ama arkadaşlar iyidir



17.12.2016

Balıklar sürekli konuşuyor, habire bir şeyler anlatıyor gibi geliyor bana. Ya da dudak mı oynatıyorlar sadece, dalga mı geçiyorlar yani. Hani biz onları ti'ye alıyoruz ya, ti'ye almak da ne kadar züppece bir deyim, ilk defa kullandım sanırım hayatımda. Ama adam, the fish knows everything derken ne demek istedi acaba, yani hakkaten ne demek istedi. Hakkaten, de bu ara favori kelimelerimden. Dönem dönem değişiyor malum hepimizin sık kullandığı kelimeler, özellikle Ankara'daysak. Ankara'ya bu atıf laf olsun diye aslında. Zira mekan çok güzel ama çok cumartesi kalabalığı var ve korkarım tüm masalarda habire laf lafı açıyor, bugün favori bira mekanlarıma da gitmek istemiyorum, çünkü Orhan Gencebay çalmağa başladı ben müziğin sesini açın dedikten sonra. Ama ben müziği açtırdım, herkes de sesini arttırdı müziğe muhalefet edip sohbeti koyulaştırmak için, halbuki hiçbir anlamı böyle bir ortamda yapılan sohbetin, sadece kafa hoşluğu, etme daha iyi. Tamam da bu balıklar niye böyle bakıyor. Bu da mı yalan olan gerçeklerden. Sabredin, ben barı açtığımda gerçek olacak her yalan, şu an tüm gerçeklerimiz yalan.
Şehir hatları turuna çıkmış idim aslında biraz da. Bugün de Ankara'dan yine -sizlere göre belki maalesef- bir içmeli deneyim leğiminden mahsedecektim yine kendimi lehimler düğümlerken bir seğime. Velhasıl yaptım, yapmadım değil ama uçaktan inip de koca ekranlarda yine acıya maruz kalınca ne yapayım ne edeyim bilemedim. Bilirsin, yengeçler çoğunlukla pusmakla -kimileri bunu mühim bir hamlenin hazırlık safhası olarak değerlendirse de çoğun- meşguldür. Ben de kendimi ziyadesiyle yengeçe yengeçlere benzetmiyor değilim aslında, koca bir mesele bu, Edip Cansever'in bile konuda upuzun bi şiiri var hatta ondan mülhem başka şairlerin başka işleri başka ithafları. Velhasıl pusuyordum ben de uzundur, hem de içmeden yemeden, yemeden içmeden kesilmiş bi şekilde susuyordum. Olmayan işlere olmadık kafalar yorarken bu sürede, bugün bu saatlerde Ankara'nın gizli kalmış bir köşesinde bir köşeye düşeceğimi de biliyordum elbet de. Yeşil salata da söyleyecektim kendime, hatta domates de olmasındı mümkünse, bu aralar hiçbir yiyeceğe güvenmiyorum o ayrı mesele. Sonra bağırdı Zeki Müren meyhanenin diğer köşesinden, "seviyorum demek hüner değildir" Uzun süre çok uzun süre tuttum bu lafı, hani rakıdan yudum alır da ağzında bir süre tutar da tadını ırgalarsın tadını hırpalarsın ya, onun gibi tuttum bu şarkıyı kulağımda, aranağmesinin hatta tüm nağmelerinin hareketliliğinin hırpaniliğine kulak vermeden tuttum ve tükürdüm, tükürdüklerimi de yaladım yaladım, hayır ben son on yıldır hiç yaşamadım.

Masa örtüsüne selam vermesem olmazdı, tuzu da bırakmıştım ona da başladım, bu sırada sigarayı küllükte unuttuğumu masa örtüsünün hoyrat sövgüsünden anladım. Halbuki, yedi yıl önce tam bu zamanlar bir dönüm noktası olarak askerlik için Ankara'ya gelişimi yad etmeğe gelip yarın da dönecektim. İnsanın hayatında elbet dönüm noktaları olur, benimkinde maalesef çok fazla. Üşümenin üşümenin çok üşümenin insanı hasta etmediğini öğrendiğim o dönemlerde, sırtımın bir buz kütlesine dönüp bıçağı saplasan darmadağın olacaktığı o dönemlerde söylediğimiz, "sabah beşte arama, ben dağlara çıkarım, elini verme bana g3 gibi tutarım" marşlarını raplarken onların o kadar da anlamsız olduğunun farkındaydım allahtan. Her şey tabii allahtan, neş'e de keder de meşe de vesvese de kederden.

Bugün sizlerle bunlardan, belki şimdi adının ne olduğunu merak etdiğim Mevki Askeri Hastanesi'nden, ve belki Nüzhet'den, dünyanın hiçbirinin yalan söylememeli olduğu yazılmış Nüzhetleri'nden filan bahsedecektik, lakin çarşı iznine çıkma heyecanıyla otobüse doluşmuş bir gençliğin heba edilmesiyle uyandık haftatatillerimize. Buraya ne gelse boş, ne dense boş, beni kimse hiçbir şeye inandıramaz artık, gözüm suçlu da seçemiyor artık. Bundan daha iki ay önce evladını kaybeden bir annenin feryadına çok yakından tanıklık etmişken, geçen hafta ve bugün ağlayan, panikle telefonlara ulaşamadı diye kalp krizi geçirecek kıvama gelen anneleri düşündükçe hiçbir şeye inancım kalmıyor. Yemeğe de içmeğe de.

Bugün ayın ışığı tükendi.

Yine yazmayacak değilim tabii. Bu blog bugün Ankara'da sondan ikinci yazısını görecek ve çıkış yolu olan İzmir'de sonlanacak, deyimse bu blog bugün burada bitecek. Buranın zaten 2013 Haziran'ında olaylar patlak verdiğinde bitmesi gerekiyordu, yapamadım. Buranın en azından bombalar patladığında bitmesi gerekiyordu, olduramadım. Buranın en kötü Ebru öldüğünde bitmesi gerekiyordu, yine başaramadım.

Rasgele geldiğim bu mekanda -gününüzde rasgelelik azaldı elbet- internetten yorumlara baktığımda akvaryumun yanına düşmek için özel birkaç gün öncesinde rezervasyon gerektiği yazıyordu, bense daha dün bu şehirde değildim hatta geleceğim bile kesin değildi. Kesin gelecektim, bu aralar gelecektim ama ne zaman olduğu belli değildi. Bugün bunlara kısmetmiş, bunlara gebeymiş. Dünya hep ölü doğum yapıyor gözümde 2013 Haziran'dan beri. Beni hatırladın mı? Beni unuttun mu? Ben unutmağı bilmiyorum. Ben sadece söylenenleri unutuyorum.

Ekranlar büyüdü ve ekranlarda şahit olduğumuz acılar da büyüdü. İçmek buna uzun süre denediğim bir iççözümdü, lakin olmadı, o da olmadı. Çözüm yok, allah varsa allah da yok, çözüm de yok.

Bugün akvaryumun yanına düştüğüm bu mekanda, zaten yıllardır akvaryumda olduğumuzu ve birilerinin bizi izlediğini iddia ettiğim için, daha bir sevindim. Beni hem tek başıma kabul ettiler, hem müziklerini ve rakılarını bana bahşettiler, hem de akvaryumu seyrettirdiler. Tabii yaklaşık 100-150 tl'm var diye oldu bunlar ama büyüyü bozdurma bana şimdi. Götünü kestiğimin İzmir'inde de 100-150 hatta 200 tl'm vardı ama bu muhabbet yoktu, varsa yoksa muhabbet varsa yoksa saç boyası ve fitness. Öyle mavilik olmaz olsun, maalesef ruhu yok.

Akvaryum sevgimi daha önce özetlemiş olmalıyım yine burda bi yerde. İzlediklerim arasında, bunu, benimkini en iyi kısa dahi olsa gösteren film Çakal adlı yerli filmdir, izle sonra konuşalım.

Balıklara bakıyorum ve arkalarında fon niyetine kimlerin fotoğraflarını koymuşlar biliyor musun, Sadri Alışık, Orhan Gencebay ve Ferdi Özbeğen ve Zeki Müren. Tam da benim kimseyi rahatsız etmeden bakabileceğim gibi üstelik. Öbür tarafımda da Türkan Şoray var biliyor musun, İzmir'de de ilk sevdiğim meyhanenin duvarında yine Türkan Şoray'ın aynı pozu asılıydı ama tabii o mekan sonradan kendini bozdu. Tıpkı benim kendimi yirmiüç yaşımdan sonra ancak bozabilmem gibi, oniki yaşımdan sonra çok uğraştım ama ancak yirmiüçümde bozabildim.

Birazdan burada doğumgünü kutlayacaklar. Kadınlar upuzun çizmeler giymişler, koca kabanlar çıkınca kısa etekler elbiseler çıkıyor meydana, sevmiyorum. Benim dünyam daha değişik ve bunu bilmem anlatabiliyor muyum.

Benim dünyam Orhan Gencebay şarkısında gibi, Ferdi Tayfur, Müslüm Gürses şarkısı gibi ama Müslüman olmadığına Kuran üstüne el basarım benim dünyamın. Benim dünyam inançsız. Ya da Talat Bulut'un o rakı içip ahşap oyduğu filminde kilisede çalıştığı gibi bir dünya. Ya da bu balıkların canlı da olsa hep ölü gibi baktığı bir dünya. Bugün birini tanıdım ve o kadar mat bakıyordu ki dünyaya, hem de saten mat bakıyordu.

Benim dünyam o işte, saten ama mat.

12.12.2016

Ama yılan bu teklife yanaşmamış. Yok yok, demiş.

25.11.2016

""İstanbul'un orta yeri sinama;
garipliğim mahzunluğum duyurmayın anama;""

Son olarak ne zaman, hatırlamıyorum. İstanbul'a üç beş kez geldim gittim ama hepsinde de sabah gel akşam git; ya da; sabah gel, sanayi bölgesinde bir gün otelde kendini oraya attığına şükrederek kal ve lobisinde iç iç, ertesi gün de geri dön, şeklinde gerçekleşiyordu. Bu defa da bir iş görüşmesi vesilesiyle gelmiş bulundum fakat eskilerden yaptığım gibi haftasonuyla buluşturdum gelişimi. Şimdi tabii siz İstanbul'a gelişin ne demek olduğunu çok bilmeyebilirsiniz, ya da ben biraz ukalayım bu 'ususta.

Benim için İstanbul'dan ayrıldıktan sonra kıymete daha da binen ve tam güdümlü bol düğümlü günler geçirdiğim Kadıköyü sadece Denizkızı Eftelya Hanım'ın Kadıköylü şarkısıyla ölümsüzleştirdiği bir roman değildir elbette, Kadıköy benim için aynı zamanda Eskişehir demektir, İzmir demektir, Alsancak demektir. Gezip gördüğüm bir sürü şehir arasında kıyas açısından referans aldığım mihenk taşıdır, altın aramağa çıktığım, çoğunlukla bronz ve gümüşle karşılandığım bu dünyada arkamı Kadıköy'e dayanarak sayarım adımlarımı. Şimdi tabii buraya methiyeler düzmeğe gelmedim. İşyerinde geçirdiğim çok boktan, hatta en kötü haftalarımdan biriyle, yine öyle geçireceğim gelen hafta arasında Kadıköy ziyaretiyle bu ottanlığa mola vermiş bulundum, ve birazdan da bu molayı taçlandıracağım. Taç, yaprak, petal. Petal iyi kelime.

Kadıköy, İstanbul'un değişen yapısından payını almamış mıdır, olumsuz değişimler yok mudur, vardır muhakkak ama ben zaten kendimden sıkmadan ayrılacağım için, ve zaten şehri mevcut haliyle değil de bendeki haliyle yaşadığım-yaşattığım için pek mühim değil, şimdiki gençler düşünsün ve yaşasın hakikatini. Ben başka şehirlerde başka şehirler yaşamakla meşgulüm ne de olsa.

