ama arkadaşlar iyidir



27.03.2013

görüşürüz.

22.03.2013


“haydi kalk trenler kalkıyor duyuyorum 
 biliyorum yorgunsun her geceden, biriken her geceden 
 haydi kalk şimdi bunu gömelim 
 haydi kalk bitiverdi 
 haydi kalk yorgun güzelim haydi kalk 
 hadi artık öldüm biliyor musun 
 hadi kalk İzmirlere filan gidelim


21.03.2013

günlerdir elma yemedi. gidiş yolunda sorun yoktu. bir ayakkabısının bağcığı çözük gezdi günlerce. çoraplı kadınlar daha güzel oluyordu. çorapsızların yeri ayrı. yüzoniki tane portakal aldı manavdan, yirmiiki kilo tuttu, bi hışımla eve gelip hepsini tek tek soydu, evi kaplayan portakal kokusu bir hafta evden çıkmadı. kahvenin telvesine değdirdi dilini, hoşuna gitmemesiyle gitmesi bir oldu, bir daha yaptı bunu. ayıklığın huzursuzluğuna alıştırmaya çalıştırdı kendini. evde ne kadar aç-kapa düğmesi varsa dörder kez açtı kapadı hepsini, bozulan olmadı. kalemi yedi kez eline alıp bıraktı.

20.03.2013

constantly thinking about you

    

19.03.2013

sarı uyan! araba var!

kalorifer yakma ehliyeti olan ustalara benzettiğim oluyor onu. mesela yatılı okullarda kalorifer yakan ustalara. gencecik bir nüfusun uykuda olduğu, sadece birkaçının namaza birkaçının gusüle kalktığı saatlerde genç nüfusa kıyasla yaşama oranını matematiğe döküp minyatür bir hayatı sigara ve içkiyle bitirme tezi yazdıracağım bir kalorifer ustasına. tabii o zamanlar sene bindokuzyüzdoksanaltı.

bak bu arada ne diyor: 2:37-3:10




tabii beş yıldızlı apartmanların kalorifer ustalarına benzetirsem senelerimiz ikibinli yılları gösteriyor. bence sağlık olmalı. ve bu başka bir sızının konusu.



jason molina ölmüş diyesiler. bence sağlık olsun.

14.03.2013

yanlışlıkla yanlış

maden dağı dumandır, de loy loy. tabii o zamanlar sait faik denen adam yaşıyor. köpekli adam diye bir karakterden sait faik yapıyor trt. her yerde tıplar bayramları kutlanıyor tüm hipokrat andımızları eşliğinde. anız biçiyor yazın sıcağında çiftçi babalar ve rençber analar. o kadar değişik bi devir ki, mesaj atıyosun ve iletiliyor, iletildiği yetmediği gibi sana rapor veriyor. yeni doğan çocuklara ezo, aze ya da muse gibi isimler veriliyor, ve hep bir ağızdan absolution için şarkı söylüyolla. bense öykülerimde mebzul ölçüde yabancı kelime kullandığım için bir öykü yarışmasında daha birinciliği başkalarına hediye ediyorum kendi ellerimle. ne bk yersem yiyeyim kendi ellerimle yiyorum. sevişişim bile bazen.

omar'a manu'nun hikayesini anlatıyorum. ne kadarını yazdım ne kadarını uydurdum ne kadarını dondurdum bilmiyorum ama hikaye de hikaye hani. hayır, bunun şimdiki kocasının adının hikayedeki esas adamınkiyle aynı olmasıyla hiç ilgisiyle yok. la.

pavyona gittim ondan sonra. bayan ister misiniz abiler, dediler. buyursunlar, dedik. biz üç kişiydik. siz üç kişiydiniz. içkiler filan geldi. içkiler gittiler. hasretlere dayanamayıp bir daha bir daha teşrif ettiler. garsonun kulağına dedim ki, hesap dörtyüz lira olunca bizi uyarıyosun, tamam abi merak etme, demiş bulundu. kendimi sınırlı jetonla atari salonlarına dalan çocuklar gibi hissettim. damla, dedi. geç bunları, dedim. demet, dedi. geç bunları, dedim. didem, dedi. belki, dedim. bir süre develerle ilerledik, çok zor bir yoldu benim için. ne konuşacaktıysam. ilk defa da gitmiyordum ya. telefonumu aldı eline, adını kaydetti telefonuma. derya'da karar kıldı. sonunda anladı esintisizliğimi rüzgarsızlığımı. ertesi gün aranızdan tramvay geçecekti diye dalga geçti ikikişiler. ama hiçbiri ertesi günün akşamında aranmadı, sana tesbih aldım gel onu al, diye.

