ama arkadaşlar iyidir



29.07.2010

benim bir kere babaannem ölmüş. babam ben arayıp haber verir bu gibi durumlarda. ve ben cenazesine yetişirim. cenazelere yetişmek için çok hızlı araba kullanır ve kendim de yolda cenazelik olurum ama artık ehliyetim olmadığından araba beni kullanacak ve sabrımı suistimal etmemesini rica ediyorum kendisinden. şimdi evde yas havaları hakim. telefondan halamın yükselen sesini duydum, kulaklarım çınladı. babam zaten yıllardır babasızdı, şimdi annesiz de kaldı. ben çoksuz kaldım. bizim sürahi hanım sahi neden böyle yaptı dersiniz, apansız, daha benim düğünümü bekleyecekti, acele etme demiştim ben ona. şimdi benim seninle tanıştıracak orjinal bir tanıdığım kalmadı sayılır, kosti de giderse tamam sana bile gerek kalmayacak demektir. babaannem değil, nenem öldüyse aşkımız da bitmiş demektir, çünkü sana onun şiveli sözlerini söyleyip seni güldürmenin artık buruk bir pratikliği olacaktır ve bu benim içime batar. nenem, beni baktı, beni çiğ yumurta ve süt içirdi gecenin bi yarısı uyandırıp, aksi halde ben burda olmayacaktım. ama şimdi o yok. birileri mutlaka yok olur.

28.07.2010

eskişehir'i özledik biz. ben ali ahmet ayşe afitap alengir, hepimiz. biz birden grup vitamin'in solistlerinden birinin, eskişehir'de sktiribottan bi barın önünde "burda çalacak" gibisinden resmini gördüğümüzde moralim bozuk, cereyan kesik olduk. hayatımın inan en acıklı en düşünceli anlarından kayda değerlerinden biriydi. istanbul gibi bir şarkı yaptıktan sonra üstelik. ben de zamanında istanbul gibi bir şarkı yapmıştık. grup bitamin müzik aleminde ne idiyse ben de şair olarak şiir aleminde o idim.

biz aliyle alışverişe çıktık. balık ya da külbastı et filan aldık. ali fena pişirdi. ben rakı açtım. ben içki içerim. be ben işe giderdim, ali okula. alilerin evde kedi vardı. aliyle biz, tam filimliktik. ben aliye hediye olsun diye setüstü ocak ve yanında hediye edilen reçelden aldım. ali çok iyi reçel yapardı. ali reçel gibiydi zaten kendisi.

ben, aslında gitmek istiyorum. ama bu sorumluluğu alamıyorum bir türlü, bunun bencaliyetine aklım ermiyor. anam var bi kere, üzülür yani, onun kafayı yemesine izin veremem giderek. şimdilik buralardayım. buralardayım. starbucksta kahve içmeye benzemem.

26.07.2010



evlerde oturmak tam da bana göre. birine uzak öteki berimde. bıyıklarım yok. sakallarım traş bıçaklarına emanet. tıraş değil inadına traş, halbuki doğrusu tıraş. dişler dişler, dişleri kamaşıyor şairlerin yıldızlardan. sonbahar mutlaka gelecek, ama ben inanmıyorum mevsimlere. yahut inanıyorumdur mutlaka. her şeye inandığım gibi, ve kadar. boru hattı döşedim mutluluklarıma, ordan hüüp diye içme içme çekyorum. plaklarımız emekli, plakalarımız yoksul. küçük şehirlerde malum harfleri ve rakamları sınırlıdır. plakalardan isimler türetme yaşlarımız gerilerde gerilerdi, elimi alnıma kasket şeklinde tutup gerilere gerilere bakıyorum ama göremiyorum, geçmiş gözümü alıyor. ayh ne kadar da yıvışık biri cümüle oludur bu. arabalar yanlarımızdan akın akın. akın var, balkona akın. evlerde oturmak bana göre değil. ben nerde oturaydım ya. bıktım senden ve senden ve senden ve, ve ne. neler planladım kendime. tam mesaj atıyorum mesaj atıyorum tanrıma, o gelinceye kadar ben sarhoş olmuş oluyorum, gelir gelmez sızıp kalıyorum. dün gece güzel bir evde yattım, sabah da işe geç kalktım. yani ne demeden olmaz, hani bir şey demeliyiz mesela, demeliyiz ki o şeyi demeden olmaz. ali demeden olmaz. veli desen ayrı bir dünya. dünyamın fünyesini çektim, fünyesi elimde, pimi, atamıyorum, satamıyorum, ustam ölmüyor bir türlü ben satamıyorum. sigara kullanırım elbette. görenler şaşırmaz. görenlerin şaşırdığı ve şaşırmadığı şeyler olarak ikiye ayrılıyoruz dünyamızda yaşattıklarımızı. görenler şaşı. bozuk paraların kokusundan nefret ediyorum, ki genel olarak metalik kokuları beğenmiyorum. baharat özlüleri tercih ederim, ha tabii bir de kadın kokusu, malum scent of a woman, ya da por una cabeza adlı tango, öyle değil mi cash. ah hah ha. o filmi her zaman iddaa etmişimdir ki ben daha iyi çekerdim, ama dedemin bıyıkları olsa halam ne olur muydu öyle bir atasözümüz de hakim tabii dünyamıza, bıyığını sktir et de dedem sağ olsaydı ben böyle olur muydum. olmazdım bence. o halde, şöyle diyoruz: dünyayı sürekli bir önizleme halindeyiz, baskı önizleme, düzeltmeye çalışmakla geçiyor, tam bastır diyeceğim, tam yazdır diyeceğim, hop bir hatamı fark edip baskı önizlemeyi kapat diyorum, düzeltiye başlıyorum. kısayolu da yok kodumun dünyasının. dünyanın yaptığı yayınları düzenli olarak takip etmelisiniz siz de benim gibi. annem çalışırdı benim. her hatırlardığımda sayısı değişmek koşululuyla tam onüç tane bakıcı değiştirdim, hiçbirini ben seçmedim. hepsi de mahallemizin evde kalmış kızları ya da çocuğu olmayan kadınlarıydı. tombul bir çocuktum, yanaklarımda o yılların izi var, tonbul. divanın altına saklanırdım, ilgi beklerdim hepiniz gibi. sigaraya başladım, diye bir pozum var 97 den kalma. hani siz okula başladım diye çektirmiştiniz. şiir severim, ama yazamam. okumayı severim ama okuyamam. kuma severim ama getirmem. koleksiyoncu olduğumu söylemiş miydim, kemik koleksiyoncusu, kemiğin tadı ayrı biliyor musunuz, yiyemiyorsun bi kere, evelip geveleyip duruyosun. hiçbi bok anlamıyosunn. allah kabul etsin. kandil geceleri.

sahi, siz bardaklara inanır mıydınız.

25.07.2010




hello emptiness

merhaba boşluk. güzel boşluk. güzel ve gidiyor. ben aslında yoğum. cep telefonlarımızı kapatmıyoruz ya artık, açılış mesajlarımızın da pek önemi kalmadı. geçen gün bi kapattım benimkisini, sonra açtım, açılış mesajım neymiş dersiniz: hello emptiness. hani şarkıda da geçiyor ya, bye bye love, işte ordan da çağrışımla. hem de yukarıda italik dizilmiş enis akın çağrışımlarıyla. birden fazla çağrışım sahibi olmamızı ileride psikanalistler ahmet'in hayatındaki guido sendromu olarak niteleyecekler.

"elini tutabilir miyim?" dedi. "olur." dedim. aradan birkaç sigara geçti. "seni öpebilir miyim?" dedi, "neden olmasın!" dedim. saat öğlen ayıktı, dört suları karaya hükmediyordu.

sonra dönüşte gittim dayanamadım parmak arası terlik aldım. çok mutluydum. yakışıp yakışmadığı umrumda değildi. izmir güneşi parmaklarımı kavurmuştu nitekim. insanın ayağı rahat olmadı mı beyni de rahat olmuyoru malum.

insanların kollarındaki, ve ilerleyen sürelerde vücutlarındaki benlere dikkat kesilirim, onun sağ kolunda altı taneydi, yedi olmalıydı halbuki, bir tanesini gözden kaçırmış olmalıyım, ya da saklanmıştır benki benden.

you really think so deeply about stuff, dedi bana. bunu bir kompliman olarak algıladım, defterime dürüp koydum.

cumbalı bir ev olsan ne güzel olurdu. cumbalı bir ev, izmir'in bazı evleri gibi, doğurgan bir kadını çağrıştırır bana. hamile kadın gördüğümde duygulanırım ben, inanamazsınız gözlerimin buna verdiği tepkiye, dolarlar. dün akşam barda da gördüm, hemen bira içip içmediğine dikkat ettim, içmiyordu, kocasının yanında duruyordu eğleniyorlardı sadece. güzeldi bu.

stabilo kalem kullanıyorum dedim ya, mesela onun kapağını kaybolmasın diye arkasına takarak yazamam ben, kötü bir görüntü oluşturuyor, kapak kenarda dursun. kaybolursa yenisini alırız, para bok.

insanı sarhoş ettiğim kesin. ve yalnızlık zor zanaat.

bir düdük yat bir düdük kalk. bir düdük yat bir düdük sürün.

bu haftasonunun en mühim atılımı kolay kolay yapmayacağım bir şeyi yapmış olmamdı. cumartesi günü, akşamüzeri olmuştu, yemek yedim, dedim ki şimdi içmeye başlarsam gecenin sonunu getiremem, çay may içeyim. alsancak'ta ara sokaklardan birinde ionia adlı hoş bir cafe var, oraya uğradım, çay söyledim. oturuyordum, karşı çaprazımda topsakallı bir adam tanıdık geldi. daha önce görmediğim ama kitaplarından gazetelerden tanıdığım bir yüzdü bu. şu cümleyi, hayatıma kıyan şu cümleyi, bu dünyadaki en büyük mutluluk, bu dünyanın şahidi olmaktır cümlesini kuran adamdı bu. napsaydım, üç kişiyle birlikte oturuyor çay ve samsun 216 içiyordu. hemen gidip içinde o cümlenin geçtiği kitabı tekrar satın aldım en yakın kitapçıdan, ve masasındakilerden özür dileyerek, ellidördüncü sayfayı açıp, bana buraya bir şeyler yazar mısınız dedim. can alıcı cümleler ellibeşinci sayfadaydı ama ellidörtte başlıyordu olay. neden kitabın başına değil, dedi, masasında oturan ve gözlerime fena bakan genç kadın, bu sayfa benim için çok önemli dedim. merak ettim, dedi. yazar da o sayfada neler yazdığını anımsamak için bir süre göz attı. adımı sordu sonra, adıma ithaf etti sadece ve tarihi not düştü. bir de teşekkürler yazdı. bir sevindim bir sevindim. normalde değer vermem bu tarz şeylere ama o cümle önemliydi benim için ve bu fırsat karşıma gelince kaçırmak istemedim. biraz da bu vesileyle yazarın kendisini iyi hissetmesini sağlamak istedim, belki bu amacıma ulaştığım için iki kez teşekkür etti. şimdi iki tane aynı kitaptan oldu elimde. imzasız olanı okumamış birine hediye ederim. hemen bi bara gidip bu durumu kutlamak istedim. iki bira yuvarladım. yaşadığım bu sevinci anlayabilecek birilerine anlatmak istedim, biri telefonumu açmadı, diğerini aramam uygun olmayabilirdi, başka da kimse yoktu.

otururken yakışıklıyımdır.

