ama arkadaşlar iyidir



30.11.2018

İnsanlar ikiye ayrılıyor, tam ortadan ikiye.

13.10.2018



Geldim.

12.10.2018

Eskişehir! Yıkıldım karşından!

22.09.2018

"Benim şu yollardan üzgün geçtiğim senin yüzünden" diye bir şarkı var malumunuz mu? Herhangi bir imla işareti bu şarkının söylenişiyle yazılışını eşlenik kılamıyor. Her gün bir başka şarkı takılıyor aklıma, bugün de bu. Dün neydi dersiniz; Seher vakti çaldım nazlı yarin kapısını.
Bazı şarkıları kendin doğrudan ve bizzat dinlemek değil de, gittiğin bir yerde çalıyorken karşılaş ya da sen bir yerden geçerken o esnada orada o çalıyor olsun, şeklinde dinlemek ya da tesadüf etmek çok daha kıymetli kılıyor olabilir, ya da bana öyle geliyordur, yok yok kesin öyledir.

Teknoloji hayatımıza o kadar hükmetti ki malumumuz, seyreyle güzel formatında gidiyor tüm formumuz. Hayat bir forumsa eğer, hem eski Yunan'daki anlamıyla hem de günümüz anlamıyla fark etmez; teknoloji artık bize tesadüfleri sık sık ve çok mümkün kıldı. Elbette yapay tesadüflerinden bahsediyorum, teknolojinin bizi dinleyerek izleyerek belki de bazen hissederek önümüze çıkardığı tesadüflerden bahsediyorum. Bazen adı cache oluyor bazen trojan bazen benim adını bilmediğim başka gizler bizim sakladığımızı zannettiğimiz. Korkarım yakında müstakbel çocuğumuzu da çıkaracak bir okul bahçesinde karşımıza. Merhaba baba diyecek bana baba. Sonra o da sorar belki benim sorduğum gibi, bana niye balkon almadın?

Too much movie will kill me. Film izlemek beni sarhoş ediyor, mideme kramplar tutturuyor, zihnime küşayiş verse de burnumdan getiriyor. Benim izlemeyi seçtiğim filmler yapıyor elbette bunu sadece, korka korka sinemaya gidiyor sonra da pişmanlık duyuyorum, bunu günde iki kere yaptıysam işbu nedamet katmerleniyor, içimde gözlerinden yaş süzülen bir küheylan peydahlanıyor. Sonra diyorum, kalk gidelim küheylan, Neslihan'a varalım gayrı. Varamadık.

Bir gün ülkemizde viski kolay ulaşılabilir ya da satın alınabilir (affordable?) bir içki olursa en büyük hayalim Glenfiddich'i şişesinden içmek.

Ama müzik öyle mi, müzik öyle değil elbette. Müzik de zihne birtakım şeyler veriyor ve hatta sarhoş ettiğini de iddia edebilirim ama sinema gibi bulantılı bir zerk ediş yok onda. Bugün hayatımda ikinci kez bir filmde "müziği kesin" cümlesini duydum. Bu mühim.

"Gecenin son otobüsü çoktan gitti
Durdum ardından baktım"

19.09.2018

Merhaba.