de'lerden develerden gitmişken devingen kelimesini çok seven bi dedicated to sophisticated fuck princess geldi aklıma, şarkıdır dedim geçirdim içinden deliğin ipliği. terziler gelmiş bulundu. hatta dün akşam kendimi küçük iskender'den alıntı yaparken yakaladım, hâlâ mı, dedim. ama öyle deme, çin lokantası'nın yeri başkadır, diye konuştu içimdeki lâlâ. açık pencerelerin perdelerini dışarı çağıran bir şinaslık var havada. gökyüzümün adını şinasi koydum. kütüğüme şiir yazdım tuttu. ona ve rüzgar bizi götürecek desem, biliyordum bi nane anlamayacaktı. ben de demeyecektim zaten. ama bugün gökyüzü uçağını bile içmedi.

maden dağı dumandır de loy loy, kibar yarim. sonra ona omar'la yazımı kışa çevirdin'in hikayesini anlattım. tabii bu hikaye, babamın bir atı olsa binse de gelse ile annemin yelkeni olsa açsa da gelse'nin hikayesi yanında sönük kaldı. çünkü o ona bir barda otururken numarasını kendi elleriyle getirip vermişti ve yanlışlıkla yanlış yazmıştı. kendisinin yanlış yazdığından haberi yoktu annemin yelkeni olsa açsa da gelse'nin. onun yanlışlıkla yanlış yazdığından da babamın bir atı olsa binse de gelse'nin haberi yoktu ve her gün boş yere ankesörlü telefonların sonuncusu'na sarılıyordu.


9.03.2013




o kadar da uzun boylu. hem de iyi. giderek işe gidilen cumartesi-pazar sabahlarına benzemeye başladı yüzün. yüze limon sıkılır hiç. tamam görüşürüz.

bu fotoğrafta emeği geçen herkesin dünya emekçi kadınlar günlerini tek tek el sıkarım.

8.03.2013

ben henüz on aylıkken susmaya başlamışım

ahmet'in kuzguncuk'ta kaldığı bi ev vardı. beni bir kere bile davet etmedi. ahmet orda o kıza aşık oldu. gülen'den sonra aşık olduğu ya da olmadığını düşündüğü ama aslında olduğu ilk kız oydu. sonra ona o kızı sorduğumda, ona geçmeden önce gülen'i bana öyle bir anlattı ki ben bile aşık oluyordum az kalsın. üstü kaldı.

bazı sevdiğim arkadaşlarım beni oynadığım kelimelerle tanıdılar.
bazı sevdiğim arkadaşlarım beni kelimelerle oynadığım kadar tanıdılar.
bazı arkadaşlar beni kelim kadar tanıdılar.
bazı arkadaşlarım beni kelimden sonra tanıdılar.
bazı arkadaşlarım beni tanıdılar, siz kaçtınız.
bazı arkadaşlarım ama arkadaşlar kadar iyiydiler.
bazı arkadaşlarım beni hiç oynamaz sandılar.
bazı arkadaşlarım sandukadaydılar.
arkadaşlarım bazı bazı.
arkadaşlarım arasıra bazı bazı, gelseydiler bize gönlüm razı.
bazı arkadaşlarım gölge etmesindiler başka ihsan istemez idüm.
bazı arkadaşlarım kendilerini bana ahmet kadar özlettiler.

tamam tama sustum.


bazı özel isimler özeldir

tamburi cemil bey'in hafız osman'a duyduğu sevgi büyüttü muhsin bey'i
deniz gören teyzelere tırmandık ve ordan charlotte gainsbourg'u izledik
müslüm gürses'in ölümü üzerine bir devlet çöktü, kavimler göçtü
olmaz olsun sakız çiğneyen johnny depp'ler

bir yılanın durup dururken neden soktuğunu hiçbir zaman anlayamayacağım
ve ferdi tayfur öldüğünde bir dünya duracak
çekinme eskici içeri buyur

1.03.2013

m.g. hakkında her şey

"yaşamak, yaşamak, yaşamak, yaşamak değil yaşamak"



alfabetik sıraya göre bazı gözler:

adını sen koy
aldanma çocuksu mahsun yüzüne
ben senin kulun muyum
bir avuç gözyaşı
bir kadın tanıdım
bu şehirde yaşanmaz
esrarlı gözler
güldür yüzümü
hangimiz sevmedik
hasret rüzgarları
itirazım var
kaç kadeh kırıldı
küskünüm
ölüyorum kederimden
sende kalmış
sev yeter
silinmiyor hatıralar
tanrı istemezse
unutamazsın
unutursun diye
üstüme düşme benim
31 temmuz 2007 salı, 22:45 -cola reklamına çıktıktan sonra-