22.07.2010

azrail gelmiş de can talep eyler


açıkta bir şey bırakmaya gelmiyor bu dünyada, karıncalar hemen üşüşüyor:

çukurcuma'da yeşil koltuklar satılır ya hani. buruşmuş sigara paketlerinden ve sigaralardan nefret ederim. tarz olarak soft paketler bana daha uygundur ama bu takıntım yüzünden box alıyorum istemeye istemeye. sigara pakedini açar açmaz naylon şeridi düzgünce katlar ve paketten çıkan kağıdı o naylona sarıp küçük kare haline getirir ve onu atacak bir çöpkutusu ararım, bunu yıllardır yaparım. bugüne kadar de'yi ayrı yazmayı bilmeyen herhangi bir kadınla birlikte olmadım. cep telefonunda mesaj yazarken bile noktalardan sonra bir boşluk bırakırım. bu da benim boşluklara olan düşkünlüğümden mi gelir bilmiyorum. boşnakları severim ayrıca. ekmek almaya gittiğinde gelene kadar ekmeğin ucundan yer misin sen? ona göre baştan anlaşalım, ama ben de dayanamayabilirim, söz veremem. çamaşırları asarken ağzında mandalla seni hayal etmek, ne bileyim işte, karnına leğeni dayamış bir şekilde balkona çıkarken düşünmek, bunlar benim hoşuma giden şeyler.

amaan boşver. sktır et hatta üşenmezsen.

21.07.2010



aslında, her şeyin bir aslı astarı mevcut malum. işten çıktığında normalde normal olmak için pek takadim olmuyor. zaten rutinin dışında giden bir şey yaşamamışsam buraya uğramam, ya da, rutinin dışında cümleler kuramayacaksam vaktim olsa dahi buraya uğramamaya gayret ederim. ama dün zaten kendimi ifşa eden bir yazıyı taslakta unutmuşken, bugün de dünkü ifşamın minvalinde bir yorum alınca dayanamadım. diyordu ki okurumun beni anlattığı arkadaşı, entellektüel abaza. entelektüellerin dikkat ettiği şeylerden biri bu kelimenin tek l ile mi çift l ile mi yazıldığıdır. tek l ileyse o kelimenin geçtiği yazıya dikkat kesilirler, çift l ile ise, entellektüel kelimesinde olduğu gibi, o zaman arada bi fark olduğunu anlarlar. çünkü entelektüeller bu kelimeyi entelektüel şeklinde yazarken, entellektüeller bu kelimeyi entellektüel şeklinde yazar. abaza kısmına gelince, bu kelimenin anlamını henüz çözebilmiş değilim, ben askerdeyken bir de günümüz türkçesine apaçi deyimi dahil olmuş istanbul türkçesinden, ben ilk defa askerdeyken duydum istanbul mukim bir arkadaşımdan. duyduğum kelimeleri üstüme alınmayı severim, apaçi de hem telaffuzu, hem çağrışımları, hem duruşu ile has bir kelime, deyim olarak da yerinde, bunu da tuttum. bana apaçi diyen olmadı henüz ama o da olur korkarım yakında. yıllar önce de biri kırsal duyarlılık deyimini kullanıp beni yerlere vurmuştu, mebzul haklıydı, o vakitler taşraya dair öyküler anlatırdım sıklıkla, ve yine yalnızlık üzerinden saptığım kadın kız mevzularına epeyce düşkündüm.

yaptığım şeyleri severim. bu saatte işten dönüyorsam bundan gocunmam ve şikayet etmem. hakkımda böyle şeyler söyleniyorsa hak ettiğimdendir ama zerrece gocunur muyum, bence yapmam. yıllar önce yine bu masada, insanları ikiye ayırmıştık hani sizlerle birlikte, üstad mehmet ve berk vardı o zamanlar, züleyla da vardı hatırlar belki, başka da kimse okumazdı zaten beni; sevgilisi tarafından haklı veya haksız terk edildikten sonra ona orospu/orospuçocuğu diyenler ve bunu demeyenler, olarak. sizce ben hangi gruptayım; demeyenler, bilmem anlatabildim mi. ben skorcunun zeki ve ahlaklısını severim. skorcu muyum? bence değilim. kendi halinde, halis, temiz niyetli bir acı çektiriciyim. ikisi bir arada nasıl olabilir derseniz, üçü bir arada oluyor da ikisi niye olmasın, der geçiştiririm. geçiştirmek üzere bir hayatım, ve geçişli cümleler kurmak üzere bir yazım tarzım vardır. bugüne kadar sahi niye kitap çıkarmadım, ya da bundan sonra niye çıkarmayacağım di mi, vardır elbet bu hususta da düşündüğüm, sorulmadığı zaman söylenmez bazı şeyler, ya da şu an işime böyle geldiği için bunu dedim. bilme manlatabildim mi, "mama, uğuğu" diye şarkı söyleyen kimdir, freddy civadır, bazen kötü espri yaparım, bazen de iyisini yapar ve uzun süre bunun üstüne yatarım.

şimdi, şu son günlerde yazdığım bol genç kızlı yazılara gelelim: insanların beni niye okuduğu mühim elbette benim için. diledim ki o kadar temiz olduğum zannedilmesin, ve hakkımdaki beklentiler düşünceler nelerdir mealini yansıtacak bir ak göt kara göt ayrımı yapayım. nitekim yaptım.

ben armudu dişlerim / sapını gümüşlerim

20.07.2010

"ben senin hayatından gittim oğlum, hadi dur o sarı odalarda durabilirsen" ne demek? içki içince kulaklarımın ağır işittiğini işittim. dün akşam evlenen çiftlerden biri göçmendi, göçmen orkestrası geldi, ben çok sevdim. hele bir de rodop dağları bre pakizem çiçek döşeli şarkısını çalınca çıkıp ortaya durasım geldi. göresim geldi. bu adını verdiğim türküyü nazım ve benden başka kimse sevmedi. nazım'ı bu yüzden çok yakın arkadaşım olarak sevmiş olabilirim. mesela mapushane çeşmesi yandan akıyor yandanı veya bahçede hanımeli sen ettin beni deliyi sadece sarı'yla ikimizin sevmesi gibi. bazı şeyleri sadece iki kişi becerebiliyor, bu nedenle ikili ilişkilere ve sohbetlere meftunum. karı kız düşkünü olan herhangi ama halis ve temiz bir erkek olduğumu artık anlamış olmalısınız hepiniz. ben de günahkar pullarından allahım. ben senin pulun muyum. ya da ne bileyim işte. hayatta en sevdiğim şey içki içip müzik dinlemek. bu ilk ikisi bir bütün ve tek, ikincisi kadınlar. bu yüzden, bazı geceler sadece o gece olduğu kadarıyla kalmalıdır. el eleyse el ele, dudak dudağaysa dudak dudağa, gözgözeyse göz göze, ya da her neyse işte. bu yüzden üstelemediğim için pişman olmadım hiçbir zaman. hesap kitap gözetmem yani bu gibi meselelerde. uyumak için çağırdıysam uyumak içindir. sevişmek içinse ya da her neyse işte onun içindir. yalnız dinleyip müzik kalmayı pek severim. edalım senin yüzünden bu halim. arasıra aklıma cümleler gelir, onları sahiplerine iade ederim, pek sevinirler. "bütün gün hayranlıkla izliyorum sizi. çalışırken nasıl da umarsızsınız dışarı karşı. kahve içerken ne kadar da dışarı bakıyorsunuz oysa. mükemmel desem yeri var." bi süre sonra günde elli tane bira içebilirmiş gibi gelir insana, kimseyi rahatsız etmeden. sadece sen ne güzel sevdin beni demin kısmına kısa bir ziyaret gerçekleştirerek.
bu gece uyumasam mı dedim kendime. kendimi dinledim sonra. bu çıktı. bu gecenin akşamında çeşitli şeyler yaşadım hepiniz gibi. misal, işyerinden bi arkadaşın düğününe gittim. her işyerinin belli bir fiziksel engelli vatandaş çalıştırma koşulu olduğunu biliyorsunuz. bizimkindeki fiziksel engelli arkadaşlardan biri benim bölümümde, emir komuta zincirim altında ikamet ediyor. o arkadaş fiziksel engelliler derneğinden tanıştığı bir kızla evlendi bu akşam. gelin tekerlekli sandalyede geldi düğün salonuna ve sandalyesinde oynadı tüm kıvrak havalarda. dans edemedi. bu bir, dank. şükretmek bana göre değil, ama başka konularda anlaşabiliriz tanrım.

bu gece uyumasam mı amına koyim dedim kendime. düğün dönüşü beni kaldığım pansiyona bırakan arkadaşımın kızını aldım arabanın arkasında kucağıma. üçbuçuk yaşında, mışıl mışıl bir şey, kıvır kıvır saçları var. annesi yirmisekiz yaşında, kalbinde kronik ritm bozukluğu var ve bu aralar gitti gidecek. bu iki, dank. neye göre nasıl şükür.

sonra, arturo bandini kulağıma bir şeyler fısıldadı, hatta avi pardo'nun çevirisine göre aynen şöyle dedi: çok güzel bir geceydi, bir daha asla tekrarlanmayacak. bunu hatırlamayı geçen gün dunia'yla yaşadığım geceye borçluyum.

