuruş yapıyor. ama bu filmde tarzını değiştirmiş, daha çok direkt anlatıya girişmiş. filmin sinematik yönünden bahsetmek istemiyorum, bu konuda yeterli birikimim de yok ama bana tüm film müthiş renklere sahip müthiş hizalı müthiş mükemmel bir filtrenin arkasından izleniyormuş hissi verdi, o anlattığı zamanın ortamına giremedim çünkü çok estetize etmişti görüntüleri, veremden bahsediyorken ekranda virüslü bakterili bir görüntü yönetimi görmeyi beklerken tam tersi harika bir arz vardı. aynı sahneye bir fotoğraftan bakmakla bir ressamın çizdiği resimden bakmak arasındaki fark gibi. ressamın çizdiğinde çizgi darbelerini görürsünüz, fotoğrafta göremezsiniz, çok ustaca çekilmiş bir fotoğraf gibiydi filmin sahnelerinin üzerinde oynadığı düzen. filmin ikinci yarısını izlemedim, zaten işyerinin telefon tacizleri bıktırmışken bu kadar güzel insanların bu kadar güzel tonlarla sahne alması ama sonunda ölecek olmaları beni boğdu. her neyse, mesele bu değil, mesele filmdeki şairlerin ilk şiirleri yayımlanınca duydukları heyecanın aktarımı.

yazan insan için bunun öneminden bahsetmek istiyorum biraz yazasım olsa. tavrını sevmediğim ama tarzını izlediğim bir şair arkadaş da bu noktaya değinmiş geçenlerde blogunda, ordan esinlendim. aranızda bir dergide şiir/öykü vs yayımlatan arkadaşların hayatlarında bu konu nasıl gelişti tam olarak bilemiyorum ama bu sahne beni doğrudan kendi tanıklığıma, tecrübeme götürdü. o bahar aylarını getirdi aklıma. semih kaplanoğlu'nun süt filminde de aynı heyecanı filmlemişti yönetmen ve ordaki çocuğun repliği de gayet manidardı.

ikibinüçün sonuydu. tuttum gerçekleri yem alarak bir öykü hikayeledim. ve bunu onun da takip ettiğini bildiğim bir dergiye gönderdim, sadece okuması için, ona okutmamın başka bir yolu yoktu. nerden bilebilirdim o yayımlanmanın beni müthiş bir edebi hazza sokacağını ve bunun kıza duyduğum sevgiden de öte bir şevk olacağını. namussuz dergiciler yazıyı yayımlayıp yayımlamayacaklarını da söylemediler her zamanki gibi, ve bu nedenle çok netameli çok tekinsiz bir bekleyiş oldu. üniversite öğrencisi olmak hayat hakkında büyük bir özgürlüktü, y. lisanstan atılmıştım devamsızlıktan ve habire sait faik habire sabahattin ali keşfediyordum. günlerdir derginin yeni sayısının geleceği günü bekleyip her gün evin hemen yakınındaki kitapçıya gidiyordum. ve beklenen sabah geldi bir gün. gittim, rafta gördüm dergiyi, bir çırpıda parasını ödedim, her zaman yaptığım gibi pleasure delay yaptım kahvaltılık bir şeyler alarak. eve gidip çayı koydum ocağa, ve dergiyi açtım. öykümü orda gördüğümde -müstearla- içimde bi karaca zıpladı, içimdeki bal şekerlendi, içimde bi tay doğdu, aslan kafesten kurtuldu, filan. çıktım yatağın üstüne zıplamaya başladım, evde yalnızdım, çay demleniyordu ve çok mutluydum. dört döndüm, hopladım, dans ettim, koştum. beşiktaş'taki son ilkbaharıma böyle girdim.

her zaman derim, şair adam mutlu olmayı bilir ve zaman zaman olur.