öptüler. beni bugün müslüm baba öptü.

sekiz yaşındaydım sanırım. d'm askere gitmişti. anannem yalnız kalmıştı. beni de yanına vermişlerdi. okuldan geldiğim vakitler d'mın kasetlerini karıştırıyordum. bir tane de araba teybi vardı, arabasız da çalışabilen. kimler yoktu ki kasetler arasında: müslüm gürses, ferdi tayfur, orhan gencebay, erol budan, ahmet kaya, cengiz kurdoğlu, arif susam, ümit besen, huri sapan. adını hatırlayamadığım bir sürü isim, kaset kaset. en çok ferdi tayfur ve müslüm gürses. sürekli dinliyordum. o yaşlarda o müzikler. âşık mıydım ki, evet galiba, bir kız vardı sınıfta. ama ilgisi olmamalı sekiz yaşındaki çocuğun içindeki arabesk ruhun bu kıza açılamamasıyla. gaipten gelen seslerdi çünkü o sesler o zamanlar için. bildiğin dinlemekti benimkisi. elimdeki sapanı bile unutup gidiyordum dinlerken. özellikle müslüm gürses ve ferdi tayfur’u. ama müslüm ayrıydı. hepsine dair ayrı öyküler anlatabilirim aynı zamanda yaşanmış. şarkıların isimlerini ve sözlerini de ezberlemeye başlamıştım. hatta okulda orhan adlı arkadaşıma bile anlatıyordum da anlamıyordu, küçüktü daha o, oysa ben büyüktüm, delikanlıydım, düşünsene sekiz yaşında zil zurna âşıksın ve müslüm gürses dinliyorsun. içimde arabesk bir ruh olduğunu söylerler, burada mı atıldı acaba temeli? “bizim gönlümüze hasret düşüren, şu geçit vermeyen dağlar utansın.” ilk bu şarkıya takılmıştım. sonra geldi gerisi. anannem de anlam veremiyordu kafayı duvara dayayıp araba teybinden çıkan seslere baktığımı. görüyordum tüm sesleri ben. nota nota yükseliyorlardı içimden. onlarla geçti zaman. [normal kilitlere sahip olmayan, bastırınca dili yukarı kalkan bir kilit sistemi vardı kapının, arkasında da koca bir müslüm gürses posteri, şimdi o posteri bulsalar da bana, tüm malımı mülkümü bağışlasam… beyazdı müslüm gürses, beyaz bir takım elbise vardı üstünde, siyah kıvırcık saçlar ve beyaz bir elbise, onun tüm resimlerinden hatırımda kalan en büyük sahne budur] d'm döndü askerden. ben de şehrime döndüm. yaşım on oldu.

bir gün motosikletiyle geldi d'm bizim eve. ben de okuldan çıkmıştım çoktan, ödevlerimi de yapmıştım. d'msa sanayideki işinden çıkmıştı, yağlıydı, paslıydı. “gel,” dedi, “seni konsere götüreyim.” çok sevinmiştim. anannem okuma yazma bilmediğinden, ben de o askerdeyken yeni yeni söktüğümden ona anannemin dilinden yazdığım mektuplara birkaç tane de şarkı sözü iliştirirdim müslüm baba’dan. meğer d'm ağlamaklı olurmuş. [“oturup ağladım çocuklar gibi,” der mesela müslüm gürses ‘bir avuç gözyaşı’ adlı şarkısında.] müslüm gürses konserine gidecektik akşama, ama önce d'mın yıkanması paklanması ve günün anlam ve önemine binaen giyinmesi gerekiyordu. yaz mevsimiydi, hatta yalan olmasın belki de onyedi yıl önce bugündü. köydeki delikanlılar önce köy kahvesinde toplandılar, şu saatte buluşmak için sözleştiler, ve bir kamyonet tuttular. atladık kamyonetin kasasına on kişi kadar. hepsinin yüzünü tarif edebilirim isterseniz, hepsinin yüzündeki tarifsiz sevinci, heyecanı, birbirlerine ettikleri tatlı dilli küfürleri. ben hatırlamak istemiyorum, bir tanesi öldü geçen sene, ama siz isterseniz boynum kıldan ince, elimde sigaram şu an külünden yüce. [ben de işi kötüşairliğe vurdum işte naparsınız] onlara göre epey küçüktüm, aşağı yukarı hepsi askerlik çağındaydılar, hepsi ilkokul mezunu, sorsan o zamanlar için benim kadar bile okuma yazma bilmezlerdi [tamirci çırağı şarkısını mesela ben onlardan çok daha önce duyacaktım tamirci çırağı olmadan, ama onlar tamirci çırakları olsalar da o şarkıyı ve hüznünü (ilk dinlerken ve türkü barlara meze olmamışken) hiç bilmeyeceklerdi, çünkü hepsi ta kendileriydi, biz ise avuntudan ibaret hayatlardık, içine tam olarak giremediğimiz ve fakat yüksek duyarlılığımız neticesinde kenarından kıyısından izleyip o hayatları sanata boca etmeye çalışanlardandık] bana baktılar, d'm onlardan büyüktü ya, forsluydu o yüzden, sevilirdi bir de, “benim yeğen,” dedi. gururlandım d'mın yeğeni olmaktan. kamyonetin kasasında köyden şehre gidilen bir an, rüzgâr bile o kadar heyecanlı mı olurdu be danyal? sigaraların dumanları bile o denli ateşsi mi olurdu?