Ha İstanbul derken, yılın beş gününü geçirmek için birebir ve inanın bana pek çok Avrupa şehrinin pek çok barında kafesinde bulundum, burdaki kadar iyi bir şarkı seçimi hiçbir şehrin mekanlarında yok. Kadıköy, iyi müzik seçimi demek benim için aynı zamanda. Örneğin şu an, adı Dört olan bir kahvecideyim, ve buraya girerken burada iyi müzik duyabileceğimi, arkadan kadın seslerinin buna eşlik edeceğini biliyordum.

Bir mekana girerken, elbette otuzbeş yıldır biriktirdiğim tüm çekingenliklerimi giyinip, üzerimde taşıyıp giriyorum, az bir miktarı - çeyreği- montumu ceketimi çıkarınca kayboluyor, kaybolmayacak gibiyse zaten bir süre öyle oturuyorum. Sonra bir şey içince de diğer çeyrek kayboluyor, karşımdakinin muhabbetine bağlı olarak üçüncü çeyrek de zamanla kaybolabiliyor, zaten o kaybolmazsa -niye her an kalkacak gibi oturuyorsun- nevinden tenkitler alıyorum, fakat son çeyrek asla kaybolmuyor, o hep benle geziyor.

Her neyse, şimdi İstanbul'un en iddialı ama bir taraftan da iddiasız dinlenme yerlerinin önlerinden, montunun yakalarını kaldırmış, elleri ceplerinde bir adam olarak, içinden muhtelif ıslıklar öttüren bir kahverengi saka olarak, geçtim. Edip Cansever, "Geçiniz" dedi hatta. Onu mu arasam bunu mu arasam diye sanki İstanbul'un yarısı tanıdığımmış gibi, de buralarda keşke karşılaşsak diye kurup, hatta belki de içten içe onunla karşılaşmağa gelmiş olup, sabahki iş görüşmemin ardından günün sonuna yaklaşıyorum. Birazdan kendimi mümkün olduğunca iyi müziğe vuracağım. Sonra beni bulacaklar.

Görüşürüz, iyi akşamlar.

21.11.2016

tabii o zamanlar nal topluyordum. millet içinde e harfi olmaksızın aşk şehirleri döşerken sevdiklerine ben şehir şehir geziyordum. bugün dönüp baktığımda, ki arasıra dönüp bakmak lazım mı emin değilim hâlâ. bir insan diyorum nasıl hiç içmez, nasıl dayanır kendine akşamlarca.
ki o zamanlar bi sürü çok güzel şekiller çiziyordu, insanın yetenekli olması gibi yok/yop/yot. ben hiç yetenekli olmadım diye sanıyorum, sanmak ne çare elbette sanmak yetmez. cem karaca'nın şarkılarında çalan bi enstrüman var, adına yaylı tambur diyorlar, tamburam rebab oldu, ciğerim kebab oldu diye türküler filan var hatta. türkü neden türk kelimesini içeriyor ki. en son sait faik demişti sanırsam, -bak yine sanma gafletine düştüm-, "anlaşıldı ben bayrakları değil, insanları seviyorum." sonra bana dönüp şunu dese tam yeriydi, "sen kimseyi sevemezsin sevmeyeceksin..." tabii üç nokta ardardayı ihmal etmemeli kişi. üç noktadan fren sıkan bir kelimeler yumağını resimlemek isterdim elbet de ama yeteneğim sınırlı kısıtlı. ve taammüden yazmıyorum.

tabii o zamanlar sal topluyordum. çocukluğum toplamakla geçti. tespih koleksiyonu, çakmak koleksiyonu, kibrit kutusu koleksiyonu, sadece bir bölümü. güzel bir çocuktum, elbet o zamanlar sigara içen bir genç olacağımı kimse tahayyül edebilmiş miydi bilemiyorum. ya da ergenliğinde kendine ingilizce bir nick alacak bir genç olacağımı tahmin etmişler miydi hiç fikrim yok. ama şimdi insan bir çocuğa bakıp da, bu büyünce alkolik olur, diye de fikir yürütmez ki. o zamanlar benim büyüdüğümde ingilizce konuşmayı bırak türkçeyi sökeceğimden bile emin değildi ahali, bu yüzden de babam ilkokul dörtten beşe geçerken sanayiye çırak verdi, yoo, hayıır, hayatı öğreneyim diye. bok var mona koyim hayatı öğretecek. sonra al başını karlı dağlar. sahi, hangimiz gençliğimizde ingilizce nickler seçmedik ki kendimize, bazılarınız hâlâ seçiyor o ayrı mesele, gençliliğiniz bitmek bilmediyse demek ki. kardeşim de en çok ela adını severdi, ama nick olarak tabii hazel'i tercih etti, çünkü dediğim gibi o dönem adettendi. bana da ela yaz dedi zaten, ben de ona, sen de çiz o zaman ella ella, demedim. ağzımı pıçak açmadı. e harfimi kaybettim.

sonra bu haftasonu ebru'nun kırk mevlidini okuttuk. hoca bizi biraz ağlattı. sonra kızdım babama, böyle mevlüt mü okunur, dedim, mani mi söylüyor, dedim. babam da bana kızdı tabii. babasıyla arası iyi olmayan gençlerin alınları çatık mı olurmuş kırışık mı olurmuş, öyle bi şey dediler bana alnım tam da kırışmağa başladığında. bilemiyorum, olabilir, dedim. sonra babamın dairesine gittiğimde, bu çocuk çok can yakacak, diyen kadınları bir arada gördüm bu mevlit törenimizde. hepsinin elini öptüm, hadi artık keşkeğini yiyelim, dediler. tabii insanın keşkeğini yemenin çeşitli olurları var ama bir şey demedim artık. güzel çocuktum, belki haklılardı o zamanlar için. boydan bosdan kaybetmiyor, kepçe kulaklarım ayrı bir aura katıyordu elbet, katıyormuştur yani, şimdi öyle düşünüyorum.

sonra bu haftasonu bin kişiye yemek verdik mevlüdümüzde. benim linkedin ve facebook ve twitter ve diğer sosyal ortamlardaki tanıdıklarımı saymazsam sorumlu olduğum bin kişilik bir aile çevrem var. bin kişiyle düğün bin kişiyle cenaze yaparız, bin kişiyle helalleşir bin kişiyle söyleşiriz. içlerinden bi tanesi de bana yine ben o zamanlar küçükken, bu çocuk büyük adam olacak demişti, kehaneti kendin menkul olan bu teyze bana türkçe çalıştırıyordu bu lafı etdiğinde ilkokul dörtte. kendisi ailemizin o zamanlar ilk ve son öğretmeniydi, sonra kardeşim ikinci ve son oldu. büyük adam da olamadık o ayrı mesele. yine de yemek dağıtırken neler düşündüm neler. belki de ortaüçten liseye geçiş yazında yaptığım işi meslek olarak benimsemeli ve hayatıma bir garson olarak devam etmeliydim. gerçi ben dayanamaz şef garson filan olurdum sonunda, ama keşke garson olarak devam edebilseydim.

buralarda bir kız vardı ankara'da. çalıştığı kafeye barış bıçakçı'nın geldiğini, patronunun arkadaşı olduğunu söylemişti, ne çok imrenmiştim. belki benim çalıştığım kafeye de pedro almodovar gelirdi ha ne dersin. gerçi beni meyhaneye verirdi sanırım hayat, yine bir yerinden kayar giderdim hizmet sektörünün. belki de üstüste ayın eleman'ı seçilirdim ha. eleman ne güzel isim bu arada. özellikle etkisiz olanı. kaygısız olanına zaten laf yok.

önce keşke üç boyutlu düşünebilme yeteneğim olsaydı diye düşündüm. sonra keşke analitik bakış yeteneğim olsaydı diye düşündüm. ama daha sonra keşke çizebilseydim diye düşündüm. bazı kadınlar çok güzel çizmiyorlar mı. ilkokulda benim resimlerimi de annem çizerdi, çünkü resim dersini ciddiye alan bir öğretmenim vardı ve resim dört düşecek diye okul birinciliğinden olmak istemiyordum. ortaokulda da resimlerimi ev arkadaşım çizerdi, çünkü kafama anahtarla vuran bir resim öğretmenim vardı ve resim üç düşecek diye okul birinciliğinden olmak istemiyordum. anahtarla vurdu çünkü bütün insanları aynı boyda çizmişim, belki ben eşitliğe inanıyorum, belki o atasözünü değiştirmek ve beş parmağın beşini bir yapmak için tüm parmaklarımı kestirmeğe hazırım. anlamadı tabii. anahtarı yediğimizle kaldık, resim de dört düştü zaten.

sabun alırken anneler markasına pek dikkat etmeyebiliyor, ya da benim anneler öyle. ben alsam marka ayırt eder ve cebim azıcık para gördü ve ellerim çok kıymetli ya, duru protex dove sebamed hatta sırf ambalajı için le petit marseillais filan derdim. ama bazan kadın isimlerinden oluşuyor sabun markaları. stockholm'de ışıl diye sabun gördüm mesela. türkiye'de idil, selin, ışıl. ve ebru. mutfakta duruyordu. hiç sabunun bitmesinden böylesine korktuğunuz, şişesinden medet umduğunuz olmuş muydu.

1.11.2016

çok ağlayasımı getiriyo.



28.10.2016

evet merhaba, ben yarın sensiz cumhuriyeti kuracağım bundan yıllar önce. bunlar hep bir kadının yokluğundan, yoksa insan bir cumhuriyeti neden tesis etsin ki. bir sevmek bin defa ölmek demekse üstelik. balkona filan çıktım. saatin henüz çok erken olması ne güzel, dilediğince müzik, gönlünde dilediğince tadilat. sağ kolumun üzerindeki bene baktım bi, bi de sol kolumun üzerindekine, sonra tekrar sağ, parmaklarıma geçtim dolayısıyla tehlikesiz. nazım'ı aradım. nazım, dedim. burda kimse nilüfer çalmıyor, dedim. o da, ben onu yıllarca boşuna dinlemişim, ümit besen vamrış meğerse, demesin mi. senin allah, dedim, beddua etmeği sevsem beddua manası teşkil edecek bir cümle tesis ederdim lakin ahvari cümleleri sevmem, o manada teşekkül ettirmesem de sevmem, bu yüzden etmedim. lakin içimden saydırdım. stepan, lusin, vartuhi ve armenak gelmedi değil aklıma. bir cin, bir cin daha.

dün şeftalili bir soda imişim allah ıslah etsin. şeftalili aromalı soda mı olur. allah olsaydı bizi çarpardı böyle bir durumda, ya da zor sabrediyordur eminim, yani her şeyin bir yolu yordamı var. gazlı içeceksen de onu bileceksin, oluru neyse o olacaksın, prensipli bir prensim. çok prensim. çokoprensim. nazım'ı aradım. elif'i aradım. osman'ı arayasım gelmedi. bazen onu bunu arayası gelmez insanın. ebru'yu arayasım gelse diye merak ettim, telefonu bizim evde duruyordu en son: son. sibel sezal diye biri yaşadı, eşlik etti şarkılara. saat henüz çok erkendi oysa. devlet bu gibi saatleri bu kadar erken etmemeli bence, özellikle yirmisekiz yirmidokuz ekimlerle. sanki ben radyoda çıkıyorum da sen de bornozunla evde o esnada şaşa şaşa beni dinliyorsun gibi bir şey. hiç öyle mi şey olur. bornoz ne mk.

eniştem bugün ovaya gitmiş. taş eve gitmiş. hayallerimizin gerçek olduğu taş evine gitmiş. ebru her yerimizden çıkıyor. ebru her gece rüyalarımızdan çıkıyor. dün gece yataktan bir yay olarak yüzüme çıktı. evvelsi gece italya'da bir deprem olarak çıktı. eniştem ağlayarak döndü ovadan. çadırdan taş eve evrilen hayatımda bu yaşadığım su kesintisi inan beni derbeder etti ama seni aramak istemedim. sen kırılmışın meğer, hep kırılmışın meğer, hep mi kırar bi insan bi insanı. yeter anasını yeter, daha da kırmam. ömer aradı, ömer'i de sevmez oldum son zaman, sertaç'ı da, kimseyi sevmez oldum. ankara'yı da. ibo'yu çok bekledim bana başsağlığı dilesin diye, dün aradı sağolsun. tabii bu bugün çamaşır yıkamama engel değil. ama en gücüme giden, en demeyeyim ama çok gücüme giden, irem'den bahsedişimin ilk günlerine denk gelen bu blogun kuruluş yıllarında, bu blogun hâlâ aktif olması. halbuki saat çok erken, gözlerim mavi olsaydı bu kadar erken hissetmezdim ofsaytı.

zurnacı, davulcu, her neysen, bana git ara bul getir. demekten ırakım da, getirsen negzel olurdu. zurnacıya dedim ki, sen neden ağlıyorsun mına koyim, o da demesin mi baksan adam nasıl ağlıyor, ya da çok şey dedi. hee, dedi ezgi. ezgi başka bir şey demedi. kimse hiçbir şey demedi. geçen gece polis otoları arasından usulca kaçarken sağlı sollu, sağlı sollu, sağla da solla da işim yok, işim yok, işim olmasın bülkede.

porsuk tüyünden şapka almıştım. beğenimi zevkimi skim. porsuk kanı kansere iyi gelir derler. denediniz mi hiç. osman'ın dedesine denemişlerdi ama adamın son zamanlarıydı zaten. ebru'ya deneyemedik, denemek istemedik. bazı zurnacılar çok acıklı çalmıyor mu gerçekten, orada oracıkta ölesi geliyor insanın.