Sanırım 'merhaba' yani. Bu da anlam içerdiğinden değil de, otomatiğe bağlandığından oldu gibi. Anladı bir gün bitermiş her şey, ve bitti. Selviler kel kalır mı? Bence kalmaz, ama şarkıda öyle bir şey diyor, güzel şarkı bu arada, ama benzetmenin iyi bir şey olmadığından zaten bir önceki yazıda bahsettiğimizden bu yazıda tekrara düşmek istemiyorum, ve şarkı sözlerinin öneminden/önemsizliğinden ya da bu ikisinin arasından. Böyle olunca ne diyeceğini unutuyor insan. Yaştan sanırım. Yaşa çok takmış durumdayım. Sanırım bu, bu yaştan geçen geçmiş olan herkesin bu yaştan geötiği esnada başına gelmiş bir durumdur, olsa gerek, diye düşünüp kendimi eyliyorum. Kendimi çok özlüyorum. Valla afili bir söz etmiş olmak için söylemedim, neyi özlüyorsun deseler, dedeni nineni çocukluğunu ölmüş kardeşini anneni babanı vesaire, kendimi diye cevap vereceğim vermesine ama ciddiye alınmayacak, o yüzden bu soruya cevap vermemeği tercih eyliyorum. İnsanların yaşlarını çok merak ediyorum bu yüzden. Bu, ben küçükken de böyleydi ama büyüdükçe arttı. Misal filmlerde izlediğim karakterlerin o anki yaşlarını ve o rolü oynayan aktörlerin -özellikle aktörlerin- yaşlarını çok merak ediyorum. Üşenmiyor, araştırıyor, o aktörün doğumtarihini buluyor, filmin çekildiği tarihi buluyor ve ikisini birbirinden çıkarıyorum. Filmde ipucu varsa da o karakterin yaşını öğreniyorum. İkisini birbirine bütünlüyorum. Örneğin Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği'ni oynarken Daniel Day Lewis kaç yaşındaydı bana sorabilirsiniz, ya da Masumiyet'te Haluk Bilginer, ya da Behzat Ç çekilirken Erdal Beşikçioğlu ya da Bulutların Ötesinde'de John Malkovich ya da Jean Reno ya da 2046'da Tony Leung ya da unutmadıysam buna benzer bir sürü örnek. Sonra kendime soruyorum; yaşın kaç başın kaç?

 Bir ev arkadaşı almak için çok mu geç acaba? Bunu ciddi ciddi düşünmeğe başladım. Şu hayatımın şu yaşında kendimden sonra en çok özlediğim ikinci şey ev arkadaşlığı müessesesidir. Bunu yaşarken öyle hissetmiyor tabii insan, kurtulmak istiyor paylaşma zorunluluğundan ama aslı öyle değil bilesiniz, özlenesi bir şey.

Şimdi benim gitmem lazım ama aklıma şey geldi, Baba filminde ailenin kızının adı Connie'dir. Bu adlandırma Connie Francis'den mi gelir sizce? Bir gün benim de bir kızım olursa adını Connie koymak isterim eğer öyleyse. Sonra da Eylül ayının ikinci haftası onu elinden tutup bizzat okula götürmek.

17.09.2018

merhaba.

geceyi ikiye böldük mü?
manaki mou? manaki mou?
haydi hep beraber söylüyoruz;
keklik idim vurdular,
kanadımı kırdılar,
daha ben ne idim ki?
annemden ayırdılar.

girdap bilir misin,
hani içine düşersin. örümcek ağına benzer gibidir. bir şeyi başka bir şeye benzetmek dünyanın en yanlış şeyi, en büyük hatası olsa da buna düşmeden yapamayız ya hani, ki ben az düşerim. sizlere, yarım bırakmadığım şeylerden, kendimi benzettiğim şeylerden, pencerelerini pervazlarını perdelerini pelerinlere benzettiğim evlerden söz edecek değilim. çünkü benzetmek abarttığım bir şey, ama çok yanlış. girdapı bilirsin, bu saatten sonra anlatmamın lüzumu olmasa gerek, hani uyuşma başlar, bazen ellerinden kollarından başlar ve ayaklarında bacaklarında son demini hissettirir. diyelim ki mr'a gireceksin, uyuşma başlar, bitsin bitsin istersin ama bitmez. yok girdaptan kastım bu değil. mr'ın biteceğini bilirsin ama girdap öyle değildir, habire dönersin içinde, "aşk adamı vurur, döner döner vurur, döndükçe vurulursun, vurdukça dönersin" kuşçu'nun dediği gibi. uyuşma burnundan başlar, uyuşmam burnumdan başlıyor. girdapım ordan başlıyor. 
merhaba doktor, ben doktor.
cumartesi geceleri dışarı çıkmanın beyaz dünyalılarca zorunlu hissedildiğini öğrendiğimde tarihler 8 mart 2011'i gösteriyordu ve italya'nın sassuolo bölgesindeydik. daha doğrusu, ben o dönem vardiyalı çalıştığımdan gündüze döndüğüm o gece bu durumun sadece italyanlar için geçerli olduğunu sanmıştım ama türkiye'ye döndüğümde bunun biz beyaz türkiyeliler için de olduğunu realised. fark etmek olmuyordu buraya da o yüzden ingilizcesini yazdım, hissi kablel vuku da diyebilirdim belki.
2004-2009 arasında eskişehir'de 5 yıl boyunca memur gibi çalıştım. 2009-2014 arasında izmir'de 5 yıl boyunca işçi gibi çalıştım. ve bu yılların her biri ortalama 3 günün 2,88 gününde içki içtiğimi düşünürsek haftasonlarında dışarı çıkma ve içki içme zorunluğu olduğunu algılayamamış olmam doğal mı?
demem o ki ben bazı şeyleri çok geç fark ediyorum. güneş gözlüğünün çok başarılı bir aksesuar olduğunu ve insanların bunu temel olarak bu yüzden kullandığını 37 yaşına geldiğimde fark ettim. daha neleri 30 yaşından sonra fark ettiğimi söylesem inanamaz ve hatta gülersiniz, gülürsünüz.