bu gece uyumasam mı

18.07.2010



nerde kalmıştık kkanka. neye neresinden neyin nasıl devam ediyorduk. nasıl kalmıştık ki zaten. hakiki kalmış mıydık. haki miydik neydik. ve alkol. ve içmek. hiçbir kadın karşı koyamadı buna sene ikibin milenyumdan bu yana. sene ikibin demişken, biz biz keresinde, abdi ipekçi erkek öğrenci yurdu-valideçeşme-maçka, beşiktaş adresinin a blok, 207 numaralı odasında ikamet etmekte iken, odamızda adanalı ibiş'in kral fm'i gece gündüz cayırdarken, makinacı ipe sapa gelmez nevzat'ın erbakancı safsataları sürer giderken, mimar emrah'ın gecenin bi vakti gelip dolabını çarpa çırpa metal sesleriyle güne günaydın ederken, eskişehirli itü makinacı bildiğin ruhi bey mavi gözlerinin gözlüklerini gözlük bezlerine silip uykuya daldırırken, biz orada yurdun yedinci katından milenyumu karşılıyorduk yaşyalnız. sktiri boktan bir haleti ruhiye içerisinde. gençliğimizin tayfun duygulusu klarinetini eda ederken beşiktaş deniz müzesinde, ve havai mi havai fişekler göklere boşalmışken, gözyüzünün bekareti işte o gün bozuldu kayboldu gitti bizimçin. niceden diktirmeye çalıştıksa da biz bu zarı, olan olmuştu bi kere, tohumlarını boşaltmıştı orospu çocuğunun biri çoktan gecelerimize. biz o gün bu gündür, yüce şaman sizi inandırsın böyleydik, böyle gelmiş ve böyle gidecektik. hiçbir kadın kadınlığını maalesef sıkıştıramadı araya, halbuki biz böyle olsun istemezdik. bu yüzden de belki hayretler ederdik çehbet necatigiller familyalarına. ama öyle demeyin lütfen. dün gece eski sevgililerimizden biriyle toplantıdaydık, hiç de eski sevgili gibi değildik. o, ah ne diyorduk, nerde ikamet etmedeydik son zaman, diyorduk ki biz içer içer içer cer atölyelerinde sabahlardık, sevgilimizi evin bir köşesinde ters dönmüş bir böcek gibi bırakır, evde şayet diğer bir oda var ise o diğer odanın başka bir köşesine, hani şu semiz kedilerin pencere kenarlarına saksı misali sırnaşıp sokağı gözetledikleri köşesine, başka bir saksı misali sıkışıp ağlamaya başlardık. sonra sevgilimiz gelir, dayanamaz gelir, kıyamaz ya hani, bizi kaldırırdı, haha biz o ellerin necelerini gördük de tutmamıştık halbuki. sonra el tuttuğumuz için biz keresinde fırça yedik o ayrı mesele. "in the letter that you wrote / i heard the words that you never spoke / it is time for you to come home" demiş şair son mertebeye yakın kala. yahu, yani ben şimdi ne yapsam kaç kere yalınız. hem de hiçbir pul muydu hiçbir zarf mıydı neydi hani hiçbir mektuba yakışmıyorken. yaz mevsiminin türkiye'nin her kesiminde her kes için mühim ve istinadi bir anlamı olduğu muhakkak. çünki kızın adı dünya ise mesela, merhaba dünya diyesim gelirdi bizim onumuza, tarzım dünya çünkü. size bir takım kısa kısa cümleler kopyalayıp yapıştırsam olur mu, alnınıza dövmemi yapsam, sizi. ha ha, "her halinizle aşık olunacak kadar mükemmel birisiniz" bari siz yapmayın yahu, ah ha bunu duymamış olıyım lütfen.


fairytale

yesterday night i slept at four o'clock in the morning. because i was busy with telling some tales to a young dutch girl, by the talkative and narrative effects of my bottles of beers. she did talk just with her laugh and glances on me. were she? really? i hoped so. she was yes of course cute, pretty, and milky, you know milky way, she was walking at that way, and she called me there by taking my hand, saying, come with me.

why did i tell stories? i know a movie paris, texas. and we played at some scenes of that movie with her. she was very young, and i was just old. and i told her some stories. -do you know yeşilçam? have you heard about it? it's a big part of turkish movie industry and it has a long period. and in yeşilçam, there is a widespread story.

let's say, there is a boy living in a backwoods, he goes to a big city for university attendance or something like that; there is a girl, a girl really younger than him, they know each other at that time, but their conversation is so limited because of the age gap between. the boy goes older, and so the girl does. like lives of all of us. one day boy goes to his hometown, and meets that young girl, but she is not a child anymore, she became a charming girl by the years, for example even her view, eyes, glances, shots, appearance, everything has changed. the boy falls in love with that girl, but as i said before, there is ten years of years between. for example, girl is twenty and the boy is thirty. some of movies are based on this axis.

and now, let's come to our story. once upon a time, there was a boy having his summer holiday in a touristic town near the aegean sea. he met a foreign childish girl there, she was about fifteen years old then. the boy was in a relationship with a girl at that time, but he felt the young girl's eyes on himself. she was looking at him with careful eyes, with her velvet eyes, with her milky eyes. they just talked with some small sentences, they played some little games, because the boy used to get good relations with children. and he was twentyfive then. years passed and passed. one day at present, the boy goes to a wedding ceremony, and he sees a girl, a young a beautiful a different girl, he he he thinks, looks at the ones around her, and he thinks thinks, and edison acts from a bulb like the djinn coming from alaaddin's magic lamp. she is she. she is that childish girl in the past, she has grown up. she became more beautiful. and she is still the one (ugh?)

goes and asks her immediately, do you remember me? she says no. we met in bla bla, we played sea games, you had a naughty brother, ... she thinks, thinks, and again says no. ok, he says, let me remind you. and tells her a tale.

she says at the end: you are so funny.
"sizin varlığınız bu kadar mutlu ediyo ya beni, aşık olmamdan başka açıklaması yok bunun diye düşünüyorum. hem bir de size bakıp da bu kararı vermek hiç zor değil."

hesap yok, kitap yok, m. menteşvari, muhsin ünlüvari, süsü içinde abuk sabuk cümleler yok, şiir yok şair yok, düz ve net, kasma yok, toyluk var, masumiyet var.

14.07.2010




bana hâlâ siz diyor.

dün bir şey vardı, ama kafi değildi, tereddüt vardı. bugünse lüle olmuş saçlar ve makyaj. bakmalardaki tereddütse devam ediyordu, bakamaklar. dünkü farkedişten sonra, gözüm parmaklarına kaydı, daha doğrusu ellerine bakarken sağ mı sol mu elindeki, hani şu evliliği mi nişanlılığı mı ne simgeleyen yüzük dikkatimi çekti, ben de kendimi belki de tam akacakken geri çektim.

bugün günaydından sonra çalıştığım bölüme geldi, elinde staj yaptığı bölümün ihtiyacı olan büyükçe bir poşetle birlikte, gerekli malzemeyi versem taşıyamacaktı, "gel beraber götürelim," dedim. ya da bahane ettim, bilmiyorum, düşünmem lazım. yürünen yüz metrelik yolda ilk olarak "ben sizi rüyamda gördüm," dedi. tehlike çanı çaldı o an benim için. kadınların rüyaları tehlikeli oluyor, biliyorum, bir kadını etkilemek için elinizden geliyorsa kendinizi olumlu bir şekilde onun rüyasına sokabilirsiniz, ertesi gün size âşık olarak gelecektir. ugh, daha neler. "nasıl gördün, güzel miydi rüyan, korkutmadım di mi seni?" diye sordum peşpeşe. hemen yere baktı, yüzü değişti, yanakları kızardı, "ama ben anlatamam ki," derken sesi kısılıp gitti. üstelemedim, tehlikeli olabilirdi.

yüzüne baktım; içim uzadı, içimin uzantılarından kolye yaptım, boynuna asmam için ısınmamı beklemem gerekecekti; içim ufalandı, içimin ufantılarından ıslak kek yaptım, buzdolabına koydum, soğumasını beklemem gerekecekti.

"size ahmet bey mi diyeyim, ahmet abi mi?" dedi. "sana bırakıyorum," dedim. kaç yaşında olduğumu sordu, yirmidokuz olduğunu söyledim. kaç yaşında gösterdiğini sordu, "onsekiz." dedim, "ondokuz," diye cevap verdi cevabıma. tepkim neydi, bilmiyorum, düşünmemem lazım.

beyaz bir yüzü vardı. utanmasını gerçekten çok güzelleşerek ve masumane ve narince ve şirince biliyordu. aklımdan neler geçmedi ki. bu bir komplo muydu, ayağımı kaydırmak isteyenler beni tufaya mı düşürmek istiyordu, tufana mı yola alacaktım yoksa, gemi, gemiye ne olacaktı, kayığımız su mu alacaktı, vay vay. utanması gerçekten çok yakışıyordu. iki bakmaya gelmiyordu, hemen rengarenk kepenklerini indiriyordu, ama güzeldi, bakmasaydım da napsaydım, hem ben bakışta başarısız bir insanımdır, gülüş için de aynı tevazuyu gösterebilirim. e bir kadın ne arar ki, daha bir sürü şey elbette, indirgememeliyim.

"çok mu küçüğüm sizce?" dedi. "yok aslında," deyip duraksadım, "yani, bilmem ki, biraz, sanki." dedim. bildiğin küçüktü aslında. yoo değildi aslında. ne bileyim imini kiyim, düşünmem mi lazım.

beyaz bir yüzü; hani şu nar fantazyası vardı ya, işte öyle dudakları; hani şu ceylan çeşmesi vardı ya, işte öyle gözleri. alnında bir iz vardı, ama hani bazı yazarlar yazdıklarının tam da olmadık bir yerine pat diye olmadık bir cümle kondururlar ya, olmamış bu dersin okurken, ama bilerek yaparlar bunu, bu iz öyle bir şey değil işte, evet bilerek kondurulmuş, metni raydan çıkarmış, ama hiç de abes durmamış, bildiğin o metnin cümlesi olmuş.

"sen evli misin peki?" dedim. yüzüğü yutmuştum ve boğazıma takılmıştı. "hayır!" dedi. "nişanlı mı peki?" ona da hayır dedi, "kimse yok." diye ekledi ama gerisini getirmedi. hadi bakalım dedim içimden.

zaten yol da bitti.