23.10.2016

"Görüşürüz abla," dedim o gece. Bir şeyler mırıldandı, "Tamam." demiş gibi geldi bana. Görüşemeyeceğimizin farkındaydım aslında ama hani herkese malum olmuş gibi gelir ya böyle sahneler, ben de ben hissetmiştim demek istemedim cihana. Eve vardığımda gizliden kuvvetli bir cin doldurdum kendime. Halam, babam, biz bu haldeyken bile içiyor musun demesinler diye, su rengi, çaktırmayan bir cin. Balkona çıktım. "Görüşürüz abla," demiştim, sabah görüşecektik. Ama ben biliyordum ki görüşmeyecektik, ablam da biliyor muydu. Oksijen maskesinin altından bana seslendi, görüşürüz demek istedi, halam kızının ilk kucağına aldığındaki haline dönüşüne çok içerliyordu ama buna da razıydı bir taraftan. Eniştem de keşke bacaklarını kesselerdi de yanımızda olsaydı dedi ertesi gün.

Sabah erkenden kalkar kalkmaz tekrar gittim yanına. Babam görüp görmek istemediğimi sordu, görmek istemedim, nefes alıyordu. Işından esmerleşmiş yüzü, dökülmüş ama tekrar uzamaya yeltenmiş saçları. "Yok," dedim babama, görmeyecektim, bir daha görmeyeceğimi hissede hissede onu bir daha görmeyi reddettim. Aklımda kalan gülüşleri yetecektir bana diye düşündüm.

Bugün sokaklarda amaçsız gezerken, denize varan bir kestirmeyi bulmayı hedeflerken, onun saçları dökülmeğe başladıktan sonraki takışına benzer yazma takmış, onun yaşlarında, daha otuzsekiz yaşında, bir kadın gördüm. Çok benziyordu. İki haftadır içimde tuttuğum sızıyla hesaplaşmam gerektiğinin farkına vardım. Ama evde değil. Yattığı yatağın, kıvrandığı kanepenin, elini yüzünü yıkadığı lavabonun bulunduğu evimde değil. Evim de ben de buna hazır değildik.

"Abla görüşürüz," dedim o gece ve bir daha görüşemedik. Ablamı ertesi gün sabahına gördüğümde üzerine yeşil örtü kaplanmış ahşap bir vasıta içinde yatıyordu. Son günlerdeki sancıları dinmiş olmalıydı. Üzerine kardeşimin düğünü için aldığı kıyafetlerini koydular o vasıtanın. Bir sürü erkek eli değdi o kıyafetlere, bir sürü yazma koydular. Bizim yaşadığımız zeminin altına indirdiler onu, o gün orada onu öylece bıraktık biz, ben de buna şahitlik ettim. Yine içimdekileri dökemedim, halam ağladı, önünde  deli deli güldüm diye diye ağladı. Hepimiz önünde deli deli güldük çünkü. Bu hastalığın tek çaresi moral dediler, güldük. İnanmak, dediler güldük. Allah var onlar inanmıştı, bir ben inanmadım diye olmadı ya bu iş arap. Arap, niye böyle oldu. Bu böyle olursa bir daha biz biz olamayız demedim mi, bir daha ben ben olamam demedim mi. Şimdi ben nasıl o topraklara basayım, ben nasıl güleyim arap.

Beni hiç bi yerlerden toplamadılar, ben hep kendim toplandım. Şimdi hayat da devam etti bir süredir. Bu dünyamdan bir Ebru geçti, geçti ve gitti. Bütün mahalle yas etti. Akrabalarım çok az yas etti, Allah var diye herkes durumu çok çabuk kabullendi. Allah olmasa bence hepimiz bu kahırla kalırdık. Şimdi bir sürü torun var, gelen bir sürü cengaver var, görsen o kadar da güzeller ki maşallah, ama ikisinin annesi yerin altında şimdi. Nasıl olacak bu iş. Bu hep böyle olmadı mı zaten, oldu ama bana olmamıştı. Onun çocuğu anasıyla benim hatıralarıma çok gülerek büyüdü, ben rakı içer içer yeğenime anasıyla hatıralarımızı anlatırdım, o da çok gülerdi. Şimdi ne anlatayım, bak kızım sen bebekken ben bir, mi diyeyim, ne diyeyim.

Onları, onu orada bırakıp şehre işime gücüme döndüm çünkü hayat devam etti. Yine iş kazası oldu, yine bir şeyler ters gitti, yine yollarda trafik oldu, yine yağmurlar beklendi. Saçları uzadı mı ablamın, acısı dindi mi. Benim acım dinmedi. Biz bu dünyayı sevmiştik birlikte, ben her anına şahitlik etmiştim sanki, etmedim mi, kendimi düşünüp kaçtım mı hep, ama ettim. Kocasını bile ben tayin ettim, ilk sevdiği adama ben yardım ettim, kızını ben büyüttüm, oğluna ben dayılık ettim. Ve tabii o sürede hep içtim.

Bu iş başımıza geldi. Hastanenin bahçesi, morgu bize dar geldi. Çığlıklarımız, hıçkırıklarımız eskilerin hıçkırıklarıyla karışıp gitti, ama Ebru geri gelmedi, saçları bir daha uzamadı. Bir kadının en önem verdiği uzvu da saçları halbuki. Nenemin yanına gömdüler, bana sordular nereye gömelim, ben böyle sorulara, Allah var deyip cevap veremiyorum üzgünüm, söverek cevap veriyorum.

Ben şimdi çok çabuk yaşlanıyorum, ve bir şeyleri kaçırdığım hissi çok hakim. Şimdi, ben, kesme işaretlerine dikkat kesildiğim, pazartesileri umursamadığım için mahcubum, şu an balkonda çamaşırlarım asılı olduğu ve yarın işe gideceğim için de  mahcubum, gece yatarken saati kuracağım için çok daha mahcubum. Haftasonuki oksijen güzelllemelerim için de öyle, ama ya Allah olmasaydı, ya Alkol olmasaydı. Hiç kimse dayanamazdı bu acılara.

Ebru artık yok, yani artık, 'abla,' diye başlayan cümleler kurmayacağım ben. O da bana kendi koyduğu kısaltmayla seslenmeyecek, beraber radyolardan şarkı seçilmeyecek, beraber bir sürü şey daha yapılmayacak ama düşünsene kızı var oğlu var ama anneleri olmayacak. Ne var ki bunda, insanlığın tarihi buna benzer niceleriyle dolu, güneydoğuda hayatlarının baharında binlerce genç, halepte musulda hayat bile yok, evet öyle ama herkesin ablası kendine.

26.08.2016

merhaba. ben rıza, belki yani. belki rızayımdır. merhaba ben rıza, ben aslında adım rica olsun istemiştim ama nüfus memurunun el yazısının azizliğine uğramış olabilirim. olabilirim değil, kesin öyle. yaşamakta olduğumuz hayatın en ilgi çekici yanı bana hiçbir şeyin kesin gelememesi, hiçbir şey kesin değil, düşünsene kesinlik yok, keskinlik var. aziz de güzel isim bu arada. çocuk olsam koyardım adımı. slow down down down. bilhassa o kadar keskin ve müsekkin arıyorssun, arıyorsun deyip de çektiğim derdi ötekileştirme çabam o kadar beyhude geldi ki bana şimdi ve bir an bunu anlamış olabilecek arkadaşlara karşı mahcup hissettim kendimi. tabii yaşamakta olduğunuzun hayatın en delişmen yanlarından biri de size müsekkin alternatifleriyle birlikte gelmiş olması. hastalığın panzehiriile gelmesi yani, düşmanın mavzeriile gelmesi anlamsız bir birliktelik olurdu, kafiye olsun diye dedim zaten ben de.

şimdi şöyle düşünelim bence bir de, benim senin ya da onun oraya buraya iğnelediği bazı alıntılar bazı quotelar bazı mottolar bazı kesme işaretleri laf olsun diye değildir eminim. üzerine oturup düşünmeği gerektirir sadece. fakat o kadar bitap düşmüşsek ki durup üzerine düşünmeğe keyfimiz olmamışsa. ya da herkesin tuttuğu kendine. yıllar önce yine burada demiştim ve derken de demiştim hatta, bak bunu buraya yazıyorum diye, yazdıkları üzerine düşünülse ağlanabilir gibi bir şeydi mealen, de bu kadar düz değildi, hatta olabildiğince şairane idi. ama şunu da gözden çıkarmamak lazım ki benim kavuşabildiğim şairanelik çok kısıtlı ve vasat düzeyde. ha bu benim umudumu kırmağa yeter mi, yetmez, ne demiş şair, seni unutmaya ömrüm yeter mi. ne kadar da saçma bir cümle.

allah ne mutlu ki bass'ı yaratmış, işyerinde bi stajerimiz vardı adı ramazan, ama çocukta hiç ramazan tipi yoktu, küpeler upuzun saçlar. insan eşref-i mahlukattır demezdi babam hiç, hiç demedi. insan adının hakkını vermeli de demedi babam. babam bi sürü şey dedi aslında ama burda konuşmayalım şimdi. demem o ki, nasıl allah bass'ı yarattı demek allah'a pek hoş düşmüyorsa, ben de o kadar hoş durmuyorum burda. bi iki bi şey içip gidicem yeminle. sırf bunun için gelmişim gibi bir hissim var ve çevremdekiler de böyle davranıyorlar bana. her şey bunun üzerine. bas da tiz de bunun üstüne. hoparlör, hani bir gün adını söyleyip ardından sela okutturacak hoparlör de şu mutlu günlerinde kıymet verdiğin baslar şahit olsun ki bunun üstüne. ondan sonra neymiş efendim, sen renklilerle beyazları makinaya karışık atma, renklinin sikinde misin ki beyazın umrunda olasın. önemli olan makina efendiler, onları karıştırma.

her yerde toz var.

fotoğrafçı alaaddin ya da alaeddin öldü. ben o zamanlar küçük bir çıraktım, sanırım dörtten beşe geçmiştim. verdiler bunun yanına. bunu hep erteliyorum anlatmayı. zira zor bir hendese handiyse. sonra bakıcaz oluruna.

23.08.2016

birden ne kadar uzun zamandır banklarda oturmadığımı, banklara ihanet ettiğimi düşünüyorum. fotoğrafçı alaaddin öldü biliyorum.