burda çok uzun zamandır şarkı programı yapmadık farkındayım, her şeyin farkındayım zaten. farkında olmadığım bir şey mi var, geç de olsa fark ediyorum ama bazen hakkaten geç olmuş oluyor. geç olunca da geç olmuş oluyor işte, bu kötü.
bugün sadece parmaklarım kireçlenmiş mi ona bakmak için yazıyorum o yüzden yol yakınken vazgeçilebilir devamından. ki nelerden vazgeçmiyoruz bu hayatta öyle değil mi? HATA DEVAM EDİYOR.

bugün komşularım için üzgünüm, zira müzik dinleyeceğim ve bunu yüksek sesle yapacağım. dinledikçe onlar da benim için üzülür mü? hiç sanmıyorum, zira zevkim geniştir. zevk sahibi bir insan mıyım? haziran-temmuz ikibinondörtten beri dört yıldır bunu sorguluyorum. bence öyleyim, öyle olduğumu düşünüyorum ama yine de neden buna kendimi inandırmakta güçlük çekiyorum. her konuda, sadece müzik değil. insan seçmek de bir zevk sahibi olmayı gerektirir. giyinmek de, müzik dinlemek de. ev dekore etmek de. ben zevk sahibiyim ama icramda sıkıntı var hep.

şimdi gelişigüzel seyredeceğim. belki size bir ilham olur. youtube, geçmişime göre -elbette benim insafıma dayanarak- beni daha önceden sevdiğim nereye yönlendirirse.

songs: ohia şarkısı, tigress. niye tigress bilmiyorum, ya da kelime anlamı nedir bilmiyorum, çok araştırma ihtiyacı hissetmedim. zaten sözlere çok önem vermediğimi, daha doğrusu ikinci planda bıraktığımı ebilir. ederken beni bilen kişilerden bahsediyorum. beni bilen bir kişi olabildi sanıyorum bugüne kadar. sanırım 2005 yılında tanıdığım bu şarkı, hâlâ hayatımda yer sahibidir. geçtiğimiz günlerde "içerken dinlediğim şarkılar" başlıklı açtığım blogdan bir uyarı mesajı geldi beşinci yılını doldurduğuna dair. tabii ki bir heves ben burayı kapatıp orayı açmıştım o dönemde. sonra ne burayı kapatabildim ne oraya yazabildim. fakat her sene sağolsun kutluyor doğumgününü. bu şarkı iyi şarkı. bu grubun ayrı bir hayran kitlesi var malum, ben de o hayran kitlesinin bira seven tarafındanım, bazı şarkılarını bilir ve bağrıma basarım. iyi işler çıkardıklarını biliyor ve takdir ediyorum. keşke onlar gruplarına eleman aradığında ben de o dönemde oralarda yakınlarda olsaydım da beni de deneselerdi diye düşünmüyor değildim ilk sevdiğimde. şimdi, sadece seviyorum. zaten çoğunlukla, bir süre uğraşır, pes eddidevedder ve sadece seviyor konumuna gelirim.


*bir cumartesi gecesi bloga not düştüğüm bu yazıya blogspot redakte ettiğim gün yayımlamışım gibi tarih atmış. blogspot bu hatayı uzun süredir yapıyor. halbuki ben bunu yazalı iki hafta filan olmuştu. ne demişler, tarihi o günün koşulları içinde değerlendirmek gerekir. o yazı da öyle, şarkı sunumu hevesiyle basslanmış sonra ise alkolün ağır basması ve müziğin tatlı gelmesiyle klavyeden kaçılmış bir akşşammış, öyle demişler. başka neler demişler neler de, şimdi yazasım yok. bak bunu da "güncelle" dediğimde muhtemelen bugünün tarihini atacak ve ben yine ifrit.