12.07.2010




sütünü içersen sonunda masal var

ben ne zamandır burdaysam. ona o kızdan ayrıldım dedim, boşver olur böyle şeyler dedi.
what's on your mind diye sordu demin üye olduğum bir site, her zamanki gibi çağrışımla cevapladım, georgia on my mind, dedim, billie holiday söylüyordu. maillerini üşenmeyip georgia fontunda dizen adam geldi aklıma, ve bunu farkeden cengaver bir kadın. trouble in mind, vardı sonracığıma, janis joplin söylüyordu. always on my mind, vardı elvis'ten. the windmills of your mind vardı tabii anonimden, buna benzer. epeydir çağrışmıyordum sahi. jim morrison'u sevdim zaten, ride the snake demek ne demek, bunu ingilizce bilmeyen sen, daha iyi bilmen lazım. the blue bus is callin us, bunu tekrarlamaktan alamıyorum kendimi.

onun hazırladığı emrivaki kahvaltıdan sonra öğlen yemeği yememiştim. akşam yemeği yemeyi de reddetmişti midem. ahmet erhan yazmıştı sanki, aç karna yuvarlamak binlerce birayı. sahi, o benim yaşımdayken çoktan şairdi. bunların hiçbiri hiç de şeyimde değildi, daha başka bir şey daha daha başka bir, aranıyordum. yine fısıldadı ahmet erhan, belanı mı arıyorsun be adam, böyle diyor kimi görsem, dedi. sahi bana da aynısını diyorlardı geçen yıllarımda, bense o yılları geçtim attım. kimse buna bir anlam koklatamadı. bugün kendime kıyıp bir parfüm aldım, güzel kokmalıydım. epeydir içip içip kendi kendime konuşmuyordum. ah you don't fool me. kaset doldurmak istiyordum ama parmaklarım klavye üzerindeki hakimiyetini kaybetmişti artık. daha gece vardiyasına gidecektim nöbetçi amir olarak, hem de bu kafayla.

hayır hayır hayır. beşiktaş'taki son kattaki evimde uyuyordum bir gece. uyku benim için normaldi, uyurdum yani sabahı karşılayan saatlerde. haftasonuydu, yalnızdım, içmiştim gecesinde. zil çaldı, altıbuçuk yediyi gösterecekti saatler baktığımda. bu ne lan dedim sabah sabah, yaşar teyze bu kadar imansız davranmazdı. küfredip bu münasebetsizin kim olduğunu çözmek için pencereye yönelip aşağı bıraktım kafamı, gelen ö idi. bağırıyordu, anahtarı atsana diye. malum öğrenci evlerinde bazı şeyler çalışmaz, o evde çalışmayan şeylerden sadece biri de kapı otomatiğiydi. anahtarı attım, geldi ö. sevgilisi sabaha karşı terk etmişti onu, gelirken de şarap getirmişti yanında. bayat ekmek olmalıydı mutfakta mutlaka. vardı. iyi gitti ekmekle. o zamanlar ben dinleyici bir bilgeydim. fazla ses çıkarmazdım, duman sözgelimi "ah" adlı şarkısını tam da o zamanlar benim için yapmıştı. sigaramı yakar, biramdan bi fırt çeker, aşk acılarını dinlerdim. aşk acılarını kafamda sınıflandırır, birtakım istatistiklere tabi tutar, tekrar birama şarabıma dönerdim. benim aşk acım olmamıştı öylesine, ben dinleyici ve şahittim, tanık koltuğumda hiç kalkmadan sekiz sene oturabilir, ve gelenler gidenler değiştikçe değişen sohbetlerini, değişmeyen acılarını dinleyebilirdim. kapı komşum yaşar teyze'nin salim amca'ya duyduğu acıları, babaannemin dedeme duyduğu sancıları, babamın eski sancılarını, annemin eski sancılarını, benim doğum doğum sancılarımı, ö'nün o sabahki hiç unutamayacağım bakışlarını ve derdini, o büyük derdini bana anlatışını, o sarhoşluğumuzu, müzmin aşık n.'nin dertlerini, s.'nin ortaklığımızı anlatışını, ben tüm bunları dinleyebilir ve akabinde gayet de net, hafif cızırtılı bir susuşla durabilirdim. ettiğim üç kelime, üçbeş boş kelime, elektrik çarpması gibi etmezdi tabii insanları, son hecelerini de kimse duymazdı. sahi ben ne zamandır burdaydım, bu ne zamandır burdaydı, bu çakmak bu sigara, bu müzik aletleri, bu defterler kalemler, bu notalar bu sesler, bu ekmek, bu masa, bu dünya, bu kadınlar bu dünyanın en güzel kadınları ne zamandır burdaydılar, bu masa lambaları, bu ekmek kırıntıları, bu karıncalar, bu bulutlar, bu şakağıma dayadığım karıncalanmalar, ne zamandır, bu göbekler, bu ince beller, bu peynir bakışlı göğüsler, bu nar görünümlü dudaklar, bu sinek ilaçları, bu yoldan geçen mazotçular, bu masa örtüleri, bu alnımdaki açıklık, bu azrail, bu dünya, bu deniz, bu yeşil, bu sel, bütün bunlar, bütün ayaklar, bu yürürken sallanan kollar, bu ölürken göğse kapanan kollar, bu sabunlar, bu ilk hayalarda patlayan cinsel hayallar, bu halılar, bu çıtçıtlar, bu kopçalar, bu kordelalar, bu lavantalar, bu kokular, bu kürdanlar, bu parmaklar, bu sular, bunlar, ne zamandır buradaydılar. ben dinliyordum, bazı adamlar bazı kadınları çok seviyorlardı ve ama bu, dünyayı değiştirmeye yetmiyordu, kımıldatmıyordu.

ben bir keresinde kısa ballıca sigarası içen bir adamdıysam, ve paketlerini topladım topladımsa, binkusur paket olduysa, ömrümü ne yapacağımı bilemediğimdendi. ben bir keresinde gecenin üç yarısı pijamalı sarhoş bi kızla bi tekel bayiini açtırdımsa o kızı nereme sokacağımı bilemediğimdendi. ben bir keresinde ehliyetimi alıp emniyet teşkilatının emin ellerine teslim ettimse aynı şeyi bir daha yapacağımı bildiğimdendi. ben birkaç keresinde körkütük sarhoş olup hastaneleri boyladımsa gençlik alametimdendi. ben bir keresinde körkütük sarhoş olup sulara yattımsa yanıbaşımda hasan gibi bi yaverim olmasındandı. yok adamım yok. bütün bu devran, sahi ben zamandır burdaydım, burda, yani olunan yerde, olunması tasarlanan yerlerde, akşam olunca canım aşk çekiyor bazen. içmememle alakası yok. en ince yanından girişiyorum dünyanın çeperine, elime aldığım pıçakla, piç ediyorum zarını dünyanın, o çeperi peçe ediyorum sonra yüzüme, o pencereden bakıyorum burdalara. ahha böyle zamanlarda sevmiyorum kelimelerimi.

ben bir keresinde ud çalmaya filan kalkıştımsa, hayır böyle bir şeyi hatırlatamazsınız bana. ben bir keresinde mazot arabasının arkasından koştumsa düşeceğimi bildiğimdendi, insan bile bile düşer bazen. bir daha keresinde hıdrellezlerde seni diledimse gelmeyeceğini bilmediğimdendi. maketini yaptım senin, salıncakta sallıyorum, atlıkarıncaya bindiriyorum, tahterevallide, tutup bunun öyküsünü yazıyorum son keresinde, ha unutmadan kuş sütü de içiriyorum canım çektiğinde, malum aşk her şeye kadir. ben bir keresinde eskişehir tren garında eve tevet, aynen öyle, el filan sallıyorum. ben birkaç keresinde aynı şarkının defalarca mına koyorum. ben aslında çoğunlukla kuşların boyu kaç yaşına kadar uzar diye diye düşünüp, uçarken bununla aramızdaki mesafenin stresini azaltıp, nihayet camına konuyorum. ben bir keresinde çay demliyorum, elimi yakıyorum. ben bir keresinde sinirlenip, ben çok kez sinirlenip, sinirlenip sinirlenip, çoğunlukla küfretmekle yetiniyorum.

ben dem bu dem, demedimse de sana ya da kimseye, ah işte bunu hatırlamıyorum. neyi, bilmiyorum, hiç bir kimseyi, neyin ayrı yazılıp neyin sonunda kavuştuğunu, kafom koruşuyor bazon, kuruş kuruş harcıyorum tanrının bana verdiği nimetleri, kandil mandil demiyorum yakıyorum bütün meyhanelerin ışıklarını, soktuğumun eski zaman aşklarını dilim dilim lime lime foşur foşur, al işte.

ben zaman içinde, sömestre çıkmış bir çocukmuş. sömestr tatili bitmiş, okula geri dönmemiş, bir ağacın kovuğuna, yah pardon, bir avucun kovuğuna saklanmış, kızın parmaklarından direksiyon yapmış kendine. bu esnada çocuk sigaraya başlamış. kız, içmesene şu zakkumu demiş, tamam sevgilim demiş çocuk, o zaman bari şu hurmayı içmeme izin ver. kızın avcunun kovuğuna hemen bir hurma çekirdeği yerleştirmiş. hurma bu ya, hemen büyümüş, çocukla kız belli bir yaşa dönüşünceye kadar büyümüş, ağac icinde agac büyümüş, ev kadar olmuş, bu bu bungalov ne zamandır burda demiş o sırada yoldan geçenler. hemen perdeyi çekmiş çocuk, hassasmış perdeler hususunda, kızın kukusuna bakmış çocuk kimse görmeden, kız iç çekmiş, buna kimse anlam vermemiş, gerek de yokmuş zaten, sokarım anlamına demmiş hişşt cucuk. ağac babba uyarmış çocuğu, kalemiyle çocğun koluna bi çizik atmış, bi daha küfredersen senin avcunu yakarım demiş, çocuk utanmış, kolundaki çizik seneler geçtikçe büyümiş. kız her akşam yemekten sonra çocuğa orta türk kahvesi demlemiş, hiş üçenmemiş. sonra bir gün, gözlerinden bi zeytin taneciği pırtlamış kızın, çocuğa göstermiş, çocuk onları ağaç kuruyuncaya, dünya yanıncaya çok sevmiş, yememiş yanında yatmıp heş. gün gelmiş, ağaçları büyümüş, duvarlarına poster asılacak kıvama bile gelmiş, taskimdeki postercileri, vintagecıları, ikinci elcileri, çukurcuma'ya bile gitmişler, ala ala bi tan komodin almışlar, onu yatak yapmışlar, iki çekmecenin arasındaki suntayı çıkarıp birleştirmişler parmak kızla parmak çocuk. istiridye çocuğu da unutmamışlar, onu hemen komşu diye. çekmecenin duvarlarını el işi çizimlerle süslemişler. sonr bi gün, çocuk çok içmiş, eve gelmemiş, kız merak etmiş, ağacın yapraklarını sökmüş, seviyor sevmiyor yapmış, hep seviyor çıkmış, kı zinanmamış. çocuk o sırada bir birahanede kendini unutmuş, sabaha karşı meyhaneci barba çocuğu almış bi tabut içersinde kovuğuna bırakmış, karıncalar sevabına el atmışlar giderlerken, ahşabın kokusuna meftunmuş çocuk. kız, çocuk öldü sanmış, ve gömmüş onu, üstüne kiraz ağacı dikmiş, her sene bu mevsimlerde kirazlar çürürken karıncalar gelip ziyaret etmiş çocuğun içinde yaşamadığı mezarnı. seneler geçmiş, kız güzelliğinden ve çocukluğundan bi şey kaybetmemiş, ağac babbanın budaklarından yaptığı sivilceleri bile yerli yerlerindelermiş. çocuk ise,

ise ne?
masal bitmiş.