14.07.2016

gül şeklinde işlenmiş mumlar vardı, ne de güzel olacaksa yanması erimesi bitap düşmesi. baba bugün tanburam rebap oldu. domatesler de vardı var olmasına, renkleri müteselsil. domatesler ne kadar da domates. akşam yemekleri okundu ondan sonra. çocuklar her birer evlerine kaçıştılar. anneler bağırdı, ahmeeeet, elinde terlik. ahmet kuş vurmağlara gitmişti gelecekti. ahmet'in dönüşü pek bir muhteşem olacaktı. ahmet'in gidişi zerzevat. domateslerin bıyıkları yok mu sizce de, bir baksanıza tepeden şöyle. ah tabii bu esnada ah met'in başına ne vazolar ben diyeyim, ne saksılar ne bira şişeleri düşüştü. artvin'lere atina'lara ağrı'lara gitti geldi mızrapımızdan damlayan sesler. ahmet'in soyadı ağrıcıyan. ezgi ahmet'e çok güldü o ayrı mesele. le la la. tabii kiraz da nerdeyse insan kadar bir organizma. şayet kirazı bir otogara benzetseydik otogar o zaman dünyanın en manidar şeylerinden olurdu fakat otogarların günümüzdeki çağrışımına baktığımızda hep aksak hep lokum kutuları, bir ayağı kesilmiş ve dilencilik yapan bir adam. size de seslerin yetmediği oldu mu? hani çoğunluğumuz seslerin fazla geldiğinden şikayet eder de gürültütütüden kaçarız ya, azınlığımıza da sesler az mı gelir? sessizliğin dingil dinginliğinden bahsetmorum elbetde. domateslerin bıyıkları var demişken ananasların kaşlarını ihmal etmemeliyiz elbette. benim de fıtıklarım var. hayatında mecaz diye bir şey duydun nu hiç?

geçen özgür'le iki küçük paket beyaz leblebi (nohut) almıştık söylemesi ayıp. içmekten yiyemedik. nohut bitkisini gördünüz mü hiç? ya susam? ama susam görmediysen senin coğrafyanda nohut yetişmiyor olsa gerektir, aksi halde bu yaşına kadar görmemiş olmanı bana açıklayamazsın kanka. malezya'dan gelen iş ilanının üstünde piknik yapmağı planlıyordum. sahi biz hiç piknik yapdık mı?
bu arada demin nohutun biri yere düştü ve tam ikibuçuk kez zıpladı. her zıplayışta bir önceki zıplayışında eriştiği mesafenin yüzde kaçına ulaştığını hesaplayamadım. ama ben müezzin olsam bu saatte bir akşam ezanı patlatırdım mesela. arkamdan da ses oyunu yaparlardı, müezzin senar, filan.

sigara paketlerinin üzerindeki bazı görüntüler beni çok duygulandırıyor. üzerlerine düşünmek yıllarımı alıyor. aslında mesela genç ölürsem arkamdan kırk yıldır düşünüyordu diyesiler, fena olmazmış. mesela, yüzü görünmeyen elinin üzerine eski tip serum bağlı adam görüntüsü, sanki adam bana el veriyormuş gibi. el uzatmış gibi. göğsünde elektrodlar da var galiba. artık serumlar böyle bağlanmıyor biliyorsunuz. eskiden babam hastaneden bi gelirdi ellerinin derileri mosmor enginarlar gibi olmuş, ve bunu sık sık tekrarlardı çocukluğumda, ben o yüzden şimdi o yaşları atlatmağa çalışıyorum. çünkü genetik dediğin şey çok aydınlatıcı, ve dünyanın bize çok büyük bir nimeti. ama yasak nimet, diyelim de genetiğe methiye düzdüğüm sanılmasın.

siz de avcunuzun içine gül dikeni yerleştirip arkadaşlarınızla tokalaşmağa çalışır mıydınız? tanrım böyle çocuklar yaşadı çocukluğumuzda. acıma duygusu kaç yaşından itibaren peydahlanıyor acaba, bunu bi düşünelim.

17.06.2016

bugün adile naşit'in seksenaltı'ncı doğumgünüymüş. yaşasaymış seksenaltı yaşında olacakmış. bizim şirketin patronu yaşıyor ve sanırım seksenaltı yaşında ve sağ. dedemlerden biri yaşasaymıştı seksendokuz yaşında olacakmıştı. diğeri de seksenüç. nedense onların doğumyıllarını unutmuyorum hiç. bizim patron her gün ozon tedavileri filan öyle bir şeyler görüyor ve gayet dinç maşallahı var. allah uzun ömür versin diyelim. google, adile naşit'in hababam sınıfı'ndan olduğunu sandığım bir görüntüsünü masaüstü yapmış, ya da adı neyse işte o görüntüleştirmenin. adile naşit'i çok sevemedim ben, yani şöyle ki, ben çocukluğumda anlatırlardı; geceleri radyoda program yaparmış adını yanlıyanlış hatırlamıyorsam uykudan önce diye. radyoda mıydı, tv'de mi, yanlış mı hatırlıyorum. uyumamakta direnen çocukları uykuya davet edermiş, hatta birinde, "ahmet sen hâlâ yatmadın mı bakiim," nevinden bir şeyler söylemiş de ahmet abim üstüne alınmış, bu kadın beni nasıl gördü diye korkup hemen uykuya yatmış. ben o döneme yetişemedim. ben adile naşit'in adile naşit olduğunu öğrendiğimde ortaokulda filandım. o zamanlar içinde bulunduğum topluluk da adile naşit'in kafir olduğunu söylediğinden soğumuştum kadıncağızdan. sonra topluluktan soğuyunca anladım ki ben de kafirim sanırım. anneme çok benzer rahmetli, annemin de kaşları yoktur, annem de kısa boyludur, annem de doğdudoğalı anneymiş gibidir. herkes olduğu yerde sağolsun, ne demekse.

kırlangıçlar diye bi şarkı öğrendim bugün. dinledim mi emin olamadım ama adı hoşuma gitti. yerli gruplar hafif rock yapmayı çok sevdi, ve değişik eğişik isimli gruplar, yaratıcı olduğu düşünülen. olsun, müzik yapsın gençler. biz yapamadık onlar yapsın. herkesin bir alıcısı var, mı ne öyle bi laf vardı sanki. sahi, nasıl olur da herkesin bir alıcısı olur. yani güzel güzelse neden herkes ona âşık olmaz ki, çok saçma bence. herkes aynı insana âşık olmalı gibi geliyor bana. yani bir film güzelse herkes sevmeli değil mi onu, bence yanılıyoruz. bazılarınız da hatta kırılıp gidiyorsunuz. kırlangıçlar deyince, memleketteki evin balkonunun üst köşesine yuva yapmışlar. epeydir gelmiyorlardı. çok sevindim, hatta bir de baktım ki ne göreyim, bi sürü yavruları var. hemen tabii refleks olarak cep telefonuma sarıldım ki fotoğraflayıp sizlere görsel yayın yapayım. sonra, bi durup düşündüm, ben çoğunlukla bi durup düşünürüm, açıklama yapmak gibi bir zaafım var. açıklama yapmağı çok seviyorum, sevmiyorum aslında ama yapmazsam rahat etmiyor içim. ne düşündüm nasıl düşündüm neden öyle düşündüm, sen ne düşünürsün, filan, bunlar benim için önemli şeyler. korkarım yaşlanınca ve özellikle içtikten sonra sohbeti çekilmez biri olacağım. özü unutup kenarı kıvıracağım. sonra kendimi frenledim, ben ne yapıyorum, dedim. sanki benim cep telefonum o kırlangıçların fotoğrafını çekse onları oldukları kadar güzel gösterebilecek miydi. tamam bunda benim kötü fotoğraf çekiciliğimin de etkisi vardı ama yine de hiçbir fotoğraf bende gerçeklik algısı yaratmıyor. tiyatro gibi, adamlar orda oynuyor ve benden onu izlemem bekleniyor. fotoğrafın da fotoğraf olduğu çok belli değil mi. sinema yine bi nebze. sonra dedim kendime, skerim deklanşörünü enstantaneni, zaten çekemiyorsun. ha şu da var, iyi bir fotoğrafçı olsam ya da bir iphone'um olsa ve cam gibi fotoğraf çekse belki bu düşüncelerimi açık edemez hatta üstüne çektiğim güzel fotoğraflarla artistlik yapardım. yaparım çünkü ben, su gibiyim, hangi kabın içindeysem onun şeklindeyim. kalıbımı sikeyim.

ertesi gün müydü, kırlangıçlardan bi önceki gün müydü neydi, babam aldı götürdü beni buğday harmanına. patoz mu diyelim adına, biçerdöver mi diyelim artık, hangisini biliyor hangisini tanıyorsanız. ne makinalar çıkmış arkadaş. adam buğdayın sapını bir çırpıda doğrayıp başaklarını hemencecik ayrıştırıveriyor. on dönüm tarlayı bi saatte biçecek kıvama gelmiş tarım makinaları endüstrisi. eskiden öyle miydi, hepsini orakla biçip makinaya dirgenle kendin atardın. hatta birinde babam orak sallarken yüzüğünü düşürdüydü de iki hafta koca tarlada yüzük aradıydık. nah bulursun. üstelik başkasının tarlasında icar usülü çalışıyorduk o zaman. kazanılan para yeni yüzük almağa gittiydi. şimdi yüzük takmıyor gerçi babam. büyüdü artık koca adam oldu, yüzük neyine. her neyse işte, yine buğdayların patozun giremediği ağaç altlarındaki kalıntılarını orakla biçerken yine aynı vesvese peyda oldu. telefonu dayıma verip kendimi çektirsem mi, dedim, ama bu defa fotoğraf da kesmezdi, şehirli arkadaşlarımın gözüne taşrada hayat imajını tam verebilmem için kısa bir video on numara olurdu. gerçi bu mazbut duruşumla, bu istemem yan cebime koy haletimle yine bir takipçi kazanamazdım o imajla ama yine de yaklaşık bir gecemi güzelleştirirdi diye hissettim. sonra çok bi daha kızdım kendime, aldım telefonu soktum cebime, ve çalışmağa devam ettim. belimden kuyruk sokumuma birkaç damla süzüldü. ne güzel, dedim, taşrada baret takmak mecburi değil, ve solelimin tersiyle terimi sildim. babam olmasa sigara da yakardım ama adam zaten oruçtu ve poposundan terliyordu, hadi dedim şimdi iyice zıvanadan çıkarmayayım. dayıma dedim, "ihtiyar, biz bu saçları orak çekiç sallarken döktük," babamı göstererek, "onun gibi klimalı odada masa başında değil," dedim. dayım, "kaşınma, adamın elinde orak var," dedi, "daha evlenmedin bile," dedi. susuştuk.

ama durur muyum, fotoğraf çekemedim ya, illa yayın yapacağım ya yediğim nanaları, attığım naraları. ben de buraya meşk edeyim dedim. sonra balkona çıkmışım, karşı komşu da balkona çıkınca fark ettim balkonda olduğumu. babamın geçen sene emekli ikramiyesiyle satın aldığı bahçenin komşusu teyzenin bana özel olarak hediye ettiği mor renkli süs biberi geldi gözümün önüne. geçen sene neredeyse solduruyordum ki son anda imdadına yetiştim. kendim edip kendim bulmuştum gerçi de yine de insan kendini kendine affettirmek istiyor. hele ben, özellikle sürekli kendine mahcup dolaşan ben, bunu çok yapıyorum. affettiremezsem de içmeğe başlıyorum. bu yüzden sanırım biraz sık içiyorum. bugün yedinci gün, af mevsimindeysek demek ki. tanrım beni av mevsimine düşürmese keşke tekrar. bi baktım ki süs biberi yine morlamış kendini. yüce yaradan işte, biberi bile süsleyip yaratmamış mı, ya da evrim her neyse işte, bi şekilde yaranılmış bana. pek güzel. hediye eden teyze de çok güzeldi. kızı olsaydı da alsaydım diye düşünmedim değil. beni sever insanlar. özellikle benimle az muhatap olanlar, ama mutlaka muhatap olanlar, beni seviyorlar. yüzümden ilk bir saatte nemrutluk, ikinci bir saatte ise samimiyet, üçüncü bir saatte ise sıcaklık akar benim. bunu kimse demedi de ben vehmediyorum. "hayallerde yaşıyor bazı ipneler" diye bir öbek vardır internette. çok severim, hatta motto gibi desem az gelir. "çok sevdik be abi"yi sevdiğim kadar severim. ve gün boyu işyerinde, lokantalarda, meyhanelerde, barlarda pavyonlarda o hayallerde yaşayan ip!neleri seyrederim. evde tek başımaysam da, ki genelde evde tek başımayımdır, kendimi seyrederim bu hususta. ben de çok yaşarım pekala. sonra süs biberiyle birbirimize bakıştık işte. biraz mahcup olmadım değil. o o kadar güzel ve süslüyken, ben ev kıyafetlerimle biraz eğreti durmadım değil, bir an kendimi sevecekse böyle sevsin diye aklamağa çalışmadım değil. sonra ne mi yaptım, gittim üşenmedim, ben üşenmem biliyor musunuz? üşeneni de hiç sevmem. lütfen üşengeçseniz arkadaşım olmayın, iş arkadaşım da olmayın, anam babam kardeşim de olmayın, çok kızarım. daha dün birini attım hatta işten. acımam az. soyadımla da muteber bir hayatım çok sözkonusu. her neyse, üşenmedim gittim takım elbisemi giydim. sonra da iki gündür yazı karşılayan ve bir anda sıcakla şoklanan izmir'de, kendini koyvermek üzere olan biberimi suladım. acı da tatlı gelebiliyor zaman zaman.  