4.08.2018

merhaba marianne,

bugün de geçen haftaki yerimdeyim. bugün de kendimce bir sofra kurdum. geçen haftaki sahil komşularım bugün yoklar, onlar yerine kayalıkların üstünde bugün daha fazla kalabalık mevcut. ayrıca geçen haftaya göre bu haftanın en büyük farkı ay'ın olmaması. ay yok, bugün daha yalnızız. ay olmayınca her taraf daha ıssız, insanlar da daha cüretsiz. geçen hafta aynı gün çeşitli müzik sesleri kahkahalar vs şahlanırken bu saatlerde, bugün sadece dalgaların ve üç beş muhabbetin sesi var. gece elbette benim gibiler için daha ürpertici, zira sağını solunu göremiyorsun ve benim gibi sürekli tetikte olan insanlar için bu hoş değil ama ne buyurmuş dinimiz, hoşlaştırınız.

bugün buraya gelmek konusunda çok kararsız kaldım. yeni yerler keşfetmek istiyor ve buraya bağlı kalmak istemiyordum. koskoca koylarla dolu bu şehrin çevresinde en iyi bildiğim tek yerin burası olmasından kendi adıma utanıyordum fakat yine konformizmime dayanamadım ve kalktım sana geldim. çünkü ne demiştim, burayı ben keşfettim. ay olmadığını bildiğim için buraya geldiğimde kapkaranlıktan dolayı huzursuzlanacağımı da biliyordum ama geldim. olta attım, yeni zıpkınımla diplerde dolaştım, çok balıkçı değilimdir ama bugün hakkaten hiç balıkçı olamadım. zira çocuklarım kendi avladığım balıklarla büyüsünler istiyorum lakin bugün balıklar şanslıydı ben şanssız. yine de balık avlayamadığım için mutsuz değilim hatta tersine onlardan birinin canına istesem de kıymadığım için mutluyum.

geçen haftaki yoğun iyot ve deniz kokusu bu hafta yok. bugün dağın yamacındaki yörüklerin koyunlarının çan sesleri çok bariz ve bu çok hoşuma gidiyor. pervasız müzik sesleri de yok ay sağolsun. yıldızlar daha bi bizle beraber bugün ürpertiyle beraber. bugün içimde denize doğru açılıp geri dönmeme isteği daha bariz. kimin öyküsünde okudum, kuvvetle muhtemel sait faik öyküsüydü, stefanos hrisopulyos'a selam olsun yeri gelmişken. kimsenin öyküsünde de okumamış olabilirim, o öykülerden birini okurken kurmuş da olabilirim, benim gençliğim yaşlarında bir çocuk akşamüzeri denize giriyor ve bir daha dönmüyordu, girerken de bu şekilde bunu bilerek hissederek hissettirerek giriyordu. bunu kuruyorum, çok sinemasal bir sahne, denize giriyorsun ve karaya dönmüyorsun, tam da şu an bulunduğum sahil benzeri bir yerden yapabilirsin bunu, beachten yapacak halin yok ama yine de.o öykü yazıldıysa hatırlamak isterim.

dün gece yatarken buraya gelmenin hayaliyle uyudum. gece rüyamda koca koca dalgalar geldi üzerime, dev dalgalar, beni alıyorlardı.

şimdi çok karanlık biliyor musun. yıldızlar o kadar netler ki. deniz kestaneleri bu kadar yoğun olmasa tam direkt suya girmelik. su, ayaklarımın birbuçuk metre ötesinde. suya girince her şeye her kese bir anda kavuşacakmışım hissi var, herkes suyun içinde, herkes karanlıkta ama suyun içinde ve yüz metre ileride beni bekliyor gibi, gibisi bile fazla.