şapkam vardı kafamda. galatasaray şapkası; d'mın, uğruna onu atmam ve çiğnemem için getirdiği türlü beşiktaş şapkalarına bile dönüp bakmadığım şapkam, çizgili, sarı kırmızı. bir taraftan onları dinliyor, bir taraftan da konser denen şeyin, müslüm gürses’in gerçeğinin nasıl bir şey olduğunu hayal ediyordum. derken bizim kamyonet hızlandı ve rüzgâr, ve şapkam uçtu uçtu uçtu. bakakaldım, karanlıkta kayboldu köyün derinliklerine doğru. [bir kadının derinliklerini de o derinliklere benzettim sonradan hep. içinde yitip gittiğin. içinde çocukluğuna dair sevdiğin bir şeyin kaybolup gittiği, sulu gözlerinin tecellisi bir zemin. karanlık, gizemli, derûnî ve şarkkârî bir kayboluş. güzel bir yitip gitmek. kendini tam anlamıyla bir an için kaybetmek.] arabeski de buna benzetirim ya ben, sırf benzetme gereksinimimden. “bak işte, kayboldu senin galatasaray,” dedi ve güldü d'm, diğerleri de güldüler. o zamandan beri kaybettiğim şeyleri tekrar aramam ben, eğer kaybettiğime inanmışsam.

gidiyorduk işte sallantılı bir mevsimde. sancılanıyordum heyecandan; canla cananla ilgili, en azından canhıraş’la, cansiperane’yle, cancağız’la, canına yandığımın dünyası’yla bir bağlantısı olan bir gidişti bu gidiş. ilçe merkezine geldik, meydanda insanlar yavaş yavaş toplanıyordu. d'm ve arkadaşları bira aldılar, bana da gazoz. zaman mı çabuk geçti, gazoz mu çabuk bitti anlamadım, hava kararıverdi ve meydanda bir kamyonun kenarları açılmış kasasında, bildiğin kamyon kasasında bir beyazlık beliriverdi. ışıklar ve sahne, sahne kamyonun kasasıydı. alkışlar, ıslıklar, bağırışlar, çırpınmalar, sahneye çıktı beyaz adam kıvırcık saçlarını da kafasına takarak. dayımın omuzlarındaydım. beyaz ayakkabılar, beyaz takım elbise. beyaz ışıklar. elinde sigara, başladı söylemeye.


sonra büyüdük, adam olduk, üniversitelere gittik. bir şey hep hatırlattı bana hatırlaması çok da acı gelen şeyleri, bazen üç kere öpüp başıma koydum o hatırlatan şeyleri, keyiflendirdi çünkü beni, bazen de yere tükürdüm tekmelemeye çalıştım boğuştum o hatırlatan şeylerle, ama hep hatırlatıldılar, bir söz bir şiir bir göz bir diz, hatırlattılar. müslüm gürses de öyleydi, ben şarap içtim o da şarap içerdi diye. köpeköldüren içtim o da içerdi diye. bazen sabah kalkar kalmaz play’e bastım, o belki söyler diye. ama noldu? kırk yıllık şarapçı, kolacı oldu. ‘sevgi mi nefret mi’ “adını sen koy” deyip, kötü sesimle “itirazım var”ı söyleyerek ayrılıyorum huzurlarınızdan.

itirazım var baba, itirazım var bu yalan dolana.