26.05.2016

onbeş yıl aradan sonra antalya'dayım. ne mutlusan bir şehir. içi muhakkak mukimlerini yakıyordur, kelimeyi yanlış kullanmış olabilirim, ayşe düzeltsin yanlışsa, ama ne güzel şehir. sevdim inanamıycaan kadar seni antalya. denebilir mesela. antalya bende mustafa ve mustafa'yla kurduğumuz hayallerden ibaret. daha geçen hafta dört gün önce doğumgününü kutladık hatta mustafa'nın. mustafa bana arkadaşlığı öğreten arkadaşlarımdan biri. fenerli de olsa mustafa işte. gülüşünden belli olmaz mı insanlar, gülüşünden tanınmaz mı bir insan. erkek olsun kadın olsun fark eder mi?

sadede geleyim. bundan onsekiz yıl önce gelmiştik mustafa'yla buraya. talya otel vardı. biz o zamanlar zengin olmak için okutulan çocuklardık. aynı okuldaydık ve bereket ki aynı sınıfta değildik. aynı odanın altlı üstlü ranzalarını paylaştık üç yıl. onun ailesi antalya'daydı o zamanlar ve ben onu ziyarete gelirdim yaz aylarında, onun beni ziyarete geldiği gibi. o içmezdi, ben içerdim ve bir gün falezlere bakarken köşede yükselen talya oteli'nde eşimizle çocuklarımızla kalacaktık. çünkü talya oteli zengin bir oteldi, herkesin kalabileceği bir yer değildi ama biz üniversitede okuyunca ister istemez zengin olup orada kalabilecektik. ahdımız vardı, ant içtik.

aradan yıllar geçti. mustafa ailelendi, asıl ailesi antalya'dan ayrılıp memleketlerine döndü ve sonra o da buraya uğramadı. ben  de uğramadım.

tam da bu aralar buralarda bir tatil yapmağı planlıyordum ama tatilci gibi bir tatil değil. izin gibi bir tatil. kaputaş kaş filan ne  bileyim, tenha sandığım yerler. buraya da, yani merkeze de uğrayacaktım, yol çekecektim. bugün iş icabı da olsa kısmetmiş. talya oteli metruk bir hale dönmüş, terk edilmiş, çalıştırılmamış. bana da talih dibinde başka bir otel buyurdu. ben de alnacından oraya baktım, mustafa'yla kurduğumuz hayallere baktım, mustafa'yı aradım. hani dedim, "hani?"

13.05.2016

hayat bazen ne kadar barbar

içimde bir his var. böyle bir şarkısı vardır ferdi tayfur'un. yarın ve yarından sonra yakın bir akrabamın düğünü var. heyecanlanıyorum aslında heyecanlanmasına. da bu heyecan daha ziyade fobik bir şey. çok rakı içilecek, rakı akacak bildiğin. ben ne yapacağımı düşünüyorum. pazartesi iş olmasının ve öğleye kadar bile olsa izin alamamış olmamın verdiği kaygı bir yana, eskisi gibi genç olmamanın verdiği saygı bir yana, yine de heyecanlanıyorum. o davulu o zurnayı istediğim gibi çaldırabilecek miyim. ben, çok değil daha tam bir sene öncesine kadar rakıyı su diye içer, sabah da kalkar işe giderdim. şimdi yapamıyorum. yine su diye içebiliyorum ama sabahı olmuyor. ferdi tayfur'un bu hususta da birkaç şarkısı var, biri, "sabahı olmayan gece gibiyim," diyen şarkı. ikincisini söylemeyeceğim şimdi. neyse ki limon var. normal şartlarda, yarın ve yarından sonra ben o rakıyı pınar dediğimiz köyün içinden çaya akıtır, nehre döküldüğü yere de ağzımı dayar içerdim. beni çok seven büyük halamın, kaşlarım kardeşinin kaşlarına gözlerim kardeşinin gözlerine benziyor diye kaşlarımdan öpüşünü düşünür, sonra sktirederdim. neyse, tabii mesele bu değil.
bu aslında bana çok oldu ve pek de gerçekleşmedi. benim hislerim etme yönünde çok kuvvetlidir fakat hiç gerçeği yansıtmaz. yani hep hissederim ama hiç de bi bok olmaz. her defasında da bu defa olacak galiba derim, bu defa farklı derim ama her keresinde zahirin aynı tezahürü. daha önce bizim köyde yaptığımız düğünler birkaç kez bozulma teşebbüsünde bulundu. malum rakı akacak ve köy düğünlerinin en kaydadeğer kriteri düğünün sağlıklı geçmesidir. çok şükür ki bu zamana kadar küçük arbedelerle atlatıldı hep. en sonuncusunda ben yoktum, kardeşim anlattı, hatırlıyorum, o adam, o katil, yine gelmiş elinde tabancayla, ve uzaktan salmış narasını, neyse ki bu defa hazırlıklı yakalanmış bizimkiler ve almışlar aşağı. ateşleyemeden bir güzel üşüşmüşler üzerine ve jandarmanın naptınız bu adama sorgusunda da kendilerini haklı çıkarmışlar. o adam, ailemizi kırk yıldır kana bulayan adam, bu defa yine gelirse ben orada olacağım ve hayat bazen barbarlığı hak edebilir.

demin bir iki türkü dinleyeyim dedimdi. başlamamdan bu yana üç yılı doldurmak üzere olduğum işyerinde geçen hafta yeni bir şey öğrendim. malum, işçilerle çalışıyoruz ve işçinin işini seveni olmaz. hafif de olsa ağır da olsa işçi için iş iştir. rutin olarak belli bir süreyi doldurması gereken bir hareket alanıdır. senin için benim için belki etik bir kaygı alanıdır, hatta kimisi için ekmek yediği kapıdır ama işçi için iş iştir. sirkülasyonu da dahil edersek bu güne kadar binbeş yüz kadar farklı işçiyle birebir çalışan biri olarak, onlara çeşitli işleri yapmaları talimatlarını çeşitli şekillerde ve tabiatın mümkün kılabildiği en adil ve en insani biçimde verdiğine inanan biri olarak, hep aynı sonuçla karşılaştım. ben de bunu beklemez idim ve hâlâ da diretiyorum fakat hep aynı şekilde izlendi izlediklerim. bunun işçi olmayla filan da pek ilgisi yok, bunun insan olmayla ve basit bir metaforik anlatım dahilinde çiğ süt emmiş olmakla alakası var, başka bir şey değil. yeni başlamıştım, herkesin çalışma alanını dolaşıyordum. bir gün, çalıştıkları gürültülü mıntıkada belli belirsiz bir müzik hissettim. müzik kulağım da iyidir hani, seçer süzer ve bulur kulaklarım aradığım tınıyı her zaman. rahatsızlığı da çok rahat hissettirir ya o ayrı menfi boyutu işin. beni görünce sesini kısar gibi yapmışlardı frekansın, "açın bakayım şunu," dedim. açtılar ve o eserleri trt radyolarından başka hiçbir kanal çalmazdı, yirmi yıllık trt radyo hayatım bana onu net bir şekilde öğretmişti, 100.5 mi bu frekans dedim trt radyolarının çaldığı her şeyin detayına düşkün biri olarak. "abi biz frekans anlamayız ama bir bunu dinliyoruz," dediler. çok sevinmiş ve o adamlara ayrı bir yakınlık hissetmiştim. dedim ya ben hep hissederim. geçen hafta, o ekibin içinde üç yıl içinde ilk defa beni o kadar kendimden çıkarıp ortalığı inletmeme sebep olan biri açtı ağzını, "o zamanlarda," dedi, "dursun bi yerden sizin hakkınızdaki her şeyi öğrenmiş, türkü sevdiğinizi öğrenmiş ve bize sizin işe başladığınız ilk bir ay türkü dinletmişti," dedi. "nasıl?" dedim. "hani siz ilk geldiğinizde bize radyoyu sormuştunuz ya, onu dursun özellikle ayarlamıştı," dedi.

sonra dün, yine işletmeyi dolaşıp birileriyle deneme mamuller üzerine konuşurken, bir anda ferdi tayfur'un "sanma sana dönerim" şarkısı yükseldi. normalde, içeride bir amir varken dinlenmesi yasak olan müzikçaların sesini o kadar açmaya asla yeltenmezlerken benim tam da orada bulunduğum sırada, sırf gömlekli biri var diye otomatik olarak teyakkuza geçmişlerken, bir anda o şarkının sesinin o kadar cüretle yükselmesinin sebebini sorgulamak istemedim. sağ elimi kaldırdım havaya ağırca. sol elimle baretimi çıkardım. hayat bazen gerçekten çok barbardı.

25.04.2016

bugün halam geldi. babam halam ve onların kuzenleri. halamla babam kardeş. babamı nedense hep halamın küçüğü sanıyorlar. halbuki babam halamın büyüğü. beni de kardeşimin küçüğü sanacaklar mı acaba. kadınlar daha erken yaşlanıyorlar da o yüzden mi. kardeşim doğum yapınca güzelleşti maşallah. halamla babam beş kardeşlerini kaybetmişler, kimini görmeden bile, tabii taşrada bebek ölümleri yüksek o zamanlar, bi de çadırda doğunca sanırım ister istemez kayboluyor bebekler. halam evime geldi, ve makinada o esnada yıkanıyor olan çamaşırları illa ki o astı balkona. benim bi tane balkonum var. halam çok mu ataerkil de o yüzden bana iş yaptırmadı. çay koy dedi babam bana, halam ben koyarım oğlum dedi. halamı zaman zaman çok severim, eniştemi sanırım ondan bi tık daha fazla. para sözkonusu olmasa dünya o kadar iyi bir yer ki aslında. ama biz hep para takıyoruz bebeklere gelinlere damatlara. ben yine kendimi sonra onlar gidince alkolün kucağında zapt ettim. olmadı başka türlü. aslında vakit olsa mektup da yazacaktım, hatta aklımda yazdım bile. sonra gece vardiyası amirinin maili düştü, whatsapp mesajı düştü, büyü bozuldu. tabii bu esnada göğe bakmağı ihmal etmedim. tükenmedim illa. karşıyaka'ya gittim gündüzün. çay bahçesine oturdum. izmir'i ruh sahibi yapmak için elimden geleni yaptım. kadıköy'e benzesin karşıyaka diye de çok didindim, oluyordu az kalsın.

ben hayatımın son yıllarında, yani şu ana kadarkinde son, giren tüm güzellikleri o kadar yarıda kestim ki, bu kadar olur. bu, önceki. tıpkı yenilen bir takımın var gücüyle ve son hamlesi olarak en azından beraberlik golünü kazanmağa çıktığı son atağının bitmesine izin vermeyen hakemin top ceza sahasındayken düdüğü çalması gibi. ve düdüğün içindeki metalik nohut tanesi boğazımda.