şu an göğe baktığımda gördüğüm manzarayla büyümüş bir çocuk olarak şu an bu manzaranın bana lüks geliyor olması çok acı değil mi, ben bunu görmek için haftada bir bu abartıyı yaşıyorum. burası benim yerim. sevdiğim bir öykücünün hayat hikayesine merak saldım bu ara, arkasından güzel şeyler söylemişler dönemdaşları, fakat öyle güzel ki, güzel olması da değil mesele, öyle içtenler ki, sanki ben ölmüşüm de benim arkamdan konuşuyorlar gibi, tarif ettikleri ölen insan benmişim gibi. bunu ölenin iyiliğinden dolayı filan demiyorum, mesele sadece tarif. çok benzer tarif edilmişiz, yani benim de kanıtım sağdan soldan hakkımda duyduklarım elbette, yoksa biz daha olmuş değiliz.

tarif, güzel laf değil mi. hatta sanırım bu başlıkla bir şiir yazmıştım, hatta sanırım geçenlerde berk bunu bana atmıştı gecenin bir yarısı, bu şiiri. radio tarifa dinleyeyim o zaman şimdi.

bu işe başladığımda bundan dokuz sene önce, laboratuvarda ispanyol bir teknisyen vardı. benle yaşıt çok tatlı bir adamdı. burda daha önce muhtelif hikayelerini anlatmış olmalıyım. o dönem benim de radio tarifa ve sin palabras şarkısıyla tanıştığım dönem. ona heyecanla palabras kelimesinin anlamını sorduğumda kelimeler demişti bana ingilizce. bu şarkıyı bilmediğini anladığımda o kadar büyük bir hayalkırıklığına uğramıştım ki, hâlâ da arasıra uğrarım düşündükçe, hâlâ da sorsan bu şarkıyı bilmez. ama bu şarkının hürmetine arkadaş olduk jose'yle. yakın arkadaş olduk hatta.

şimdi biraz ispanyol müziği dinleyeyim de enerjim avrupa'daki dostlarıma gitsin. ve şu yörüklerin keçilerinin koyunlarının çan sesleri, ve şu kurumakta olan deniz, de nemişti edip cansever, ben senin ... ... ... çocuğunum.

28.07.2018

merhaba marianne,

yine başbaşa kaldık. korkarım ömür boyu başbaşa olacağız, benim yüzümden. sen, başına gelenlerin hep senin yüzünden olmasının ne demek olduğunu biliyor musun marianne, buna hiç düşündün mü, suçlayacak bir kimse/şey bulamamayı ve bu yüzden d2(2) kendinden başka kahredecek bir kimse/şey bulamadığın için hep kendini yemeği. kendi yemeğini çok seviyorum, hep yiyorum.

bugün kendime bir kıyak yapayım dedim, hep aynı haltı yiyorum gerçi, hep kendime kıyak geçiyorum. kendimi çok yediğim için arasıra ödüllendireyim diyorum. bazen ne düşünüyorum biliyor musun; sen pek bilmezsin yeterince etçil olmadığın için. etini yediğin hayvanların eti için kurban edildikleri esnada ödleri patlarsa ve o bölgeden yiyorsan ağzına müthiş acı bir tat gelir ve tüm ağız tadını yerle bir eder. hani bi kilo kabak çekirdeği yersin de keyifle, arada bi tane acı çıkar da tüm tadını bozar ya onun gibi. neyse, mesajı kaçırmayayım, ben eti yenebilir bir hayvan olsaydım muhakkak ödüm hep patlak olurdu, hep bu geliyor aklıma.

bugün kendime yaptığım kıtaya, pardon kızağa, pardon kıyağa gelirsek, ben bunu hep yapıyor olsam da, bugünün farkı konforuma düşüp açılır kapanır meşhur sandalyelerden ve 20 litre kapasiteli termos almış olmam. yoksa yine deniz kenarında sivrisineklerle oturuyoruz, farkı yok. ama rakım tam soğuk ve bu sefer taşa oturmuyor, kolçaklı modüler bez sandalyeme oturuyorum. burayı ben keşfettim, şimdi görüyorum ki epey keşfedilmiş. bence benim dünyadaki misyonum keşfetmek, pek çok şairi şarkıyı şarkıcıyı yeri mekanı keşfetmek keşfetmiş olmak gibi, ama en çok da pek çok insanı keşfetmek gibi. ha ne var ki, benim keşfettiğim şairler şiirler şarkılar sonradan çok tutuluyor ve istilaya uğruyor olmasına rağmen keşfettiğim insanlar aynı hukuka uğramıyor ve ben buna kısmen üzülüyorum. uğrasa çok kıskanırdım o ayrı mesele.