11.07.2010

- aptalsın bence
- bak bunu kabul edebilirim
- bütün ilişkilerin sonu ayrılıktır
- ee napcaz o zaman bundan sonraki hayatımızda
- bence evlenelim
- birlikte yapamıyoruz ki biz
- illa terkedeceksin yani beni
- anlaşarak ayrılıyoruz, bunu unutma
- beni tekrar sevdiğinde ve bana geldiğinde lütfen kendini tanıt olur mu, kahkullerin seni tanımama yetmeyecektir o zaman
- saçmalıyorsun, sana bir daha gelmiycem ki
- nasıl bir baba olduğumu göremeyeceksin yani
- beni üzmek mi istiyorsun
- evet
- başaramayacaksın
- o zaman dört memenden ikisini bana bırak giderken
- seni engelliyorum hayatımdan
- eloha
izmir'in orta yeri tam bir sinema

yine bir izmir seferinden dönmüş olmanın ahengiyle, otel odamdan bunları size yazmakta bir sakınca görmüyorum. bu defa cuma ve cumartesi, iki gece olmak üzere izmirledim. cumartesi uyanıp kahvaltımı yapıp, üstüne kahvemi içip, gündüz biralarını yeni aldığım bir kitap eşliğinde devirdikten sonra kafam dumanlandı elbette. hep diyorum gündüz içmeyim diye, hep de dediğimi tutmuyorum. eğer bira içmeye devam edersem akşam buluşacağım arkadaşıma ayıp olacaktı, o ayık ben sarhoş şekilde buluşmak istemiyordum, arkadaşımdan ziyade sevgilisi gelirse ona biraz ters olacaktı. o nedenle gündüz biralarını üçüncüden sonra kestirip attım. ayılmam gerekiyordu. yüz metre yürüyüp sahile indim, deniz koyu kıvamda ve bolca dalgalıydı. fotoğrafımı çektim. birinden rica ettim, fotoğrafımı çektirdim. eski makinama müthiş bir film takmıştım ve bu defa umutluydum çıkacak fotoğraflardan.

sıkıldım, çimlere uzandım. arka tarafımda iki tane genç kız oturmuş bira içiyorlardı. yüzlerinden küçük oldukları anlaşılıyordu. çingene kadın geldi, menemenliymiş. iki çocuğu varmış. fotoğrafını çektim, "artiz mi yapacaksın beni," dedi. "gastelere vermeyesin ha müdür," dedi. iki tane gül aldım, hemen anladı niyetimi. "ya almazlarsa," dedi. "benim gönderdiğimi sakın çaktırma, alırlar merak etme!" dedim. tam giderken falıma bakmak istedi, "onu boşver de nolcak bu yalnızlık be abla" dedim. "senin kısmetin kapalı, istersin açayım?" dedi. "ona da para istersin sen şimdi." "abi ayıp ediyorsun ablana, arsızlık mı ettim sana, niye öyle dersin?" "yok estagfurullah," dedim, utandım söylediğimden. "filimci gibi, cillop gibi adamsın, yabana götürme bu gözleri, açtırasın kısmetini," dedi. "boşver," dedim ve gitti. kızlara gülleri verdi. tepkilerini görmedim, bakmadım.

uzanışım yatma şeklini aldı. etrafa bakındım, çok da abes durmuyordu vücudumun aldığı pozisyon. civarda sırnaşmış çiftler vardı, onlar da uzanmışlardı. hem beni tanıyan da yoktu. ayaklarımın ayakkabılar içinde haşlandığını hissedip ayaklarımı feraha kavuşturdum, bir türlü beceremiyordum parmakarası terliklerden giymeyi, keşke yakışıyor olsalardı da rahatlıkla giyebilseydim. en azından haftaiçi kavrulan ayaklarım haftasonu rahat ederlerdi. ayılmam için beş dakikacık bile olsa uyumam lazımdı, evet evet beş dakika yetecekti. çantamı nolur nolmaz diye kolumun altına alıp iyice uyku moduna geçtim. herhangi bir serseriden hiçbir farkım kalmamıştı korkarım. aylaklığı tavana vurdurmuştum, fırlatmıştım tavana ve yapışıp kalmıştı orda. sırtüstü uzandığım çimlerden bulutları izledim biraz, gözlerimin kapanmasını bekledim. çok seviyor ve bir o kadar da ihmal ediyordum göğe bakmayı. orası ayrı bir dünyaydı.

uyumuşum. güneş yükselmiş, bi uyandım terlemişim, güneş gözlerime akın etmiş, köpeğin biri kolumu yalıyor. "huoooyt" çektim kendi kendime, köpek kaçtı. hemen çantamı yokladım, duruyordu. kızlar gitmişlerdi. çişim gelmişti. ayakkabılarıma yöneldim, ki yoklar. etrafa bakındım, köpek mi aldı acaba dedim, hakkaten yoklardı ortalıkta. beni bırakıp nereye gidebilirlerdi ki bir başlarına. fazla uzaklaşmış olabilirler miydi, belki de bornova'ya filan. hasssikkkktrii dedim. çalınma ihtimali geldi danaburnu gibi olan başparmağımın üstüne kondu. kışşt, dedim gitmedi bu ihtimal. vay omono koyom, dedim. harbiden de çalınmışlardı. zaten eskimişlerdi eski olmalarına da, ben ne yapacaktım şimdi ayakkabısız terliksiz izmir'in göbeğinde, entel çantalı halimle. işte o an ayıldığımı anladım, ama uyumak mı yoksa ayakkabıları çaldırmak mı ayıltmıştı beni, orasını tam ayırt edemedim. gelecek olan arkadaşıma bir çift ayakkabı mı sipariş etseydim, napsaydım. havanın kararmasını mı beklemeliydim. en yakın ayakkabıcıya nerden baksan ikiyüz metre vardı ve tam da gençliğin arasından geçip gitmem gerekiyordu. dünyanın en cool insanının düştüğü hale baktı. çükümün coolu. evet kozmopolit bir yerdeydim, alsancak sokakları, barlardaki insanlar yalınayak bir adamı kaldırabilecek metanettelerdi ama ya fabrikadan biri görseydi beni o sırada, bu durumun muhtemel açıklamaları neler olabilirdi. yoksa bu durum parmakarası terlik almam için yunan tanrıları tarafından bir gönderge miydi, etrafa göz süzerek yavaşça doğruldum, üstümü başımı silkeledim. çantamı koluma takıp en yakın ayakkabıcıya yöneldim. komiktim.

durumu anımsatan iki öykümü ilave ediyorum:

Şıpıdık Terlik Meseli’ne Dair Bir Masal

Tarih sayfasının yeni açılmaya başlandığı antika çağlarda, Mylasa kentinde bir erkek çocuk dünyaya gelmiş. Babası, sertliğiyle nam salan Çatıkkaş Tristan, annesi ise cihan yandı Jennifer Sultan imiş. Çocuk da gürbüz mü gürbüz, endamlı mı endamlı, yakışıklı mı yakışıklı imiş ama gene de on yaşına kadar kendisine konulacak isim bulunamamış -ta ki beyzademiz namına en yaraşır ismi kendisi bulana dek-.

Hikâyesinin ilk çağlarındaki İsimsiz Bey’imiz, avlanmaya pek meraklı imiş, elinde kendi imalatı olan çifte su verilmiş çift kırmalıyla sabahtan akşama kadar, o dağ senin bu dağ benim dolaşırmış. Zavallı bir ava her rastlayışında avının elinden kurtulamayacağının bilincinde olmasının verdiği rahatlıkla isterik kahkahalara bürünecekken ağzından sadece ‘ha’ sesi çıkarmış, sonra ateşlermiş silahını ve ortalık ‘kan’ gölüne dönermiş, adı da böylelikle ‘hakan’ olmuş. Kendi adını kendisi koymuş-muş, bırakalım öyle kalsın-mış. Buluğ çağına girdiğinde birden bir vahiy gelmiş, gözleri parlamış ve ‘ben Türk’üm, ben Türk’üm’ nidalarıyla ortalığı kasıp kavurmuş. Tarihteki ilk Türk kendisidir, üstelik anadan doğma değil kendiliğinden olmadır.

Gün günü takip etmiş, Hakan Bey’imiz büyümüş. Büyürken babası onu hayatı öğrenmesi için bazı işlere yollamış, yaptığı işler arasında kronolojik sırayla traktör tamirciliği, bakkallık, oto yedek parça satıcılığı, halıcı yamaklığı, yat rehberliği, servis elemanlığı gibi işler de varmış. Hayatı öğrenmiş, insanları öğrenmiş, çok affedersiniz bambaşka şeyleri de öğrenmiş ve en sonunda kahramanca savaşlar neticesinde Karya Uygarlığı’nın Beyi olmuş, memleket tutkusu ve ayrıca Türk olmasının verdiği kudretten milliyetçilik duygusu nedeniyle doğduğu şehre hizmet etmek istemiş ve Mylasa’yı başında bulunduğu uygarlığın başkenti yapmış. Dayısının oğlunu da belediye başkanı olarak atamış.

Zamanın gereği Olympos ve Atina tanrılarıyla iyi geçinmek durumundaymış. Ki Hakan Bey zaten özünde iyi bir adammış. Hatta rivayete göre bir önceki yıl yapılan ‘âlemin en delikanlı kralı’ yarışmasında birinciliği kimseye kaptırmamış, kendisiyle yapılan röportajda verdiği demeçte de ‘delikanlılığı bırakmayacağını’ özellikle vurgulamış. Hakan Bey’in en önemli takıntılarından biri –laf aramızda biraz obsesifmiş kendileri- yumurta topuklu ve sivri burunlu ayakkabı, üstüne İspanyol paça pantolon ve Sadri Alışık -Allah rahmet eylesin- gömleği giymesiymiş. Kendine has bir tarz yaratarak milyonları arkasından sürüklemeye de kararlıymış, ancak siz de bilirsiniz ki -o zamanlar Cemil İpekçi ne arar- diğer antika krallar modayı ellerinde tutarlarmış. Kimse onların da giydiği ‘şıpıdık terlik üstüne sarmalanmış bir peştamal ve kafada taç’ harici bir şey giyemezmiş, herkes tek tipmiş. Hakan Bey’le aralarındaki ilk ve tek ihtilaf da bu sebepten kaynaklanmaktaymış. Diğer krallar, herkesin tek tip olmasını ve fakat kendilerinin sade vatandaşlardan sadece giydikleri şıpıdık terliklerin kaliteleri ve renkleriyle ayırt edilmelerini isterken, Hakan Bey’imiz ‘toplumda oluşan bu tek tip insanların yaşayış tarzları, kapitalist yaşam düzeninin insanlara dayattığı bir biçimdir; sade vatandaş, komprador burjuvaziye boyun eğmemelidir’ felsefesini şiar edinmiş.