8.04.2016

demin bi yahoo alert ile irkildim. ben ve alert ve irkilmek, tanrım ne kadar da çokyüzlü bir dörtgenim. yahoo hesabıma, bloguma yorum bırakıldığına dair bir mail bildirisi geldi. yorum bırakılan blogsa benim bile unuttuğum 12 nisan 2006'da yazdığım bir yazıya dair. yorum dediğimse spam bir ilandan ibaret. ama beni o güne ve o yazıya götürmedi değil tabii. sonra bloga baktım ne yazmışım diye.  üç tane post ve o kadar. unutmuşum meğer. merhaba.

BURAYA HÂLÂ YORUM YAPILAMIYOR. YORUM BIRAKILDIĞINDA UYARISI MAIL ADRESİME DÜŞEREK HABERDAR OLDUĞUM BLOG ESKİ BİR BAŞKA BLOG. 

28.03.2016

nadiren de olsa inancımı yitirmiyor değilim. ama elbette nadiren, elbet de. ilelebet değil. yazmak da bunun için varsa demek ki. okumaksa bir rastlantıdır artık, demiş şair. bugün köşeyi öyle bir dönüşüm varmış ki, sen hâlâ sarhoşsun, dedi adamın biri, kendi de geceden kalma halbuki. evet belki biraz hissettirmiş olabilirim ama o kadar da değil yani. kendini ihanete uğramış hissediyorsun değil mi, dedi osteopat tanıdığım. sen osteopatsın kendi işine bak, dedim. özgür de, sen kendine ihanet ediyorsun, demişti. hanginize inanayım mına koyim, demedim tabii onlara.

bizim orda meşhur bir yokuş vardır, ortaokulda düşük not aldığım için matematikçi, seni ordan aşağı atarım bak, demişti uyarı niteliğinde. sonra da bi tokat aşketmişti. yalan geceler boyu hep seni düşündüğüm, demedim tabii ona, gönül yazar kime söylemiş bilinmez. her neyse, işte o yokuşa tırmandıktan sonra mezarlığı geçince sağ tarafta adamın birini görürdüm arasıra. ama yokuş daha bitmeden, yokuşun inişinin hemen başında. babam, ben ve eniştem balığa ovaya giderken. balığa da değil belki, hep içmeğe giderken. o külüstürle giderken. ben çok az zamanda kendimi öyle ferah hissetmişimdir. elbette eniştemle başbaşa gittiğimizde muhabbetimin çekilmezliğinden çekingenliğimin ferahlığımın önüne geçtiği zamanlar oldu ama yine de o arabanın içinde kendimi hep sonsuz huzurlu hep sonsuz payidar hissettim. eniştem sarhoş olup üç kuzenimi, halamı ve beni uçuruma yuvarlarken bile. o ovaya giderken sahip olduğum hissi başka bir yerde görmedim, belki atina'da belki stockholm'de belki bologna'da belki eskişehir'de, ama kıyısından geçti gitti hepsi. mutluluk yanınızdan gelip geçti.

allah kadınları güzel olsunlar diye mi yaratdı acaba.

yani işte yokuşun inişindeki adamı anlatacaktım, biz külüstüre binip, eniştem vitesi boşa alıp kontağı kapatıp aşağı boşluğa süzülürken, sağ tarafımızda bir adam görürdük bazen, dağın yamacına bir bahçe yapmış kendine. enişteme sordum, kim bu adam, dedim. yersizin biri, dedi. bizim oralarda yersizlere yersizliği çok görürler, yabancılarlar. karısı osman dayı var ya ona kaçtı, dedi. o da kendini buralara vurdu, dedi. adamın karısı, memleketin toprak ağalarından birine kaçmış bilmemkaçıncı metresi olarak. adam da orda rasgele bulduğu, sahibi belirsiz bir araziyi kendine bahçe bellemiş. arazi derken toplasan yirmi metrekarelik bir yer sadece. domates ekmiş, domates ekilen yer kendini uzaktan da olsa belli eder. belki salatalık da ekmiştir belki biber. ama domates kendini belli eder. oraya gelir, hem ektiği sebzeleri sular hem de şarabını içermiş. ha bir de bir çiçek vardı ama adını bilmiyorum onun, kasımpatı diyeceğim ama değil, ona benziyor kokusu filan. her gidiş gelişte oraya bakardım orda mı acaba diye. o bahçeye ulaşmak için aşması gereken yokuş ise hakkaten yokuştur ve elbette yürüyerek gidip geliyor. belki bir gün biri ona o yolda çarpıp kaçmıştır ha ne dersin.

bugünlerde zihnimde o adamı kuruyorum nedense. ortak nokta bahçe meselesi elbette. en son ne zaman çiçek diktiniz ey ahali? en son ne zaman bir bitkiye su verdiniz? en son ne zaman bir yeşermeyi gözlediniz? bahar geldi diye değil tabii benim bu derdim. dikiş dikip resim yapacakmış gözümün nuru, ondan da değil. organik tarıma ve taş devri diyetine takmış olduğumdan da değil. zehirlendiğimi hissediyorum, sonra annemle yaşadığımız rakı muhabbeti geliyor aklıma o ayrı ama bence bu yediğimiz domatesler beni daha çok zehirliyor. ebru'nun kanseri beni çok zehirliyor. nenemin guatrı beni çok zehirliyor. cenaze günü noldu biliyo musun, nedense her gittiğim cenazede -allah eşi dostu eksik etmesin- köyün fakir gençleri kişi başı elli liraya mezarı kazmış oluyor, biri de tabutu ve meftanın başına çakılacak kazıkları hazır etmiş oluyor. tabii o isimlik olan kazığa -bunun kendine has bir adı olmalı, imame filan mı acaba, bunu bilse bilse ayşe biliyordur- mezarın öleninin adı olarak ne yazılacağı polemik konusu oldu. biri kalem buldu geldi keçelisinden. bana sen okumuş adamsın, dedi köylüler, sen yaz, dediler. sikerim hepinizin mezar taşını, dedim. zaten geceden kalmaydım sabaha karşı babam aradığında. gusl alıp çıktım yola. bundan altı sene önce babaannem de aynı saatlerde ölmüştü ve babam yine aynı saatlerde aramıştı beni, ehliyetim yoktu o zamanlar, emniyet teşkilatında saklıydı emaneten, atlayıp otobüse gitmiştim. bu defa arabayla gittim, ehliyetim vardı ve temkinliydim. anannem de babannem gibi geceden çeşitli bakımları yapılıp uykuya uğurlanmış fakat sabaha karşı bakıcısı olan çocuğu tarafından ölü bulunmuştu. babannem de bakıma muhtaç değildi anannem de. fakat babam anasını yalnız bırakmazdı söylense de sızlansa da, banyosunu ettirir, yemeğini götürür, ilaçlarını içirirdi muhakkak ve dolayısıyla ölümüyle ilk karşılaşan da o olmuştu. annem de anasını yalnız bırakmazdı, banyosunu yaptırır, ot doğramasına yardım ederdi. ikisi de bizim evde oldu bunların.

zaten köye vardığımda zihnim bulanıktı. daha önce babannemi beklettiklerinden, telefonda beni bekletmeyin yıkama için demiştim kardeşime. son kez görmek istemiyordum, son kez gördüğüm sahne aklımdaydı, üzerine artı koymağa gerek yoktu. sonra senin yazın güzeldir deyince komşuları, tekmeledim ortalığı, zira nefes alamıyordum, keşke içmeseydim gecesinde diye duyduğum pişmanlık bir yana nefes alamıyordum. o kovuğunda oynadığım ağaç orada kovuğunu artık kapamış duruyordu, üzerine domates suyu ve zeytinyağı dökülmüş çökelekli kahvaltılarımız orada duruyordu, inek sağarken galvanizli kovaya dalan bızzk bızzkk sesleri duruyordu, dayımın arkasında o eskidendi yazan motosikleti duruyordu, satmadı körolasıca berduşun çıkardığı sövgüsü duruyordu, havuç nasıl koparılır kökünden, duruyordu, bir insanın soyadıyla müsemma olması duruyordu, üç pilliler, köy meydanından ekmekçi geldi nidasıyla tüm köyü sesiyle inletebilen ali dayının çürük dişleri duruyordu, her gün nizami olarak kamyonetiyle süt almağa gelen sütçü sadık'ın verdiği liralar duruyordu, anannemin dedemin mezarının yerini bile bilmemesi duruyordu, dayımın araba teybi duruyordu, rokalar pazılar ıspanaklar salı pazarında kendi adına kaynaklanmış o paslı levha duruyordu, donunun içine lastikle daldırılmış para kesesi duruyordu, yastıkbaşında philips radyosu duruyordu, durdum ben de o esnada. sarı mustafa'nın içip içip için için düştüğü su arklarında sızasım uyuyasım geldi, emir altına girmem ben diye hiçbir baltaya sap olmayıp bahçıvanlıkla meşguliyet hikayelerine dalasım geldi. sikerim hepinizin el yazısını alın yazısını dedim.

rahmetli sarı mustafa, nüfustaki adını beğenmemiş elmas hanım'ın, çok yakınları hariç kimse adını elmas diye bilmezdi. güler, demiş dedem ona. ve dedem diyeli de neredeyse altmış yıl olduğu için neden öyle demiş tam olarak bilen yok. ve evlendikten sonra adı değişmiş anannemin. herkes güler diye bilmiş onu. dayıma sordular ne yazalım diye, dayım cevap vermedi, ikisini de yazın, dedim kendimi küfrettiklerime affettirmek için. ikisini de yazdılar, hem elmas hem güler yazdılar. D. koydular başına, alt satıra inip Ö. yazdılar. sağlı sollu üç çentik açılmış bir ahşap plakaydı. evlendiklerinde dağdaymış evleri, yılanlar su içerdi elimizden derdi. şimdi yılanlar su içiyordur ellerinden.

sonra dedim ki dağlara vurayım yine kendimi kendime. o adam geldi aklıma. arasıra uğradığım bir iki sayfiye yeri var. orada bir köşe kestireyim, toprağının varsıl olduğunu sezdiğim bir yer. şimdi gidip bir arsa alacak değilim. sahipleneyim kendimce üç beş metrekare bir yer. zirai tarım yapacak da değilim. kendimce, hazır bahar gelmişken, hazır bu şehrin bokunu bir süre daha yutacakken, doğanın kendini yenilemeğe adadığı bu zamanlarda birkaç bir şey ekeyim. tohumlar da bozuldu diyorlar, varsın desinler, tohum bozuksa bile toprak onu adam eder, irşad eder belki. toprak benim olmasın ziyanı yok, kovarlarsa da o bitkilerden alsınlar kovanlar. maydanoz, marul, ya da mevsim normalleri neyse işte. ha bi de rakı.


27.03.2016

artistlik

the cure - the walk
yaşar kurt - leyla
nino de murcia - seni beklerim öptüğün yerde
lamb - one
patrizia laqidara - se qualcuno
robert palmer - johnny&marry
anastasia - pass over
feist - inside and out
mogwai - r u still in 2 it
david lindley - soul of a man
killer watts- stranger on the shore
pain of salvation - undertow
okkervil river - red
baba zula - el filan sallıyorum
melihat gülses - mani oluyor
mualla mukadder - avuçlarımda hâlâ sıcaklığın var
noir desir - a ton etoile
fastball - the way
murat kekilli - bu gece aklıma gelmeyecektin










26.03.2016

pek yapmadığım üzere teknolojinin kenarından geçtim ve telefonuma türkçe klavye yükledim,  bunun mesutluğunu yaşamaktayım sabahtan bu yana.  Ve bunu aslında her aklıma estiğinde buraya rahat rahat yazabileyim diye yaptım.  Sosyal sanal ortamlarda da zorlanmaktaydım,  zira biraz takıntılıyım bu hususta.  Hangi hususta değilimse.