burası bir dağbaşının denizle buluştuğu bir kayalık, kayalıkta çadır kurulabilecek kadar düzlük elbette mümkün. hemen yanıbaşımızda bir mezarlık var. aklı başında insanlar buraya gelmezdi, yılkı atları ve ben olurduk burda, yeminle söylüyorum, ama bu gelişimde fark ettim ki epey insan dadanmış, yine de gecenin sonunda biliyorum ki onlar gidecek, mezarlıktakiler ve ben kalacağız, atlar zaten uzun zamandır yoklar. ay dolgunları ve tutulmalar da bitmiş olduğuna göre yıldızların ışığına muhtaç olduğumuz bu gecede -ay her ne kadar eksilmek bilmese de sağolsun- dağ başında olmak her kese göre değil ama benim bi huyum vardır, yalnızken korkmam böyle yerlerden. çoğulken insan ister istemez yanındakini kollama içgüdüsüyle hareket ediyor.

şimdi burda denize sıfırım. rakım sıfır, yo rakım var, evet pek hoş olmadı ama vallahi  denkgeldi. ne demiş orhan gencebay, elimde bir kandil dolaşıyorum. yıldızların ışığından medet umuyorum. arasıra kımıldayan rüzgar yönüne göre burnuma iyot aldıkça ne kadar da mutlu olduğumu hissediyorum. aslında böyle bir şey yoktu biliyor musun marianne, yani mutluluğu hissetmek diye bir şey. ben bunu iki hafta önce yeğenimle oynayıp onu izlerken hissettim. ani bir şey oldu ve çocuk bir anda ona söylediğim şey sonrası öyle keyiflendi ki, çok mutluyum dayı, dedi. ve hareketleri mimikleri bunu o kadar doğruladı ki 'çok mutlu olmak cümlesinin ona anne babası tarafından öğretilmiş bir şey olmadığının, bunun kendiliğinden gerçekleştiğinin farkına vardım. elbette beş yaşındaki bir adamın çok mutlu olduğunu kelimelerle ifade etmesi öğrenilmiş bir durumdur fakat o esnada onu dile getirmese ve cümle kurmasa da tavırları o kadar netti ki ben yüz yaşında olmama rağmen bu yaşıma kadar kimseye karşı öyle bir tavır sergilememiş olmama içerledim ve yüzleştim.

daha önce d3(3) dedim ya, insan öğrenmek için yaşar, şair demiş daha doğrusu, ben tekrarlamış ve keşfetmiş bulundum. öğreniyoruz nitekim. ömrüm üç saattir gözlerimin önünden akıp gidiyor. sarhoş kafayla gecenin sonunda arabaya doğru çıkacağım küçük uçurumu düşmeden çıkma güdüsü bilinçaltımı zorlarken kendimi bıraktığım cep telefonu müzik arşivimin beni blues şarkılarıyla yüzleştirmesi melankolik olmama izin vermiyor. ha bir de ayaklarımın dibinde, allah var bir metre ötemde uzanan denizde zıplayan balıklar, yengeçlerin terliklerimden serbest bıraktığım ayak parmaklarıma uzanma ihtimali, yıldızları tek tek seçecek kadar net görebiliyor olmak, ve arada bir burnuma çalınan koku, en önemlisi de bu, bunlar beni melankoliden uzaklaştırıp keyfe gark ediyor, keyfim her koku devranında çark ediyor.

ömrüm kaç saattir gözümün önünden geçse ve yediğim haltlar aksa bile. ne demiş şair, ömrümü santimetrekarelere böldüm de bir türlü anılarımı yazamadım. bu aslında iyot kokusu değil de yosun kokusu. ikisi aynı kapıya mı çıkıyor yoksa. gece beni domuzlar yemezse -ki bugüne kadar akıllarından geçirmediler- -geçirdiyseler de ödüm patlamış olacağından yerken bana çok söverler- sabah deniz ayaklarımın altından akıyor olacak, mezarlıktakiler de müsaade ederse tabii.

demin elvis presley'in çok beğendiğim yorumundan blue moon dinledim, özellikle aradım ve dinledim. iki kadar saat önce. şimdi ay yükseldi ve ben denize karşı modüler sandalyemde otururken tüm kahrıma karşı çıka çıka, arkamdan ay yükseldi ve denize karşı yakamozunu yapboz haline getirdi. ben aysar mıyım emin değilim ama tam bu esnada telefonun insafı beni ella fitzgerald'ın blue moon yorumuyla karşı karşıya bıraktı, işte o zaman dedim ki hayatımda bunlları kendisine anlattığımda çok görmeyecek tek insanı yedim.


