ama arkadaşlar iyidir



17.12.2016

Şehir hatları turuna çıkmış idim aslında biraz da. Bugün de Ankara'dan yine -sizlere göre belki maalesef- bir içmeli deneyim leğiminden mahsedecektim yine kendimi lehimler düğümlerken bir seğime. Velhasıl yaptım, yapmadım değil ama uçaktan inip de koca ekranlarda yine acıya maruz kalınca ne yapayım ne edeyim bilemedim. Bilirsin, yengeçler çoğunlukla pusmakla -kimileri bunu mühim bir hamlenin hazırlık safhası olarak değerlendirse de çoğun- meşguldür. Ben de kendimi ziyadesiyle yengeçe yengeçlere benzetmiyor değilim aslında, koca bir mesele bu, Edip Cansever'in bile konuda upuzun bi şiiri var hatta ondan mülhem başka şairlerin başka işleri başka ithafları. Velhasıl pusuyordum ben de uzundur, hem de içmeden yemeden, yemeden içmeden kesilmiş bi şekilde susuyordum. Olmayan işlere olmadık kafalar yorarken bu sürede, bugün bu saatlerde Ankara'nın gizli kalmış bir köşesinde bir köşeye düşeceğimi de biliyordum elbet de. Yeşil salata da söyleyecektim kendime, hatta domates de olmasındı mümkünse, bu aralar hiçbir yiyeceğe güvenmiyorum o ayrı mesele. Sonra bağırdı Zeki Müren meyhanenin diğer köşesinden, "seviyorum demek hüner değildir" Uzun süre çok uzun süre tuttum bu lafı, hani rakıdan yudum alır da ağzında bir süre tutar da tadını ırgalarsın tadını hırpalarsın ya, onun gibi tuttum bu şarkıyı kulağımda, aranağmesinin hatta tüm nağmelerinin hareketliliğinin hırpaniliğine kulak vermeden tuttum ve tükürdüm, tükürdüklerimi de yaladım yaladım, hayır ben son on yıldır hiç yaşamadım.

Masa örtüsüne selam vermesem olmazdı, tuzu da bırakmıştım ona da başladım, bu sırada sigarayı küllükte unuttuğumu masa örtüsünün hoyrat sövgüsünden anladım. Halbuki, yedi yıl önce tam bu zamanlar bir dönüm noktası olarak askerlik için Ankara'ya gelişimi yad etmeğe gelip yarın da dönecektim. İnsanın hayatında elbet dönüm noktaları olur, benimkinde maalesef çok fazla. Üşümenin üşümenin çok üşümenin insanı hasta etmediğini öğrendiğim o dönemlerde, sırtımın bir buz kütlesine dönüp bıçağı saplasan darmadağın olacaktığı o dönemlerde söylediğimiz, "sabah beşte arama, ben dağlara çıkarım, elini verme bana g3 gibi tutarım" marşlarını raplarken onların o kadar da anlamsız olduğunun farkındaydım allahtan. Her şey tabii allahtan, neş'e de keder de meşe de vesvese de kederden.

Bugün sizlerle bunlardan, belki şimdi adının ne olduğunu merak etdiğim Mevki Askeri Hastanesi'nden, ve belki Nüzhet'den, dünyanın hiçbirinin yalan söylememeli olduğu yazılmış Nüzhetleri'nden filan bahsedecektik, lakin çarşı iznine çıkma heyecanıyla otobüse doluşmuş bir gençliğin heba edilmesiyle uyandık haftatatillerimize. Buraya ne gelse boş, ne dense boş, beni kimse hiçbir şeye inandıramaz artık, gözüm suçlu da seçemiyor artık. Bundan daha iki ay önce evladını kaybeden bir annenin feryadına çok yakından tanıklık etmişken, geçen hafta ve bugün ağlayan, panikle telefonlara ulaşamadı diye kalp krizi geçirecek kıvama gelen anneleri düşündükçe hiçbir şeye inancım kalmıyor. Yemeğe de içmeğe de.

Bugün ayın ışığı tükendi.