Cumartesi akşamları dışarı çıkmak diye bir adeti malum şehirli insanın, dışarı çıkıp kafayı dağıtmak,  kurtlarını dökmek,  ya da ne bileyim işte. Bumu öğrenişim de bir gariptir ya aslında,  açık etmeğe korkuyorum saf zannedilmeyeyim diye.  Yani cumartesi akşamının modern şehirli insan için önemli olduğunu anladığımda otuz yaşında ve  İtalya'daydım ve bir cumartesi akşamıydı.  Her neyse,  şimdi ben yeni klavyeme ve telefonumun ekranına aşina olmağa çalışırken bir taraftan,  bir taraftan da iri parmaklarımın typolarını geri dönüp dönüp düzeltirken bir taraftan da acaba blogger bu yazıyı hangi fontla basacak diye kaygılanırken, dışarı çıkmış arkadaşlarımın gelmelerini bekler vaziyetteyim. Ben de dışarı çıkmakta mahir bir kişi olduğumdansa gerek, ama benimçün cumartesi ya da başka bir gün olması pek bir şey ifade etmedi dışarı çıkmak adına. Ama ben hep dışardayım çocuklar. Ertesi gün iş olmayacağının bilinci ve rahatlığıyla içmek elbette bambaşka ama bu dışarıda olmayı gerektirmiyor tabii. İşin benim garibime giden tarafı ise cumartesi akşamına çıkan erkek ve özellikle kadınların çok şıkıdım olması. Kadın elbette güzel giyinsin de bende bir yapaylık uyandırıyor bu gördüğüm giyim tarzı,  olmayor olamayor.

Ben aslında bunu bir önceki yazıları örtbas etmek,  sümenaltı etmek ve yeni klavyemi kutlamak için şey etdim.

21.03.2016

güçlü kadın yoktur, güçsüz erkek vardır

psikolojide, yakınlarını kaybetme korkusunun bir adı var mıdır acaba? bence var olmalı, bu, pek çoğunuzun yaşadığı, çeşitli senaryolarla bazen canlandırarak kendini bunalıma sokmasına sebep olan ortak bir durum olduğuna göre. üzerine biraz okumak isterdim.

psikolojide, büyümek istememe hissinin bir adı var mıdır acaba? bence var olmalı, bu, pek çoğunuzun yaşadığı, hatta zaman zaman sizi bunalıma iten ortak bir tutum olduğuna göre. üzerine biraz okumak isterdim.

bu bir teselli meselesi değil aslında. porto teselli adlı bir şarap vardı. hanginiz bunu içmeğe nail oldu acaba. bazı bakımlardan kendimi şanslı hissetmekte haksız sayılmam bence. insanın içtiği şarabın adı bile bazen önem taşır. tabii ki aranızda ömrü boyunca ağzına tek yudum şarap koymamış olanlar da var, onlar için de kendilerini şanslı hissettirecek başka şeyler vardır muhakkak. bazıları da şarabın tadını sevmiyor olabilir, onlar da başka şanslı tatlara vasıl olmuştur mutlaka. bu bir dert meselesi değil aslında.

çok büyük sözler etmek istemiyorum. zira hayatım boyunca büyük konuşmadım, dersem büyük konuşmuş olur muyum. psikolojide, her şeyi makul/mümkün/olabilir görmenin ve kabullenmenin bir adı var mıdır acaba? olsaymıştı iyiymişti, kendimi yalnız hissetmekten alıkordu beni.

son onaltı yıldır, bayrağı, dili ve anayasasının değiştirilemez hükümleri konusunda taraf olmadığım, aidiyet hissetmediğim, içinde bulunduğumuz bu coğrafyada bu günlerde olup bitenler hususunda ses çıkarmıyor oluşum bunları önemsemediğim ya da makul görüşüm nedeniyle değildir. zira beni bunların kaynağının kim/neden olduğundan ziyade orada savunmasız ölen insanların yakınlarının çektiği acılar ilgilendiriyor. ilginç değil mi, bunları yapan da insan, bundan zarar gören de insan. bu da benim, insanoğlu çiğ süt emmiştir, mottomu doğruluyor. bu, benim diğer mottolarımı da doğruluyor. bu yüzden aklına güvendiğim ya da görüşlerine güvenmek istediğim çeşitli yazarların yazdıklarını okuyor okuyor, onlara laflar hazırlıyor, sonra ama susuyorum. susmayı tercih ediyorum. çünkü hepsi insan ve diğer insanlar hakkında atılıyor tutuluyor. bu çok gurur kırıcı değil mi, çok gerçekçi değil mi. bu ülkeden gitmek istememin sebebi de ölümden korkmak ya da başka ülkelerde bunların olmayacağını düşünmek değildir, bu ülkeden gitmek istememin sebebi bunların herhangi bir yerde başıma gelebileceğinin bilincinde olmakla birlikte, insanın daha insan gibi olduğu, eşyanın daha eşya, ağacın daha ağaç olduğu coğrafyalar bulmaktır. ama insanoğlu çiğ süt emmiştir, mottosunu unutmadan. ve aşağıdakini unutmadan.

1- Andolsun o incire, o zeytine,
2- Sinin (Sina) dağına 
3- ve bu güvenli beldeye ki, 
4- Biz insanı en güzel biçimde yarattık. 
5- Sonra da çevirdik aşağıların aşağısına kaktık. 

evet şimdi de şarapçı sarı mustafa'nın yıllarca gün yüzü göstermediği, kurduğu sofralarını tekmelediği, bir zamanlar o da güzel olan, pamuk gibi olan eşi elmas hanım'ı hakkın rahmetine uğurladık. bir gece uyudu ve, "yattım allah kaldır allah, sağıma soluma döndür allah" duası kabul olundu mu gören yok, yattığı yatakta nefessiz ve sessiz bulundu elmas hanım. yetmişdokuz yıllık hayatı boyunca ona kimse "hanım" diyerek hitap etmedi. hiç terör saldırısına bulaşmadı. inekleriyle, sarıkız'ıyla, altın'ıyla, ineklere verdiği isimlerle uğraştı durdu. kimse onun kadar içten küfür etmedi ineklere. kimse onun kadar erken kalkmadı sabahları. ondan başka kimseye kaymak nine diye lakap takılmadı belki de. torunu televizyon izlesin diye elinde üç pilliyle zifiri karanlıkta komşuya gitmeği gözü kesmedi kimsenin ondan başka. farelerin tıkırtısından köygöçürenlerin gölgelerinden korumadı kimse onun gibi torununu. bifa parmak bisküvileri çayına bandırıp bandırıp vermedi kimse onun gibi torununa. üzeri işlemeli kupaları, sebze sattığı salı pazarları, torununun en sevdiği hediye renkli gözlükler, sapan yapsın da aldığı serum lastikleri.

buna benzer binlerce şey yazacak değilim. buna benzer binlerce şey yazabilirim. çocukluğumun son güçlü kalesi de düştü. o da gitti, dedi kardeşim ona sarılırken.

ananneler, babaanneler, dedeler, normal aile hayatında çocukların en büyük desteği oluyor malum. onlar da kendi çocuklarına göstermedikleri müsamahayı torunlarına gösteriyor. bir baba, kendi babalığında gayet despot bir adamken yıllar sonra torun sahibi olduğunda bambaşka bir adama dönüşebiliyor. aynı şey bir zamanın annesi, sonranın ninesi kadınlar için de geçerli. belki de bu yüzden çocukların en sevgilileri onlar oluyor. ve gittiklerinde de bu yüzden boşluk büyük oluyor. normal seyrinde sıralı ölümlere doğumlara gebe olan bir hayatta bir üst ebeveynlerin ölümü çocukluğun bittiğine dair en büyük kilit acı oluyor. yine de edilen dualarda, allah sıralı ölüm versin, diye bir teselli peydah oluyor. bu sözün hakkını vermek lazımsa da ömrünün çoğunluğunu çeşitli maddi manevi çilelerle geçirmiş bir kadının tam da maddi manevi feraha taze erişmişken gözlerini kapayıp uzaklaşması, ama ne demiştik, tanrı uludur tanrı uludur.

henüz acısı içime tam yayılamadı. çünkü attım kendimi aşağı. normale yükseldiğimde, öyle bir yayılacak ki damarlarıma, fena çarpacak.

11.03.2016

elimin tersiyle camların buğusunu silmeyeli yıllar olmuştu, diye hatırladım birden. ardahan'dan bilmemnereye bu vatanın hiçbir yeri bana bana aitmiş gibi hissettirmiyor, dedim. size de oluyor mu, geceleri rüyalarınızda hapse girdiğinizi görüp ben burda yapamam deyip kafayı yediğiniz. size de oluyor mu, geceleri rüyalarınızda tekrar tekrar askere alındığınız, hayır bu defa dayanamam deyip silaha sarıldığınız. zihnimde bir melodi var, onu tekrarlamayı seviyorum. tekrar tekrar otobüsten çekine çekine o yolları çektiğim. ne demiş şair, benim şu yollardan üzgün, geçtiğim senin yüzünden. sabahlara kadar her gün, içtiğim senin yüzünden. maden suyu ile sodanın ayrımın nasıl farkına varırız acaba. bende bir cevher var bu herkesin malumu, hepimizde birer cevher var, bu dünyanın malumu. bu peygamber olasıya bir cevher değil de, nasıl desem nasıl anlatsam, hani sen mağarada ağyarsız otururken bir başına, yok bunu da diyemeyeceğim. mediha şen sancakoğlu, isme bak.

10.03.2016

roxanne. miriba. miribaa. mihriban. selos. telos. sel. yağmur. yağmır. whatsapp. please hesitate to contact me. ne çok özgürlük veriyor telefon insanlığa. telefonun mına koymasak mı. halbuki ne de güzel saatlerce konuşurduk sabah akşam hiç fark etmez. hayatımı bir erkin koray şarkılarına benzetiyorum. erkin koray şarkıları türk müziğinde hayatımı en temiz anlatan şarlatanlarındandır. kendisi de müzik dünyamızda çığır açmıştır. sultanahmette bir yerlerde aldığım o doksanlık kaset sonrası, bir kaset dinledim hayatım değişti. yine geçmişe dönük konuşmağa başladımsa bakışlarım toprağa toprağa dönmeğe başlamış demektir yine. geçdi sevdalarla ömrün, ihtiyar oldun bugün. o zamanlar tabii beşiktaş sinanpaşa pasajının altında bir saatçi var. hiç işim düşmedi ona. niye öyle oldu bilmiyorum. karşıdan karşıya geçerken bir kere dalmışım, taksici uyandırdı yerdeyken, kimbilir sen bunu nasıl süsleyerek anlatırsın çarpıldım diye filan dedi. skkafalı taksici, anlatacak bir şeyim mi var başka dedim, herhalde anlatıcam bunu süsleyerek. hem ben süslemeden anlatamam ki, ayrıca süsü de pek sevmem, yani kadın dediğin kendine bakacak tabii, tişörtü delik olmayacak. çamaşırları kurutma selesinden alıp alıp giymeyecek. dinle bak, sana denizlerden kayalara vuran dalgaların seslerinden bir tutam saçmalık getirdim. dalgalar ve kayalar, sürekli bir sevişme hali. tükenmedi nasını skm. ha gitti şimdi pek güze loldu her şey. bana da lololo yaparla rartık. o dinlediğim içli kemanları bi taraflarıma sokarlar. sanki ben istemez miydim bir uçağa atlayıp kendimi malazgirtte bir pavyonda bulayım. yeminle vadesi doluyo. rayicim de yüksek bu aralar. ah ben bu benzetmeleri de hiç yapmadıysam belki yüz kere binbeşyüz kere. anma arkadaş. topunu mu kestik. kadınların tabii miskin olmayanları, bilekleri saygıdeğer olanları, fondöten konusunda tasarruflu davrananları ve dans edenlerini ayrı tutuyoruz ama yine de bazen düşündüğümde. öyle bir zaman geçer ki metesinin en sevdiğim sözü, ağlaya ağlaya kalmadı gözlerimde yaş, dır. bazen hemen akşam olmuyor mu o zaman çok sinirleniyorum, bazen youtube'da bir hevesle şarkı açmağa kalktığımda reklam çıkmıyor mu, o sıra biri benim yerime beni öldürse diye dua ediyorum boğaz köprüsünün mimarına. ilk ikisinde kısmet olmadı, darısı üçüncünün başına. hayır yani, yetmesi lazım. anneme de diyorum aynısını, bak nerdeyse altmış yıldır yaşıyorsun, hadi ilk gençlik yılların fakirlikle geçmiş, onları saymazsan son yirmi yıldır hamur işi yiyorsun ve artık yetmesi lazım, diyorum. dinlemiyor beni. ya o da bana derse, bre pezevengin evladı, on senedir her gün her gün içmelere doyamadın amına kodumun çocuğu, sana yetmedi de bana mı yetsin, derse. işte bundan korkuma bir şey diyemiyorum. her zaman karşı argümanları zihnimde başarılı bir şekilde kurar, ve kendi önermemi başarılı karşı argümanlarla yıkarak münazaradan başlamadan çekilirim. ama şimdi bazı şarkılar da hakkaten acımasız, allahsız, allahyarattı demiyor.