8.06.2018

merhaba. yazın işten erken çıkmış olma güdüsü ne güzel şey doktor. sen bunu bildin mi?

sana anlatacaklarım birikti. gel gör ki, evet evet gel gör dinle. alnım çok kızarıyor. yazları işe gitmek ama işten erken çıkmak ya da erken dışarıda olmak, bunlar bizi tekrar hayata kazandıran şeyler. 'tekrar' diyorsam; zamanında da, bir vakitler de kazanılmış olduğumuzu anlaman içindir, şimdilerde uzundur kopmuşsak demek ki.

otuz yaşında olmadığım için o kadar üzülüyorum ki.

26.01.2018

hasan, biz yazmayı öğrendiğimizde -sen bizden sonra geldin- bütün kelimeler özel dahi olsalar küçük harfle başlıyordu. hasan, afrin mi membiç mi? hasan, afşin mi bozkurt mu? hasan, sen öyle umarsız, uyusan da bir köşede, biz öyle işte. biz ikimiz de umarsız iki köşede uyumadık hasan. ikiye ayrılan çiçekler ikiye ayrılır ikiye malum, biz öyle ayrıldık da bize reva görülen bu muymuş diye sormadık hasan, sen bir kere sormuş olsaydın biz bu durumda olmaz ıdık hasan. sen şükretmeyi seçtin, ben iyi olmayı. bizi iyi ve şık ayıran da bu oldu be hasan. bu resimdeki kız, yıllardır burda bu kitap başlığında pierrot le fou ile (m'appelle ferdinand) birlikte yanyana duran kız, siz de hasan mısınız?

11.01.2018

Şu dağın ardında bi dağ var da şu dağın ardında bi dağ daha var [unutmayayım, bilahare]

6.01.2018

merhaba marianne,

ne çok oldu değil mi. belki yıllar yular oldu da ellerime, ben sana yazmadım. bu gibi hareketlerimi, cümle hareketlerimi sevmiyorsun değil mi, seviyor da belli mi etmiyorsun yoksa. cümlelerden başka bir şeyi hareket ettiremiyorum zaten son seyirlerde. ha tespihi unutmamalıydım pardon. ben tespih sevmezdim biliyor musun, biliyor olmalısın, bu kadar mariannesen eğer muhakkak bilmelisin. lakin son istanbul ziyaretimden bir önceki istanbul ziyaretimde -ki arası çok açık değil- girdiğim antika dükkanında kendime müzik kutusu arayıp bulamadığım bir esnada, sonradan tespih aradığını ve bundan kolye yapmak istediğini tespit ettiğim bir ispanyol kadının fena halde tercümeye ihtiyacı olduğunu fark ettim gezinirken. kadından ziyade, günlerdir belki de siftah yapmamış antikacının ihtiyacı varmıştı bana. kadın ingilizce biliyordu, kadın ne güzel yaşlı bir ispanyoldu, kadının kendi değil ispanyol olması güzeldi. satıcı türkî, bi sürü adını duymadığım malzemeden bahsetti ve kadına o tespihleri sattık beraber, umarım hakkı yenmemiştir kadının. kadın da alıp kolye yapmış olmalı o tespihlerden. satıcı türkî, bana da sözlü emeğim karşılığında bir tespih hediye tti. ama gümüş hâtimesi vesairesi, hakikî gümüş değildi biliyordum, kokularını biliyordum metallerin. o bana hediye ederken de biliyordum. aldım yine de, ve evde bilgisayar başında müzik dinleyip müzik dinlerken -başka bir şey yapmam bu esnada bilirsin- tespihi elime alıp şarkı yorumluyorum. şimdilerde düşünüyorum da ne kadar da güzel bir meşgaleymiş ellerime, gerçekten çok işime yarıyor. gümüş olmayan ve rahatsız edici kokuya sahip hâtimesine dokunmamaya gayret ederek -koku konusunda gerçekten de rahatsız bir insanım- tespihle şarkılara yorum atlatıyorum birdirbirlerle. eskiden bu elleri yazmak için kullanırdım, ona buna yazmak ya da bildiğin yazmak, şimdi anlamsız geliyor, ve tespihe sarılıyorum, buna da tesbihat diyorlar sanırım teolojide.