Yine yazmayacak değilim tabii. Bu blog bugün Ankara'da sondan ikinci yazısını görecek ve çıkış yolu olan İzmir'de sonlanacak, deyimse bu blog bugün burada bitecek. Buranın zaten 2013 Haziran'ında olaylar patlak verdiğinde bitmesi gerekiyordu, yapamadım. Buranın en azından bombalar patladığında bitmesi gerekiyordu, olduramadım. Buranın en kötü Ebru öldüğünde bitmesi gerekiyordu, yine başaramadım.

Rasgele geldiğim bu mekanda -gününüzde rasgelelik azaldı elbet- internetten yorumlara baktığımda akvaryumun yanına düşmek için özel birkaç gün öncesinde rezervasyon gerektiği yazıyordu, bense daha dün bu şehirde değildim hatta geleceğim bile kesin değildi. Kesin gelecektim, bu aralar gelecektim ama ne zaman olduğu belli değildi. Bugün bunlara kısmetmiş, bunlara gebeymiş. Dünya hep ölü doğum yapıyor gözümde 2013 Haziran'dan beri. Beni hatırladın mı? Beni unuttun mu? Ben unutmağı bilmiyorum. Ben sadece söylenenleri unutuyorum.

Ekranlar büyüdü ve ekranlarda şahit olduğumuz acılar da büyüdü. İçmek buna uzun süre denediğim bir iççözümdü, lakin olmadı, o da olmadı. Çözüm yok, allah varsa allah da yok, çözüm de yok.

Bugün akvaryumun yanına düştüğüm bu mekanda, zaten yıllardır akvaryumda olduğumuzu ve birilerinin bizi izlediğini iddia ettiğim için, daha bir sevindim. Beni hem tek başıma kabul ettiler, hem müziklerini ve rakılarını bana bahşettiler, hem de akvaryumu seyrettirdiler. Tabii yaklaşık 100-150 tl'm var diye oldu bunlar ama büyüyü bozdurma bana şimdi. Götünü kestiğimin İzmir'inde de 100-150 hatta 200 tl'm vardı ama bu muhabbet yoktu, varsa yoksa muhabbet varsa yoksa saç boyası ve fitness. Öyle mavilik olmaz olsun, maalesef ruhu yok.

Akvaryum sevgimi daha önce özetlemiş olmalıyım yine burda bi yerde. İzlediklerim arasında, bunu, benimkini en iyi kısa dahi olsa gösteren film Çakal adlı yerli filmdir, izle sonra konuşalım.

Balıklara bakıyorum ve arkalarında fon niyetine kimlerin fotoğraflarını koymuşlar biliyor musun, Sadri Alışık, Orhan Gencebay ve Ferdi Özbeğen ve Zeki Müren. Tam da benim kimseyi rahatsız etmeden bakabileceğim gibi üstelik. Öbür tarafımda da Türkan Şoray var biliyor musun, İzmir'de de ilk sevdiğim meyhanenin duvarında yine Türkan Şoray'ın aynı pozu asılıydı ama tabii o mekan sonradan kendini bozdu. Tıpkı benim kendimi yirmiüç yaşımdan sonra ancak bozabilmem gibi, oniki yaşımdan sonra çok uğraştım ama ancak yirmiüçümde bozabildim.

Birazdan burada doğumgünü kutlayacaklar. Kadınlar upuzun çizmeler giymişler, koca kabanlar çıkınca kısa etekler elbiseler çıkıyor meydana, sevmiyorum. Benim dünyam daha değişik ve bunu bilmem anlatabiliyor muyum.

Benim dünyam Orhan Gencebay şarkısında gibi, Ferdi Tayfur, Müslüm Gürses şarkısı gibi ama Müslüman olmadığına Kuran üstüne el basarım benim dünyamın. Benim dünyam inançsız. Ya da Talat Bulut'un o rakı içip ahşap oyduğu filminde kilisede çalıştığı gibi bir dünya. Ya da bu balıkların canlı da olsa hep ölü gibi baktığı bir dünya. Bugün birini tanıdım ve o kadar mat bakıyordu ki dünyaya, hem de saten mat bakıyordu.

Benim dünyam o işte, saten ama mat.