lan balkonu vardı diyorum. dünya diyordum. yağmur filan yağıyordu hatta. ciğerlerim düşmek üzere. ciğerler deyişine bakılınca yüzlerce ciğeri var sanarsın, epi topu üç tane ciğeri var insanın. ciğercinin kedisi, ciğercinin evcil hayvanları, ciğercinin kümesi, ben alayınızın ciğerini bilirim. aslında ben kimsenin ciğeryle pek ilgilenmedim, yani ilgilenesim gelmedi ki. ya da kendiminkine bakmaktan vakit bulamamışımdır. ama şimdi işyerinde arkamdan yapılanları duydukça benim ciğerlerime neden bu kadar düşmüşler ki diye sorasım üzülesim gelmiyor da değil tabii.

ya şimdi hatırlatmak istemem tabii ama, hazır balkonlardan ilkokullardan filan söz açılmışken, sene doksanaltı mı yedi mi sekiz mi öyle bir şey, ama allah inandırsın dokuz değil, diğer üçünden biri, akdeniz'in pek akdeniz havası taşımayan bir ayaz şehrinde lisede okuyorum yatılı olarak. ha, parasız yatılı olarak. -bu arada ben son parasız yatılı okuyan şairlerdenimdir ; )- -şiirime çakiim, nesirlerinize bir ziyan gelmesin- o esnada cengiz adlı bir adam bir şarkı yapmıştı, tabii bunu şimdi burada paylaşacak değilim. okuma ki, niye okuyorsun, neyine okuyorsun, okuma burayı.

size daha sonra halıcı fazıl'ın yanında çalışırken yaşadıklarımı anlatacağım. bilahare. ama şimdi artvin'de ardanuç'da ve keşan'da havalar soğuktur. burda da yağmur. yağmur diyorum ya, böyle bir doğa olayının yerini ne tutabilir sahi.

28.02.2016

düşündüm de bana kimse seni sonsuza dek seveceğim demedi. david bowie bile demedi. cocoon bile demedi. kylie minogue da demedi. çünkü ben hep kötü bir şeyler yaptım. sonra sonsuza dek sevmek bitti. ben yapmasam halbuki, biteceği yok idi.

6.02.2016

kitap okumanın bir şeye benzediği zamanlardı. bir şeye benzemek derken iyi bir şeye benzemekten bahsediyorum. benzemek derken benzemekten bahsetmiyorum. bir şeye benzemek derken övgüyle bahsediyorum. yazıklar olsun demenin beddua sayıldığı zamanlardı. islamcı bir arkadaşıma bence islamiyetin beddua içermemesi gerektiğini iddia ettiğimde benim tgrt kıssalarıyla yutturulmuş bir islamiyet anlayışım olduğunu söyledi, sinirlendim sonra onu sildim yeryüzünden. yeryüzünde ağaçlar var. islamiyet kelimesi ile portakal arasında bence melodik bir bağlantı var, sen inanmayacaksın ama kesin var, kafamı kessinler ki var. kaloriferler yandı ve kış geldi. şimendifer görmemiş olmanın hayatımızdaki bütün boşlukların müsebbibi olabileceği gibi geçici bir sanrı geçti aklımdan, saçmalamış olduğumun farkında olmakla birlikte yeğenime almış olduğum minyatür treni yutmak için uğraştığımı itiraf etmeliyim. hayır o zaman mide gurultularım bir anlam kazanacaktı da o yüzden, midemden tren kampanaları yükselecekti. parka oturdum ondan sonra. zaten ne sik varsa parklarda, hayır ne işim varsa oralarda bu havalarda, konfor ve rahatlık ve battaniye neyime yetmiyorsa. kemençe kemençe kemençe bunu birkaç kez daha tekrarlarsam kendimi karadeniz'de hisseder miyim diye çok düşündüm, ben denedim ve başardığımı düşünüyorum. bunu herkes yapmalı. sigarayı bırakalı daha birkaç gün olmuştu, hayal kurdum biraz, yarın çekilecek bir ikramiyeye ait bilet vardı aklımda. bana çıkıyordu ve kimseciklere bana çıktığını söylemeden ömrümün geri kalan son onüç yılını o gizemle geçiriyordum. istediğim radyoları satın alıyor, istediğim ayakkabıları satın alıyor ve kimselere ortabüyüklükteki ikramiyenin bana çıktığını çaktırmadan geri kalan onüç senemi yaşıyordum. sigarayı bıraktığıma emin olmama epey zaman vardı ki daha, evin içinde ağzımda hiç sönmeyecek bir sigarayla dolaştığımı ve sigaranın hiç koku yaratmadığını kurdum. sahi kokusuz ama dumanı bol bir sigarayı nasıl icat etmemiş olabilirlerdi bu devirde, teknoloji bu kadar gelişmişken. sağlığa zararsız bir sigara keşfetmemiş olmalarının günahını da artık kimler paylaşacaksa. bugünlerde çok uykum var. halbuki benim pek uykum olmazdı ya da ben yine kendimle mi uğraşırdım. renkli kalemler, renksiz kağıtlar. kafan ne renk? kemençe kemençe kemençe deyip ne işlerin var idi sis dağı başlarında, nedir başıma gelen gencecik yaşlarımda türküsünü söylemağa vardım sonra. sonra vardım baktım demir kapı sürgülü örgülü görgülü. hayır bazı insanların ömürlerinin çok uzamaması gerektiğini düşünüyorum. yani adam on senedir aynı şekilde yaşıyor, buna bir çözüm getirmeli bence tanrı, gerekirse inisiyatif kullanmalı. yani adamın aldığı nefesin yediği ekmeğin filan bir tazmin hakkı doğuyor olmalı bi yerden sonra.
travmam şov

bütün yakınlarımız bizi yanlış tanıdı. uzatmamın lüzumu yoktu aslında. gitti de gitti. geçen ankaralı çocuğun birinden bir radyo aldım; radyo means ırado. çocuğun radyo teşhir ettiği bütün fotoğrafların arkasında bir orhan gencebay. gitti de gitti de bir orhan gencebay şarkısı. ona bakarsan seni buldum ya da bir orhan gencebay şarkısı.

on yıl geriden geldiğimin ben de farkındaydım aslında ama bir oyun gibiydi her şey. büyüyemiyorum bir türlü. eskiden sel beni aradığında bu kız ne zaman büyüyecek diye düşünür dururdum, ben şimdi kendimi öyle hissediyorum. on yıl önce nerdeysem hâlâ aynı yerdeyim. bir adım dahi atmamışım, yüzüm kızarmış, saçım dökülmüş, kilo almışım ama zerre kımıldamamışım. hâlâ bir şarkının peşinden kilometreler gidecek çocukluğa sahibimmişti. hâlâ hatasız kul olmaz'ın en iyi versiyonunun hangisi olduğunu ararken yakalıyorum kendimi durdukyere. belki on yıl önce kuzenim hasan evindeki ses sisteminden yan evdeki bana hatasız kul olmaz'ı dinletirken o versiyondan aldığım tadı başka hiçbir versiyonundan almadığımı hatırlayıp onu bulmak için saatler harcayabiliyorum. rina adlı dandik filmi sırf akşam güneşi adlı şarkının daha iyi bir versiyonunu bulabilir miyim diye izlediğimi hiç unutmuyorum. neden onların sesi gibi bir sesim olmadığını düşünüp hayıflanıyorum. övündüğüm taklit yeteneğimin o üçlünün hiçbirinin sesini taklit edebilecek kadar usta olmadığına üzülüyorum. alkolü antidepresanı sigarayı aynı anda bırakıyor, kendimi bir anda akademik bir şeyler yapmağa çabalarken yakalıyor, sonra gurbet adlı şarkının popstar'da anlatılan hikayesini bilmemkaçıncı kez dinleyip ordaki turan oluyor, ölüyor ve ölüyor ve ardından şarkıyı dinleyip dinleyip diriliyorum. sadece bir orhan gencebay şarkısını sevdim ve ona o mükemmelliği öğrettim diye bana aşık olan kadını anıyorum. hemen haftasonu için plan yapıp, şarkılarının en sevdiğim versiyonlarını bir cd'ye çekip hava da müsaade ederse, bir otuzbeşlik alıp yeşillik ve su akan bir yere çekip orda son ses dinleyip içeyim diyorum. ama basslarını tam duyabilmem lazım, buna göre hoparlör için de elektrik tesisatı lazım deyip buna üzülebiliyorum, ama bulurum deyip umutlanabiliyorum, allah'a hava müsaadeli içiş için dua ediyorum. otuzbeşlik yetmeli, yetmezse diye her zamanki gibi tedarikli olurum ama otuzbeşlik yetmeli. bugünlerde tam otuzbeşlik bir insanım. yirmibeş yaşında hatta onbeş yaşında gibi davranan bir otuzbeşlik. şimdi kulaklıkları takıp bu şarkıları dibine kadar dinlersem bu defa başım dönecek yine diyorum. üzülüyorum. denizin ta dibinden hatçam evet evet yine demirden bir gülle düşüyor kalbimin üstüne. pek az şey bana bunları düşünmek ya da yapmak kadar heyecan veriyor. evet bu yaşta bunları bu şekilde yapmaktan, üstelik bu gerçekleri yazıyor olmaktan utanmıyor değilim ama bütün yakınlarım beni yanlış tanımasın isterim. bu şarkıları, diğer şarkıları, hepsini, bağırmazsam çözülemeyeceğim. çözülmem gerekiyor. beynim kulaklarım belki de bu yüzden zonkluyor. mr'dan umutluydum aslında, o içimdeki bassları fark eder diyordum, ama geçen süre içinde beynimde çaldığı gürültüden bile şarkı yaptım. bana su boyu lazım. zamansız bir intihar saplanıyor içime. otuzbeş yaşında insan intihar eder mi amına koyim diyorum, bak yine çocuksun, bak yine sik kafalısın, bak yine. ama benim kadar kimse arşa yükselemez ki haşa bunları dinlerken. çevremdeki kimse yapamadı mesela. herkes döndü yarıyolda, herkes bıraktı siktirolup gitti normal hayatına. ben bırakmadım, bırakamadım. bak üç gündür sigara içmiyorum, beş gündür de içki içmiyorum ama buna rağmen hâlâ kulaklarım en küçük tınıyı kalp kapakçıklarımın üstündeki kılcallara varasıya hissediyorum. yarın pişman olacağım bunları okuduğumda ama ziyanı yok. önemli olan sürdürülebilirlik, sustainable growth.
bugün saat 10.00'da alsancak kordon'da kimi unuttum? ismail abi'Yi mi? kendime bir eğretilemede bulunmuştum da haberim mi yoktu acaba. kahvaltı da cabası. çaylar soğumuştur.