bugün çok dertleşeceğim geldi marianne. bana pek olmaz bilirsin. sahi bilir misin? hani bugün dertleşeyim diye eşim eşim insan aradım. mamafih bulamadım. ya da bulmadım. bir hergele haralagüreledeyim. bu tip hareketlerimi sevmiyorsun değil mi, seviyor da belli mi etmiyorsun yoksa. cümlelerden başka bir şeyi hareket ettiremiyorum zaten son düzlüklerde. müzik dinlemek de çok şaşaalı tabii apartman hayatında. hele bir de üç beş kadeh bir şey içip de kulaklarının hassasiyetini azaltmış ama duymaya iştahını da tersi yönde palazlandırmışsan. bu nedenle uşak'a taşınmak istediğim tutuyor şu günlerde. özellikle uşak'a değil elbette, ekmek orda olduğundan. mesele o da değil aslında, kariyerimin bana iyice uşak olduğumu hissettirdiği şu günlerde müstakil bir eve ihtiyacım var marianne. hani sen bana mektuğ yazdığında erişeceğinden şüphe duymayacağım kadar müstakil, kadar münzevi, kadar ırak, ama bir o kadar da kariyerime bekçi bir eve. yine ben işimi yapacacağım, yine gümüş olmayan bir metali kokusundan tanıyacağım, yine kaliteli bir camı dişimle tadacağım, yine kaliteli bir porseleni dilimle anlayacağım, ama evim müstakil olsun. böyle böyle, bir iki içtiğim ve müziğe hassasiyetimin kulak kabarttığı gecelerde, sabah tahsin abi'ye mahcup mahcup bakmayayım, diye. gece benim ne dinlediğim bilmesin diye. çünkü bilirsin, sen duruşunda bakışında ne kadar balerinsen ben de o kadar mahcubiyet yüklüyüm dünyaya karşı. hep bir mahcubiyet, ota boka mahcubiyet. musluktan akan suya dahi mahcubum. ve bunun sonu yok, çok denedim çok yanıldım, biliyorum. tükenmiyor bu. nerede nasıl bir ahşap tüketecek onu da biliyorum ayrı mesele. uşak banaz'da böyle evler varmış diyorlar, mahcubiyetini asgariye indirdiğin, işine gidip gelebildiğin. izmir bana yaramadı marianne. ilk defa bir şehirle ters düştük, olmadı, denedik yanıldık.

bugün birkaç gün oldu marianne. ha bunu demin tuvalete gittiğimde hatırladım. kaşımın açıklığı gitmemiş. çok uzun zaman aradan sonra şöyle güzel bir sazlı sözlü kavga ettim. yaşıma ve duruşuma yakışmayan bir hareketti kabul ediyorum ama o da memnundu ben de olaydan sonra. nasıl oldusu neden oldusu bir tarafa, geldiğini fark ettiğim anda kısmen savuşturabildiğim yumruk sağ kaşımda bir hatıra bıraktı, ha nizami kaşlarım bunu e-dünyaya ne kadar yansıtır bilemem ama çok iyi ıslandık o gün yirmiiki aralık yağmuru altında, yuvarlanırken sokaklarda. müthiş bir yağmur akıyordu bornova'ya. sonra birkaç gün sonra david bowie filan öldü, i've got scars that can't be seen diyerek.

gelgelelim sana marinanne. adının ne olduğu, nereden geldiği tartışılır olmalıydı dost meclislerinde diyeceğim ama dost meclisi yok, mebusu da yok. ben şöyle diyeyim önce, so long marianne. ve marianne renoir.

yine tamamlayamadım ama sonra pullayıp göndereceğim. yeter ki mahcubiyetim ahşap yapıya dayansın.