Aralarındaki soğuk ve psikolojik savaş devam ederken bir gün Kaf Dağı’nın ardındaki diyarlardan, Zümrüd-ü Anka kuşunun habitatından bir ‘güzel’ çıkmış gelmiş. Bir kaynakta adının Mal Hatun (bu kaynakta daha bilgi verici olsun diye Audrey Hepburn’u andırdığı da not düşülmüştür, ancak görmedik, bilmedik, bir yorum yapamayacağız bu konuda), diğerinde ise Papatya Yüzlü Kelebek Sultan (böyle bir şeyin nasıl olduğu konusunda da bilgimiz yok ama boşuna teşbihte hata olmaz dememişlerdir) olduğu söylenir, ancak adı mevzu-u bahis değil, yaptığı iş önemlidir (ayinesi iştir kişinin…).

Kendisi 1976 basımı Meydan Larousse’a göre tarihteki ilk tüccardır, ancak ne ticareti yaptığı bu ansiklopedide yer almamaktadır. Fakat takdir edersiniz ki bizden bir şey kaçmaz, biz bu hanımın ne ticareti yaptığını da yoğun araştırmalarımız ve kazılarımız neticesinde bulduk çıkardık. Kendisi ‘şıpıdık terlik’ satıcısı imiş, üstelik toptan fiyatına perakende vermekteymiş. Salı günleri kurulan İonya halk pazarında üstüne satıcı tanınmaz-mış, satışta eline su dökecek insan daha anasının karnından doğmamış-mış. İnsanlar bu hatunun güzelliğine kanıp terlik üstüne terlik satın alırlarmış, özellikle Abezan ailesinin erkekleri. Güzel olmasına güzelmiş amma ve lakin güzelliğinden de medet umulmazmış.

O sıralarda elbette Karya Kralı Hakan Bey’in şehirdeki bu güzel’den haberi yok, onun meşgul olduğu daha önemli dertleri, ıstırapları var. Sağ ve sol ayağının başparmağının sol alt tarafının yukarı bakan kısmında çıkan nasırlar. Kralımızın gecesi gündüzü birbirine karışmış, uyku uyuyamaz olmuş. Ne kekik suları, ne kuzukulakları, ne ebegümeciler, ne karahindibalar, ne katırtırnakları, ne müsellim otları derman olmamış derdine. Tabii kral bu durumdayken ona tâbi olan halk tahmin edersiniz ki daha beter durumda. Kralımız acı çektiği, üşüdüğü ve aç olduğu zamanlar tozu dumana katan cinsten biriymiş. Böyle durumlarda yanına yaklaşmamak icap edermiş, aksi takdirde günümüzde bisküvisiz çay saati düşünülemediği gibi kralın hışmına uğramadan kurtulmak da düşünülemezmiş. Ne büyücüler ne cadılar ne üçkâğıtçılar kellelerini kaybetmiş kralın ayaklarındaki nasırları iyileştirmek uğruna. Sanılır ki Orhan Veli Efendi de meşhur şiirini (Hiçbir şeyden çekmedi dünyada / Nasırından çektiği kadar / Hatta çirkin yaratıldığından bile / O kadar müteessir değildi …) aslında Hakan Bey’e yazmıştır ancak hışmından korktuğu için ismini Süleyman Efendi diye değiştirmiştir.

Kaf Dağı ve Uzak Diyarlar Güzeli Mal Hatun, kralın ıstırabını duyup huzuruna çıkmak için destur istemiş ve iyileştireceğine dair ant içmiş. Çıkarmışlar bir umut. Kral büyülenmiş ama bozuntuya vermemiş, hatta dili damağı kurumuş güzelliği görünce fakat serde krallık var ne de olsa, çaktırmamış. İçinden bir ‘vay anam’ çekmiş. Hatun kişi, “Bakın kralım, şu elimde görmüş olduğunuz bir çift terlik, sahibi olduğum Şıpıdık firmasının ürettiği, anatomik tabanlı, dört nokta etkisine sahip olan, içinde bilumum polyester, politetrafloretilen, polivinilklorür bileşenlerini içeren, son teknoloji plastik enjeksiyon kalıplama yöntemiyle imal edilen bir çift terliktir, yani alelade bir çift terlik deyip geçmeyiniz, ayıpların en büyüğünü etmiş olursunuz, ayrıca patent kanunu henüz kanun hükmünde kararname olduğundan terliklerin imalatçısının ben olduğumun belirtilmesi ve telif haklarımın çiğnenmemesi için başında mutlaka ‘şıpıdık’ kelimesiyle anılmasını rica edeceğim. Her neyse devletlû efendimiz, lafı uzatmayalım, derdinizin dermanı bu terliklerdedir, aldınız aldınız, almazsanız ömür boyu bu ayaklarınızın ağrısının sebebinin akılsız başınız olduğu paranoyasıyla yaşarsınız. Üstelik sezon sonu olduğu için iki alana bir çift de hediye ediyoruz. Size bir de kral kontenjanından indirim yapıyoruz efendim. Referans içinse Heraklia Uygarlığı Kralı Sararon’a danışabilirsiniz, daha geçen ay iki çift verdim, kendisi olayı abartıp Şıpıdık Terlikleri Uygarlıklar Şubesi açmak için yardım etmemi istedi. Her krala lazım efendim. Bu terlikle her akşam güneş batarken yüz on at boyu yol yürürseniz üç gün sonra hiç bir şeyiniz kalmayacaktır, yalanım varsa suratım şu şıpıdık terlik gibi ikiye ayrılsın, gözlerim başparmağınız gibi olsun. Karar sizin beyzadem,” deyince, Hakan Bey denemekten zarar gelmeyeceğine karar vermiş ve denemiş. Gerçekten de güzeller güzelinin dediği gibi kralın ayakları iyileşmiş, hatta tabiri pek caiz değil ama at nalı gibi olmuş. Çifte atsa bir duvarı yerle bir edeceği söylenirmiş.

Kral bu güzel kadına teşekkür üstüne teşekkür etmiş, “Dile benden ne dilersen,” demiş. Mal Hatun da, “Krallığı bırakmasını; kendisiyle kırlara, bayırlara çıkmasını; şıpıdık terlikleri ayağından hiç çıkarmamasını; deniz manzaralı tek göz bir kulübede geri kalan hayatlarını geçirmek istediğini; çoluk çocuğa karışmak istediğini; bu fani dünyanın dertlerinin kendisini artık çok yorduğunu; krallığın ve diğer koltukların hepsinin fani olduğunu; kefenin cebi olmadığını ve bilumum güzel şeyi; salıncakları, tavuskuşlarını, kurbağaları, renkli deniz balıklarını, papatyaları,” anlatmış.

Kral da bir kelebek ömrü düşünmüş ve teklifin çok cazip olduğuna karar vererek elini eteğini çekmiş tüm dünya işlerinden.

Onlar ermiş muradına, biz inşallah çıkacağız kerevetine.




Yalın Ayak

“Baba bugün dağlar al boyandı,
Kim yattı, kim uyandı,
Gözlerim agam, kalbime ataş düştü,
İçinde yar da yandı,
Gözlerim agam, su serptim ataş sönsün,
Serptiğim su da yandı.”
Kerkük Türküsü, “Baba Bugün Dağlar Yeşil Boyandı”1


Babalar yılmazdı, yıkılmazdı.

Çocuk, bir temmuz sıkıntısının içinde büyüyor. Elinde, güneşin sararttığı, katlanmış katlanmış bir gazete parçasıyla karasineklere sıcak savaş açmış. İçinde savaşların açtığı bir varoşta. Etraf da aynı sıkıntıda. Çocuk, bir taraftan elindeki gazeteye merak salıyor. Okumayı sökeli iki sene olmuş, ve seviyor söküp dikmeyi. Akşam Gazetesi, televizyonda da sıkça gördüğü Cenk Koray ölmemiş, bir köşesi var gazetede ve her gün bir şiir. O gün, ‘Masa Da Masaymış Ha’ var. “Sütünü yumurtasını koydu, pencereden gelen ışığı koydu.” Nasıl olur ki? Allah Allah? “Aklında olup bitenleri koydu.” Kendi masalarına bir göz attı ama anlam yoktu ortalıkta. Hani bir kara kedi vardı ya, görünce saç teli çekilenlerden, onun sırtına binip gitmişti anlam. Bu aralar gelmesi lazımdı yavrularıyla beraber. Bu anlam eksikliğinde şiir, o an, ‘Üç kere üç dokuz ederdi’den ibaretti.

Ne beklenir ki, ağrı diye bildiği şey sadece dişine musallat olmuş o güne kadar. Acı diye bir kelime yok. Kalp sadece bir organ. Dizi mi? O zaten her maç sonrasında kanar babam kanar…

Bulmacayı çözmeye yeltendi, bu ‘sol üst resimdeki sinema oyuncumuz’lar nerde, neler yaparlardı acaba?

Babalar yılmaz, yıkılmaz.

Sandalyeye iyice yayılmış babasının horlamasını duydu, yüzüne baktı. Belli bir ekşilik gördü, hasta eden değil de hasta olan bir görüntüsü vardı sanki. Yüzüne konmaya doğru pike uçuş yapan bir sineği son anda savuşturdu. Vakit de geçmiyordu. Bu sıcakta top da oynanmazdı daha. Kafasında sarı bir ampul yandı, takriben onbir yıl sonra sepya oldu bu görüntünün adı. Akşamüstü çocukları toplayacaktı ve bir çukur kazacaklardı. İçine kovalarla su doldurdun mu, al sana havuzun kralı. Mis gibi, sepserin.

Ama o sırada bir şey oldu. bir şey. bir. şey.

Babalar yıkıl.

Babası sandalyeden düştü bir anda. Çocuk ne olduğunu anlamadı bile. Toprağa yuvarlanıverdi koca adam. Kapak gibi. Sesi bile çıkmadı babanın. ‘Babacık’ olmadı o hiç. Ne yapacağını şaşırdı çocuk. Sesi çıkmadı annesine seslensin. Kan, onun dizinden akan kana hiç benzemiyordu, gömleğe ve pantolona bulaşmış kan. Bu kara bir kan, kırmızı olmaz mıydı hâlbuki?

Annesine koştu, seslenemedi, işaret etti. Annesi zaten koyu kahverengilerden sezdi bir şeyler. Elindeki makarna süzgüsünü öylece fırlatıp dışarı koştu hemen. Koşarak koştu. “Mehmett, Mehmet, n’oldu? kalk Mehmet, kalk!”

Çocuk, yan avludaki komşu herhangi bir amcaya bakarken buldu sesini. Herhangi Bir Amca geldi, her taraf kandı. Kimsenin bu hastalığa bağışıklığı yoktu mahallede. Arabanın bagajına taşıdılar babayı, altına kalın bir çuval koydular kirlenmesin diye Kartal… lar yüksek uçar.

Hastaneye vardılar. Acil. Sıcacık kanlar akmışken babadan, doktorluk, sonradan mı doğuştan mı soğukkanlar saçar etrafa? Mide kanaması… “Hem altından hem üstünden kan boşalmış adamın,” diyor sigara içmeye çıkan refakatçinin biri yanındakine. Anne, kocasının hastaneye kaydını yaptırırken attığı her adımda ayağından bir damla kan bırakıyor. Çocuk o damlaları hatırladıkça hiçbir yerde kaybolmayacak, onları takip edecek hayatı boyunca.

Şimdi hastanenin bahçesinde oturuyor, kardeşi ağlıyor niye ağladığını bilmeden. Olayı duyup hemen hastaneye koşan dayısı çocuğu yanına çağırıyor. Para veriyor, “Oğlum dolmuşa bin, çarşıdan annene terlik al gel hadi.”

Dolmuşta Pari Kojaie2 çalıyor.

1 Türkünün ilk satırı ‘yeşil: al’ şeklinde değiştirilerek kullanılmıştır.
2 İranlı kemani Farid Farjad eseri, “Melek nerdesin?” anlamına gelir.
sesame mucho

Sabahları, bir önceki gece içip içip yanlış şeyler yazdığımın farkında olarak uyanıyordum sık sık. Bazen hatırlamıyordum bile. Ama bu kadarını ben de beklemiyordum kendimden.

Arkadaşım Mali, birlikte içtiğimiz üçüncü biradan sonra uykusunun geldiğini söyleyip müsaade istedi. “Biliyorum sen devam edersin ama ben gideyim.” dedi. “Tabii ki, sen git, ben de dönerim birazdan.”

Onu uğurlayıp önceden içimin ısınmış olduğu bir bara oturdum. Hava da ne güzeldi, sıcak, insanlar sokakta, karşılıklı küçük taburelerde oturarak bira içiyor. Her bardan yükselen müzikler birbirine karışıyor, insanların kahkahalarıyla birlikte. Saat ilerlemiş, gece on olmuş. Biramı söyledim, mısır patlağı geldi yanında, beni tanıyan garson ince ince dilimlediği limondan da getirdi. “Harika,” dedim. Gülümsedi, “afiyet olsun!”

Şunu içtim bunu içtim diyecek değilim, en son düşünürken hatırlıyorum kendimi. Sabah uyandığımda, “çayını eskisi gibi birbuçuk şekerle mi içiyorsun?” diyen sesini duyunca irkildim, gözlerimi açmadım önce, rüyadır gibisinden. Zaten bunlar öyle günler ki rüya mı gerçek mi karışık. Tanıdığım bir koku hissettim yastıktan burnuma. “Gitmeden önce bana geleceğini biliyordum,” dedi rüyamdaki ses. Sonra ayak sesleri, terlik sesleri, ben bir gözümü açmış şaşı bakarken. Epeydir böyle bakıyorum dünyaya. “Ama sen bunun böyle olacağını sekiz senedir biliyordun.” Bu güveni hatırladım ben bir yerden, bundan epey öncelerden. ‘Bak göreceksin, seni en çok seven ben olacağım,’ derdi. Hiç inanmadım böyle diyenlere. İlk diyen de oydu zaten. Peki ama nasıl yani; saat kaç bi kere, ordan anlayabilirim bunun gerçekliğini; bu ben miyim bunu da burnumdan çözebilirim; sabah mı gerçekten, evet ışık var; burası neresi?

Bu benim yanlış parmaklarım onun hâlâ değişmemiş olması mucize telefonuna ne yazmıştı. Doğruldum. Evet bir önceki gece kaldığım yerden farklı bir yerdeydim o an. Duvarları, perdeleri, kokusu değişik. Tuvaleti sordum çayımı karıştırırken. Kapının önünde ayakkabılarımı görünce üstüme başıma baktım, peki bu pijamalar kimindi? Elimi yüzümü yıkadım ve bulunduğu salonla karışık mutfağa söndüm. “Günaydın!” dedim. “Söylemiştim,” dedi. Bu ben demiştim sohbetinden kurtulmak istedim bir an önce. Yüzümü ekşittim ama devam etti: “Peki eninde sonunda buraya geleceğini bilmiyor muydun?” “Bak onu biliyordum. Seninle o parkta koynunda sabahladığımda böyle olacağını biliyordum,” dedim olabildiğince alaylı ve roman kahramanı tonumla. “Yalan söylüyorsun! Beni öyle bırakmazdın böyle düşünseydin.” Çocuklaştı birden. Ama akşamdan kalmış olmanın, yıllar sonra tekrar bu sabahla uyanmış olmanın, gece ne yaptığını hatırlamamanın verdiği sinirle, “tabii ki yalan söylüyorum!” dedim.

9.07.2010

bir gün bir gün bir çocuk, eve de gelmiş vakit yok!

6.07.2010

bu da benden akşam üzeri gelsin sizlere.
akşam, masanın üzerinde ikiye bölünmüş bir paket lastiği görmüşsem; gece, rüyamda yılanlarla boğuşuyorum. düm ve tum.

5.07.2010

tarafımdan bayat bir yazı

Vözgeçmiş


yöresel ve arabesk bir radyo istasyonu
lokantalarda tamirhanelerde insani her yerde
kral fm’e kafa tutan
daha reklamsız, mat
daha içli
içli dışlı
daha benim
ben de gülmek isterim

misafirlere hiçbir zaman “hoş geldiniz!” dememezlik etmedim

memleketimi sordu mülakatçı yüzbaşı
“melas,” dedim
“ne?” dedi
“melas,” dedim
“‘siirtspor sakaryaspor’u iki sıfır yendi.’ de!” dedi
dilimde fazladan duran s’yi jiletledi
“senin su laleni sulayayım!” diyemedim

kendimi kolayladım sanırım biraz
hani zor bi heriftim ya ben
onu diyorum
kolaydıysam başına gelseydim ya senin
sürekli bunu diliyorum
her sabah bir tutam bergamot
çayıma onu dilimliyorum

bizimki büyüyünce çok güzel bir çaylaşım olacak

rüyalarımda düştüğüm uçurumları ağaçlandırdım ilkgençliğimde
nadasa bıraktım bazen
kendimi de ıskartaya ayırdım onsekizimde
hasarlılar uğrar arasıra
hey delikanlı defter!
boşları toplasana

-

bugün hava çok sıcak (sabahtan gördüm seni)
soyundu baldır bacak (çok beyaz geldin bana)
melas sana koyacak (konakta mı büyüdün)
oy oy marmaris (oy oy emine’m)
melas sana koyacak (güneş çalmamış sana) (x2)

-

buna benzer terbiyesizliklerim oldu elbet şiir tarihimde
ama babamın yanında ne bacak üstüne bacak
ne de sigara içtim
her bir şeyi bir bir biriktirdim
yüksek sesle okunmaya elverişli bir hayatım yok
sokaklarda savunmaya duran bir yüzle baraj kuruyorum tek başıma
ellerim apış aramı kapatmış
ağız da yüzün apış arasıdır
-ağzın yüzünün mahrem noktasıdır-
bekâretimi koruyorum
şiirimi bi indirirsem halka
korkarsınız biliyorum

dede dediğin şarapçı olacak hacı
torun dediğin onsekizinde bir kadın haritasında meme icabındağ
yirmibeşinde şişe içre bir alkol her an pansumana
ve performansa hazır
otuzbirinde ilelebet memur
otuzbeşinde tüm bunlardan şair
ben demedim atalarım şifahen dedi
şunu da ekledi
erkek; halk dilinde sigara ve göbek
kadın; halk dilinde bilezik ve börek


genç bir ismi yoktu babamın
bilirsin her isim iyi durmaz babalarda
durdum divana
uydum hazır olan imama
ekmek almaya çıkıp yıllarca dönmemek istiyordum
bütün güzel kadınları tanımak ve tanıdıkça onlardan soğumak istiyordum
hayattan bana bu makamımda biraz hürmet etsin istiyordum
olmadı sustum
hayır karambol evde yok
ben oğluyum
-the man who bought the world
her satıcının bir alıcısı bulunur-
bunu yazdığım için mutluyum


bu gemi ne zamandır burada
bu şişenin içinde


öfke kontrol bir ki
kontrol bir ki
kadehi şişeyi kırarım bugün bil ki
ameliyatımdan kalan –hani seni bana diken-
[deveye mi insana mı yaranırdı?] dikişlerden birini daha söktüm son doğumgünümde
kaybolan düğmeler asla bulunmaz bilirsin
gittiği yerde deliksiz bir uyku çekiyordur şimdi


zora sokarım insanlarını hayatın
hayatını insanların
zora sokarım
zoka satarım
ustam yoktu ben satarım
ani kalkışlar yaparım
başım döner

benim hiç ciddi işim olmadı biliyor musun?
oysa her evin bir bacası
herkesin bir arka cep tarağı vardı
benim de yüzümün bacasında tüten bir oyun arkadaşım

oralet diye de bir şey vardı

bedduadan hiç hoşlanmazdım
feleğin sözlerini çok severdim
şiir yazmadan önce mutlaka kollarımı çemrerdim
ateşim otuzyedi buçuktan şaşmazdı
böyle hem kendi hem dünya etrafında dönen kafadan basık bir çemberdim


çomak sokmanın ne anlamı vardı bre cavurun gızı
sen bir sincap ben kovuk
beni anımsa
(beni unut)

şuradaki sürprizi yapan ve fotoğrafta görüldüğü üzere, atladığı ip üzerinde birazdan ayakta alkışlayacak olan kişiler aynı kişi, kişi aynı kişiler.

4.07.2010

dear bubble gum

"'mutfak' diye bir film çekersek eğer sevgilim, şişe rekorları kıracağına eminim." m.b.

mutfağım yok burda. ama bu şiiri sevdiğimi saklayamam. bu, benim bu konuda yazmamı isteyen bir şiir, o yüzden şimdilik buraya saklıyorum aklım ıskalamasın diye. daha sonra ayrıntılıca yazacağım. cüzdanımda biletlerden başka bir şey yok. cüzdanım resim taşımaya alışkın değil. güneşlere bilet keseceğim zamanlar da yakındır elbet. bir güle bakıp dikenlerine uğramadan. uluslararası bir kız sevmeyi planlıyorum nicedir, hem avrupa birliğine girmiş hem de el öpmeyi bilen. gerizekalı lafını ömrü boyunca kullanmamış ve kullanmayacak olan. hamur karmak lazım bazen, ister oyun hamuru ister ekmek, hepsi oyun benimçin. yemek yemek de öyle, üstüne yakılan sigaranın elbet bir ciddiyeti malum. bana çoğu şey yakışmaz. hiçbir şey, kopçalarla tutturulmuş bir. bir ne. aklımı her haftasonu barlara veriyorum, her gün kendimi işime verdiğim kadar. aynalara bakmayalı ne zamandır, gelip gitmiyorum sana da, bana çay demleyişlerin hiç vaki olmadığı kadar. kibritle sigara yakmayalı bugüne kadar epey bir gün olmuş. halbuki kibrit de bizim bir ormanımız. bir yazdığım herhangi yazı aklıma hücum ediyor bazı böyle durumlarda. hissettirmemeye gayret ediyorum. bir bakıyorum arkadaşımın bir arkadaşı bana aşık olmuş, ama olmaz ki, onla ben, her ne kadar çiçekleri sulamayı dünyanın en iyi işi bilse de, benim çiçeklerim dünyanın müzikle yetişen çiçekleri. sarılmakla sıkmak arasındaki farkı bilemeyişim gibi, ama yine de, çok iyi sardığımı sarmaladığımı bilmeni isterim, seni sevmekten dolayı sarmayı kırabilirim, ama sana hiçbir zamankinden ziyade sarıp. ya da benim hiç bilmediğim şeyler var. tam, tam da, tam da o bu var. tam seni kurtaracaktım. tam seni düşürmeyecektim ellerimden yere. hiçbir yere. ya da gidebileceğimiz herhangi bir yerlere. merhaba, seni seviyorum. ki alakası yok di mi bunun içinde bulunmayı umduğumuz filmlerle. iddia ediyorum hep ama sigaranın kültablasında son bulmasıyla sona eriyor aşkımız. aşkımız aşkımız derken, olmayışların, olmayışlarının kümülatifi geliyor göklerine mahallemin. göğsün, aslında bence sadece kalp atışlarını dinleyebileyim diyedir, ki sen bunu bugüne kadar sadece bir mırıldanma sanmışsındır, bense hiç.


fotoğraf gökçe dilek'e aittir.

şarkı söyleyen çalı olmayı başaramayacağım sanırım. ama bundan vazgeçmek zor olacak.
olsan

izmir güzel bir ırkımız. akşamüzeri dört vardiyasının servisiyle şehre indirdim ellerimi. ellerim bunu çoktan hak etmişti. ellerim ellerini de hak etti bence sevgilim. beşteki maça yetiştim. izledim. güzel maç oldu. dünya kupasının son maçları hareketli ve güzel olur. karnımı doyurdum. kitapçıları gezdim. askerlikteki mahrumiyetim nedeniyle uzundur alamadığım dergileri aldım büyük bir hevesle. bir tanesinde türk şiirinin kıskançca izlediğim yeni veliahtının şiiri vardı, kıskandım, yaşayan en iyi şairimiz onu seçmişti kendine veliaht olarak, bu konuda kendimi hakkım yenmiş hissediyordum. buna birkaç bira içmeliydim. ama önce kalacağım oteli ayarlamam gerekiyordu. bir de baktım ne göreyim, bizim ersan pansiyon gitmiş, alsancak pansiyon olmuş, işletme el değiştirmiş, odaların fiyatları artmış, boyamışlar, ama leşlik ve loşluk aynı. konuştum, tek kişilik yer varmış, neden bu kadar tek kişilik bir hayatım olduğunu sorgulamadım tabii o sırada. kıbrıs şehitleri caddesi'ni kesen bir sokakta, geçen seneden hafif bir ahbaplık kurduğum bir kadının işlettiği, denizin de kokusunu alabileceğim, önüne masalar atılmış bara oturdum. hava kararmadan bir an önce elimdeki dergileri karıştırdım hevesle. biram geldi. hava nemliydi. karardı. ellerimi ne yapacaktım. bir süre parmaklarımı kenetledim, çeneme götürdüm, dudaklarımı oynadım, yanağımı kaşıdım, tırnaklarımı yiyormuş gibi yaptım. bunun çaresini bu şekilde bulmuştum, peki ya gözlerim. yoldan güzelli çirkinli bir sürü insan geçiyordu. onlara baktım bir süre. civar masalarda güzel kız aradım. vardı, bakmadım. kıyıda köşedeydim. mekanı işleten kadın geldi biram biter bitmez, "nasılsınız?" dedim, "sağolun, siz nasılsınız, epeydir görünmüyordunuz?" dedi. "askerdeydim," dedim. "geçmiş olsun, niye böyle kıyıya oturdunuz?" dedi. "yalnızım ya," dedim. cümlenin boş kalan kısmından, o konudaki hassasiyetimi anladı. "olur mu hiç, mekan sizin!" dedi. hoşlandım. gözlerime bir çare bulmalıydım, etraftakilere rahatsızlık veriyor olabilirdim. bu sırada maç imdadıma yetişti. pek keyifli olmasa da iki penaltı atışının da kaçırılmasıyla olağandışına evrilen bir maç oldu. bittiğinde, sarhoşluk, uyku ve yalnızlık ağır ağır bastırıyordu. hesabı ödeyip, iyi akşamlar dileyip ayrıldım. iyi akşamlar dilemeyi severim, gece de olmuş olsa. denize ilerledim, koklamalıydım. birbirlerine sarılmış insanlar, çimlerde oturan gençler, şişe depozitosu toplayan ayyaşlar, gezdirilen köpekler, ha bir de ben. ışıklara baktım, içimden in a manner of speaking çaldım, kafam nemliydi. ellerimi düşünmüyordum bile, ellerine geçmiştim çünkü. en iyisi uyumaya gittim pansiyonuma. sabah oldu büyük gürültülerle. orda kaldığıma, izmir'de başka kalacak hesaplı bir yerim olmadığına hayıflandım. eskiden bizim mahallede hayıtlar vardı. hayıt güzel bir bitkidir, görmeni isterdim sevgilim. insan sevdiği şeyleri göstermek ister, bilinir bu. kalktım, anahtarı resepsiyona bırakıp ayrıldım, haftaya haftasonu muhtemelen yine oradaydım. kahvaltı yapmak için ilerledim, her zamanki yerlerim çoktur benim. poğaçamı, çayımı aldım. ... otogara gidip, organize sanayi bölgesine giden otobüse bindim. yolda indim ve bu defa da yaşadığım pansiyona geldim. şimdi ordayım, yani burdayım. boş bir odadayım. cümle kurasım yok. lunaparkta kuradan çıkmış hayalkırıklığı gibiyim. gibisim de yok. olsan da gitsek lunaparklara, çarpışan arabalara. sen gondola binsen ben aşağıdan fotoğrafını çeksem, korkarım binemem. havalı tüfekle balonlara kıysak. langırt oynasak. o havalı hokey gibi şeyden oynasak. atlı karıncada sarmaş dolaş,. ama olmuyorsun.

3.07.2010

ahlat hatırlatsın

beşe kadar saymayı öğrenmiş bir çocuğun, ya da altıya, öyle deme çok şey fark eder
böbreklerden aşağı inmeyi reddeden bir sürü miniminna taşların inadına oldumolası özenirim ya da dişlerin sigaraya kahveye biraya olan hassasiyetine, öyle deme çok şey fark eder
abisi olmayan bir erkek çocuğunun ömürboyu merakı, ya da ablası olmayan, öyle deme çok şey fark eder
siyahbeyaz televizyondan renkli televizyona geçememiş bir ailenin, ya da lcd flat her neyse, öyle deme çok şey fark eder
beş yaşında sünnet olmuş çocuğun travması ya da oniki yaşında, öyle deme çok şey
çok şey var aramızda çok şey
atımı nar ağacına bağladım.
bak sen şu ahlatın işine
neymiş de yabaniymiş, yesinler
mavi tahtadan bir bavul aldırdım depodan kalfaya. ta kore'den getirttim onu rahmetli dedeme. neymiş de natoymuş, madalyası da saklıymış sandığın içinde. sahi, sandukadaki inci. "niye uçmuyor inci?" "uçar bi gün"
mustafa'yla tanışıyoruz. ayşe'yle de. hepsini tanıyorum ben bi yerden, nerden olduğunu hatırlasam zaten, sonugelemeyencümle1. hatırlamakla bir yerden başka bir yere varılsaydı, sonugelemeyencümle2. ellerine bakan bir kız. kızlardan uzak duruyorum bu aralar. onlar da benden. uzak duruşuyoruz. uygun adım yürümeyi de bıraktım. önüme gelene de komutanım demeyebiliyorum. ama izmir akşam nasıl olur acaba bu akşamı kastediyorum, birazdan denemeliyim. insan görmeliyim. bira içmeyi kestirip atsam mı. ama olmaz ki. yalnız bir adam demezler mi oracıkta. ah kamel vah kamel. hey gidi heybe kardeş. kiremit. abbas ağa. sana inek alıcam, kendi ellerimle süt sağıcam, aşkımızın sağlamasını yapıcam.
baharat gibi koksan, denize dik dağlar gibi koksan, yazın akşamüstü saat yedi gibi koksan, adadaki tavşanlar gibi baksan, yeni çekilmiş bir kahve gibi iççekici aksan, bedenin banyodan yeni çıkmış gibi damlacıklarla gülse, yeni sulanmış bir bahçe gibi baksan, yeni sürülmüş bir tarla gibi ferah olsan, övülmüş övülmüş kızarmış bir kız çocuğu olsan, gülerken elinin tersini ağzına kapasan, bütün bunların sonundaki koku yeni biçilmiş otların makus kokusudur.

akşama topkek pişirdim.